Kitabı oku: «Jo'nun Oğulları», sayfa 3
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
JO’NUN GEÇİM DERDİ
Çeşitli mesleki kariyerleri sırasında March ailesinin türlü türlü sürprizlerle karşılaşmaları onları mutlu etmişti ama en muhteşemi, çirkin ördek yavrusunun bir kuğuya değil de altın yumurtlayan bir tavuğa dönüşmesi olmuştu ve edebî değeri olan bu yumurtalar, pazarda öylesine beklenmedik bir taleple karşılaştı ki on yıl sonunda Jo’nun en çılgın ve en çok hayalini kurduğu rüyası gerçekleşmiş oldu. Nasıl ve neden olduğunu hiçbir zaman tam olarak anlayamamıştı ama birdenbire kendisini ufak çapta da olsa meşhur olmuş durumda bulmuştu ve daha da iyisi, cebinde ufak bir servet oluşmuştu. Böylece o günlerde yaşadığı bazı engelleri ortadan kaldıracak ve oğullarının geleceğini garanti altına alabilecekti.
O yıl her şeyin Plumfield’da ters gitmesiyle başladı. Herkes zor zamanlar geçiriyordu, okuldaki öğrenci sayısı azalmaya başladı, Jo kapasitesinin üzerinde çalışması sonucunda uzun süren bir hastalığa yakalandı, Laurie ve Amy gurbet ellerdeydi ve Bhaerler de bu cömert çifte her ne kadar yakın ve onlar için önemli olsalar da onlardan yardım istemeyecek kadar gururluydular. Hastalığından dolayı odasına kapanmak zorunda kalan Jo, gelinen noktadan dolayı iyice ümitsizliğe düşünce son çare olarak uzun zamandır kullanmadığı kalemine başvurdu ve gelirindeki boşluğu doldurmak amacıyla en iyi yapabileceği şeyi yapmaya karar verdi. Belirli bir yayıncı tarafından istenilen, sadece kızlara özgü bir kitap için kendisinin ve kız kardeşlerinin hayatlarındaki maceraların birkaç sahnesini, ufak bir hikâyeye dönüştürerek alelacele kâğıda karaladı, -gerçi oğlanlar daha çok onun çizgisindeydi ama- başarıyı yakalama ümidi çok zayıf olmasına rağmen yine de gönderip şansını denedi.
Jo için olanlar hep umduğunun aksi olurdu. Üzerinde uzun yıllar harcadığı onun ilk kitabı; gençliğin büyük umutları ve ihtiraslı hayalleriyle piyasaya sürülmüş, uzun süren yolculuğunda zaman zaman bataklığa saplanmış, epey sonra bile bu enkaz su üstünde batmadan durmaya devam etmiş ve en azından yayıncının kâr etmesini sağlamıştı. Apar topar yazılmış bu hikâye, getireceği birkaç dolar dışında başka bir şey düşünülmeden gönderilmişti ama açık ve güneşli havada dümeninde akıllı bir kaptan ile denize açılarak halkın sevgisini kazanmıştı. Bunun sonucunda altın ve zaferle dolu beklenmedik bir kargo oldukça yüklü bir hâlde limana yanaşmıştı.
Herhâlde yeryüzü Josephine Bhaer kadar afallamış bir kadını bünyesinde taşımıyordu o an. Ufak gemisi limana yanaştığında âdeta bütün bayraklar dalgalanıyor, daha önce sessizliğini koruyan toplar şimdi neşeyle bombardıman ediyordu ve hepsinden önemlisi, bütün iyi niyetli arkadaşları onunla bayram ediyor, candan tebriklerle onun ellerini kendi ellerinde oldukça dostane şekilde sıkı sıkı tutuyorlardı. Bundan sonra bütün olay sadece denize açılmaktı ve tek yapması gereken şey, gemilerini yükleyip müreffeh yolculuklarına uğurlamaktı, böylelikle sevdikleri ve çok emek harcadığı kişiler için bolca rahatlık sağlamış olacaktı.
Şöhreti hiçbir zaman kolay kolay kabullenemedi, ateş olmayan yerden duman çıkmaz deyimine günümüzde birçok örnek verilebilirdi ama Jo’ya göre bir zafer kazanmanın yolu, kötü üne sahip olmaktan geçmiyordu. Şansına şüpheyle bakmıyor, minnettarlıkla kabul ediyordu, gerçi etrafındaki cömert insanların söylediğine göre alması gerekenin yarısını bile almamasına rağmen gelgitlerin artık yükselişe geçmesi, olayların gidişatını bütünüyle değiştirmiş ve ailenin güvenli bir limana batmadan rahatlıkla ulaşabilmesini sağlamıştı. Artık ailenin yaşlı bireyleri fırtınadan uzak güvenli bölgeye alınmış, gençleri ise hayat yolculuklarında gemilerini kızaktan suya indirebilmişlerdi.
