Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Ben-Hur», sayfa 9

Yazı tipi:

III
YAHUDA’NIN EVİ

Şimdilerde Aziz Stephen Kapısı olarak anılan Kutsal Şehir’in girişinden batıya doğru, Antonia Kulesi’nin kuzey yüzüne paralel bir cadde uzanıyordu. Typropoeon Vadisi’ne giden rotayı koruyarak güneye doğru küçük bir yolu takip edip geleneklerin bize söylediği Yargı Kapısı’nın biraz ilerisinde batıya kıvrılıyor, oradan da birden güneye dönüyordu. Kutsal yöreye aşina olan bir öğrenci ya da yolcu, bu caddenin Hristiyanlar için biraz da hüzünle dünyadaki herhangi bir caddeden daha ilginç olan Via Dolorosa’nın37 bir parçası olarak tanımlandığını hatırlayacaktır. Amacımız şu anda bütün caddeyle ilgilenmemizi gerektirmediğinden, sözü edilen o güneye dönen köşede duran ve önemli bir ilgi merkezi olarak özel bir tanımlama gerektiren evden söz etmek yeterli olacaktır.

Bina her bir yüzü muhtemelen yüz yirmi metre olmak üzere kuzeye ve batıya bakıyordu ve Doğu’ya özgü çoğu gösterişli yapı gibi iki katlı ve dört köşeliydi. Batı tarafındaki sokak yaklaşık üç buçuk metre genişliğindeydi, kuzey tarafındaki ise üç metreyi geçmezdi. Duvarlara yakın yürüyerek yukarı bakan biri, duvarların pütürlü, boyasız ve itici olduğu kadar güçlü ve heybetli de olan görünümünden etkilenirdi. Dış kısmı taş ocağından alındığı gibi kullanılmış, boyasız, iri taş bloklardan oluşuyordu. Hiç alışılmadık bir şekilde evi süsleyen pencereleri ve kapıları süsleyen bezemeleri olmasa bu çağın eleştirmeni onun askerî bir tarzı olduğunu söyleyebilirdi. Batıya bakan dört, kuzeye bakan iki penceresi vardı, hepsi de ikinci kat hizasında, aşağıdaki sokaklara çıkıntı yapacak şekilde dizilmişti. Birinci katta sadece kapılar dışarıdan görülecek şekilde duvarları bölüyordu. Koçbaşlarına karşı dayanıklılığı akla getiren kalın demir sürgülerinin yanı sıra bu kapılar gayet güzel yapılmış mermer pervazlarla korunuyordu; bu hâli insanlar hakkında oldukça bilgili olan ziyaretçilere, burada oturan zengin adamın dinî ve siyasi açıdan bir Saduki olduğunu garanti ediyordu.

Genç Yahudi, pazar yerinin yukarısındaki sarayda, Romalıdan ayrıldıktan kısa bir süre sonra anlatılan bu evin batı kapısında durdu ve kapıyı çaldı. Kapının kanatlarından biri üzerinde bulunan küçük kapı onu içeri almak üzere açıldı. Kapıyı açanın yerlere kadar eğilerek verdiği selamı almadan aceleyle içeri daldı.

Evin iç yapısı hakkında bilgi sahibi olmak ve aynı zamanda gencin başına neler geleceğini görmek için onu takip ediyoruz.

Gencin kabul edildiği geçit, duvarları panelli, tavanı oyuk, dar bir tünele benziyordu. Her iki yanda, uzun zamandır kullanılmaktan lekelenip parlamış, taştan sedirler vardı. On, on beş adımlık merdiven onu kuzeye ve güneye doğru uzanan, doğu dışında her yönden iki katlı evin cepheleriyle çevrili bir avluya çıkardı. Alt kat girintilere bölünürken taraçalı olan üst kat güçlü korkuluklarla çevriliydi. Taraçalar boyunca gidip gelen hizmetkârlar, un öğüten değirmenin gıcırtısı, bir uçtan bir uca gerilen iplerin üzerinde dalgalanan çamaşırlar, oranın tadını çıkaran tavuklar ve güvercinler, keçiler, girintilerde oturan inekler, eşekler ve atlar ve belli ki genel kullanım için olan büyükçe bir su oluğuyla bu avlu evin sahibinin özel yaşamını ortaya koyuyordu. Doğu tarafında bir başka geçitle bölünen duvar her açıdan ilkine benziyordu.

