Kitabı oku: «Sylvie ve Bruno», sayfa 3
4.BÖLÜM
Kurnazca Bir Komplo
Muhafız içeri girdikten sonra arkasından Lord Şansölye de yüzü kızarmış bir şekilde nefes nefese odaya girdi. Başından aşağı doğru kaymış olan peruğunu eliyle düzeltti.
Dördü birden, hesap defterleri, evrak yığınları ve kanun tasarısına ayrılmış küçük masada yerlerini aldıktan sonra, Leydim “İyi de benim kıymetli oğlum nerede?” diye sordu.
Alt-Muhafız, “Az önce Lord Şansölye ile birlikte dışarı çıktılar.” diye cevap verdi.
Leydim, Alt-Muhafız’a gülümseyerek “Öyle mi? Lord çocuklarla ne kadar iyi anlaşıyor. Uggug kimsenin yanında böyle kulak kesilmemiştir.” dedi. Böyle aptal bir kadına göre, bilinçsizce konuşmuş olsa da Leydim’in bu sözleri oldukça anlamlıydı.
Şansölye başıyla selamlayıp yanlarına geldi. Fakat içeride gergin bir atmosfer vardı. Konuyu değiştirmek için, “Sanırım Muhafız konuşmak üzereydi.” dedi.
Fakat Leydim coşkuyla konuşmaya devam etti: “Çok akıllı bir çocuktur. Fakat sizin gibi birinin onu yetiştirmesi gerekiyor.”
Şansölye dudağını ısırdı ve bir ses çıkarmadı. Ne denli aptal görünürse görünsün, bu kadının bu kez ne söylediğinin farkında olduğundan ve kendisiyle alay edilmesinden korktuğu belliydi. Aslında korkusu yersizdi: Söyledikleri tesadüfen ne anlama gelirse gelsin, kendisi hiçbir şey demek istememişti.
Ön hazırlıklarla daha fazla vakit harcamak istemeyen Muhafız “Her şey hazır!” diye duyurdu. “Alt-Muhafızlık kaldırıldı. Ben olmadığım zamanlarda, kardeşim benim yerime Yardımcı Muhafızlık’a atandı. Ben bir süreliğine yurt dışına çıkıyorum. O da bir an evvel işinin başına geçecek.”
Leydim, “Gerçekten bir Yardımcı Muhafız atanacak mı yani şimdi?” diye sorunca Muhafız “Umarım!” diyerek gülümsedi.
Leydim bu durumdan oldukça hoşnut görünüyordu. Ellerini çırpmaya çalıştı ama sanki iki tane kuş tüyü yastık birbirine çarpmış gibi çok az ses geldi. “Kocam Yardımcılık’a atandığında sanki yüz tane Yardımcı’mız varmış gibi olacak!” dedi.
Alt-Muhafız “Dinleyin! Dinleyin!” diye bağırdı.
Leydim büyük bir ciddiyetle “Karının gerçeklerden bahsediyor olmasını çok dikkate almış görünüyorsun!” deyince kocası endişeyle “Hayır, pek de dikkate değer bulmadım!” dedi. “Söylediklerinizin hiçbiri fevkalade şeyler değil tatlım!”
Leydim bu fikri onaylarcasına gülümseyerek “O hâlde ben de Yardımcı’nın Hanımı mı oluyorum?” diye sordu.
Muhafız “Eğer kendiniz için bu unvanı uygun görüyorsanız neden olmasın? Ama bence ‘Ekselansları’ daha uygun. Ve inanıyorum ki hem ‘Ekselans’ hem de ‘Ekselansiye’ hazırladığım Anlaşma’ya göre daha uygun oluyor. Benim en çok endişe duyduğum madde ise…” deyip kocaman bir kâğıt tomarını çıkardı ve yüksek sesle okumaya başladı: “ ‘Yoksula Karşı İnsaniyetli Olma Maddesi’. Şansölye beni uyardı…” diye ekledi göz ucuyla yüksek memura bakarken. “Sanırım bu ‘madde’ kelimesinin biraz derinlerde aslında yasal bir anlamı var.”
Şansölye, dudaklarının arasında tuttuğu kalemden anlaşıldığı kadarıyla “Şüphesiz!” diye karşılık verdi. Endişeyle, Muhafız’ın ona uzattığı kâğıt tomarına yer açabilmek için diğer kâğıt tomarlarını açıp sarıyordu. “Bunlar sadece taslak. Kontrollerini yaptıktan sonra, yanlışlıkla sildiğim bir iki tane noktalı virgülü de ekleyince hazır olacak.” dedi.