Her türlü mutluluk, barış ve bolluk, bereket yaşandı o yıllarda. Sabırla bekleyenlerin, ümitle çalışanların duaları kabul olundu. Tıpkı bize hayal kırıklıkları, sefaleti ve üzüntüyü yaşatarak başarıyı tattığımızda onun değerini daha iyi anlamamızı sağlayan Tanrı’nın bilgeliği ile adaletine samimi bir şekilde inananların dualarının kabul olunduğu gibi. Bütün dünya bu halkın refahına tanık oldu ve iyi niyetli insanlar, ailenin düzelmiş maddi imkânları karşısında bayram ettiler ama Jo’nun en değer verdiği başarısı, hiçbir şeyin değiştiremeyeceği ya da elinden alıp götüremeyeceği mutluluğunu çok az insan biliyordu.
Bu da annesinin son yıllarında mutlu ve huzurlu bir hayat yaşamasını sağlayabilme gücüydü, sonsuza kadar bakmakla yükümlü olduğu kişilerden kurtarmak, yorgun ellerini rahatlatmak, o güzelim yüzü her türlü kaygıdan uzaklaştırmak ve o iyiliksever kalbinin büyük haz aldığı akıllıca hayır işleri yapabilme özgürlüğünü gönlünce yapabilmesiydi. Genç bir kızken Jo’nun en büyük hayali Marmee’nin zor ve cesur hayatından sonra huzur içinde oturabileceği ve yaşamın tadını çıkarabileceği bir odası olmasıydı. Artık o hayali gerçek olmuştu, Marmee her türlü konforun ve lüksün sağlandığı o sevimli odasında oturabiliyordu, hastalıkları arttıkça onu çok seven kızları etrafında pervane oluyorlardı ve üzerine yaslanabileceği sadık bir dosttu. Hayatını neşelendirecek saygılı torunların şefkatiyle geçiriyordu günlerini. Hepsi için oldukça paha biçilmez zamanlardı bunlar ve çocukları hayatta iyi şanslarla karşılaştıklarında anneler ne kadar mutlu oluyorsa o da bir o kadar mutlu oluyordu onlar için. Ektiğini biçtiğini görecek kadar yaşadı; ettiği duaların cevaplandığını, ümitlerin yeşerdiğini ve yarattığı yuvanın meyvesini vererek huzurun ve maddi rahatlığın hediye edildiğini görebilmişti ama sonra bir gün dünyada işi bitmiş, cesur, sabırlı bir melek gibi huzur içinde yatmanın mutluluğuyla yüzünü gökyüzüne doğru çevirmişti.
Onun huzura kavuşması hayatımızdaki bu değişimin tatlı ve kutsal yanıydı ama garip ve çelişkili bir süreçti, tıpkı bizim sahip olduğumuz bu ilginç dünyadaki diğer olaylar gibi. Yaşadığımız bu ilk sürprizden sonra insan doğasına özgü nankörlük duygusuyla Jo, birdenbire kuşku ile sevinci bir arada yaşamaya başladı ve ünlü olmaktan usanmış, kaybettiği özgürlüğüne içerlemeye başlamıştı. Ona hayran olan halk, zınk diye onu sahiplenmiş ve geçmişte, günümüzde ve gelecekteki meseleleriyle yakından ilgilenmeye başlamışlardı. Yabancılar ona bakmaya, soru sormaya, öğütler vermeye, ikazlarda bulunmaya, tebrik etmeye ve iyi niyetli ama çok usandırıcı bir ilgiyle onu çileden çıkarmayı görev bildiler. Eğer kalbini bu insanlara açmayı reddederse onlar serzenişte bulundular; eğer hayvan hakları cemiyetlerine bağışta bulunmayı, özel isteklere çare bulmayı, insanlık namına bilinen her hastalık ve dert ile ilgili duygularını paylaşmayı kabul etmezse ona taş kalpli, bencil ve mağrur dediler. Eğer yığınla kendisine gönderilen mektuplara cevap vermeye imkânsız gözüyle bakıyorsa ona hayran olan halkına karşı görevlerini savsaklamakla suçladılar. Ve eğer podyum üzerinde poz vermesi için ricada bulunduklarında evinin mahremiyetini tercih ediyorsa “Bu edebiyatla ilgilenenlerin yanına, havalarından yanaşılmıyor.” şeklinde özgürce eleştirilerde bulundular.
Elinden gelenin en iyisini çocukları için yapmaya çalıştı, aslında yazdığı hikâyelerdeki karakterler onların ta kendileriydi ve doymak bilmez bu gençlerin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla son derece azimle çalışmaya devam etti. “Daha çok hikâye istiyoruz, hem de derhâl!” Onların uğruna yaptığı bu fedakârlıklara tabii ailesi razı olmuyordu ve zamanla sağlığı da bunun sonuçlarını çekti ama yine de bir süre daha gençlikle ilgili eserlerini yazmaya devam ederek bu uğurda kendini feda etti. Bu genç arkadaşlara çok şey borçlu olduğunu düşünüyordu, ne de olsa yirmi yıllık bir çabanın ardından onların gösterdikleri merhametleriyle tedavi edilmişti.
