Kitabı oku: «Jo'nun Oğulları», sayfa 4
“Erkeklerin böyle bir şey demelerine izin vermeyeceğini ümit ediyorum. Ama senden imza isteyeceklerine eminim, bu nedenle birkaç düzine hazırlamanda yarar var.” dedi Rob, yirmi dört tabakalık kâğıt destesini çıkararak. Oldukça misafirperver bir gençti ve annesine hayran olanların duygularını çok iyi anlayabiliyordu.
“Yine de kızları cebinden çıkaramazlar. Öyle sanıyorum ki X üniversitesine gittiğimde, gün boyu en az üç yüz tane imza vermişimdir. Sonra da oradan ayrıldıktan sonra, masama bir yığın kartvizit ile albüm bırakmıştım. Bu dünyada başıma dert olabilecek en saçma sapan ve yorucu çılgınlıklardan biri bence.”
Bütün bu sızlanmalarına rağmen Bayan Jo yine de bir düzine imzasını bıraktı, siyah elbisesini giydi ve pek yakında yapacağı telefon görüşmesini beklemeye başladı ama bir taraftan kendi işine geri dönerken yağmurun yağması için dua etmeyi de ihmal etmedi.
Beklediği sağanak yağış sonunda bastırdı ve artık kendini güvende hissederek saçlarını topladı, bilekliklerini çıkardı ve kitabının bir bölümünü bitirmek için acele etti çünkü her gün, en az otuz sayfa yazmayı görev edinmişti; karanlık basmadan bu görevini tamamlamayı seviyordu. Josie vazolara koymak için çiçek almıştı ve tam son şeklini vermek üzereydi ki dışarıdaki yamaçtan aşağı doğru, birkaç şemsiyenin hareket ederek onların evine doğru geldiğini gördü.
“Geliyorlar teyzeciğim! Onları karşılamak için amcamın, arazinin içinden koşuşturduğunu görebiliyorum.” diye seslendi merdivenlerin başından.
“Gözünü üzerlerinden ayırma ve bizim caddeye geldiklerinde bana haber ver. Her yeri düzenleyip aşağı gelmem bir dakikamı alır.” diye cevap verdi Bayan Jo, bir yandan can havliyle not alıyordu, ne de olsa kitabı hiçbir insan için bekletmeye gelmez hatta toplu hâlde Hristiyan Sendikası gelse bile.
“İki üç kişiden daha fazlalar. En az yarım düzine insan görüyorum.” diye seslendi koridor kapısından kız kardeşi Ann. “Hayır! Bir düzine insan geliyor sanırım, teyzeciğim, dışarıya bir bak, sanki hepsi birden geliyor gibi! Ne yapacağız şimdi?” Ve Josie hızla yaklaşmakta olan o simsiyah şemsiyelilerin yaratacağı izdiham ile yüz yüze geleceğini düşünerek iyice ümitsizliğe kapıldı.
“Tanrı’m, merhamet et bana. En az yüzlerce kişi var! Koşup arka girişe bir leğen koy. Şemsiyelerindeki yağmur suları oraya aksın. Bir de koridordan geçip oraya bırakmalarını söyle, ayrıca şapkalarını masanın üzerine istif etsinler çünkü ağaç hepsini taşıyamaz. Artık paspas koymanın bir anlamı kalmadı. Ah zavallı halılarım!” Ve Bayan Jo bu istilaya hazırlık yapmak için aşağı kata indi, o sırada Josie ve hizmetkârlar onca çamurlu çizmelerin eve gireceği düşüncesiyle perişan hâlde sağa sola koşuşturuyordu.
Uzun bir şemsiye kuyruğu oluşturarak hepsi teker teker geldi, şemsiyelerinin altında yüzleri kızarmış, pantolon paçaları sırılsıklam olmuştu. Belli ki bu beyefendiler, yağmurdan pek etkilenmeyerek kasabada çok hoş vakit geçiriyorlardı. Profesör Bhaer, hepsini kapıda karşıladı ve hoş geldiniz konuşmasını yaptığı sırada Bayan Jo kapıda belirdi ve çamurlu hâllerine üzülerek hepsini içeri davet etmek için başıyla işaret etti. Hoş geldiniz nutkunu çekmekte olan ev sahibini yağmurda şemsiyesiz bırakarak, bu genç adamlar aceleci davranarak neşeyle, samimiyetle ve hevesle basamakları çıktılar. İçeri girerken bir yandan şapkalarını çıkarıyor, bir yandan da şemsiyeleriyle mücadele veriyorlardı. Verilen talimata uyarak, hemen içeri doğru ilerleyip ellerindekileri bir kenara bırakıyorlardı.