Leydim, “Önce bir okunsa daha iyi olmaz mı?” diye sorunca Alt-Muhafız ile Şansölye aynı anda hararetle “Gerek yok, gerek yok!” diye geçiştirdiler.
Muhafız da “Gerek yok!” diye onayladı. “Eşinizle birlikte gözden geçirdik. Bu anlaşma ona, benim tüm yetkilerimi ve ofise bağlanan yıllık gelirden elde edilen tasarrufları sağlıyor; ben dönene kadar tabii, eğer dönemezsem de Bruno reşit olana kadar yetki sahibi olacak. Sonrasında bana veya durum öyle gerektirirse Bruno’ya Muhafızlığı, tasarruf edilen gelirleri ve vesayeti altındaki el değmeden korunmuş bulunan Hazine içeriğini iade edecek.”
Bütün bunlar konuşulurken Alt-Muhafız kâğıtları toparlamakla meşguldü. Daha sonra, Muhafız’a imzalaması gereken yeri gösterdi. Kendi de imzaladıktan sonra, Leydi ve Şansölye de şahit olarak altını imzaladılar.
Muhafız, “Kısa vedalar en iyisidir. Yolculuğum için her şey hazır. Çocuklarım da hoşça kal demek için aşağıda beni bekliyorlar.” deyip Leydim’i öptü, erkek kardeşi ve Şansölye ile el sıkıştı ve odadan çıktı.
Muhafız giderken üçü de arabanın tekerleklerinin onun uzaklaştığını haber verene kadar beklediler. Sonra bir anda üçü birden kahkaha atınca şaşkınlık içinde kaldım.
“Nasıl oyun ama!” diye bağıran Şansölye ve Yardımcı Muhafız, ellerini birleştirerek odanın içinde çılgınca dönmeye başladılar. Dönemeyecek kadar ağırbaşlı olan Leydim bile tıpkı bir at gibi kişnemeye başladı ve başının üzerinde mendilini salladı. Kıt aklıyla önemli bir şey olduğunu fark etmişti ama tam olarak ne olduğunu henüz anlayamamıştı.
“Muhafız gittiğinde her şeyi öğreneceğimi söylemiştin!” deyince, kocası iki kâğıdı çıkarırken “Öğreneceksin Tabby!” diye karşılık verdi Leydi’ye. “Bu okuyup imzalamadığı, bu da imzalayıp okumadığı kâğıt. İsim ve imza yeri dışında tamamen gizlenmişti!”
Leydim lafını kesip iki anlaşmayı kıyaslamaya başladı. “Muhafız’ın yetkilerinin Muhafız’ın yokluğunda uygulanacağı maddesi, neden ‘Eğer halk tarafından ofise seçilirse ömrü boyunca İmparator unvanı ile mutlak yönetici olacak.’ şeklinde değiştirildi? Sen İmparator musun hayatım?” diye sordu.
Alt-Muhafız “Hayır, henüz değil. Şu an bu kâğıdı kimsenin görmesine izin vermeyeceğiz. Doğru zamanı beklemeliyiz.” diye karşılık verdi.
Leydim başını sallayıp okumaya devam etti. “ ‘Yoksula Karşı İnsaniyetli Olma Maddesi’nin tamamı neden kaldırıldı?”
“Elbette kaldırıldı; çünkü biçare insanlar için boşu boşuna canımızı sıkmayacağız!”
Leydim, “Peki!” deyip üzerine basa basa okumaya devam etti. “Hazinedekilere el değmeyecek maddesi, neden Yardımcı Muhafız’ın dilediğince harcayabileceği şeklinde değiştirildi? Çok akıllıca bir oyunmuş doğrusu Sibby. Bütün mücevherler mi, inanamıyorum! Gidip hemen takabilir miyim onları?” diye sorunca kocasından “Henüz değil hayatım. Görüyorsun ki halk buna tam olarak hazır değil. Bunu göz önünde bulundurmalıyız. Elbette ki zamanı geldiğinde işe koyulacağız. Güvenli bir şekilde seçime gittikten sonra İmparator unvanını alacağım. Ama Muhafız’ın hayatta olduğunu bildikleri sürece, bizim mücevherleri kullanmamıza kolay kolay izin vermezler. Öldüğüne dair bir haber yaymalıyız. Küçük bir komplo…” cevabını aldı.
