Kitabı oku: «Ben-Hur», sayfa 7
XIII
HEROD VE MAGİLER
O akşam güneş batmadan önce kadınlar Siloam Havuzu’na inen merdivenlerin üst basamağında çamaşır yıkıyorlardı. Her biri genişçe bir toprak kabın önünde diz çökmüştü. Merdivenlerin alt tarafında duran bir kız onlara su sağlıyor, testiyi doldururken şarkı söylüyordu. Neşeli bir şarkıydı ve hiç kuşkusuz işlerini hafifletiyordu. Kadınlar arada bir topuklarının üzerinde oturup Ophel bayırına ve şimdilerde Zeytin Dağı olan dağın batmakta olan güneşle görkemli hâle gelen zirvesine bakıyorlardı.
Toprak kapların içindeki çamaşırları ovarak ve sıkarak çalışırlarken, omuzlarında iki boş testiyle iki kadın yanlarına geldi.
“Huzur sizinle olsun.” dedi yeni gelenlerden biri.
Çamaşırcı kadınlar durakladılar, doğrulup ellerindeki suyu sıktılar ve selama karşılık verdiler.
“Neredeyse akşam oldu, gitme zamanı.”
“Çalışmanın sonu yok.” cevabı geldi.
“Ama dinlenme zamanı…”
“Olan biteni öğrenme zamanı.” diye araya girdi bir başkası.
“Ne haberlerin var?”
“Demek duymadınız.”
“Hayır.”
“İsa’nın doğduğunu söylüyorlar.” dedi dedikoducu, hikâyesinin içine dalarak.
Çamaşırcıların ilgiyle aydınlanan yüzleri görülecek şeydi. Bu arada testiler yere indirilip sahiplerinin sandalyesi oluverdiler.
“İsa!” diye bağırdı dinleyenler.
“Öyle diyorlar.”
“Kimler?”
“Herkes konuşup duruyor.”
“Buna inanan var mı?”
“Bugün Shechem yolundaki Kidron deresini geçen üç adam geldi.” dedi konuşmacı, kuşkuları bastırmak niyetiyle. “Her biri bembeyaz ve şimdiye dek Kudüs’te görülen en büyük develere biniyorlardı.”
Dinleyenlerin gözleri ve ağızları açık kaldı.
“Adamlar öyle zenginlerdi ki…” diye devam etti anlatıcı. “İpek tentelerin altında oturuyorlardı, eyerlerinin tokaları da altındandı, tıpkı dizginlerinin püskülleri gibi; gümüşten çanlar gerçekten müzik çalıyordu. Kimse tanımıyordu onları, sanki dünyanın öteki ucundan gelmiş gibiydiler. İçlerinden yalnızca biri konuşuyordu. Yoldaki herkese, hatta kadınlara ve çocuklara bile aynı soruyu soruyordu: ‘Yahudi Kralı nerede?’ Kimse cevap veremedi, kimse ne dediklerini anlamadı. ‘Doğuda onun yıldızını gördük ve ona tapınmaya geldik.’ diyerek geçip gittiler. Kapıdaki Romalıya da aynı soruyu sordu, o da sokaktaki insanlardan daha bilge olmadığını söyletip, onları Herod’a gönderdi.”
“Şimdi neredeler?”
“Handa. Yüzlerce kişi onları görmeye gitti bile, yüzlercesi de yolda.”
“Kimmiş onlar?”
“Kim bilir? İranlı oldukları söyleniyor, yıldızlarla konuşan bilgeler, belki de İlyas ve Yeremya gibi peygamberlerdir.”
“Yahudi Kralı da ne demekmiş?”
“İsa, yeni doğmuş.”
Kadınlardan biri güldü ve “İyi, görürsem inanırım.” diyerek işine devam etti.
Bir diğeri de onu izledi. “Ben de ölüyü dirilttiğini görürsem inanırım.”
Üçüncüsü sakin sakin, “Uzun zamandır vadediliyordu. Onun bir cüzzamlıyı tedavi ettiğini görmek bana yeter.” dedi.
Gruptaki kadınlar gece olana kadar oturup konuşmaya devam ettiler, havanın soğumasıyla beraber evlerinin yolunu tuttular.