Rap, rap, rap tam tamına yetmiş beş çift postal koridor boyunca ilerledi. Yetmiş beş adet şemsiye de misafirperver leğende kaynaşmaları için bırakıldı. Sonra da bu şemsiyelerin sahipleri, evin alt katının her tarafında cirit atmaya başladı, ev sahibesi de yetmiş beş defa bu candan insanlarla hiç söylenmeden tokalaştı, kimisinin eli ıslaktı, kimisinin ise ılıktı ama neredeyse hepsinin o günkü gezintileri hakkında anlatacak bir hatırası vardı tokalaşırken. Tez canlı bir adam iltifatlarda bulunurken ufak bir kaplumbağa gösterdi, bir diğerinin ise ünlü yerlerden arakladığı bir yığın çubuğu vardı ama yine de hepsi Plumfield’a ait bir hatırat için âdeta yalvardı. Gizemli bir şekilde masada bir yığın kartvizit beliriverdi, üzerine de imza alabilmek için ricada bulunan bir not iliştirilmişti ve o sabah ettiği yemine rağmen Bayan Jo, her birini teker teker imzaladı. O sırada kocası ve oğulları da ev sahipliği görevini üstlenmişti.
Josie, evin arka tarafında bulunan oturma odasına bir ara sıvıştı ama evi araştırmaya çıkan bazı gençler tarafından fark edildi ve bir tanesi ciddi şekilde onurunu kırarak aslında son derece masumane bir şekilde, onun Bayan Bhaer olup olmadığını sordu. Doğrusunu isterseniz misafirlikleri pek de uzun sürmedi. Hatta günün başına göre sonu, daha iyi geçti diyebiliriz çünkü yağmur durmuştu ve hepsinin üzerinde çok güzel bir gökkuşağı parlamaya başlamıştı. Bu iyi niyetli insanlar çimlerin üzerinde durup veda ederken tatlı tatlı şarkı söylemeye başladılar. Umut vadeden gökkuşağı, gençlerin kafaları üzerinde kavis çizmişti. Sanki cennet onların bütünleşmesine gülümsüyordu ve çamurlu toprak ile yağmurlu gökyüzünün arkasında her zaman güneşin doğuşuyla herkesin kutsandığını göstermek istercesineydi. İşte, bu iyiye alamet değil de neydi?
Teşekkürlerini bildirmek için üç kez tezahürat yaptılar ve sonra da gözden kayboldular. Halılardaki çamurları küreklerle kazıyıp temizledikçe ve yarısı suyla dolu leğeni boşalttıkça ziyaretleriyle aileyi eğlendirecek çok hoş anılar bıraktılar.
“İyi, dürüst, çalışkan gençler onlar ve onlar için harcadığım yarım saati fazla görmüyorum ama gerçekten işimi bitirmek zorundayım, o yüzden çay saatine kadar hiç kimsenin beni rahatsız etmesine izin vermeyin.” dedi Bayan Jo, kapıyı pencereyi kapatma işini Mary’ye bırakarak. Baba ve oğulları misafirlerle gitmişti. Josie de Jo teyzedeki eğlenceyi annesine anlatmak için eve koşturmuştu.
Evdeki huzur sadece yarım saat hüküm sürdü, sonra da kapı çaldı. Mary kıkırdayarak üst kata koşturdu ve “Biraz tuhaf görünümlü bir kadın geldi. Bahçeden bir tane çekirge alıp alamayacağını öğrenmek istiyor.” dedi.
“Ne istiyor?” diye haykırdı Bayan Jo, kalemini düşürüp mürekkep lekesi yaparak. O güne kadar yapılan en garip ricalar arasında herhâlde bu en tuhafıydı.
“Bir çekirge, hanımım. Sizin meşgul olduğunuzu söyledim ve ne istediğini sordum. O da bana ‘Ünlü birkaç kişinin arazilerinden aldığım çekirgeler var ve koleksiyonuma katmak için bir tane de Plumfield’dan istiyorum.’ dedi. Hiç böyle saçmalık duydunuz mu, hanımım?” diye sordu Mary. Sonra da karşılaştığı bu rica karşısında tekrar kıkırdamaya başladı.
“Ona hepsini almakta serbest olduğunu söyle. Onlardan kurtulursam ne âlâ, sürekli yüzüme doğru zıplamaları yetmiyormuş gibi bir de elbiseme takılıyorlar.” diyerek kahkaha attı Bayan Jo.
Mary gözden kayboldu ancak bir dakika sonra neşeden nutku tutulmuş bir hâlde geri döndü.
“Size çok minnettar olduğunu söylüyor, hanımım ve ayrıca sizden eski bir gecelik ya da bir çift uzun çorap istiyor. Yaptığı bir halıya ekleyecekmiş. Emerson’dan bir yelek, Bay Holmes’tan pantolon ve Bayan Stowe’dan da bir elbise aldığını söylüyor. Bu kadın deli olmalı!”
“O eski kırmızı şalımı veriver ona, ben de daha sonra onun o muhteşem halısıyla bütün ünlülerin arasında harika bir şov yapacağım. Evet, bunların hepsi kafayı sıyırmış, hepsi aslan avcısı. Gerçi bu kadın zararsız bir deliye benziyor, ne de olsa zamanımı ziyan etmiyor hatta eğlenceli geçmesini bile sağlıyor!” dedi Bayan Jo pencereden göz attıktan sonra işlerine dönerek. Aşağıda kızıla çalan siyah renkli bir kıyafet giymiş uzun boylu, zayıf bir kadın vardı. İstediği canlı böceği yakalamak için çılgınca oradan oraya çimlerin üzerinde atlıyordu.