İkinci geçitten geçen genç adam geniş ve kare şeklindeki bir başka avluya girdi; fundalıklar ve asmalarla donanmış olan bu avlu kuzey tarafındaki bir sundurmanın yakınlarında yükselen bir havuzun suyuyla tazelenip güzelleşiyordu. Burada kırmızı-beyaz çizgili perdelerle kapatılan girintiler yüksek ve havadardı; bu girintilerin kemerleri küme küme sütunlar üzerinde duruyordu. Güney tarafında, üst kattaki taraçalara çıkan merdivenler büyük tentelerle güneşten korunuyordu. Bir başka merdiven de taraçalardan dama çıkıyordu, kare damın dört bir kenarı oymalı bir pervaz ve altıgen şeklindeki kırmızı pişmiş kil kiremitlerden oluşan bir korkulukla çevrelenmişti. Bu alanda, her yerde gözlemlenen ve köşelerde hiçbir toza, hatta fundalıklardan tek bir sarı yaprağa bile meydan vermeyen titiz düzen, diğer her şey gibi, güzel olan genel görünüme katkıda bulunuyordu. Tatlı havayı içine çeken bir ziyaretçi daha tanıştırılmadan bile, ziyaret ettiği bu ailenin zarafetini anlardı.

İkinci avludan birkaç adım yürüyen genç sağa dönüp bir kısmı çiçeklenen fundalıkların içindeki yoldan merdivenlere doğru yürüyerek zemini yıpranmış kahverengi-beyaz taşlarla döşeli taraçaya çıktı. Tentenin altından kuzey tarafındaki kapı aralığını geçip bir perdenin kararttığı bir odaya girdi. Kiremit döşeli zeminde bir sedire doğru ilerleyip kendini yüzükoyun sedire attı, alnını kollarına dayayıp uzandı.

Akşam karanlığında bir kadın kapıya gelerek ona seslendi, cevap alan kadın içeri girdi.

“Yemek vakti geçti, akşam oldu. Oğulcuğum aç değil mi?” diye sordu.

“Hayır.” dedi genç.

“Hasta mısın yoksa?”

“Uykum var.”

“Annen seni sordu.”

“Nerede o?”

“Damdaki çardakta.”

Genç doğrulup oturdu.

“İyi o zaman. Bana yiyecek bir şeyler getir.”

“Ne istiyorsun?”

“Ne istersen getir, Amrah. Hasta falan değil, umursuzum. Hayat artık bu sabahki kadar hoş gelmiyor. Keyifsizim, Amrah. Beni çok iyi tanıyan ve asla ihmal etmeyen biri olarak yemek ve ilaç yerini tutacak bir şeyler düşünebilirsin. Ne istersen onu getir.”

Amrah’ın soruları ve alçak, anlayışlı, tedirgin sesi, ikisi arasındaki sevgi dolu ilişkiyi ortaya koyuyordu. Elini delikanlının alnına koydu, sonra tatmin olup, “Bir bakayım.” diyerek odadan çıktı.

Kısa bir süre sonra ahşap bir tepsi içinde bir kâse süt, ince dilimler hâlinde beyaz ekmek, buğday lapası, ızgarada pişirilmiş kuş, bal ve tuzla geri geldi. Tepsinin bir ucunda şarap dolu gümüş bir kadeh, diğer ucunda da pirinçten, yanan bir lamba duruyordu.