***
Aynı akşamın ilerleyen saatlerinde, ilk nöbetin başlarında Sion Dağı’nın üzerindeki sarayda, Yahudi yasasının ve tarihinin gizemlerinden birini öğrenmek isteyen Herod’un emri olmadan bir araya gelmeyen yaklaşık elli kişi toplandı. Bunlar öğretmenler, başhahamlar ve şehrin en tanınmış din bilginleri, kanaat önderleri, farklı mezheplerin yorumcuları, Saduki prensleri, Ferisi tartışmacılar, Esseni sosyalistlerinin sakin ve yumuşak konuşan sabırlı filozoflarıydılar.
Toplantının düzenlendiği oda sarayın iç avlularından birindeydi, oldukça genişti ve Roma tarzındaydı. Yerler mermer bloklarla döşenmişti, penceresiz duvarlar safran sarısı freskliydi, tam orta yerde duran U şeklindeki sedir parlak sarı kumaştan yastıklarla kaplıydı. Sedirin kıvrılan kısmında, altın ve gümüş kakmalı, büyükçe bir bronz sehpa vardı, sehpanın üzerine tavandan her bir kolunda bir lamba yanan yedi kollu bir şamdan sarkıyordu. Sedir ve şamdan Yahudi işiydi.
Renkleri hariç tuhaf bir şekilde birbirinin aynı olan kıyafetler giymiş grup sedire oturdu. Yaşını başını almış insanlardı; gür sakalları yüzlerini kaplamış, iri burunlarına, kapkara kaşların gölge yaptığı iri kara gözleri eşlik ediyordu. Tavırları ağır ve oturaklı, hatta saygıdeğerdi. Kısacası toplantı Sanhedrim26 gibiydi.
Sehpanın önünde oturan ve meclisin başı olarak da adlandırılabilecek olan kişi bütün yardımcılarını sağına ve soluna almıştı. Önünde duran toplantı başkanı dinleyicilerin dikkatlerini üzerinde toplamıştı. Kat kat omuzlarından dökülen beyaz elbisesi kasların değil de çarpık bir iskeletin ipuçlarını veriyordu. Elbisenin kırmızı-beyaz çizgili ipekten kolları dizlerinin üzerinde kenetlenen ellerini yarı yarıya saklıyordu. Konuşurken bazen sağ elinin başparmağı ürkekçe uzanıyordu; başka bir hareket yapamıyormuş gibi görünüyordu. Kafası azametli bir kubbe gibiydi. Tel gümüşten daha beyaz birkaç tel saçı vardı. Geniş, yusyuvarlak kafatasının üzerindeki deri ışıkta parıl parıl parlıyordu. Şakaklarında derin boşluklar vardı ve buradan yükselen alnı buruşuk bir kayalık gibi çıkıntı yapıyordu. Gözleri solgun ve donuk, burnu sıkıştırılmış gibiydi. Yüzünün alt kısmı Harun’unki kadar saygıdeğer bir sakalla sarmalanmıştı. Babilli Hillel işte aynen böyleydi! İsrail’de uzun zamandır yok olan peygamberler dizisinin yerini artık âlimler dizisi almıştı, o da öğretide ilk sırayı alıyordu. Yüz altı yaşında hâlâ Büyük Üniversitenin rektörüydü.
Önündeki masaya İbranice harflerle yazılmış bir parşömen rulosu yayılmıştı; arkasında geleneksel kıyafetleri içinde ona eşlik eden uşağı duruyordu.
Tartışma yapılmış ve bir sonuca varılmıştı, herkes dinlenme hâlindeydi, saygıdeğer Hillel hiç kıpırdamadan uşağına seslendi.
“Hey!”
Genç çocuk saygıyla ilerledi.
“Gidip krala cevap vermeye hazır olduğumuzu bildir.”
Çocuk hızla uzaklaştı.