Hava kararmaya başlayana kadar bir daha rahatsız edilmedi ama bir süre sonra Mary, kafasını kapıdan uzatarak bir beyefendinin Bayan Bhaer’i görmek istediğini ve hayırı cevap olarak kabul etmeyeceğini söyledi.
“Kabul etmek zorunda. Asla aşağı inmeyeceğim. Günüm çok zorlu geçti ve bir daha rahatsız edilmek istemiyorum.” diye cevap verdi yılgın yazar, yazdığı bölümün büyük finalin ortasındayken ara vermek zorunda bırakılarak.
“Ben de ona öyle söyledim hanımım ama son derece yüzsüzce dosdoğru içeri yürüdü. Sanırım o da diğer delilerden biri ama söylemeliyim ki ondan çok korktum, çok iri yarı ve koyu tenli, son derece de serinkanlı, gerçi yakışıklı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.” diye ekledi Mary kurnazca sırıtarak. Yabancının yüzsüz davranışlarına rağmen belli ki Mary’nin gözüne girmeyi başarmıştı.
“Bütün günüm rezil oldu ve bu son yarım saatimi, bölümümü bitirmekle geçireceğim. Ona gitmesini söyle ve asla aşağı inmeyeceğim.” diye öfkeyle bağırdı Bayan Jo.
Mary aşağı indi, elinde olmadan Bayan Jo dinlemeye başladı, ev sahibesi başlarda bazı mırıldanmaları, sonra da Mary’nin büyük bir çığlık attığını duydu. Bayan Jo, gazetecilerin neler yapabileceklerini hatırlayarak ve ayrıca hizmetçisinin, hem güzel hem de korkak olduğunu düşünerek, hemen kalemini bir kenara fırlattı ve hizmetçisini kurtarmak amacıyla aşağı koştu. En haşmetli havasına bürünerek merdivenlerden indi ve duraksayarak, eşkıya kılıklı davetsiz misafirin büyük bir kuvvet harcayarak merdivenlerden çıkmaya çalıştığını ve Mary’nin de cesurca karşı savunmaya geçtiğini gördü, sonra da büyük hayranlık uyandıran o ses tonuyla gürledi.
“Geri çevirmeme rağmen, hâlâ burada kalmakta ısrar eden bu kişi kimdir?”
“Onu tanımadığınıza eminim, hanımım. Adını vermiyor ve onunla görüşmeyi kabul etmezseniz sonradan çok pişman olacağınızı söylüyor.” diye cevap verdi Mary, kızgın ve al al olmuş yanaklarıyla nöbet yerinden geri çekilerek.
“Pişman olmaz mısın?” diye sordu yabancı, o simsiyah gözlerinin içi gülüyordu yukarı baktığında, çok uzun bir sakalın arasında dişleri parlıyor ve öfkeli kadına cesaretle yaklaşırken iki elini de ona doğru uzatıyordu.
Bayan Jo, onu delici bakışlarla inceledi, ne de olsa bu ses ona çok tanıdık geliyordu; sonra da Mary’nin şaşkınlığı karşısında her iki kolunu bu eşkıya kılıklı adamın boynuna sardı ve neşeyle çığlık attı. “Sevgili oğlum, sen nereden çıktın?”
“Kaliforniya’dan ve özellikle seni görmek için geldim Bhaer anne. Şimdi beni buradan gönderseydin pişman olmaz mıydın?” diye cevap verdi Dan, çok içten bir öpücükle.
“Son bir yıldır sen benim burnumda tüterken seni evimden attırabileceğimi hiç düşünemiyorum bile!” diyerek kahkahalar attı Bayan Jo. Yaptığı şakadan fazlasıyla memnundu ve yuvasına dönen gezginle rahatça konuşabilmek için merdivenlerden indi.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
DAN
Bayan Jo, Dan’de Kızılderili kanı olduğunu sık sık düşünürdü, sadece yaban ve gezginci bir hayata âşık olduğundan değil, onun dış görünüşü de bunun bir kanıtıydı ve büyüdükçe bu huyu göze çarpan bir özelliği hâline gelmişti. Yirmi beşindeydi, çok uzun boyluydu, kuvvetli bacaklara, ince ve koyu tenli bir yüze sahipti. Dikkat çeken bakışlarıyla tüm duyularının zinde olduğu havasını veriyordu. Tavırları biraz kabaydı, enerji doluydu, hızlı konuşur çabuk sinirlenirdi, gözleri alev topu gibiydi ve sanki birine karşı gardını almak istercesine her zaman dikkatle etrafına bakınırdı. Genel olarak dinç ve taptaze bir havası vardı ve onun macera dolu hayatının tehlikelerini ve mutluluklarını yakından bilen insanlara bu çok büyüleyici geliyordu. “Bhaer anne” ile oturup sohbet ederken Dan, göz kamaştıracak kadar iyi görünüyordu. Güçlü koyu tenli elini, Bayan Jo’nun elinin üzerine koymuş, şefkat dolu ses tonuyla onunla konuşmasını sürdürüyordu.