Keyfi yerine gelen kadın, ellerini çırparak “Komplo!” diye bağırdı. “Bayıldım bu komplo fikrine! Oldukça ilginç olur!”
Alt-Muhafız ve Şansölye birbirlerine göz kırparken Şansölye, “Bırakalım da nasıl istiyorsa öyle komplo kursun! Bunun bir zararı olmaz!” diye fısıldadı.
“Ve ne zaman ki komplo…”
Kapı açıldığı için kocası kadını susturdu. Sylvie ve Bruno kol kola içeri girdiler. Bruno, yüzünü Sylvie’nin omzuna gömmüş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sylvie ise daha sakindi ama onun da gözyaşları yanaklarından aşağı doğru süzülüyordu.
Alt-Muhafız, sert bir şekilde “Bu şekilde ağlamamalısınız!” dedi ama bu, ağlayan çocuklara hiçbir etki etmedi. Leydim’e dönüp “Biraz neşelendir şunları!” dedi.
Leydim, kendi kendine “Kek!” diye mırıldanıp büyük bir kararlılıkla odanın diğer ucuna yürüdü, dolabın kapağını açtı ve elinde iki dilim erikli kek ile geri döndü. Emir verir gibi, “Yiyin ve ağlamayın artık!” diye kestirip attı. İki çocuk yan yana oturup yemeye niyetleri yokmuş gibi ifadesizce birbirlerine baktılar.
Kapı ikinci kere sert bir şekilde açıldı. İçeri “O yaşlı dilenci geldi yine!” diye bağırarak Uggug girdi.
Alt-Muhafız “Yiyecek istemeye ne hakkı var ki!” derken, Şansölye sözünü kesip alçak sesle “Tamam! Hizmetkârlar bakarlar çaresine.” dedi.
Avluya bakan pencerenin yanına giden Uggug, “İşte tam orada, bakın!” diye bağırdı.
Tam o sırada, “Nerede benim canım?” diyerek annesi küçük canavarın boynuna sarıldı. Neler olduğunu anlamayan Sylvie ve Bruno hariç hepimiz, pencereye kadar onu takip ettik. Yaşlı dilenci, aç gözlerle bize doğru bakıyordu. “Sadece bir parça kuru ekmek, Ekselansları!” diye yalvardı. İyi, yaşlı bir adamdı ama çok hasta ve bitkin görünüyordu. “Sadece bir parça kuru ekmek için yalvarıyorum size! Sadece ekmek ve su!” diye tekrar etti.
Uggug başından aşağı bir sürahi suyu dökerek “Al sana su!” diye bağırdı.
Alt-Muhafız “Aferin sana oğlum! Böyle insanlara ancak bu yapılır!” diye karşılık verdi.
Eşi de “Akıllı çocuk! Örnek bir insan davranışı bu öyle değil mi?” dedi.
Dilenci, ıslanan yırtık cübbesini silkeleyip yukarıya doğru dik dik bakarken Alt-Muhafız “Bir sopa çekin şuna en iyisi!” diye bağırdı.
Leydim yine lafa karışarak “Hatta kızgın demir çubukla vurun da görsün!” diye bağırdı.
Muhtemelen şu anda kızgın, demir bir çubuk yoktu ortalıkta. Ama dilencinin etrafı hemen birkaç tane eli sopalı adamla çevrildi. Zavallı dilenci oldukça asil bir şekilde onlara el sallayarak, “Yaşlı kemiklerimi kırmanıza gerek yok. Hemen gidiyorum. Kuru ekmek bile istemem!” deyip uzaklaştı.
Tam yanımda, Bruno “Zavallı adam!” diye iç geçirerek pencerenin kenarından erikli kekini atmaya çalışıyordu ama Sylvie, onu tutup geri çekti.
Sylvie’nin kollarından kurtulmaya çalışan Bruno “Benim kekimden yiyebilir!” diye bağırdı.
Sylvie nazikçe “Elbette hayatım ama keki fırlatma. Bak görmüyor musun, çoktan gitmiş bile. Gel arkasından gidelim.” dedi. Yaşlı dilenciyi izlemeye dalmış diğer insanlara fark ettirmeden Bruno’yu kolundan tuttu ve birlikte dışarı çıktılar.