Bir süre sonra iki subay içeri girdi, her biri kapının iki yanında durdu. Onların ardından kırmızı kenarlı mor elbisesiyle çok çarpıcı bir şahsiyet, yaşlı bir adam geldi; belindeki bant öyle ince bir altındandı ki deri kadar yumuşaktı. Ayakkabı bağları değerli taşlarla ışıl ışıl parlıyordu; dar bir telkâri işlemeden taç, boynunu ve boğazını açıkta bırakarak başını örtüp boynuna ve omuzlarına kadar inen, kırmızı, yumuşak pelüşten bir örtü üzerinde ışıldıyordu. Kemerinden bir hançer sarkıyordu. Bir bastona dayanarak duraklayan adımlarla yürüyordu. Sedirin uç kısmına gelene kadar durup başını kaldırmadı, sonra sanki topluluğun ilk kez farkına varıyormuş gibi doğruldu ve mağrurca etrafına bakındı, ürken ve düşmanını arayan, karanlık, kuşkulu ve tehditkâr bir bakıştı bu. İşte böyleydi Büyük Herod; hastalıklar geçirmiş bir beden, suçlarla katılaşan bir vicdan, becerikli bir zihin, Sezarlarla kardeşliğe uygun bir ruh. Şimdilerde altmış yedi yaşındaydı, ama tahtını hiç bu kadar tetikte olmamış bir kıskançlık, hiç bu kadar despot olmamış bir güç ve hiç bu kadar amansız olmamış bir zalimlikle koruyordu.
Toplulukta genel bir hareketlenme oldu, daha yaşlılar öne doğru eğilerek selam verdiler, saray mensupları ayağa kalktılar, ardından elleri sakallarında ya da göğüslerinde diz çöktüler.
Herod saygıdeğer Hillel’in karşısındaki sehpaya kadar ilerledi, başını eğip hafifçe ellerini kaldıran Hillel’in soğuk bakışlarıyla karşılaştı.
“Cevap!” dedi kral, otoriter bir sadelikle, Hillel’e hitaben, bastonunu iki eliyle önünde tutuyordu. “Cevap!”
Hillel’in gözleri ışıldadı, kafasını kaldırıp sorgucunun yüzüne baktı, yardımcıları dikkat kesilmişlerdi.
“Tanrı’nın, İbrahim’in, İshak’ın ve Yakup’un huzuru seninle olsun, ey kral!”
Tavırları dua gibiydi, sonra devam etti:
“Bizi İsa’nın doğacağı yere çağırdın.”
Kral başını eğdi, kem gözleri bilgenin yüzüne sabitlenmiş hâldeydi.
“İşte mesele bu.”
“O hâlde, ey kral, buradaki tüm kardeşlerim ve kendi adıma Yahudiye’nin Beytüllahim kentinde diyorum.”
Hillel sehpanın üzerindeki parşömene baktı ve titreyen parmağını kaldırarak devam etti: “Yahuda’nın Beytüllahim kentinde, çünkü peygamber tarafından böyle yazılmış: ‘Ey sen, Yahuda’daki Beytüllahim, Yahuda önderleri arasında hiç de en önemsizi değilsin! Çünkü halkım İsrail’i güdecek önder senden çıkacak.’27”
Herod’un yüzü sıkıntılıydı, düşünürken bir yandan da gözleri parşömene takıldı. Onu seyredenler neredeyse soluk almıyorlardı, ne onlar konuşuyordu ne de Herod. Sonunda dönüp odadan çıktı.
“Kardeşlerim!” dedi Hillel. “Azledildik.”
Topluluk ayağa kalktı ve gruplar hâlinde çıktılar.
“Simeon!” dedi Hillel tekrar.
Ellilerinde ama canlı bir adam yanına geldi.
“Kutsal parşömeni alıp rulo yap, oğlum.”
Emir yerine getirildi.
“Şimdi bana kolunu uzat.”
Güçlü adam öne doğru eğildi, yaşlı adam pörsümüş elleriyle sunulan desteği alıp yerinden kalkarak yavaş yavaş kapıya doğru yürüdü.
Böylece rektör ve bilgelik, öğreti ve hizmette takipçisi olan oğlu Simeon odadan çıktılar.
***
Aynı akşam bilgeler, hanın bir girintisinde uzanmış yatıyorlardı. Yastık görevi yapan taşlar başlarını yükseğe kaldırıyor, böylece açık kemerden gökyüzünün derinliklerine bakabiliyorlardı. Göz kırpan yıldızları seyrederlerken bir sonraki alameti düşünüyorlardı. Nasıl gelecekti? Ne olacaktı bu alamet? Sonunda Kudüs’teydiler; kapıda onu sormuşlardı; onun doğumuna şahitlik etmişlerdi; şimdi sadece onu bulmak kalıyordu geriye, bunun için de bütün inançlarını ruha bağlamışlardı. Tanrı’nın sesini dinleyen ya da cennetten bir işaret bekleyen adamları uyku tutmaz.