“Eski dostları unutmak mı! Şimdiye kadar tek bildiğim yuvamı nasıl unutabilirim? Hatta yaşadığım bir dizi şanslı olayı anlatmak için öyle alelacele buraya geldim ki kendime çekidüzen vermek için uğraşmadım bile, hem de hiç olmadığım kadar vahşi bir bufaloya benzeteceğinizi bile bile!” Sonra da taranmamış siyah saçlarını sallayarak, sakallarını çekiştirerek öyle bir kahkaha attı ki bütün odayı çınlattı.
“Benim hoşuma gitti, her zaman haydutlara karşı bir zaafım olmuştur. Ve sen de tıpkı onlardan birine benziyorsun. Aramıza yeni katılan Mary, senin bakışlarından ve tavırlarından çok korkmuştu. Josie seni bilmez bile ama o koca sakalın ve dalgalanan yelene rağmen Ted, hemen Danny’sini tanır. Herkes pek yakında seni karşılamak için buraya gelecektir, o yüzden onlar doluşmadan bana kendinden biraz daha söz et. Ah, Dan, bir tanem, buraya en son neredeyse iki yıl önce gelmiştin! Her şey yolunda mı peki?” diye sordu Bayan Jo, bir taraftan Kaliforniya’daki hayatını bir taraftan da ufak bir yatırımdan beklenmedik bir kâr elde ettiğini anaç bir ilgiyle dinliyordu.
“Hem de üstün başarıyla! Biliyorsun, paranın benim için pek önemi yok. Kendi masraflarımı karşılayacak cüzi bir miktar benim için yeterli. Yani hayatıma devam ettikçe elime bir şeyler geçsin yeter, bir anda çok fazla para kazanıp onun derdiyle uğraşmak istemiyorum. Eğlenceli olan, oradan zaman zaman elime paranın geçmesi ve benim de istediğim gibi onu savurabilmem. İşte bu hoşuma gidiyor. Onları biriktirmenin hiç anlamı yok, yaşlanacak ve ona ihtiyacım olacak kadar yaşamayacağımı biliyorum. Benim gibi tipler böyle işte.” dedi Dan, elde ettiği o ufak servetin içini daralttığı izlenimini verdi.
“Ama evlenip bir yere yerleşirsen, ki böyle olmasını ümit ediyorum, o zaman başlangıçta biraz paraya ihtiyacın olacak, oğlum. Bu nedenle hesabını bil ve yatırım yap, hemen har vurup harman savurmaya kalkışma, zor günler hepimizin başına gelebilir ve birine bağımlı olmak senin için zor olabilir, buna dayanamazsın.” diyerek bilgece bir cevap verdi Bayan Jo. Gerçi bir taraftan çok para kazanan şanslı oğlunun şımarmadığını görmek onu mutlu etmişti.
Dan kafasını sallayıp odaya göz gezdirdi, sanki oraya çok uzun süredir hapsedilmiş de tekrar açık havaya çıkmak ister gibi bir tavır içindeydi.
“Benim gibi bir eşekle kim evlenir ki? Kadınlar istikrarlı erkeklerden hoşlanır ve ben de asla öyle biri olamayacağım.”
“Sevgili oğlum, ben genç bir kızken senin gibi macera peşinden koşan delikanlılardan hoşlanırdım. Yeni ve cesaret gerektiren, özgür ve romantik olan her şey, biz kadınları her zaman cezbetmiştir. Sakın cesaretin kırılmasın, bir gün demirleyecek bir liman bulacaksın. Sonra bir de bakmışsın, daha kısa yolculuklara çıkıyorsun ve evine daha çok yük götürüyorsun!..”
“Bir gün sana Kızılderili bir kadını eş diye getirsem ne dersin?” diye sordu Dan. Odanın köşesinde bembeyaz parlayan ve çok hoş bir görüntüye sahip olan mermerden yapılmış Galatea’nın büstüne bakarken gözlerinde haylazlığın pırıltıları okunuyordu.
“Eğer iyi biriyse onu tüm kalbimle kabullenirdim. Öyle bir olasılık mı var?” Ve Bayan Jo, edebiyatla ilgilenen kadınların bile aşk meselelerinin meraklarını uyandırdığını gösterircesine ona dikkatle baktı.
“Şu an öyle bir şey yok, teşekkür ederim ama ben almayayım. Ted’in hep dediği gibi şu an ‘fink atmakla’ meşgulüm. Sahi, bizim oğlan neler yapıyor?” diye sordu Dan. Yeterince duygusal konular konuşmaktan usanmıştı ve büyük bir maharetle sohbetlerini başka yöne çevirmişti.