Düzenbazlar yerlerine dönüp hâlâ pencerenin kenarında duran Uggug duymasın diye, alçak sesle konuşmaya devam ettiler.
Bu arada Leydim, “Yeni anlaşmaya göre, Bruno’nun muhafızlığı nasıl olacak peki?” diye sordu.
Şansölye, pis pis gülerek alçak sesle “Anlaşmada hiçbir değişiklik yok. Harfi harfine aynı! Sadece küçük bir farkla; Bruno yerine Uggug yazma cüretinde bulundum.” dedi.
“Uggug ha!” diye bağırdım, yapılan bu haksızlık karşısında kızgınlığımı daha fazla gizleyemeyerek. O an tek bir kelimeyi söylemek bile çok gayret gerektiren bir iş gibi gelmişti bana ama ağzımdan çıktıktan sonra tüm zorluk ortadan kalktı; ansızın gelen bir rüzgâr tüm bu sahneyi sildi ve ben kendimi, dik oturmuş, vagonun diğer köşesinde bulunan, yüzündeki tülü çıkarmış keyifli fakat şaşkın bir yüz ifadesiyle bana bakan bir genç hanıma gözlerimi dikmiş hâlde buldum.
5.BÖLÜM
Dilenci’nin Sarayı
Uyanmaya çalışırken bir şey dediğime eminim. Sanki bunu belli etmese de yol arkadaşımın yüzündeki irkilme ifadesi yeterli delil değilmiş gibi bir de o çığlık hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu. İyi de nasıl özür dilemeliydim acaba?
En sonunda kekeleyerek “Umarım sizi korkutmamışımdır. Ne dediğim hakkında hiçbir fikrim yok. Rüya görüyordum da…” deyiverdim.
Genç Leydi, ağırbaşlı görünmeye çalışsa da her an gülümsemeye dönüşecekmiş gibi titreyen dudaklarıyla, “ ‘Uggug ha!’ dediniz. Hatta resmen bağırdınız!” dedi.
Pişmanlıkla “Çok özür dilerim.” dedim. Uyanık olduğumdan hâlâ şüphe ederek içimden “Gözleri Sylvie’ninkilere ne kadar da benziyor! Hatta o sevimli, meraklı ve masum görünüş de aynı Sylvie! Ama Sylvie’de böyle kararlı görünen dudaklar, sanki çok uzun zaman önce büyük bir üzüntü yaşamış kişilere has hüzün yok.” diye geçirdim. Ardından zihnime doluşan yoğun düşünce ve hayaller Leydi’nin konuşmasını duymamı engelledi.
“Elinizdeki bir Korku Kitabı olsaydı eğer, hayaletler hakkında bir şeyler – veya Dinamit – veya Gece Yarısı Cinayeti, o zaman durumunuzu anlayabilirdim çünkü bu kitaplar size kâbus gördürmüyorsa üç kuruş bile etmezler! Fakat elinizdeki kitabın yalnızca tıbbi incelemeler içeren bir kitap olduğunu düşününce…” diyerek ufak bir omuz silkişiyle okurken uyuyakaldığım kitabı ima etti.
Dostluğu ve içtenliği beni resmen afallatmıştı. Çocuk cesur veya cüretkâr değildi – çocuktu veya tıpkı bir çocuk gibi görünüyordu; en fazla yirmi yaşında gösteriyordu – sadece dünya toplumunun gelenek ve göreneklerine – hatta barbarlığına – alışık olmayan ziyaretçi bir meleğin masum açık sözlülüğüyle konuşuyordu. “Öyle bile olsa Sylvie bir on yıl daha bakacak ve konuşacak mıydı?” diye derin düşüncelere dalmıştım ki cesaretimi toplayıp, “Gerçekten korkunç olmadıkça hayaletlere aldırmıyorsunuz o hâlde öyle değil mi?” diye sordum.
“Evet öyle. Olağan Demir Yolu-Hayaletleri – yani olağan Demir Yolu-edebiyatının Hayaletleri demek istiyorum – çok zayıf olaylardır. Alexander Selkirk gibi ‘Uysallıkları benim için şok ediciydi!’ diyesim geliyor. Hem hiç Geceyarısı Cinayetleri işlemiyorlar. Hayatlarını kurtaracağını bilseler bile pıhtılaşmış kan içinde debelenmezlerdi.”