Artık oda görünüyordu. Duvarları dümdüz sıvalı, zamanla ve yağmurla lekelenen tavanı meşe kirişliydi; küçük, elmas şeklindeki taşlarla döşeli zemin sert ve dayanıklıydı; aslan ayakları gibi oyulmuş ayaklarıyla birkaç sandalye, yerden biraz yüksekte, mavi kumaş döşeli, üzeri çizgili, kocaman bir yün battaniye örtülü bir sedir vardı. Kısacası tam da Yahudi tarzında bir yatak odasıydı.

Aynı ışıkla kadın da görünür hâle gelmişti. Sedirin yanına bir sandalye çekip tepsiyi üzerine koydu, sonra servis yapmak üzere yere diz çöktü. Ellilerinde bir kadının yüzüne sahipti, esmer ve kara gözlüydü, gözleri bir anne şefkatiyle yumuşacık bakıyordu o anda. Başında kulak memelerini açıkta bırakan beyaz bir başörtüsü vardı. Kulak memeleri mevkisini ortaya koyacak şekilde kalın bir iğneyle delinmişti. Mısır kökenli bir köleydi, kutsal ellinci yıl38 bile ona özgürlüğünü getirmemişti; zaten kendisi de bunu kabul etmezdi, çünkü ilgilendiği çocuk onun bütün hayatıydı.

Bebekliğinden itibaren ona bakmış, çocukluğunda onunla ilgilenmiş, hizmetine hiç ara vermemişti. Onun gözünde delikanlı hiç büyümemişti.

Genç, yemek boyunca bir kere konuştu.

“Eskiden buraya, ziyaretime gelen Messala’yı hatırlıyor musun, Amrah?” dedi.

“Hatırlıyorum.”

“Birkaç yıl önce Roma’ya gitmişti, şimdi geri döndü. Bugün ona uğradım.”

Delikanlı nefretle ürperdi.

“Bir şeyler olduğunu anlamıştım zaten.” dedi kadın, ilgiyle. “Onu bir türlü sevemedim. Her şeyi anlat bana.”

Ama delikanlı derin bir düşünceye daldı ve kadının yinelenen soruları karşısında sadece, “Çok değişmiş, artık onunla hiçbir işim kalmadı.” dedi.

Amrah tepsiyi alıp gidince delikanlı da dışarı çıkıp taraçadan dama geçti.

Okurun Doğu’daki dam kullanımını bildiği varsayılmaktadır. Her yerde yasaları iklimler koyar. Suriye’nin yaz günleri rahatlık arayanları karartılmış odalara gönderir, akşam da erkenden ortaya çıkarır ve dağ kıyılarında derinleşen gölgeler bir örtü gibi inerler, ama şimdi o gölgeler çok uzaktalar, dam ise yakında, serin havaların ziyaretine imkân verecek kadar, titreşen ovanın seviyesinden yukarıda, yıldızları daha parlak şekilde yakına getirecek kadar ağaçların üzerinde. Dam bu şekilde bir dinlenme yeri, bir oyun alanı, bir uyku odası, ailenin buluşma merkezi, müzik, dans, sohbet, düş kurma ve dua etme yeri hâline geliyordu.

Soğuk iklimlerde insanın evinin içini güzelleştirmeye teşvik eden dürtü, Doğuluyu damını da süslemeye sevk ediyordu. Musa tarafından yaptırılan siperler çömlekçinin başarısı hâline gelmişti; sonra bunun üzerinde sade ve muhteşem kuleler yükselmiş, daha sonra da krallar ve prensler damlarını mermer ve altından çardaklarla süslemişlerdi. Babillilerin bahçelerini havaya asmalarının ardından artık taşkınlık daha ileriye taşınmadı.