Bundan sonra Bayan Jo, makineli tüfek gibi konuşmaya başladı ve oğulları aniden içeri girip de iki sevgi dolu genç birer ayı gibi Dan’in üstüne atlayana kadar çocuklarının becerilerini ve erdemlerini ayrıntısıyla anlatmaya başladı. Sevinçli duygularını dışa vurmak istercesine Dan ile arkadaşça bir güreş müsabakasına tutuştular ve doğal olarak her ikisi de yenilgiye uğratıldı, ne de olsa bizim avcı, onların çaresine bakmakta gecikmedi. Bu olayın üzerine Profesör eve geldi ve çakıldaklar gibi susmak bilmediler. Mary’nin bile neşesi yerine geldi ve aşçı da olağanüstü bir akşam yemeği hazırlamak için kolları sıvadı, sezgisel olarak kehanette bulunup bu misafirin nezaketle karşılanması gerektiğini anlayarak.
Çaydan sonra sohbet ederlerken Dan, upuzun odalarda bir aşağı bir yukarı yürümeye başladı. Temiz hava almak için ara sıra koridora çıkıp geziniyordu, sanki bu medeni insanlara göre onun ciğerlerinin daha çok havaya ihtiyacı varmış gibi. Yaptığı bu kısa turların birinde kapı boşluğunun karanlığında beyaz bir figürün durduğunu gördü ve ona bakmak için duraksadı. O sırada Bess de duraksadı, eski arkadaşını tanıyamamıştı. Orada öylece durarak ne kadar hoş bir manzara yarattığının farkında bile değildi. Uzun boyluydu, hatları ince ve zarifti, o hafif kasvetli yaz gecesine ters düşecek şekilde altın sarısı saçları kafasının etrafını hâle gibi çevrelemiş, koridorda esen serin rüzgâr sayesinde üzerine giydiği beyaz şalın uçları birer kanatmış gibi bir görüntü veriyordu.
“Sen misin, Dan?” diye sordu Bess. Zarif bir gülümsemeyle yanına gitmiş, elini uzatmıştı.
“Öyle görünüyor ama ben seni hiç tanıyamadım, prenses. Senin bir hayalet olduğunu düşündüm.” diye cevap verdi Dan, ona tatlı tatlı merakla tepeden bakıyor ve hayrete kapıldığını yüz ifadesinde gizleyemiyordu.
“Ben çok büyüdüm ama sen bu iki yılda bayağı değişmişsin.” Ve Bess, önünde duran resmedilmeye değer görüntüye, genç kızlara özgü bir memnuniyetle ona doğru baktı. Bess’in etrafında duran iyi giyimli insanlar, bu görüntünün çoktan tezatlık oluşturduğuna karar vermişti bile.
Kimse ağzını açamadan Josie aceleyle içeri koştu ve genç kızlığa adım attığı için yeni elde ettiği ağırbaşlılığa kayıtsız kalarak Dan’in onu yukarı kaldırıp bir çocukmuş gibi kendisine bir öpücük vermesine izin verdi. Onu yere koyar koymaz Dan, onun çok değiştiğini fark etti ve yapmacık bir tavırla dehşete düşmüş gibi yapıp feryat etti.
“Selam! Ah, sen de çok büyümüşsün! Oyun oynayabileceğim bir çocuk olmayınca ben ne yapacağım? Ted’e bir bakın, fasulye sırığı gibi büyümüş, Bess de genç bir kadına dönüşmüş ve sen bile geleceği parlak kuzum, çocuk bezini bir kenara fırlatıp büyüklük taslıyorsun.”
Kızlar kahkaha atıyordu. Josie, bu uzun boylu adama bakarken yüzü kızardı, ne de olsa harekete geçmeden önce iyice düşünmemişti. Bu iki genç kuzen, çok hoş bir zıtlık oluşturuyorlardı. Biri leylak kadar açık tenli, diğeri de yaban gülüne benziyordu. Ve Dan, her ikisini incelerken kafasını memnuniyetle salladı; gezileri boyunca birçok çekici kadın görmüştü ve bu eski arkadaşlarının hoş bir şekilde serpildiklerini görmek onu mutlu etmişti.
“Haydi bakalım! Dan’i tekelinizde tutup durmayın!” diye seslendi Bayan Jo. “Onu geri getirin ve gözünüzü dört açın! Yoksa onu doğru dürüst görmeden yine buralardan bir iki yıllığına sıvışıp kaçabilir.”
Bayan Jo ile aynı fikirde olanlar tarafından Dan esir alınarak oturma odasına geri götürüldüğünde, diğer oğlanlara göre daha çok gelişme gösterdiği ve erkekliğe daha erken adım attığı için Josie tarafından azar işitti.
