Kitabı oku: «Adanın Kızı Anne», sayfa 2
Ay ışığının solgun parlaklığının gizemli bir loşlukla hafifçe aydınlattığı durgun Âşık Yolu o gece çok güzel bir yerdi. Bu yoldan dostça bir sessizlikle aylak aylak yürüyerek geçtiler. İkisi de konuşmaya heveslenmedi.
“Eğer Gilbert her zaman bu akşamki gibi olsaydı her şey ne kadar da güzel ve basit olurdu.” diye düşündü Anne.
Gilbert, yanında yürüyen Anne’e baktı. Hafif elbisesi ve ince zarafetiyle beyaz bir süsen çiçeğine benzediğini düşündü.
“Acaba bir gün beni sevmesini sağlayabilecek miyim?” diye düşündü yüreğini sızlatan bir öz güvensizlikle.
BÖLÜM 3
MERHABA VE ELVEDA
Charlie Sloane, Gilbert Blythe ve Anne Shirley bir sonraki pazartesi sabahı Avonlea’den ayrıldılar. Anne, havanın güzel olmasını ümit ediyordu. Diana onu istasyona götürecekti ve uzun bir süre boyunca bir daha birlikte yola çıkmayacaklarından bu son seyahatlerinin keyifli olmasını istiyorlardı. Ne var ki Anne pazar gecesi yatağa gittiğinde Green Gables etrafında kükreyen doğu rüzgârının uğursuz kehaneti sabahleyin gerçekleşti. Uyandığında yağmur damlalarının penceresine düştüğünü gördü. Yağmur damlaları göletin gri yüzeyini gölgeliyor, su üzerinde iri halkalara sebep oluyorlardı. Tepeler ve deniz, sislerin arasında kaybolmuştu. Bütün dünya loş ve kasvetli görünüyordu. Neşesiz şafak vaktinde kıyafetlerini giydi Anne. Tekneye giden trene yetişebilmek için erkenden yola koyulması gerekiyordu. Gözlerinde biriken yaş tanelerine engel olmaya çalışsa da bu çabası boşunaydı. Çok sevdiği evinden ayrılıyordu ve içinden bir ses arada bir yapacağı tatil kaçamakları dışında buradan sonsuza dek ayrıldığını söylüyordu ona. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı artık. Tatil için dönmekle burada yaşamak aynı olmazdı. Buradaki her şey ne kadar da güzel ve sevimliydi öyle. Çocukluk zamanlarının mabedi olan küçük veranda odası, penceredeki yaşlı Kar Kraliçesi, çukurdaki dere, Orman Tanrıçası Baloncuğu, Lanetli Koru ve Âşık Yolu… Geçmiş zamanların eski hatıralarının tutulduğu çok değerli yerlerdi buralar. Başka bir yerde mutlu olması mümkün müydü acaba?
O sabah Green Gables’ta yapılan kahvaltı oldukça kederliydi. Davy, belki de hayatında ilk kez hiçbir şey yiyemeden lapasının üzerine utanmadan ağladı. Yemekten payına düşeni rahatça götüren Dora dışında kimsenin iştahı yok gibiydi. Çılgına dönmüş âşığının cesedi taşınırken “ekmek ve tereyağını” kesmeye devam edecek olan ebedî ve ihtiyatlı Charlotte gibi Dora da herhangi bir olaydan nadiren rahatsızlık duyan o talihli yaratıklardan biriydi. Saat sekizi gösterdiğinde bile Dora’nın sükûneti kolayca bozulmadı. Elbette Anne gideceği için üzülüyordu ama kızarmış ekmek ile haşlanmış yumurtanın keyfini çıkarmasına mâni olacak bir şey miydi bu? Kesinlikle değildi. Üstelik Davy’nin yiyemediği kendi payını da onun için yedi.
Diana tam zamanında at arabasıyla kapıda belirdi. Gül rengi yüzü yağmurluğunun üzerinde ışıl ışıl parlıyordu. Veda vakti gelmişti artık. Bayan Lynde, Anne’e içtenlikle sarılmak ve ne olursa olsun sağlığına dikkat etmesini tembih etmek için odasından çıktı. Gözleri kuru ve hissiz Marilla, Anne’in yanağına resmî bir öpücük kondurdu ve yerleşir yerleşmez haber beklediğini söyledi. Sıradan bir gözlemci Marilla’nın, Anne’in gidişine pek de aldırmadığı yorumunu yapabilirdi. Tabii bu gözlemci Marilla’nın gözlerine dikkatle bakmadıysa… Dora, Anne’i ciddiyetle öptü ve gözlerinden nazik iki ufak gözyaşı tanesi damlattı. Masadan kalktığından beri arka veranda merdiveninde ağlayan Davy ise veda etmeyi reddetti. Anne’in kendisine doğru yaklaştığını görünce ayağa kalkıp arka merdivenlere fırladı ve orada saklandığı giysi dolabından çıkmadı. Boğuk iniltileri Anne’in Green Gables’tan ayrılırken duyduğu son seslerdi.