“ ‘Pıhtılaşmış kan içinde debelenmek’ oldukça etkileyici bir ifade oldu! Acaba herhangi bir sıvı içinde de yapılabilir mi bu merak ediyorum doğrusu.”
Sanki bu konuyu çok önceden düşünmüş gibi, “Sanmıyorum! Yoğun bir şey olması gerekiyor. Mesela, bir ekmek sosunun içinde debelenebilirsin. Hem rengi beyaz olduğundan bir Hayalet için daha uygun olur. Tabii debelenmek istediğini varsayarsak…” dedi.
“O kitapta gerçekten korkunç bir hayaletiniz var mı?” diye sordum.
Bütün içtenliğiyle “Bunu nasıl bildiniz?” deyip kitabı elime verdi. İyi bir hayalet hikâyesinin vereceği nahoş heyecandan çok araştırmalarının konusunu “esrarengiz” bir şekilde tahmin etmiş olmamın vermiş olduğu bir sabırsızlıkla kitabı açtım.
Bir Ev Yemekleri kitabıydı ve “Ekmek Sosu” başlıklı sayfa açıktı.
Leydi şaşkınlığım karşısında kahkaha atarken ben boş bakışlarla kitabı kendisine iade ettim. “Sizi temin ederim ki bazı modern hayalet hikâyelerinden çok daha heyecanlı bu. Geçen ay bir tane hayalet vardı mesela – tabii ki gerçek bir hayaletten bahsetmiyorum-bir dergide görmüştüm. Kesinlikle çok tatsız bir hayaletti. Bir fareyi bile korkutamazdı. Hatta birilerinin kendisine yer vereceği cinsten bir hayalet değildi.”
Kendi kendime, “Demek ki 70 yaşında, kel ve gözlüklü biri olmanın da kendince avantajları varmış!” dedim. “Birbirleriyle, korkunç aralıklar verip kekeleyerek konuşmaya çalışan mahcup bir oğlan ile bir bakire yerine, yaşlı bir adamla bir çocuk, çok rahat bir vaziyette sanki yıllardır birbirlerini tanıyorlarmış gibi konuşuyorlar!”
“O hâlde…” diyerek yüksek sesle devam ettim, “bazen bir hayalete oturmasını mı söylemeliyiz. İyi de bunun için yetkimiz var mı? Mesela Shakespeare’de; onun hikâyelerinde birçok hayalet vardır. Peki Shakespeare hiç ‘Sandalyeyi Hayalet’e verir.’ şeklinde bir sahne talimatı verdi mi acaba?”
Leydi şaşkın şaşkın bir süre düşündükten sonra ellerini çırparak “Evet, evet verdi!” diye bağırdı. “Hamlet’e ‘Dinlen, dinlen perişan Ruh!’ dedirtmiştir.”
“Rahat bir koltuk mu bari oturduğu yer?”
“Amerikan tarzı bir sallanan sandalye, sanırım…”
O sırada muhafız “Fayfield Kavşağı’na geldik. Elveston’a aktarma için Leydim.” diyerek kompartımanın kapısını açtı, kendimizi az sonra bavullarımızla birlikte peronun ortasında bulduk.
Kavşakta bekleyen yolcular için yapılmış olan bekleme yeri oldukça yetersizdi. Tek bir tane ahşap sıraya sadece üç yolcu oturabilirdi ve iş önlüğü giymiş, yuvarlak omuzlu, bitkin ve oldukça yaşlı bir adam çoğunu kaplamıştı bunun. Bastonu elinde, kırışık yüzünü de yastıkmışçasına bastonuna dayamış, sanki hastaymış gibi öylece oturuyordu.
İstasyon şefi, adamın yanına gidip kabaca “Kalk git buradan! Kalk da senden daha iyileri otursun!” diye bağırdı. Ardından daha kibar bir dille kadına dönüp “Buyurun oturun Leydim, eğer biraz oturursanız tren birkaç dakika içinde gelir.” dedi. Bu dalkavukluğunun sebebi çok açıktı. Leydi’nin bavullarının üzerinde “Leydi Muriel Orme, Elveston yolcusu, Fayfield Kavşağı üzerinden gidecek.” yazıyordu.