Ne var ki bir süre sonra sabrı tükenmeye başladı, aslan olmaktan yoruldu ve bir ayıya dönüşerek doğal olarak mağarasına çekildi, onu da oradan çıkartmak istediklerinde ise çok kötü şekilde kükredi. Aslında ailesi eğleniyordu ama onun çektiği acıları pek anlayamıyorlardı. Jo’ya göre hiç hayatında bu kadar zor duruma düşmemişti. Özgür olmak onun en çok önem verdiği değerdi ve öyle görünüyordu ki elinden çok çabuk kayıp gidiyordu. Fanusta yaşamak bir süre sonra çekiciliğini yitiriyordu ve böyle hayatını sürdürmek için Jo fazla yaşlı, fazla yorgun ve fazla meşguldü. Elinden gelen her şeyi yaptığına ve akla uygun çözümler bulduğuna inanıyordu. Özellikle imza günleri, fotoğraf çekimleri ve otobiyografik hikâyelerinin tüm memleketin yayın programlarında uygun şekilde hazırlanmasında; sanatçılar onun evinin her tarafını kullandıklarında; gazeteciler, sabrı zorlayan durumlarda ona gaddarca saldırdıklarında; yatılı okuldan gelen bir sürü coşku dolu öğrencinin bir hatıra bulmak için arazilerini harap ettiklerinde; evine sabit bir akış sağlayan cana yakın seyyahların saygıdeğer ayaklarıyla kapı girişini aşındırdıklarında; bir haftalık deneme süresinde sürekli zilin çalınmasından dolayı hizmetkârlar istifa ettiklerinde; yemek zamanlarında kocasının onu kurtarmak için nöbet tuttuğunda; başına gelen bazı musibetler karşısında oğulları arka pencerelerden kaçması için onu kolladıklarında ve özellikle cesur misafirlerin, en talihsiz anlarda haber vermeden geldiklerinde olduğu gibi.
Bir gün başına gelenlerden örnek verecek olursak durumları daha iyi anlamanızı sağlayabilir, bu mutsuz kadını mazur görmeniz için bir neden olabilir ve imza almaya çalışan canavar ruhlu bir kimse yüzünden artık arazilerinin etrafının neden duvarlarla örülü olduğuna dair bir ipucu verebilir.
“Şansı yaver gitmeyen yazarları koruyacak bir kanun olmalı.” dedi Bayan Jo bir sabah Emil’in gelişinden kısa bir süre sonra, o sırada oldukça büyük ve çeşit çeşit mektuplar gelmişti posta yoluyla. “Uluslararası telif haklarını almaktan çok, benim için hayati bir konu bu, ne de olsa vakit nakittir, barış da sağlıktır ama ben her ikisinden de mahrum kalıyorum. Bunun yanı sıra yurttaşlarıma gitgide daha az saygı duyuyorum ve çılgınca bir istekle el değmemiş uzak ormanlara uçmak istiyorum, ne de olsa özgürlükler ülkesi Amerika’da bile kendi isteğimle ön kapımı kapatamıyorum.”
“Avları peşinde olan aslan avcıları, iğrenç davranabiliyorlar. Bir süreliğine bizimle yer değiştirebilseler faydasını görecekler ve bize ne kadar bıkkınlık verdiklerini de kabul edecekler. Özellikle ‘bizim büyüleyici eserlerimiz karşısında beğenilerini sunmayı, kendileri için onur meselesi hâline getirdiklerini’ fark ettiklerinde.” diyerek alıntı yapan Ted, annesinin karşısında başını eğdi, sonra da imza isteyen on iki rica karşısında kaşlarını çattı.
“Bir hususta kesin kararımı verdim.” dedi Bayan Jo, oldukça metanetli davranarak. “Bu tür mektuplara kesinlikle cevap vermeyeceğim. Bu oğlana en az altı tane mektup yolladım, satıyor mu ne yapıyor bilemiyorum. Buradaki de bana kız okulundan yazıyor ve eğer ona cevap yazarsam okulundaki diğer kızlar da bana yazıp daha çok mektup isteyecektir. Hepsi rahatsız ettiklerini yazarak başlıyor mektuplarına. Tabii ki canım sıkılıyor onların istekleri karşısında ama yine de cesaret ediyorlar çünkü ben oğlanları seviyorum veya onlar kitaplarımı seviyor veya her ikisinden biri.”
“Emerson ve Whittier bunları direkt çöpe atarmış ama ben sadece gençler için ahlaki saçmalıklar sunan, edebî bir bebek bakıcısından başka bir şey olmamama rağmen bu iki yazarın yayılmış ününün izinden gideceğim yoksa bu sevimli insafsız çocukları tatmin etmeye çalışırsam ne yemek yiyecek ne de uyku uyuyacak zamanı bulabilirim.” Ve bunun üzerine Bayan Jo, rahat bir nefes alarak orada bulunan bir yığın mektubu ortadan kaldırdı.