Bright River istasyonuna kadar bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı. Carmody’e giden ara hat treni tekne treni ile birleşmediğinden bu istasyondan hareket etmeleri gerekiyordu. İstasyona vardıklarında Anne ve Gilbert perondaydı, trenin düdüğü çalmaya başlamıştı. Anne biletini alıp bavulunu teslim edecek zamanı güç bela bulmuştu. Diana’ya aceleyle veda ettikten sonra trene bindi. Diana ile birlikte Avonlea’ye gitmek isterdi. Ev hasretiyle yanıp tutuşacağını biliyordu. Kaybolan yazın ve yitip giden neşelerin arkasından bütün dünya ağlıyormuş gibi yağan kasvetli yağmur keşke sona erseydi… Gilbert’ın varlığı bile Anne’i teselli etmeye yetmedi. Çünkü Charlie Sloane da oradaydı ve Sloaneluk sadece güzel havalarda tolere edilebilir bir şeydi. Yağmurda ise kesinlikle dayanılmazdı.
Ne var ki tekne Charlottetown limanından demir aldığı sırada işler yoluna girmeye başladı. Yağmur dindi ve güneş bulutların arasındaki aralıklardan altın ışıltılarıyla parlamaya başladı. Gri denizleri bakır tonunda bir parlaklıkla cilalayan güneş, Ada’nın kızıl kıyılarına döşediği altın ışıltılarıyla havanın güzel olacağının haberini veriyordu. Ayrıca Charlie Sloane deniz tutmasından dolayı aşağı inmek zorunda kalmıştı. Böylece Anne ve Gilbert güvertede yalnız kalmışlardı.
“Sloaneları gemiye biner binmez deniz tutması beni çok mutlu ediyor.” diye düşündü Anne acımasızca. “Charlie Sloane yanımda durup da duygusal bir şekilde bakar gibi yaparken eski toprağıma son bir veda bakışıyla bakamayacağıma eminim.”
“İşte, yola çıktık.” dedi Gilbert hissizce.
“Evet, Byron’un hikâyesindeki ‘Childe Harold’ gibi hissediyorum. Tek fark benim seyre daldığım kıyılar ‘memleketimin kıyıları’ değil.” dedi Anne gri gözlerini canlılıkla kırparak. “Memleketim Nova Scotia sanırım. Ama bir insanın memleket kıyıları en sevdiği yerdir ve benim için de Prens Edward Adası memleket. Hep burada yaşamamış olmama inanamıyorum. Buraya gelmeden önceki on bir yıl bana kâbus gibi geliyor. Bu gemiyle yolculuk etmemin üzerinden yedi yıl geçmiş. Bayan Spencer’ın beni Hopetown’dan getirdiği akşam… Üzerimde o korkunç yün-keten elbise ile solmuş denizci şapkası varken görebiliyorum kendimi. Güverteleri ve kamaraları coşkun bir merakla kurcalıyordum. Güzel bir akşamdı. O kızıl ada kıyıları gün ışığında nasıl da parlıyordu öyle… Şimdi aynı boğazı tekrar geçiyorum. Umarım Redmond ve Kingsport’u severim Gilbert ama sevmeyeceğimden eminim.”
“Senin felsefene ne oldu Anne?”
“Devasa bir yalnızlık ve yuva hasreti dalgası ile birlikte derinlere battı. Üç yıl boyunca Redmond’a gitme arzusuyla yanıp tutuştum. Şimdi ise gidiyorum ve keşke gitmeseydim diyorum. Boş ver. Güzelce bir ağladıktan sonra tekrar neşeli ve felsefi olurum. Ağlamam lazım. Fakat önce kalacağım yerdeki yatağıma ulaşmam gerekiyor. Sonra Anne eski hâline dönecektir. Acaba Davy saklandığı dolaptan çıkmış mıdır?”
Trenleri Kingsport’a vardığında saat dokuz olmuştu. Kendilerini istasyon kalabalığının mavi beyaz parlaklığının ortasında buldular. Anne feci bir hayrete kapılsa da bir anda Priscilla Grant tarafından yakalandı. Priscilla, Kingsport’a cumartesi günü gelmişti.