“Emil senden daha büyük ama yine de çocuk gibi davranıyor ve eskiden olduğu gibi hâlâ hoplayıp zıplıyor, denizci şarkıları söylüyor. Sen otuz yaşında gibi görünüyorsun. Bir piyeste, bir Orta Çağ köylüsü gibi kocaman ve kapkara duruyorsun. Ah, harika bir fikrim var! Pompei’nin Son Günleri14 romanındaki Arbaces15 için biçilmiş kaftansın. Biz bu oyunu sahnelemek istiyoruz. Aslan olacak, gladyatörler olacak hatta yanardağın patlaması bile olacak. Tom ve Ted üzerimize küller yağdıracak ve variller dolusu taşı da yuvarlayacaklar. Bir tane Mısırlı rolü için koyu tenli bir adam arıyorduk. Sen de kırmızı ve beyaz şalların arasında harika durursun, öyle değil mi, Jo teyze?”
Böylesine kelime yağmuruna tutulan Dan, dayanamayıp elleriyle kulaklarını kapadı ve Bayan Bhaer o coşku dolu yeğenine cevap veremeden Laurenceler, Meg ve ailesi, kısa bir süre sonra da Tom ve Nan eve doluştular. Hepsi Dan’in maceralarını dinlemek için oturdular. Kısa ama etkileyici bir anlatımla herkesi büyüledi, etrafını çevreleyen kişilerin ilgi, merak, neşe ve gerilim dolu değişken yüz ifadelerinde bu açıkça görünüyordu. Orada bulunan oğlanlar bir an önce Kaliforniya’ya gidip sıfırdan zengin olma hayaline kapıldılar; kızlar ise gezileri sırasında onlar için satın aldığı ilginç ve güzel hediyeleri almak için sabırsızlıkla sıralarını beklediler; o arada da evin büyükleri deli dolu oğlanın enerjisi ve iyi huyları karşısında tüm samimiyetleriyle keyiflendiler.
“Tabii geri dönüp şansını tekrar denemek isteyebilirsin ve umarım ki her şey gönlünce olur. Ama borsa oyunları çok tehlikelidir ve kazandığın her şeyi bir anda kaybedebilirsin.” dedi Bay Laurie. Orada bulunan oğlanlar kadar heyecan verici maceraları dinlemenin tadını çıkarmıştı ve tıpkı odadaki diğer çocuklar gibi o da Dan ile o tür bir hayatı yaşamayı çok isterdi.
“Doğrusunu isterseniz biraz usandım, en azından bir süreliğine ara vereceğim, kumara çok benziyor. Tek ilgimi çeken yanı, bana verdiği heyecan ve bu da benim için pek de iyi bir şey değil. Batıya gidip çiftçilikle uğraşmayı arzuluyorum. Geniş kapsamlı düşününce bu harika bir fikir, uzun süre aylak aylak gezdikten sonra düzenli bir işimin olmasının oldukça iyi bir şey olacağını düşünüyorum. Orada bir başlangıç yapabilirim, siz de bana ailenin yüz karası koyunlarını yollarsınız, ben de onları üremeleri için yetiştiririm. Avustralya’da koyun yetiştiriciliği ile uğraştım ve kara koyunlar hakkında biraz bilgim var aslında.”
Sözlerini bitirirken Dan’in yüz ifadesindeki durgunluk patlattığı bir kahkaha ile yok oldu, onu çok iyi tanıyanlar San Francisco’da çok büyük bir ders aldığını ve tekrar öyle bir yola sapmayacağını anladı.
“Bu mükemmel bir fikir, Dan!” diye haykırdı Bayan Jo, onun bir yere yerleşip başkalarına yardım etme isteğiyle yanıp tutuştuğunu görünce büyük ümitler beslemeye başladı. “Artık nerede olduğunu bileceğiz ve dünyanın yarısını arşınlamaksızın gelip seni görebileceğiz. Ziyaret için sana bizim Ted’i gönderebilirim. Zaten yerinde duramayan bir çocuk. Seni görmek ona iyi gelecektir. Seninle beraber olacağı için gözüm arkada kalmaz, bir taraftan üretim fazlası enerjisini harcar, bir taraftan da erdemli bir iş öğrenir.”
“Hiç merak etmeyin, eğer şansım yaver giderse oralarda çapayla küreği itaatkâr bir şekilde kullanmayı öğrenirim ama Montana madenleri kulağıma daha hoş geliyor.” dedi Ted, Dan’in Profesör için getirdiği maden cevheri numunelerini incelerken.
“Sen git, hayatına yeni bir şehirde başla ve bizler de akın hâlinde oralara gelmeye hazır olduğumuzda gelip yerleşiriz. Pek yakında orada bir gazete çıkarmak isteyeceksin, ben de bir tane yönetirsem hiç de fena olmaz. Buralarda çok sıkı çalışıyorum, hiç olmazsa kendime ait olur.” diye fikir sundu Demi. Basın çizgisinde kendisinin sivrildiğini düşününce soluğu kesilmişti.
“Oralarda yeni bir üniversiteyi kolayca inşa edebiliriz. Bu aslan parçası Batılılar bir şeyler öğrenmeye açlar ve en iyisini fark edip seçmekte oldukça hızlılar.” diye ekledi genç görünümlü Bay March, o geniş Batılı arazilerinde kendi gelişmekte olan kurumlarının mantar gibi bittiğini, her zaman isabetli tahminlerde bulunan kişiliği ile dikkatlice düşünerek.