“Ben diğer mektupları açarım. Sen de huzur içinde kahvaltını yap, liebe Mutter.13” dedi Rob, sık sık annesinin sekreteri pozisyonuna geçerek. “Bak, bu güneyden gelmiş.” diyerek oldukça etkileyici mührü açarak okumaya başladı:
Hanımefendi,
Çabalarınız sonucunda büyük bir miktarda servete konmanızın, Tanrı katında büyük bir lütuf olduğunu görüyorum ve hiç duraksamadan bizim kilisemizin cemaati için belli miktarda sermaye tedarik etmeniz için ricada bulunuyorum. Hangi mezhebe ait olduğunuzu bilmemekle beraber, eminim ki böyle bir öneri karşısında eli açık davranacağınızı tahmin ediyorum.
SaygılarımlaBayan X. Y. ZAVIER
“Nazik bir şekilde geri çevir, tatlım. Ben ancak kapıma gelen fakirleri doyurup giydirebiliyorum. Elde ettiğim başarı karşısında ancak böyle Tanrı’ya şükredebiliyorum. Haydi devam et.” diye cevap verdi annesi, minnettarlıkla mutlu evine bakınırken.
“On sekiz yaşında edebiyatla ilgilenen bir genç, yazdığı romanı senin adına çıkarmayı öneriyor ve ilk baskıdan sonra senin adını çıkarıp kendi adını eklemek istiyor. İşte sana çok havalı bir teklif. Genç yazar bozuntularına karşı ne kadar yumuşak kalpli olduğunu biliyorum ama yine de bu teklifi kabul etmeyeceğini tahmin ediyorum.”
“Mümkün değil, olmaz. Onu kibarca reddet ve bana taslağını göndermemesini sağla. Şu an elimde yedi tane daha var, kendiminkini bile okumaya pek zamanım yok.” dedi Bayan Jo ve sonra da dalgın dalgın kâseden ufak bir mektup bulup çıkardı ve dikkatlice açtı çünkü aşağı doğru yazılmış adresi, bir çocuğun yazmış olabileceği hissini veriyordu.
“Buna kendim cevap vereceğim. Yaşı küçük hasta bir kız çocuğu benden kitap istiyor ve ona yollamak niyetindeyim ama sadece onu memnun etmek için kitaplarımın devamını yazamam. Daha fazlası için yaygarayı koparan bu doymak bilmez minimini Oliver Twistleri memnun etmeye kalkışsaydım herhâlde çıkmaza saplanırdım. Sırada ne var, Robin?”
“Bu kısa ve güzel.”
Sevgili Bayan Bhaer,
Ben sizin çalışmalarınız hakkındaki fikirlerimi söyleyeceğim. Her birini birçok kez okudum ve hepsi birinci sınıf. Başarılarınızın devamını diliyorum.
Bir hayranınızBILLY BABCOCK
“İşte bunu çok beğendim. Billy son derece mantıklı ve sahip olabileceğim en iyi eleştirmenlerden biri, fikrini açıkça beyan etmeden önce eserlerimi birçok kez okumuş. Benden cevap da beklemiyor. Bu yüzden ona teşekkürlerimi ve saygılarımı gönder.”
“Burada, İngiltere’de yedi kızıyla beraber yaşayan bir kadın var ve senin eğitim üzerindeki fikirlerini öğrenmek istiyor; ayrıca hangi mesleği seçmeleri gerektiğini. Bu arada, en büyüğü on iki yaşında. Endişesini gayet iyi anlıyorum!” diyerek kahkaha attı Rob.
“Ona cevap vermeye çalışacağım ama benim kızlarım olmadığı için benim fikrimin pek değerli olacağını sanmıyorum ve düşüncelerim onu dehşete düşürebilir. Çünkü ona mesleklerini kafasına takmadan önce çocuklarının koşup eğlenmelerini ve güçlü kuvvetli vücutlar geliştirmelerini söyleyeceğim. Eğer onları özgür iradelerine bırakırsa hangi mesleğe yönelecekleri pek yakında belli olur, tabii hepsini aynı hamurda yoğurmaya kalkışmadığı sürece.”
“Burada bir delikanlı ne tür bir kızla evlenmesi gerektiğini ve hikâyelerinde sözünü ettiğin kızlardan, onun için ayarlayıp ayarlayamayacağını merak ediyor.”
“Ona Nan’in adresini verin, o zaman görsün gününü.” diye öneride bulundu Ted, mümkün olsa bunu kendisi gizli gizli yapmayı tasarlayarak.
“Bu mektup, çocuğunu evlatlık edinmeni ve kendisine biraz borç para vererek birkaç yıllığına başka bir ülkede sanat okuluna gitmek isteyen bir kadından geliyor. Bence kabul etmelisin ve bir kız çocuğunu yetiştirmekte şansını denemelisin, anne.”