İzlemekte olduğumuz delikanlı damda evin kuzeybatı köşesine inşa edilen kuleye doğru yürüdü yavaş yavaş. Eğer bir yabancı olsaydı, yaklaştıkça karanlığın izin verdiği ölçüde, alçak, kafesli, sütunlu ve kubbeli yapıya bir bakış atardı. Hafifçe yukarı kaldırılmış perdenin arasından geçip içeri girdi. Dört tarafta yer alan kapı şeklindeki kemerli açıklıkların dışında içerisi karanlıktı; bu açıklıklardan yıldızlarla aydınlanan gökyüzü görünüyordu. Bunlardan birinde sedirden aldığı yastığa yaslanmış bir kadın silüeti gördü, beyazlara bürünmüş olmasına rağmen hayal meyal farkediyordu. Ayak sesleri üzerine kadının elindeki, üzerine yer yer yıldız ışığında parıldayan mücevherlerin serpiştirildiği yelpaze durdu. Kadın doğrulup ona seslendi.

“Yahuda, oğlum!”

“Benim, anne.” diye cevap verdi, adımlarını hızlandırırken.

Yanına gidip diz çöktü, kadın kollarıyla sardı delikanlıyı ve öpücüklerle onu bağrına bastı.

IV
YAHUDA’NIN ANNESİ

Anne yastığın üzerindeki rahat pozisyonuna döndü, oğlu da sedire yerleşip başını annesinin kucağına koydu. Her ikisi de açıklıktan dışarı bakıp civardaki bir dizi alçak evin damlarını, batıda dağ olduğunu bildikleri mavi karaltıyı ve yıldızlarla parlayan gökyüzünün karanlık derinliklerini görebiliyordu. Şehir sakindi. Sadece rüzgâr kıpırdanıyordu.

“Amrah sana bir şeyler olduğunu söyledi.” dedi kadın, gencin yanağını okşayarak. “Yahuda’m küçük bir çocukken ufak tefek şeylerin canını sıkmasına göz yumuyordum, ama artık koca bir adam oldu. Bir gün benim kahramanım olacağını unutma!” dedi, sesi yumuşayarak.

Mal varlıkları bakımından olduğu kadar kan bakımından da zengin birkaç aile dışında o topraklarda pek kullanılmayan bir dili konuşuyordu kadın. Dilin saflığını seven bu insanlar bu sayede Yahudi olmayanlardan daha kesin bir şekilde ayırt ediliyorlardı. Bir zamanlar Rebeka ve Raşel de Benjamin’e bu dilde şarkı söylüyorlardı.

Bu sözler sanki delikanlının yeniden düşüncelere dalmasına neden oldu; kısa bir süre sonra annesinin kendisini yelpazelediği elini tuttu, “Bugün daha önce hiç aklıma gelmeyen şeyler düşünmeye zorlandım, anne. Söylesene ben ne olacağım?”

“Söyledim ya, benim kahramanım olacaksın.”

Delikanlı annesinin yüzünü göremiyordu ama şaka yaptığının farkındaydı. Daha da ciddileşti.

“Sen çok iyi ve şefkatlisin, anneciğim. Beni hiç kimse senin kadar sevemez.”

Annesinin elini defalarca öptü.

“Galiba bu soruyu neden hep erteleyip durduğunu anlıyorum.” diye devam etti. “Şimdiye kadar benim hayatım hep sana ait oldu. Senin denetimin ne kadar nazik, ne kadar tatlıydı! Keşke sonsuza kadar sürseydi. Ama olmuyor. Tanrı’nın arzusuyla bir gün kendi kendimin efendisi olacağım, ayrılık günü gelip çatacak ve bu senin için korkunç bir şey olacak. Cesur ve temkinli olalım. Ben senin kahramanın olacağım, ama bana yol göstermelisin. Yasayı biliyorsun, İsrail’in bütün oğulları meslek sahibi olmalı. Ben istisna değilim. Şimdi soruyorum ben hayvan mı güdeceğim? Yoksa toprağı mı süreceğim? Rahip mi olacağım, avukat mı? Ne olacağım? Sevgili anneciğim, bana bir cevap ver.”

“Gamaliel bugün ders veriyordu.” dedi kadın düşünceli bir şekilde.

“Öyle mi, ben duymadım.”

“Dediklerine göre dehasını ailesinden miras alan Simeon’la dolaşıyordun demek.”