Yaşlı adamın zar zor yerinden kalkıp aksayarak yürüyüşünü izlerken şu dizeler geldi aklıma:
Çuval bezinden yapılma kanepeden doğruldu Keşiş,
Güç bela dayanarak bitkin kollarına;
Dökmüştü karlarını yüz yıl
İnce bukleleriyle gür sakalına.
Fakat Leydi olan bitenin pek farkında değildi. Bastonuna dayanarak zar zor yürümeye çalışan “yerinden kovulmuş adama” bakıp bana döndü. “Ne olursa olsun, bu, Amerikan tarzı bir sallanan sandalyenin yerini tutmaz.” diyerek bana da yer açmak için yana doğru kaydı. “Yine de Hamlet’in sözcükleriyle ‘Dinlen, dinlen…’ ” dedi ve kahkahalara boğuldu.
Onun yerine “Perişan Ruh!” diye ekleyerek cümlesini tamamladım. “Evet bu tam olarak bir demir yolu yolcusunu tanımlıyor.” Tren perona yanaşırken “Ve burada bir örneği var.” diye ekledim. Görevliler etrafta koşuşup vagon kapılarını açıyorlardı; birisi, kapıyı açıp yaşlı adama üçüncü sınıf vagona binmesi için yardım ederken, başka biri de saygıyla eğilerek Leydi ve beni yapmacık bir mütevazılıkla birinci sınıf vagona yönlendirdi.
Yol arkadaşım, görevliyi takip etmeden önce, bir süreliğine durup yaşlı adamı izledi. “Zavallı yaşlı adam! Ne kadar da güçsüz ve hasta görünüyor! Onu bu şekilde kovmak ne kadar utanç verici bir davranış. Çok üzüldüm onun için!” Tam o sırada, bu sözleri bana söylemediğini fark ettim. Farkında olmadan kendi kendine yüksek sesle konuşuyordu. Birkaç adım ilerleyip vagona binmesini bekledim ve kaldığımız yerden, tekrar konuşmaya başladım.
“Shakespeare trenle seyahat etmiş olmalı, sadece rüyasında bile olsa; ‘Perişan Ruh’ epey mutlu bir ibare. ‘Perişan’ kelimesi ile şüphesiz demir yollarına özgü duygusal kitapçıklara atıfta bulunuyor. Buhar, hiçbir şey yapmadıysa bile en azından İngiliz Edebiyatı’na yeni bir tür ekledi.”
“Öyle tabii!” dedim. “Bütün tıp kitaplarımızın ve yemek kitaplarımızın gerçek çıkış noktası…”
Hemen araya girip neşeyle “Hayır! Hayır! Bizim edebiyatımızı kastetmiyorum. Biz oldukça olağan dışıyız. Ama kitapçıklar yani on beşinci sayfada katilin, kırkıncı sayfada da düğün sahnesinin ortaya çıktığı, küçük, heyecanlı aşk hikâyeleri buhar yüzünden değil mi?” diye sordu.
“Eğer sizin teorinizi geliştirmeye kalkarsam trenler elektrik ile çalışmaya başladığında kitaplar yerine broşürlerimiz olacak, düğünle cinayet de aynı sayfada gerçekleşecek.”
Leydim, heyecanla, “Bu Darwin’e yakışır bir gelişme! Yani siz sadece onun teorisinin tersini anlatıyorsunuz. Bir fareyi file evrimleştirmek yerine, fili fareye evrimleştirdiniz.” dedi. O sırada bir tünele girdik ve ben arkama yaslanıp bir dakikalığına gözlerimi kapattım ve en son gördüğüm rüyadaki birkaç olayı hatırlamaya çalıştım.
Uykulu uykulu “Gördüğümü sandım…” diye mırıldandım ve ondan sonra, bu sözcük öbeği çekimini yapmamla “Sen gördüğünü sandın, o gördüğünü sandı…”ya dönüştü ve sonra birdenbire bir şarkı hâline geldi:
Flütle antrenman yapan
Bir Fil gördüğünü sandı.
Tekrar bakınca anladı ki
Bir mektup bu karısından.
“En nihayet kavrıyorum.” dedi,
“Hayatın acılığını.”
Bu tuhaf şarkıyı söyleyen nasıl da deli bir varlıktı öyle! Bir Bahçıvan’a benziyor – yine de kesinlikle delinin biriydi, tırmığını savuruşuyla, hatta daha da delirdi zaman zaman cig dansı yapmaya başlamasıyla, hatta en deliydi kıtanın son sözcüklerini haykırışıyla!..