“Hayır, teşekkür ederim. Ben kendi mesleğimde devam etmekte kararlıyım. Oradaki mürekkep lekeli olan da neyin nesi? Kullandığı mürekkebe bakılacak olursa oldukça korkunç görünüyor.” diye sordu Bayan Jo. Ona gelen birçok mektup zarfının içinde neler olabileceğini tahmin ederek günlük görevini eğlenceli bir hâle getirmeye çalışırdı. Tutarsız üslubuna dayanarak aklını yitirmiş bir hayranından ona yazılmış bir şiir çıktı içinden:
J.M.B’ye…
Ben güneş çiçeği olsaydım,
Şairliği oynardım,
Ve hafif bir esintiyle sana çiçek kokusu gönderirdim,
Kimsenin de bundan haberi olmazdı.
Şeklin heybetli karaağaç gibidir,
Güneş mabudu sabah ışınlarını altın yaldızla süslediğinde
Yanakların okyanus dibi gibidir,
Mayıs ayında bir gül çiçek açtığında.
Sözlerin bilge ve neşelidir,
Bu özelliklerin sana bağışlanmış bir miras;
Ve ruhun uçup gittiğinde,
Cennette bir çiçek olarak açmanı nasip eylesin.
Konuştuğumuz dilde seni pohpohluyorum,
Tatlı bir şekilde suskunluğumu bozuyorum.
Hareketli caddede ya da yalnız derede
Şimşek gibi çakan kalemimle seni yazıyorum.
Leylakları göz önünde bulundur, nasıl da büyüyorlar
Onlara emek harcamak gerekmez yine de zarifler,
Değerliler, serpiliyorlar, Süleyman’ın mührü gibiler
Ama yine de bu dünyanın sardunya çiçeği J.M.Bhaer’dir.
JAMES
Oğulları bu taşkınlık hakkında bağırıp çağıra dursunlar -ki bu gerçekten olmuştur- anneleri de umut vadeden bazı dergilerden aldığı birkaç liberal teklifi okumakla meşguldü. Onun bedelsiz olarak bazı yazılarını yayına hazırlamasını istiyorlardı; bunun yanı sıra teselli edilemeyen genç bir kızdan uzunca bir mektup almış çünkü en sevdiği kahramanı ölmüştü ve Sevgili Bayan Bhaer, bu hikâyeyi tekrar yazabilir ve sonunun iyi bitmesini sağlayabilir misiniz? şeklinde bir ricayla karşılaşmıştı. Bir diğeri ise imzasını almaktan mahrum edilmiş öfkeli bir çocuktan geliyordu. Eğer kendisine imza, fotoğraf ve otobiyografik taslaklar isteyen diğer bütün insanlara, bu istediklerini göndermezse önceden tahminde bulunarak gizemli şekilde onun maddi iflasını ve gözden düşmesini beklediğini yazıyordu. Bir papaz onun dinini öğrenmek istiyordu ve evde kalmış kararsız bir kız, iki sevgilisinden hangisiyle evlenmesi gerektiğini soruyordu. Bu örnekler, talepte bulunanların sadece birkaçını anlatmak için yeterlidir ama oldukça yoğun bir kadının zamanını meşgul ediyorlardı. Bu nedenle tüm mektuplara özenle cevap veremediği için okuyucularımdan Bayan Jo’yu bağışlamaları için ricada bulunuyorum.
“Bu işi de halletmiş olduk. Şimdi biraz toz aldıktan sonra işime döneceğim. İşlerim çok aksadı ve biliyorsunuz seri hâlinde yazdığım eserlerim beklemeye gelmez. Bu nedenle beni görmek isteyen herkesi geri çevirmeni istiyorum, Mary. Bugün Kraliçe Viktorya bile gelse onu göremeyeceğim.” Ve Bayan Bhaer, tüm evrene meydan okurcasına peçeteyi fırlattı.
“Umarım günün iyi geçer, sevgilim.” diye cevap verdi kocası, kendisinin de çok miktarda yazışmaları olduğundan o da çok faal zamanlar geçiriyordu. “Üniversitede Profesör Plock ile yemek yiyeceğim. Bugün bir ara bize ziyarete gelecek. Gençler de Parnas’ta öğle yemeklerini yiyebilirler, böylelikle sessiz sakin bir gün geçirirsin.” Ve veda busesiyle Jo’nun alnında oluşan endişe dolu çizgilerini gidererek, her iki cebi kitaplarla dolu, bir elinde eski bir şemsiye ve diğer elinde jeoloji dersi için bir torba dolusu taşla o muhteşem adam, uygun adımlarla yürüyüp gitti.
“Edebiyatla ilgilenen bütün kadınların böyle düşünceli, melek gibi kocaları olsaydı hem daha uzun yaşarlardı hem de daha çok eser üretirlerdi. Belki dünya için bu nimet sayılmaz çünkü günümüzde birçok kadın yazarlık yapıyor.” diyerek Bayan Jo tüylü toz alıcısını kocasına doğru salladı, eşi de şemsiyesini gösterişli bir şekilde sallayarak karşılığını verdi caddeye doğru ilerlerken.