Onlar bu hâldeyken kemerin altından bir adam geldi.
“Kalkın!” dedi. “Size ertelenemeyecek bir mesaj getirdim.”
Hepsi kalkıp oturdular.
“Kimden?” diye sordu Mısırlı.
“Kral Herod’dan.”
Ruhlarının ürperdiğini hissettiler.
“Sen hanın kâhyası değil misin?” diye sordu Baltazar.
“Öyleyim.”
“Kral bizden ne istiyor?”
“Ona cevap verin.”
“Gelmemizi beklemesini söyle ona.”
“Haklısın, kardeşim!” dedi Yunanlı, kâhya gidince. Yoldaki insanlara ve kapıdaki muhafıza sorulan soru adımızı kötüye çıkardı. Ben sabırsızlanıyorum, hemen kalkalım.”
Kalkıp sandaletlerini giydiler, pelerinlerine bürünüp çıktılar.
“Sizi selamlıyor ve affınıza sığınıyorum, ama efendim kral sizi saraya davet etmem için gönderdi beni, orada sizinle özel bir görüşme yapacak.”
Haberci böylece görevini yerine getirmişti.
Girişte asılı lambanın ışığında birbirlerine baktılar, ruhun onlarla olduğunu biliyorlardı. Sonra Mısırlı, kâhyaya doğru gidip diğerlerinin duyamayacağı şekilde, “Avluda eşyalarımızın durduğu ve develerimizin dinlendikleri yeri biliyorsun. Biz çıktıktan sonra her şeyi ayrılmamız için hazır hâle getir, belki gerekebilir.”
“Huzur içinde gidebilirsiniz; bana güvenin.” diye cevap verdi kâhya.
“Kralın isteği bizim isteğimizdir.” dedi Baltazar haberciye. “Arkandan geliyoruz.”
Kutsal Şehir’in sokakları o zaman da şimdiki gibi daracıktı, ama pürüzlü ve kirli değildi. Güzellikle yetinmeyen büyük inşaatçı temizliği ve rahatlığı da sağlamıştı. Yol göstericilerinin peşine düşen kardeşler tek kelime etmeden ilerlediler. İki taraftaki duvarların daha da solgunlaştırdığı loş yıldız ışıklarında, bazen evlerle bağlantılı köprülerin altında neredeyse kaybolarak bir tepeye çıktılar. Sonunda yolun karşısına dikilen bir kapıya geldiler. Önündeki iki büyük mangalda yanan ateşlerin ışığında sarayı ve kıpırdamadan silahlarına dayanan muhafızları gördüler. Bir binaya girdiler. Sonra geçitler, kemerli salonlar, avlular, hepsi aydınlatılmamış sütunlardan geçip merdivenleri çıktılar, sayısız dehliz ve odadan geçip yüksekçe bir kuleye getirildiler. Yol göstericileri birdenbire durdu, açık bir kapıyı işaret ederek, “Girin. Kral orada.” dedi.
Odanın havası sandal ağacı parfümüyle ağırlaşmıştı, içerisi konforlu bir şekilde döşenmişti. Orta yere püsküllü bir halı serilmiş, onun üzerine de taht konmuştu. Ziyaretçiler, oymalı ve yaldızlı sedirleri ve kanepeleri, müzik aletleri, kendi ışıklarıyla ışıldayan altın şamdanları, bir kez bakınca bir Ferisi’nin başını korkuyla saklamasına neden olabilecek kadar lüks Yunan tarzında boyanan duvarlarıyla bu yer hakkında bir fikir edinecek zamanı buldular. Tahtında oturarak onları karşılayan Herod din bilginleri ve avukatlarla yapılan toplantıdaki kıyafetler içindeydi.
Davetsizce ilerledikleri halının üzerinde secde ettiler. Kral bir çana dokundu. Bir hizmetli içeri girip tahtın önüne üç tane tabure koydu.
“Oturun.” dedi hükümdar, incelikle.
“Bugün…” diye devam etti, hepsi oturunca. “Kuzey Kapısı’ndan sanki uzak diyarlardan geliyormuş gibi görünen, meraklı üç yabancının girdiği haberini aldım. Siz onlar mısınız?”