Bir filin ayaklarına sahip olduğunu söylemesi kendiyle ilgili bir tanımlamaydı ama geri kalan kısmı bir deri bir kemikti. Ayrıca, her yerini kaplayan birkaç tutam saman çöpü başta tamamen samanla doldurulmuş olduğunu, şimdi ise tüm dolgunun boşaltılmış olduğunu gösteriyordu.
İlk mısranın sonuna kadar Sylvie ve Bruno sabırla beklediler. Daha sonra Sylvie çekinerek ilerledi (Bruno bir anda utangaç oluvermişti.), kendini “Benim adım Sylvie!” diyerek tanıttı.
Bahçıvan “Peki o diğer şey kim?” diye sordu.
Sylvie etrafına bakıp, “Hangi şey?” diye karşılık verdi. “Ha, o mu? Erkek kardeşim Bruno.”
Bahçıvan endişeyle “Dün de senin kardeşin miydi?” diye sorunca yavaş yavaş yanlarına gelen Bruno, kendisi konuşmaya katılmadan hakkında konuşulmasından memnun olmamış gibi “Elbette!” diye bağırdı.
Bahçıvan “Güzel!” dedi. “Buralarda her şey bir anda değişiveriyor. Ne zaman bir şeye baksam değişmiş görüyorum. Ama görevimi yapıyorum. Erkenden saat sabahın beşinde kıvranarak kalkar…”
Bruno “Senin yerinde olsam bu kadar erken kıvranmaya başlamazdım.” deyip Sylvie’ye döndü ve alçak sesle “Solucan olmak kadar kötü bir şey bu!” diye ekledi.
Sylvie “İyi ama sabah sabah bu kadar tembellik yapmamalısın Bruno. Biliyorsun ki erken kalkan kuş solucanı kapar!” dedi.
Bruno da esneyerek “Seviyorsa kapar!” diye karşılık verdi. “Ben solucan yemeyi sevmem. Erken kalkan kuş bütün solucanları toplayana kadar yataktan kalkmam ben!”
Bahçıvan “Bana böyle küçük yalanları söyleyecek yüze sahip olmana şaşıyorum doğrusu!” diye bağırınca Bruno fısıldayarak “Küçük yalanlar söylemek için bir yüze değil ağza ihtiyaç var.” diye karşılık verdi bilgece.
Sylvie konuyu değiştirmek için hemen araya girip “Bütün bu çiçekleri siz mi ektiniz?” diye sordu. “Ne kadar güzel bir bahçe yapmışsınız. Biliyor musunuz hep burada yaşamak isteyebilirim!”
Bahçıvan “Kış gecelerinde…” diye söze başlayınca Sylvie “Gerçi buraya niye geldiğimizi az kalsın unutacaktım.” diye araya girdi. “Lütfen bize yolu gösterir misiniz? Buralarda yaşlı bir dilenci vardı az önce. Karnı çok açtı. Bruno ona kekini vermek istiyor da…”
Bahçıvan cebinden bir anahtar çıkarıp, bahçe kapısını açarken “İşte benim yerimin değeri de ancak bu kadar!” dedi.
Bruno “Değeri ne kadarlar ki?” diye masumca sordu.
Ama Bahçıvan hiçbir şey demeden sadece gülümsedi. “Bu bir sır!” deyip, çocukların arkasından “Çabuk gidip gelin!” diye bağırdı. Kapıyı tekrar kapatmadan önce, ancak onları takip edebilecek kadar zamanım olmuştu.
Aceleyle ilerledik, az sonra yaşlı Dilenci’yi, yaklaşık iki yüz elli metre ötemizde yürürken gördük. Çocuklar onu yakalayabilmek için hemen koştular ve yavaşça kollarından tuttular. Ben ise onlara bu kadar kolay nasıl ayak uydurabildiğimi anlayamadım. Fakat çözülmemiş olan bu sorun, beni başka bir zamanda olabileceği kadar endişelendirmedi; o sırada ilgilenilecek başka çok şey vardı.