Aynı sıralarda Rob da okula gitmek üzere yola çıktı. Kitaplarıyla, çantasıyla, geniş omuzlarıyla ve istikrarlı havasıyla o kadar babasına benziyordu ki annesi içeri girmek üzere dönerken bir yandan kahkaha atıyor, bir yandan da çok içten bir şekilde kendi kendine mırıldanıyordu. “Tanrı benim her iki profesörümü korusun, onlardan daha iyi insanlar yaşamamıştır bu topraklarda!”
Emil çoktan şehirde demirleyen gemisine gitmişti ama Ted, istediği adresi çalmak için biraz daha oyalandı, ayrıca şekerliği yağmalamak ve annesiyle biraz daha sohbet etmek istiyordu, ne de olsa her ikisi birlikteyken bol bol muziplik yapıyorlardı.
Bayan Jo her zaman kendi salonunu kendisi düzenlerdi, vazolarını suyla doldurur ve ufak tefek dokunuşlarla gün için hoş ve düzenli bir hava yaratırdı. Perdeleri çekmek için gittiğinde çimenlerin üzerinde tanımadığı bir ressamın eskiz çizdiğini gördü ve inleyerek toz alıcısını çırpmak için arka pencereye aceleyle koşuşturdu.
Tam o sırada zilin çalmasıyla aynı anda yoldan tekerlek sesleri duyuldu.
“Ben bakarım. Mary hepsini içeri alıyor.” dedi Ted ve koridora doğru giderken saçlarını son bir hamleyle düzeltti.
“Kimseyi göremiyorum. Üst kata kaçmam için bana bir şans ver.” diye fısıldadı Bayan Jo, tam kaçmaya hazırlanırken. Ama oradan kurtulamadan elinde bir kartvizitle bir adam belirdi kapıda. Ted onu acımasız bir ifadeyle karşılarken annesi de kaçış için uygun bir zamanı beklemek üzere hemen perdelerin arkasına gizlendi.
“Ben Cumartesi Dedikodusu adlı bir dergi için bir dizi yazı yazıyorum ve ilk olarak Bayan Bhaer ile görüşme yapmak istiyorum.” diyerek kendi meslektaşlarının kullandığı imalı ses tonuyla başladı söze yeni gelen adam. Bir taraftan keskin gözleriyle her tarafı denetliyordu çünkü elde ettiği deneyimlerden, zamanı çok iyi değerlendirmesi gerektiğini öğrenmişti. Ne de olsa bu tür ziyaretlerini genelde kısa kesmek zorundaydı.
“Bayan Bhaer gazetecilerle asla görüşmez, efendim.”
“Ama tek istediğim sadece birkaç dakika konuşmak.” dedi adam içeriye biraz daha sokularak.
“Onu şu an göremezsiniz çünkü dışarıda.” diye cevap verdi Teddy ve arkasına kısaca göz gezdirerek mutsuz ebeveyninin ortadan kaybolduğunu gördü. Pencereden tüydüğünü tahmin etti, bazen böyle zorluklarla karşılaştığında ara sıra yaptığı gibi.
“Çok üzüldüm. Tekrar gelirim. Burası onun çalışma odası mı? Büyüleyici bir oda!” Sonra da bu davetsiz misafir tekrar salona odaklanarak yakalayabileceği bir haberin olup olmadığına bakındı, bu girişimleri ölümle sonuçlansa bile sonuna kadar mücadele veriyordu.
“Hayır, değil.” dedi Teddy nazik ama kararlı bir şekilde onun koridordan geriye doğru çekilmesini sağlayarak. Bir yandan da annesinin köşeyi dönerek kaçmış olmasını yürekten ümit ediyordu.
“Eğer bana Bayan Bhaer’in yaşını, doğum yerini, evlendiği tarih ve kaç çocuğu olduğunu söyleyebilirseniz çok minnettar kalırım.” diyerek devam etti utanma bilmez ziyaretçi, kapı paspasına ayağı takılırken.
“Altmışlı yaşlarında, Nova Zembla’da doğdu, tam da bugün evliliğinin kırkıncı yılını kutluyor ve ayrıca on bir tane kızı var. Öğrenmek istediğiniz başka bir şey var mı, efendim?” Ted’in ciddi yüz ifadesi verdiği saçma sapan cevaplarla çok hoş bir tezatlık yaratıyordu ama gazeteci bozguna uğradığının farkında bile değildi. Kahkahalarla eve dönüp girmek üzereyken, bir kadın ile onu takip eden, yüzleri sevinçle parlayan üç kız basamaklardan çıkmaya başladı.
“Biz ta Oshkosh’tan geliyoruz ve sevgili Jo teyzemizi görmeden eve dönmek istemedik. Kızlarım onun eserlerine hayranlık duyuyorlar ve onu görmeye bel bağladılar. Biliyorum biraz erken bir saat ama Holmes, Longfeller ve diğer ünlüleri de görmeyi planlıyoruz, onun için önce buraya geldik. Ben Oshkosh’tan Bayan Erastus Kingsbury Parmalee, ona öyle söylersiniz. Beklememizin mahzuru yok, eğer bizi görmek için henüz müsait değilse etrafa bakınabiliriz.”