Yunanlı ve Hintliden işaret alan Mısırlı en içten selamla cevap verdi: “Ünü bir tütsü gibi dünyaya yayılan bizden başkası olsa bizi çağırtmazdınız, kudretli Herod. O yabancılar biziz, hiç kuşkusuz.”
Herod elini sallayarak konuşmayı onayladı.
“Kimsiniz siz? Nereden gelirsiniz?” diye sordu ve önemle ekledi. “Her biriniz kendi adınıza konuşun.”
Sırayla doğdukları şehirlerden, Kudüs’e gelirken geçtikleri yollardan söz ederek kendilerini tanıttılar. Hayal kırıklığına uğrayan Herod onları sıkıştırdı.
“Kapıdaki subaya sorduğunuz soru neydi?”
“Yeni doğan Yahudi Kralı’nın nerede olduğunu sorduk.”
“İnsanların neden o kadar meraklandıklarını şimdi anlıyorum. Beni de telaşlandırdınız. Bir başka Yahudi Kralı mı var?”
Mısırlı hiç bozuntuya vermedi.
“Yeni doğan bir tane var.”
Sanki sinir bozucu bir anı zihninden geçmiş gibi hükümdarın esmer yüzüne bir acı ifadesi yerleşti.
“Benim için değil. Benim için değil!” diye bağırdı.
Muhtemelen öldürülen çocuklarının suçlayan görüntüleri gözlerinin önünden geçmişti. Bu duygudan kurtulup, “Nerede bu yeni kral?” diye sordu.
“Biz de onu soruyoruz, ey kral.”
“Süleyman’ınkini de bastıran bir şaşkınlık yarattınız.” dedi kral. “Gördüğünüz üzere merakla çocuklukta olduğu gibi başa çıkamayacağım bir yaştayım. Anlatın, kralların birbirlerini onurlandırdıkları gibi onurlandırayım sizi. Yeni doğan hakkında bütün bildiklerinizi anlatın, ben de sizinle birlikte onu arayayım. Onu bulduğumuz zaman istediğinizi yapacağım, onu Kudüs’e getirip kraliyet idaresi üzerine eğiteceğim, tanınması ve görkemi için Sezar’a karşı bütün faziletimi kullanacağım. Yemin ederim ki kıskançlık aramıza girmeyecek. Ama önce denizleri ve çölleri aşıp ondan haber almaya nasıl geldiğinizi söyleyin.”
“Size tam olarak anlatacağım, ey kral.”
“Devam et.” dedi Herod.
Baltazar ayağa kalktı ve vakarla, “Her şeye kadir olan bir Tanrı var.” dedi.
Herod gözle görülür şekilde irkildi.
“O, dünyanın kurtarıcısını bulmamız vaadiyle buraya gelmemizi emretti, onu bulup tapınmamızı, gelişine tanıklık etmemizi istedi, bunun bir işareti olarak her birimize bir yıldız gösterildi. Onun ruhu bizimle kaldı. Ey kral, onun ruhu hâlâ bizimle!”
Üçü de çok güçlü bir duyguya kapıldılar. Yunanlı çığlığını güçlükle bastırdı. Herod’un bakışları hızla üzerlerinde dolaştı; öncekinden daha kuşkulu ve hoşnutsuzdu.
“Benimle dalga geçiyorsunuz.” dedi. “Öyle değilse daha fazlasını anlatın. Yeni kralın gelişinin ardından ne olacak?”
“İnsanlığın kurtuluşu.”
“Neden kurtuluşu?”
“Günahkârlıktan.”
“Nasıl?”
“İlahi vasıtalarla, inanç, sevgi ve iyi işler.”
“O hâlde…” Herod durakladı, görünüşünden ne hissettiği anlaşılmıyordu. “Siz İsa’nın müjdecilerisiniz. Hepsi bu mu?”
Baltazar öne doğru eğildi.
“Sizin hizmetkârlarınızız, ey kral.”
Hükümdar bir çana dokundu, hizmetkâr belirdi.
“Hediyeleri getir.” dedi efendisi.
Hizmetkâr dışarı çıktı, kısa bir süre sonra geri geldi, konukların önünde diz çökerek her birine altın kuşaklı, kırmızı ve mavi bir pelerin verdi. Doğulu tarzıyla secde ederek onurlandırılmayı kabullendiler.