“Hayır, onu hiç görmedim. Pazar yerine gitmiştim, tapınağa değil. Genç Messala’yı ziyaret ettim.”

Delikanlının sesindeki değişim annesinin dikkatini çekti. Bir önsezi kalbini hızlandırdı. Yelpaze tekrar durdu.

“Messala!” dedi. “Canını sıkacak ne söyledi?”

“Çok değişmiş.”

“Bir Romalı olarak mı dönmüş yani?”

“Evet.”

“Romalı!” diye devam etti, sanki kendi kendine. “Bütün dünyada bu kelime efendi anlamına gelir. Ne kadar süredir uzaktaydı?”

“Beş yıldır.”

Kadın başını kaldırıp gecenin derinliklerine baktı.

“Via Sacra39 havası Mısır ve Babil sokakları için geçerlidir, ama Kudüs’te, bizim Kudüs’ümüzde sözleşme hüküm sürer.”

Düşüncelerle dolu olarak arkasına yaslandı. Önce delikanlı konuştu.

“Messala çok acı şeyler söyledi, anne, hele tavırlarıyla beraber söylediklerinin bazıları dayanılmazdı.”

“Galiba seni anlıyorum. Roma, onun şairleri, hatipleri, senatörleri, saray mensupları hiciv dedikleri bir gösterişin mecnunu olmuşlar.”

“Bütün büyük uluslar gururludur sanırım.” diye devam etti delikanlı, lafının kesildiğinin farkına bile varmadan. “Ama bu insanlarınki diğerlerininkine hiç benzemiyor. Son günlerde o öyle bir hâl aldı ki artık tanrılar için bile kaçış yolu yok.”

“Tanrılar!” dedi annesi, çabucak. “Romalılar tapınmayı kutsal hakları olarak görüyorlar.”

“Messala da bu nahoş nitelikten payını almış. Çocukken, Herod’un bile şerefle karşılamaya tenezzül ettiği yabancılarla alay ettiğine tanık olurdum, ama Yahuda’yı hep ayrı tutardı. İlk kez bugün benimle sohbetinde geleneklerimizle ve Tanrı’mızla dalga geçti. Senin de isteyeceğin gibi sonunda ondan ayrıldım. Şimdi, sevgili anneciğim, Romalıların kibri için haklı nedenleri var mı bilmek istiyorum. Hangi bakımdan ondan aşağıyım? Biz düşük bir sınıftan mıyız? Neden Sezar’ın yanında bile bir köle gibi çekingen olmam gerekiyor? Özellikle şunu söyle, neden ben istersem şeref kazanamıyorum? Neden kılıcı elime alıp savaş tutkusuna kapılamıyorum? Neden bir şair olup her konuda yazamıyorum? Metal işçisi olabilirim ya da bir çoban veya bir tüccar, peki neden Yunanlılar gibi bir sanatçı olamıyorum? Söyle bana, anneciğim, bir İsrailoğlu neden bir Romalının yaptıklarını yapamıyor?”

Okur bu soruları pazar yerindeki sohbete dayandıracaktır; bütün duyuları açık bir şekilde dinleyen anne de konunun bağlantılarından, soruların soruluşundan, oğlunun aksanından ve ses tonundan çabucak ilişkiyi kuruverdi. Doğruldu, oğlununki gibi hızlı ve kesin bir tavırla cevap verdi: “Anlıyorum! Anlıyorum! Messala arkadaşlıklarından dolayı çocukluğunda bir Yahudi gibiydi. Burada kalsaydı o da dinini değiştirebilirdi, çünkü hepimiz hayatımızı olgunlaştıran şeylerden etkileniriz, ama Roma’da geçirdiği yıllar ona fazla gelmiş. Ben bu değişime hiç şaşırmıyorum. Ama en azından sana karşı kibar davranabilirdi. İlk sevdiklerini unutmak için acımasız ve sert bir mizaca sahip olmak gerekir.”