Tüm bu sözleri öyle hızlı söyledi ki Ted balık etli küçük hanımlara gözlerini dikip bakakaldı. Onlar da altı çift mavi gözleriyle yalvarırcasına Ted’e dikip bakıyorlardı ama Ted’in doğuştan gelen nezaketi bu hanımlara en azından medeni bir cevap vermekten mahrum etmeyi imkânsız kılıyordu.
“Bayan Bhaer’i bugün görmeniz mümkün değil. Biraz önce çıktı sanırım ama isterseniz evi ve arazileri gezebilirsiniz.” diye mırıldanırken dördü tarafından içeri doğru itildi ve hepsi de kendinden geçmiş bir biçimde etrafına bakınmaya başladılar.
“Ay çok teşekkür ederiz! Eminim ki çok sevimli, çok hoş bir yerdir burası! Yazılarını orada yazıyor öyle değil mi? Oradaki de onun fotoğrafı mı? Lütfen söyleyin! Tam hayal ettiğim gibi birine benziyor!”
Bu yorumlardan sonra ince işlenmiş resminin önünde durdular. Bu, saygıdeğer Bayan Norton’du. Hâlinden hoşnut bir yüz ifadesiyle bir elinde kalemle poz vermişti. Ayrıca başında taç ve boynunda inci bir kolye vardı.
Ciddiyetini büyük bir çabayla korumaya çalışarak Ted, kapının arkasında asılı duran ve onun eğlence kaynağı olan Bayan Jo’nun çok kötü yapılmış bir portresine işaret etti. Işık, burnunun ucunda çok tuhaf bir gölge oyunu oynamıştı ve yanakları da oturduğu sandalye kadar kırmızı çıkmıştı ama bütün bu komik yanlarına rağmen aslında oldukça iç karartıcıydı.
“Bu fotoğraf annem için çekilmişti ama maalesef pekiyi çıkmamış.” dedi Ted. Asıl olanla düşünce arasındaki üzücü fark karşısında kızlar dehşete düşmüş gibi görünmemeye çalıştılar. Onların verdiği bu mücadeleyi Ted, büyük keyif alarak izledi. On iki yaşında olan en küçükleri, hayal kırıklığını gizleyemedi ve idollerimizin aslında sıradan erkek ve kadın olduklarını fark ettiğimizde neler hissediyorsak o da o anda öyle hissetmiş olmalı ki hemen kafasını öbür tarafa çevirdi.
“Onun on altı yaşlarında olacağını ve saçlarının sırtından aşağı doğru iki tarafından örülmüş olacağını düşünmüştüm. Artık onu görmesem de olur.” dedi çocuk dürüstçe, koridorun kapısına doğru ilerlerken. Annesi özür dilemek için geride kalmıştı. Ablaları ise “Çok hoş, o kadar canlı ki şiir gibi âdeta, bilirsiniz işte, özellikle kaşları müthiş.” demek zorunda kaldılar.
“Haydi kızlar, bugün yapılacak çok işimiz var, o yüzden gitsek iyi olur. Albümlerinizi bırakabilirsiniz ve Bayan Bhaer, içlerine bir şeyler yazdıktan sonra size tekrar gönderebilir. Size binlerce defa minnettarız. En içten dileklerimizi söyleyin annenize ve onu göremediğimiz için ne kadar üzüldüğümüzü de aktarın lütfen.”
Bayan Erastus Kingsbury Parmalee bu sözleri söyler söylemez büyük kareli bir önlük giymiş, kafasının üstüne bir mendil bağlamış, koridorun en ucunda çalışma odasına benzer bir odada vızır vızır toz alan orta yaşlı bir kadına ilişti.
“Hazır dışarıdayken onun özel odasına birazcık göz atsak?..” diye haykırdı hevesli kadın. Ted, annesini uyaramadan kadın, ailesiyle beraber bir hışımla koridor boyunca koşuşturdular. Ön taraftaki çimlerin üzerindeki sanatçı yüzünden, evin arka tarafındaki gazeteci yüzünden -ki o daha evden ayrılmamıştı- ve koridordaki kadınlar yüzünden annesi kaçacak delik bulamamıştı.
“Onu yakaladılar!” diye düşündü Teddy, bir taraftan eğleniyor, bir taraftan üzülüyordu. “Portreyi gördüklerine göre onun hizmetçi rolünü oynamasına gerek kalmadı.”
İyi bir oyuncu olarak Bayan Jo, elinden geleni yaptı hatta başarılı da olabilirdi ama ne var ki o son darbeyi vuran portre, ona ihanet etti. Bayan Parmalee yazı masasının önünde durdu ve orada duran lüle taşı pipoya, yakınında duran erkek terliklerine ve direkt Profesör Bhaer’ine yazılmış bir yığın mektuba kayıtsız kalarak ellerini birleştirdi ve çok etkilendiğini belirterek haykırdı. “Kızlar, işte bu noktada bizi iliklerimize kadar heyecanlandıracak o sevimli, o ahlak dersi veren hikâyelerini yazdı! Ben… Ah! Bu yetenekli kadından bir hatıra olarak bir parça kâğıt, eski bir kalem ya da bir posta pulu alabilir miyim?”