“Sen yoluna devam et, Dan. Bu harika bir plan ve seni her zaman destekleriz. Hatta ben bile birkaç bozkıra ve kovboya yatırım yapmayı düşünebilirim.” dedi Bay Laurie, her zaman bu genç delikanlılara yardım etmeye hazırdı, sadece destekleyici sözlerle değil, aynı zamanda her zaman açık olan cüzdanıyla da.
“Biraz para, insanın hayatında istikrarı sağlıyor ve onunla yatırım yapmak onun dayanak noktası oluyor. En azından bir süreliğine. Neler yapabileceğimi görmek istiyorum ve bu işe kalkışmadan önce sizinle görüş alışverişinde bulunmak istedim. Yıllardır bu işin bana uygun olup olmadığı konusunda hep şüphelerim olmuştur ama en azından, yorulduğum zaman bağlarımı koparabilirim.” diye cevap verdi Dan, planlarını anlattığı bu arkadaşlarının yoğun ilgisi karşısında hem duygulanmış hem de memnun olmuştu.
“Ben oradan kesinlikle hoşlanmayacağını düşünüyorum. Bütün dünyayı aylak aylak gezdikten sonra bir tane çiftlik sana korkunç derecede küçük ve aptalca gelecek.” dedi Josie, gezginci hayatın romantizmini daha çok tercih ediyordu. Çünkü Dan’in, her eve döndüğünde anlatacak heyecan verici hikâyeleri ve güzel hediyeleri oluyordu.
“Oralarda sanat eserleri var mı?” diye sordu Bess. O sırada ışık yan taraftan vuruyordu ve ayakta durmuş konuşan Dan’in siyah beyaz çalışmasının ne kadar da hoş olabileceğini düşündü.
“Orada doğa ile iç içe olacaksın tatlım ve bu çok daha iyi bir şey. Model olarak kullanabileceğin muhteşem hayvanlar bulacaksın ve boyamak için asla Avrupa’da göremeyeceğin manzaralarla karşılaşacaksın. Hatta alelade bal kabakları bile oralarda daha büyük. Tiyatronun açılışını Dansville’de yaptığında onların birinin içinde Sinderella’yı bile oynayabilirsin, Josie.” dedi Bay Laurie, yaptıkları yeni planlarda hiçbir şeyin heveslerini kırmaması için tedirgin bir şekilde konuşarak.
Tiyatro tutkunu olan Josie’nin dikkatini çekmişti bu sözleri ve henüz inşa edilmemiş sahnede en trajik rollerinin kendisine verileceği sözüyle bu projeyle oldukça yakından ilgilenmeye başladı ve yeni deneyimlerine bir an önce başlaması için Dan’e âdeta yalvarmaya başladı. Bir taraftan da Bess doğayla yapacağı çalışmaların kendisine iyi geleceğini, vahşi doğa manzaralarının ona farklı hazlar vereceğini ve karşısına çıkan şeylerin incelikli ve güzel olduğu sürece onun için çok daha mükemmel olabileceğini itiraf etti.
“Yeni kuracağımız kasabanın hekimlik uygulaması adına konuşacağım.” dedi Nan, her zaman yeni girişimler için sabırsızdı. “Siz orada başlayana kadar ben de kendimi hazırlayacağım. O bölgelerde kasabalar çok çabuk gelişir.”
“Dan kendi yerleşim yerine kırk yaşın altında hiçbir kadının girmesine izin vermeyecektir. Onlardan hoşlanmıyor, özellikle genç ve güzel olanlardan.” diye ekledi Tom, kıskançlık krizine girmişti. Çünkü Dan’in gözlerinde, Nan’e karşı olan hayranlığını okuyabiliyordu.
“O beni hiç ırgalamaz çünkü kurallar karşısında doktorlar her zaman istisna sayılırlar. Dansville’de pek fazla hastalığın olacağını sanmıyorum, herkes aktif ve sağlıklı hayatlar sürecektir, zaten enerji dolu genç insanlar öyle bir yere gidecektir. Ne var ki sık sık kazalar olacaktır. Bunun nedeni de vahşi büyükbaş hayvanlar, atları hızlı sürmeler, göğüs göğüse kavga eden Kızılderililer ve Batılı hayatın pervasızlığıdır. Oraya kolaylıkla uyum sağlayacağıma inanıyorum. Kırık kemiklerin özlemini duyuyorum, cerrahlığı çok ilginç buluyorum ve maalesef buralarda aradığımı hiç bulamıyorum.” diye cevap verdi Nan, tabelasını asıp işe başlamak için âdeta yanıp tutuşuyordu.
“Ben seni kabul ediyorum, Doktor ve seninle yapabileceklerimizle memnunluk duyacağım. Batı’da çok şey başarabiliriz. Hadi, sen gece gündüz demeden çalışmaya devam et ve başını sokacak bir yer sağlar sağlamaz seni çağıracağım. Sırf sana özel bir yarar sağlayacaksa birkaç beyaz adamın kafa derisini yüzerim ya da bir düzine kadar kovboyu iyice benzetirim.” diyerek kahkahalarla güldü Dan, enerjisi ve hoş fiziğiyle Nan’i diğer kızlardan ayırt eden bu özelliği karşısında Dan gayet memnundu.