Kadın elini hafifçe delikanlının alnına koyup parmaklarıyla sevgi dolu bir şekilde saçlarını karıştırırken gözleri en yüksekteki yıldızları arıyordu. Onun gururu da bir eko gibi değil de tam bir anlayışla oğlununkine karşılık veriyordu. Ona cevap verecekti ama cevabı mutlaka tatmin edici olmalıydı. Alçalmayı kabullenmek oğlunun yaşama şevkini kırabilirdi. Kendi vesveseleriyle bocaladı.

“Senin ortaya koydukların bir kadının değerlendirebileceği bir konu değil, Yahuda’m. Bunu yarına bırakalım, ben bilge Simeon’a…”

“Beni ona gönderme.” dedi genç birdenbire.

“Onu bize çağıracağım.”

“Hayır, bana bilgiden daha fazlası lazım; bu konuda o bana senden daha iyisini verse bile sen onun veremediklerini verebilirsin, anne, bir insanın ruhunu oluşturan azmi.”

Kadın oğlunun sorularının anlamını bulmak için hızlı bir bakışla gökyüzünü taradı.

“Kendimiz için adalet isterken, başkalarına karşı adaletsiz olmak erdem değildir. Yendiğimiz düşmanın cesaretini inkâr etmek zaferimizi hafife almak demektir. Eğer düşmanımız bizi sindirecek, bizi yenecek kadar güçlüyse, kendimize olan saygımız, talihsizliklerimiz için onun bizden daha aşağı niteliklere sahip olduğunu söylemek yerine daha başka açıklamalar bulmamızı gerektirir.”

Oğluyla değil de kendi kendine konuşuyormuş gibi devam etti:

“İçin rahat olsun, oğlum. Messala asil bir soydan geliyor, ailesi kuşaklardır çok ünlü. Roma Cumhuriyeti döneminde -ne kadar eskilerde olduğunu bilmem- bile bazıları asker bazıları sivil olarak ünlüydüler. Senatör rütbesine sahiplerdi ve hamilikleri hep aranır bir şeydi, çünkü her zaman zenginlerdi. Eğer bugün arkadaşın ecdadıyla övündüyse, sen de kendininkilerden söz edip onu utandırabilirdin. Üstünlüğünün kanıtı olarak soylarının izlenebileceği yıllardan, kahramanlıklardan ya da zenginlikten söz ettiyse -yeri gelmedikçe yapılan bu tür imalar küçük zihinlerin işaretidir- sen de hiç çekinmeden ve her biri üzerinde tek tek durarak kayıtları karşılaştırabilirdin.”

Bir an düşündükten sonra devam etti.

“Bugünün fikirlerinden biri de, ırkların ve ailelerin soyluluğunun zamana bağlı olduğudur. Bir İsrailoğlu karşısındaki üstünlüğüyle bu şekilde övünen bir Romalı iş kanıtlamaya gelince başarısız olur. Onların tarihi Roma’nın kuruluşuyla başlar, içlerindeki en iyileri bile kökenlerini bunun ötesine götüremez. Bazıları bunu yapmaya kalkıştı da bir tanesi bile geleneklere başvurmadan iddiasını kanıtlayamadı. Messala bunu yapamaz. Şimdi kendimize bir bakalım. Biz daha iyisini yapabilir miyiz?”

Biraz daha aydınlık olsa delikanlı annesinin yüzüne yayılan gururu görebilirdi.

“Romalıların bize meydan okuduklarını düşünelim. Ona ne kuşkuyla ne de övünçle karşılık verirdim.”

Sesi titredi, hassas bir düşünce savunmanın şeklini değiştirdi.

“Baban atalarıyla huzur içinde yatsın, sanki bugünmüş gibi hatırlıyorum, Yahuda’m, bir gün babanla ben eğlenceli bir grup arkadaşla seni Tanrı’ya takdim etmek için tapınağa gittik. Kumru kurban ettik, sonra papaza senin adını söyledim, benim yanımda, ‘Yahuda, Hur ailesinden Ithamar’ın oğlu.’ diye yazdı. O zaman bu isim kutsal ailemize ait kayıt defterine kaydedildi.