“Bir şey daha var.” dedi Herod, tören bitince.
“Kapıdaki subaya ve şimdi de bana, doğuda bir yıldız gördüğünüzden söz ettiniz.”
“Evet.” dedi Baltazar, “Onun, yeni doğanın yıldızı.”
“Ne zaman ortaya çıktı?”
“Buraya gelmemiz emredildiğinde.”
Herod bu resmî görüşmenin bittiğinin işareti olarak ayağa kalktı. Tahttan onlara doğru adım atarak bütün zarafetiyle konuştu:
“İnandığım gibi, siz şerefli insanlar, eğer gerçekten yeni doğan İsa’nın müjdecileriyseniz, şunu bilin ki, bu gece Yahudi bilgelerine danıştım, hep bir ağızdan konuştular. Yahuda’nın Beytüllahim şehrinde doğmuş olabileceğini söylediler. Oraya gidin, çocuğu sebatla orada arayın. Onu bulunca tekrar bana haber verin ki gelip ona tapınayım. Oraya gitmenize hiçbir şey engel olmayacak. Huzur sizinle olsun!”
Elbisesini toparlayarak odadan çıktı.
Yol gösterici hemen gelip onları sokağa, oradan da hana götürdü. Yunanlı han kapısında, “Beytüllahim’e gidelim, kardeşlerim, aynen kralın tavsiye ettiği gibi.” dedi.
“Evet!” diye bağırdı Hintli. “Ruh içimde alev alev yanıyor.”
“Öyle olsun.” dedi Baltazar, aynı sıcaklıkla. “Develer hazır.”
Hediyeleri kâhyaya verip eyerlerine tırmandılar, Yafa Kapısı’na doğru yönelip oradan ayrıldılar. Onların yaklaşmasıyla kapakların sürgüleri açıldı ve açık alana çıkıp kısa süre önce Yusuf ile Meryem’in geçtiği yola koyuldular. Hinnom’dan çıkıp Rephaim Vadisi’ne geldiklerinde önce yaygın ve solgun olan bir ışık belirdi. Kalpleri hızla atmaya başladı. Işık hızla yoğunlaştı; yakıcı parlaklığı karşısında gözlerini kapattılar. Tekrar bakmaya cesaret ettiklerinde gökyüzündeki her yıldız gibi mükemmel olan bu ışık alçalıp yavaşça önlerine geldi. Ellerini kavuşturup büyük bir neşeyle bağırdılar.
“Tanrı bizimle! Tanrı bizimle!” diye tekrar ettiler yol boyunca, sevinçle, ta ki yıldız Mar Elias’ın ilerisindeki vadinin üzerinde yükselip kentin yakınlarındaki tepenin yamacında bulunan bir evin üzerinde durana kadar.
XIV
ÇOCUK İSA
Üçüncü günün başıydı ve Beytüllahim’de doğudaki dağların üzerinde gün öyle zayıf bir şekilde ağarıyordu ki vadide hâlâ gece hüküm sürüyordu. Eski hanın damındaki nöbetçi soğuk havada titreyerek uyanan yaşamın şafağı karşılarken çıkardığı ilk sesleri dinliyordu, o sırada bir ışık tepenin üzerinden yükselip eve doğru geldi. Nöbetçi önce onun birisinin elindeki meşale olduğunu düşündü, sonra da meteor sandı. Işık bir yıldız hâlini alana kadar parlaklığı arttı. Korku içinde bağıran adam duvarların içindeki herkesi dama topladı. Işık tuhaf bir hareketlilikle yaklaşmaya devam ediyor; altındaki kayalıklar, ağaçlar ve yol yıldırım altındaymış gibi parlıyordu. Parlaklığı kör edici bir hâl aldı. Seyredenlerin ürkekleri diz üstü çöküp yüzlerini saklayarak dua ettiler; en cesurlarıysa gözlerini kapatarak çömeldiler, ara sıra korku dolu kaçamak bir bakış atıyorlardı. Bir süre sonra han ve oradaki diğer her şey dayanılmaz bir parlaklık altında kaldı. Cesaretli bakışlar, yıldızın İsa’nın doğduğu mağaranın önünde, hanın tam üzerinde hareketsiz durduğunu gördüler.