“Çok teşekkürler, kesin geleceğim. Koluna dokunmamda bir sakınca var mı? Pazıların muhteşem! Hey erkekler bana bakın, işte buna kas derim.” Ve Nan dinleyicilerine dönüp Dan’in güçlü kolunu gösterdi ve ders verir gibi örneklerle açıklamalarda bulundu.
Tom cumbada inzivaya çekilerek yıldızlara öfkeyle baktı, sonra da sağ koluyla hayalî birini devirmek istercesine tüm gücüyle havaya doğru yumruk attı.
“Tom’u kilisenin hademesi yap, Nan’in öldürdüğü hastaları gömmekten büyük zevk alacaktır. Onda o asık suratı olduğu sürece bence bu işi becerebilir. Planlarında onu sakın unutma, Dan.” dedi Ted, köşedeki umutsuzluğa düşen kişiyi işaret ederek.
Ama Tom uzun süre somurtacak biri değildi ve geçici bir karamsarlığa büründükten sonra neşeyle bir öneride bulundu.
“Bana bakın, bence bütün şehri Dansville’e taşınmasını sağlamalıyız; buna sarıhummalı, çiçek hastalığı ile koleralı vakalar da dâhil, böylece Nan çok mutlu olur ve göçmenler ile hükümlüler üzerinde yaptığı hatalar da pek önemli sayılmaz.”
“Ben Jacksonville’e yerleşmeyi öneririm ya da oraya benzer bir yere, böylece kültürlü insanlar topluluğuna karışmış olursunuz. Orada Eflatun Kulübü var mesela ve ayrıca çok ateşli felsefe taraftarlarını da görebilirsiniz. Doğu’dan gelen her şey buralarda hoş karşılanır ve bu kadar merhametli topraklarda yapılan yeni girişimler oldukça başarılı olur.” diyerek gözlemlerini sundu Bay March, capcanlı manzaranın tadını çıkaran büyüklerin arasına oturarak kibarca bir öneride bulundu.
Dan’in Eflatun’u inceleme fikri aslında çok komikti ama bu düşünceye yaramaz Ted’den başka hiç kimse gülmedi, o sırada Dan ise, o çok çalışan etkin beynindeki bir başka planı gözler önüne sermek için acele etti.
“Çiftçilikle uğraşmanın ne kadar başarılı olacağından pek emin değilim ama benim eski arkadaşlarım olan Montana Kızılderilileriyle iş birliği yapma taraftarıyım. Oldukça huzurlu bir kabile. Yardıma çok ihtiyaçları var. Yüzlercesi açlıktan öldü. Çünkü paylarına düşeni bir türlü alamadılar. Oysa Siyular16 kavgacıdır, otuz bin güçlü adamdan söz ediyoruz ve bu nedenle hükûmet onlardan korktuğu için istedikleri her şeye peki diyor. Ben de buna lanet olası, utanç verici diyorum!” Ağzından kaçırdığı küfür karşısında Dan, bir an için duraksadı fakat gözlerinde nefretle sözlerine hızlıca devam etti. “Aynen bu anlattığım gibi her şey ve özür de dilemeyeceğim! Ben oradayken param olsaydı her bir sentimi o zavallı çocuklara dağıtırdım, malları hileyle gasp edildi ve her şeye rağmen hepsi sabırla bekliyorlar, kendi sahip oldukları topraklarından hiçbir şeyin yetişemeyeceği verimsiz topraklara sürüldüler. Şimdi dürüst ve etkin kişiler o kadar çok şey yapabilir ki ve içimden bir ses, oraya gidip yardım eli uzatmam gerektiğini söylüyor. Ben onların dilinden anlıyorum ve onları çok beğeniyorum. Birkaç bin dolarım var ve kendime harcamaya ve bu paraların keyfini çıkarmaya pek hakkım olduğunu düşünmüyorum. Ne diyorsunuz bu duruma?” Dan arkadaşlarına dönüp baktığında oldukça mert ve samimi görünüyordu, sarf ettiği enerji dolu sözleri karşısında yüzü kızarmıştı ve çok heyecanlıydı. Haksızlığa uğramış kişilere duyulan merhamet duygusuyla hepsinin kalpleri o an birbirine kenetlendi ve acıma duygusunun yarattığı ufak gerilimi hissettiler.
“Yapmalısın, yapmalısın!” diye heyecana kapılan Bayan Jo haykırdı, ne de olsa iyi şansa sahip olanlara göre felaketler yaşayanlar ona daha ilgi çekici geliyordu.
“Yapmalısın, yapmalısın!” diye tekrarladı Ted, sanki bir piyesteymiş gibi alkışlayarak. “Ve yardım etmek için beni de götür. O iyi adamların arasına katılıp avcılıkla uğraşmak için can atıyorum.”