Bu şekildeki kayıt geleneğinin ne zaman başladığını bilmiyorum. Mısır’dan kaçışın öncesine dayandığını biliyoruz. Hillel’in söylediğine göre İbrahim kayıtları kendi ismi ve oğullarının isimleriyle başlatmış ve onları diğer bütün ırklardan ayırıp yeryüzünün en yücesi ve en soylusu yapan Tanrı’nın vaatleriyle hareket etmişti. Yakup’un akdinin de benzer bir etkisi olmuştu. ‘Soyunun aracılığıyla yeryüzündeki bütün uluslar kutsanacak.’40 Böyle demişti bir melek İbrahim’e, Yehova-jireh’te. ‘Üzerinde yattığın toprakları sana ve soyuna vereceğim.’41 Böyle demişti Tanrı, Harran’a giderken Bethel’de uyuyan Yakup’a. Sonra bilgeler vadedilen toprakların adil bir şekilde bölünmesini beklediler. Bölünme günü kimin hisselere hak kazandığı bilinsin diye Nesiller Kitabı açıldı. Ama sadece bu değil. Bütün yeryüzünün kutsanması vaadi geleceğe kadar uzandı. Kutsamayla ilgili olarak tek bir isimden söz edildi, bu da seçilen ailenin en acizi olabilirdi, çünkü bizim Tanrı’mız rütbe ya da zenginlik farkı bilmez. Bu icraatın buna tanıklık edecek neslin erkekleri tarafından iyice anlaşılması ve övgülerin ait olduğu kişilere verilmesi için kayıtların tam bir kesinlikle tutulması gerekiyordu. Öyle tutuldu mu peki?”

Delikanlı sabırsızlanıp da soruyu tekrar edinceye kadar yelpaze bir ileri bir geri gidip geldi. “Kayıtlar kesinlikle doğru mu?”

“Hillel öyle olduğunu söylüyor ve tüm yaşayanlar içinde hiç kimse bu konuda onun kadar bilgi sahibi değil. Bizim insanımız zaman zaman yasanın bazı bölümlerine karşı ilgisizler, ama asla bu bölüme değil. Rektör bizzat Nesiller Kitabı’nın üç dönem izini sürdü, vaatlerden tapınağın açılışına, oradan esarete, oradan da günümüze. Kayıtlar sadece bir kere karıştırıldı, o da ikinci dönemin sonunda oldu, ama ulus uzun sürgünden dönünce Zerubbabel Tanrı’ya karşı ilk vazife olarak kitabı eski hâline getirip Yahudi soyunu yine iki bin yıl hiç bozulmadan taşımamızı sağladı. Şimdi…”

Kadın, sanki oğlunun sözünü ettiği süreyi ölçmesine olanak vermek istermiş gibi durakladı.

“Şimdi…” diye devam etti. “Romalının yılların zenginleştirdiği kanıyla övünmesinden ne çıkar? Bu durumda Rephaim Ovası’nda sürülerini güden İsrailoğulları Marciilerinen soylusundan42 bile daha soylular.”

“Peki o kitaplara göre ben kimim, anne?”

“Şu ana kadar anlattıklarım senin sorun için bir kaynak oluşturuyor. Sana cevap vereceğim. Eğer Messala burada olsaydı, diğerleri gibi o da, Asurluların Kudüs’ü alması ve bütün kıymetli taşlarıyla beraber tapınağı yerle bir etmesiyle birlikte sülalemizin izlerinin de kesildiğini söylerdi. O zaman sen de Zerubbabel’in yaptıklarını ortaya koyup Batı’dan gelen barbarlar Roma’yı alıp43 orada altı ay kamp kurdukları zaman Romalı soyunun sona erdiğini söylersin. Yönetimleri aile kayıtlarını saklamış mı? Eğer saklamışsa o korkunç günlerde onlara ne olmuş? Yo, yo, bizim Nesiller Kitabı’mız doğru, esarete, ilk tapınağın kuruluşuna ve Mısır’dan gelişe kadar kitabın izini sürünce senin Hur soyundan geldiğine eminiz. Zamanın kutsadığı bir köken şeref değil midir? Daha da ileri gitmek istersen Tevrat’a bak, Sayılar Kitabı’nı ve Âdem’in yetmiş iki kuşak sonrasını araştır, atalarını bulacaksın.”