“Tabii ki kendi evinizmiş gibi davranın.” diye cevap verdi hizmetçi, oradan biraz uzaklaşarak ve göz ucuyla oğluna baktığında, gözlerinde artık bastıramayacağı bir neşe okunabiliyordu.
Kızlardan en büyüğü bunu fark etti, gerçekleri tahmin etti ve hemen önlüklü kadına gözlerini çevirdiğinde şüphelerinin doğrulandığını gördü. Annesine hafifçe dokunarak fısıltıyla, “Anne, bu Bayan Bhaer’in ta kendisi, eminim. Biliyorum o olduğunu!” dedi.
“Olamaz! Olabilir mi? Ah, evet o! Fikrimi beyan etmeliyim ki çok memnun oldum!” Ve kapıya doğru giden mutsuz kadının peşinden hızlıca koşarak Bayan Parmalee aşırı hevesli bir biçimde arkasından seslendi. “Bize aldırmayın! Çok meşgul olduğunuzu biliyorum ama bir kerecik elinizi sıkmamıza izin verin. Ondan sonra da gideriz.”
Kayıp olarak bilinen Bayan Jo, artık teslim bayrağını çekerek onlara doğru döndü ve bir çay tepsisini uzatır gibi elini takdim etti, annesinin dediği gibi “bir miktar endişe verici misafirperverlikle” çok içten gelen tokalaşmalara boyun eğdi.
“Eğer bir gün yolunuz Oshkosh’a düşerse bilin ki ayaklarınızın yere değmesine asla izin verilmeyecektir. Bizim halkımız sizi el üstünde tutacaktır ve sizi aramızda görmekten çok ama çok mutlu olacağız.”
Zihninde, o azgın kasabaya asla gitmemeyi karara bağladıktan sonra Jo, elinden geldiğince samimi bir şekilde sordukları sorulara cevap vermeye çalıştı ve albümlerini imzalayıp her ziyaretçiye birer hatıra verdikten ve hepsini teker teker öptükten sonra en nihayetinde oradan ayrılabildiler. Artık sırada “Longfeller, Holmes ve geri kalanlara” ziyaretleri vardı. Oysa hiçbiri evde değildi, en azından tüm içtenliğiyle böyle ümit ediyordu Jo.
“Seni hain seni, kaçabilmem için neden bana şans vermedin? Ah, ah aman Tanrı’m, bir de o uydurduğun yalanlar! Ümit ederim ki bu doğrultudaki bütün günahlarımız affedilir. Ama hileyle bu insanlardan kurtulamazsak bize gerçekten ne olur bilemiyorum. Bir kişiye karşı onca insanın olması hiç de adil değil.” Ve çocuklarının yaşamak zorunda olduğu bu deneyimlere homurdanarak Bayan Jo, önlüğünü koridordaki dolaba astı.
Teddy, tam okula gitmek üzere oradan ayrılırken merdivenlerden dönüp geriye baktığında “Caddeden bir sürü insan geliyor! Hazır ortalık sütlimanken sen saklanmana bak! Ben onların yolunu keserim!” diye haykırdı.
Bayan Jo hemen yukarı fırladı ve kapısını kilitledikten sonra çimlerin üzerine yayılmış kız okulundan gelen birçok genç hanımı sakin bir şekilde inceledi. Evin içine girmekten mahrum edilmiş bu kızlar çiçekler toplayarak kendi kendilerine eğlenmelerine baktılar, saçlarını yaptılar, öğle yemeklerini yediler ve oradan ayrılmadan önce bulundukları yer ve sahipleri hakkında özgürce fikirlerini beyan ettiler.
Bu olayı takip eden birkaç saatlik sessizlikten sonra o uzun öğleden sonrasında sıkı bir çalışmayı hedefleyerek tam işe koyulmak üzereydi ki Rob eve geldi. Hristiyan Genç Erkekler Sendikasının üniversiteyi ziyaret edeceğini ve aralarında Jo’nun da tanıdığı iki üç kişi, okula gitmeden önce ona saygılarını göstermek amacıyla onların evine uğramak istediklerini anlattı.
“Yağmur yağacak, o yüzden zannedersem gelemeyebilirler ama eğer gelirlerse hazır beklemek isteyebileceğini düşündü babam. Biliyorsun, bu erkek çocuklara hep zaman ayırabiliyorsun ama zavallı kızlara gelince sen her zaman kalbini onlara kapatıyorsun.” dedi Rob, sabahki ziyarette olanları Rob’ın erkek kardeşi ona anlatmıştı.
“Oğlanlar hayranlıklarını abartılı bir şekilde göstermiyorlar, o yüzden tahammül edebiliyorum. En son bir grup genç kızın içeri girmelerine izin verdiğimde bir tanesi kollarıma atılarak ‘Hayatım, sev beni!’ diye bağırdı. Onu tüm gücümle sarsmak istemiştim.” diye cevap verdi Bayan Jo, kalemini tüm gücüyle silerek.