Yaşlı Dilenci sağır olmalı diye düşündük; çünkü Bruno o kadar yüksek sesle bağırmasına rağmen, hiç istifini bozmadı. Zar zor yürümeye devam ediyordu; ta ki Bruno önüne geçip bir dilim kek uzatana kadar. Zavallı yaşlı adam nefes nefese, sadece “Kek!” diyebildi. Bunu da Leydi hazretlerinin yaptığı gibi sıkıntılı bir havada değil de “büyük ve küçük her şeyi” seven gayet tatlı, küçük bir çocuğun gözleriyle bakarak dedi.
Yaşlı adam keki çocuğun elinden kapıp tıpkı vahşi ve aç bir hayvan gibi bir çırpıda yiyip bitirdi ama teşekkür bile etmedi. Sadece, korkmuş gözlerle bakan çocuklara “Daha! Daha!” diyerek homurdandı.
Sylvie gözlerindeki yaşları silip “Daha yok ki! Ben kendiminkini yedim. Sizi o şekilde kovmaları ne kadar utanç verici bir davranıştı. Çok özür dilerim…” dedi.
Sylvie’nin söylediği kelimeleri, yakın zamanda Leydi Muriel Orme’nin de – Sylvie’nin sesiyle ve onun yalvaran gözleriyle – söylediği bir anda aklıma gelince cümlenin geri kalanını anlayamadım.
Yaşlı adam, pejmürde kıyafetine ve görüntüsüne rağmen, ağırbaşlı ve asil bir edayla, yolun kenarındaki bir çalının üzerinde ellerini sallarken çalı toprağın içine gömüldü. Duyduğum diğer kelimeler de “Beni takip et!” oldu. Başka bir zaman olsa gözlerime inanamaz, şaşırıp kalırdım. Fakat bu tuhaf durumda, bütün benliğimi acaba şimdi ne olacak diye saran bir merakla beklemeye koyuldum.
Çalı gözden kaybolunca karşımızda, karanlığa doğru inen, mermer merdivenler belirdi. Yaşlı adam bize yolu gösterince biz de heyecanla onu takip ettik.
Merdiven boşluğu öyle karanlıktı ki ilk başta sadece çocukların el ele yürüdüklerini görebildim. Takip ettikleri kişinin arkasından yürüyorlar, el yordamıyla yollarını bulmaya çalışıyorlardı. Ama gitgide yol aydınlanıyordu neyse ki. İlginçtir ki hiç lamba olmadığı hâlde, hava aydınlıktı. En alt kata geldiğimizde bir anda kendimizi içinde bulduğumuz oda, günlük güneşlikti.
Sekiz köşeli odanın her köşesinde incecik, yuvarlak sütunlar uzanıyordu. Sütunların aralarındaki duvar, yaklaşık bir metre uzunluğunda, üzerinden neredeyse yaprakları gizleyecek kadar çok olgun meyveler ile şahane çiçekler sarkan sarmaşıklarla kaplanmıştı. “Acaba başka bir yerde daha çiçeklerin ve meyvelerin bu şekilde iç içe yetiştiklerini görebilir miyim?” diye düşündüm. Beni asıl şaşırtan şey ise bu meyvelerle çiçeklerin hiç görmediğim bir türde olmasıydı. Yukarı doğru bakınca her duvarda, daire şeklinde, renkli pencereler gözüme çarptı. Pencerelerin üstünde de kıymetli mücevherlerle süslenmiş, kemerli bir tavan bulunuyordu.
Sağa sola bakınıp acaba buraya nasıl geldik diye düşünmeye başladım. Çünkü ne bir kapı vardı ne de kapıya benzer bir şey vardı. Ayrıca bütün duvarlar da güzel sarmaşıklarla kaplıydı.
Yaşlı adam, Sylvie’nin omzuna dokunup yanağına bir öpücük kondurdu ve “Burada güvendeyiz canlarım!” dedi. Sylvie endişeyle bir anda kendini geri çekti. Fakat sonra, “Babacığım!” diyerek çığlık attı ve kendini yaşlı adamın kollarına bıraktı.
Bruno da “Baba! Baba!” diye tekrar etti. Babası, mutlu olan çocuklarını kucaklayıp öperken ben de gözlerimi ovuşturarak “Bütün opejmürde kıyafetler de nereye gitti?” diye sordum kendi kendime. Çünkü yaşlı, fakir adam gitmiş, yerine muhteşem mücevherlerle parıldayan kıyafetler giymiş, başına da altın taç takmış bir adam gelmişti.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.