Damdaki odada bir süre sessizlik oldu.

“Teşekkür ederim, anneciğim.” dedi Yahuda, annesinin ellerini ellerinin arasına alıp. “Bütün kalbimle teşekkür ederim. Rektörü kabul etmemekte haklıymışım, o beni senden fazla tatmin edemezdi. Peki, bir aileyi soylu yapmak için tek başına zaman yeterli midir?”

“Unutuyorsun, unutuyorsun, bizim iddiamız sadece zamana dayanmıyor, Tanrı’nın tercihi bizim asıl zaferimiz.”

“Sen bir ırktan bahsediyorsun, anne, bense aileden, bizim ailemizden. İbrahim’den sonraki yıllar boyunca neyi başardı? Ne yaptı? Kendilerini yücelten ne yaptılar?”

Bütün bu zaman boyunca oğlunun amacını yanlış anlamış olabileceğini düşünerek tereddüt etti kadın. Onun aradığı bilgi incinmiş gururun onarılmasından daha fazlası olabilirdi. Gençlik, içinde şahane bir şey olan insan ruhunun sürekli gelişerek yaşadığı ve kimisinde diğerlerinden daha erken olan ortaya çıkma anını beklediği boyalı bir kabuktan başka bir şey değildir. İşte oğlu için de böyle bir anın gelmiş olabileceği algısıyla ürperdi; tıpkı yeni doğan çocukların bir yandan ağlarken bir yandan da gölgeleri yakalamak için ellerini uzatmaları gibi onun ruhu da geçici bir körlük içinde elle tutulmaz geleceği yakalamaya çalışıyordu. Bir çocuğun, “Ben kimim?” ve “Ne olacağım?” sorusuyla karşılarına geldiği insanların özenli olmaları gerekir. Bir sanatçının her bir parmak temasıyla kili şekillendirmesi gibi, verilen cevaptaki her bir kelime de ömrün kalan kısmının kanıtı olabilir.

“Hissediyorum, Yahuda’m.” dedi kadın oğlunun okşadığı elini yanağında gezdirerek. “Bütün söylediklerimin bir düşmanla mücadelede hayali değil gerçek olduğunu hissediyorum. Eğer düşman Messala’ysa beni onunla karanlıkta mücadele etmek zorunda bırakma. Tüm söylediklerini anlat bana.”

37.Hristiyan inanışına göre Hz. İsa’nın ölüm cezasına çarptırılması üzerine, haçı sırtında taşıyarak çarmıha gerilinceye kadar Kudüs şehri içerisinde izlediği güzergâha verilen isimdir. (ç.n.)
38.Kutsal Kitap: Levililer 25: 10: “Ellinci yılı kutsal sayacak, bütün ülke halkı için özgürlük ilan edeceksiniz. O yıl sizin için özgürlük yılı olacak. Herkes kendi toprağına, ailesine dönecek.” (ç.n.)
39.Kutsal Yol, Antik Roma’nın Capitol Tepesi’nden başlayıp en önemli dinsel yapıların bulunduğu Forum’dan Kolezyum’a kadar uzanan ana caddesi. (ç.n.)
40.Kutsal Kitap, Yaratılış 22: 18. (ç.n.)
41.Kutsal Kitap: Yaratılış 28: 13. (ç.n.)
42.Marcus Junius Brutus, MÖ 42’de ölmüştür.
43.Nebukadnezar tarafından yönetilen Asurlular MÖ 597’de tapınağı yıkmışlar; II. Alaric tarafından yönetilen Vizigotlar MS 410’da Roma’yı ele geçirmişlerdir.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺32,56