Tam bu manzaranın doruk noktasında bilge adamlar geldi ve kapıda develerinden inip içeri kabullerini istediler. O ana dek onlara ilgi gösterecek kadar dehşetini yenen kâhya demir çubukları çekip kapıyı açtı. Olağanüstü ışıkta develer hayalet gibi görünüyordu. Onların tuhaflıklarının yanı sıra üç ziyaretçinin yüzlerinde ve tavırlarında bir şevk ve coşku vardı, bu da muhafızın korkusunu ve kuruntusunu artırıyordu. Adam geri çekildi ve bir süre kendisine sordukları soruya cevap veremedi.
“Burası Yahuda’nın Beytüllahim’i değil mi?”
Başkaları da yanına gelince onların varlığı adama güven verdi.
“Hayır, burası bir han; şehir daha ileride.”
“Burada yeni doğmuş bir çocuk yok mu?”
Seyirciler şaşkınlık içinde birbirlerine döndüler, bazıları, “Evet, evet.” diye cevap verdiler.
“Bizi ona götürün!” dedi Yunanlı sabırsızlıkla.
“Bizi ona götürün!” diye bağırdı Baltazar, ağırbaşlılığını bozarak. “Onun yıldızını gördük, işte şuradaki evin üzerinde, ona tapınmaya geldik.”
Hintli ellerini kenetleyerek bağırdı, “Tanrı yaşıyor! Acele edin, acele edin! Kurtarıcı bulundu. En kutsanmış olanlar biziz!”
Damın üzerindekiler de aşağıya inip avluya yönlendirilen yabancıların peşine düştüler. Eskisi kadar göz alıcı olmasa da mağaranın üzerindeki yıldızı görenlerden bazıları korkuyla geri döndüler; büyük bir kesim yoluna devam etti. Yabancılar mağaraya yaklaşırken yıldız yükseldi, kapıya geldiklerinde tam tepelerinde yok oluyordu. İçeri girdiklerinde gözden kayboldu. Orada olanlara tanıklık edenler yıldızla bu yabancılar arasında bir ilişki olduğuna inanmaya başladılar, bu ilişki mağaranın sakinlerinden bazılarına kadar uzanıyordu. Kapı açıldığında içeri doluştular.
Mağara yabancıların kucağındaki çocukla anneyi görmelerine yetecek şekilde bir lambayla aydınlatılmıştı.
“Bu çocuk senin mi?” diye sordu Baltazar, Meryem’e.
Etraftaki hiçbir şeyin miniği etkilemesine izin vermeyen kadın çocuğu ışığa doğru tutup cevap verdi:
“Benim oğlum!”
Yere çöküp ona tapındılar.
Çocuğun diğer çocuklar gibi olduğunu gördüler. Başının çevresinde ne bir hale ne de bir taç vardı; dudakları aralıktı. Onların sevinç nidalarını, yakarışlarını ve dualarını duyduysa da hiçbir belirti göstermeden onlara değil de lambanın alevine bakıyordu.
Kısa bir süre sonra insanlar ayağa kalktılar, develerin yanına dönüp altın, buhur ve mür hediyelerini getirdiler, huşu dolu konuşmalarına hiç ara vermeden bunları çocuğun önüne koydular. Bu konuşmalar, anlayışlıların bildiği üzere, şimdi olduğu gibi o zaman da temiz kalbin temiz duaları, ilham dolu bir şarkıydı.
İşte buraya kadar bulmak üzere geldikleri kurtarıcı buydu!
Hiçbir kuşku duymadan tapındılar.
Neden?
Şimdiye kadar baba olarak bildiğimiz onun tarafından gönderilen işaretlere dayanıyordu inançları ve onun vaatlerinin kendileri için yeterli olduğu tipte insanlardı onlar, hiç sorgu sual etmediler. İşaretleri gören ve vaatleri duyan birkaç kişiydiler: Anne, Yusuf, çobanlar ve üçlü, ama diğer hepsi de aynı şekilde inanıyordu. Bu kurtuluş döneminde Tanrı her şey, çocuk hiçbir şeydi. Ama ileriye bak, ey okur! İşaretlerin oğuldan geleceği bir dönem de gelecek. Ne mutlu ona inananlara!
O dönemi bekleyelim.