“Buradasın canımın içi! Sanırım benim cumartesi günkü yorgunluğumu taşıyorsundur üzerinde.”
“Yorgunluk mu? Lafını bile etme Priscilla! Yorgun, taze ve köylüyüm üstelik sadece on yaşındayım. Tanrı aşkına zavallı, bitkin dostunu düşüncelerini duyabileceği bir yere götür.”
“Seni hemen pansiyonumuza götüreyim. Dışarıda bir araba hazır.”
“Burada olman büyük lütuf Prissy. Eğer olmasaydın şuracıkta bavulumun üzerine oturur hüngür hüngür ağlardım. Yabancıların ıssızlığında tanıdık bir yüz görmek ne kadar da güzel!”
“Şuradaki Gilbert Blythe mı? Geçen yıl ne kadar da büyümüş öyle! Ben Carmody’de öğretmenlik yaparken sadece bir okul çocuğuydu. Şu da tabii ki Charlie Sloane. Hiç değişmemiş ya da değişememiş. Muhtemelen doğduğunda da böyle görünüyordu, seksen yaşına geldiğinde de böyle görünecek. Buradan gidiyoruz canım. Yirmi dakikaya evde oluruz.”
“Ev!” diye inledi Anne. “Korkunç bir pansiyona ve pis bir arka avluya bakan daha korkunç bir koridordan bozma bir odaya gidiyoruz demek istedin galiba.”
“Korkunç bir pansiyon değil Anneciğim. Arabamız burada. Atla bakalım, sürücü bavulunu alır. Pansiyona gelince, türünün çok güzel bir örneğidir. Güzel bir gece uykusu karamsarlığını tozpembeliğe çevirince sen de bunu kabul edeceksin. St. John Caddesi’nde kocaman, eski usul gri bir taş bina. Redmond’a az yürüme mesafesinde. Bir zamanlar büyük insanların ‘ikametgâhıydı’. Şimdilerde ise moda St. John Caddesi’ni terk etmiş durumda ve caddedeki evler güzel günlerin sadece hayalini kuruyor. Binalar o kadar büyük ki içinde yaşayan insanlar içlerini doldurmak için pansiyonerler almak zorunda kalıyorlar. Bu ise ev sahibelerimizin bizi etkilemeye çalışmaları için yeterli bir sebep. Çok şahaneler Anne, ev sahibelerimizden bahsediyorum.”
“Kaç kişiler?”
“İki. Bayan Hannah Harvey ile Bayan Ada Harvey. Elli yıl kadar önce ikiz olarak dünyaya gelmişler.”
“İkizlerden kaçamıyorum galiba.” diye gülümsedi Anne. “Nereye gidersem gideyim karşıma çıkıyorlar.”
“Artık ikiz değiller canım. Otuz yaşına geldikten sonra bir daha asla ikiz olmamışlar. Bayan Hannah pek de zarif olmayan bir şekilde yaşlanmış. Bayan Ada ise daha az zarif hâlde otuzunda kalmış. Bayan Hannah’nın gülümsediğinden emin değilim. Henüz onu tebessüm ederken görmedim. Fakat Bayan Ada her zaman gülümsüyor ki bu daha kötü. Yine de iyi insanlar ve her sene iki pansiyoner alıyorlar. Çünkü tutumlu Bayan Hannah ‘odaları ziyan etmeye’ dayanamıyormuş. İhtiyaçları olduğundan ya da mecbur olduklarından değil ama. Bayan Ada’nın cumartesi gecesinden beri tam yedi kez belirttiği üzere. Odalarımıza gelince, daracık bir koridordan bozma oldukları doğru ve benimki arka avluya bakıyor. Senin odan ise cadde karşısındaki eski St. John Mezarlığı’na bakıyor.”
“Korkunç gibi geliyor.” diyerek ürperdi Anne. “Galiba avlu manzarasını tercih ederdim.”
“Hayır etmezdin. Bekle ve gör. Eski St. John Mezarlığı çok güzel bir yer. O kadar uzun süre mezarlık olarak kalmış ki artık mezarlığa benzemiyor ve Kingsport’un en güzel manzaralarından biri. Dün keyif egzersizi için oradaydım. Koca bir taş duvar ile sıra sıra devasa ağaçlarla çevrili. Tuhaf mezar taşlarının üzerine acayip şeyler yazılmış. Oraya ders çalışmaya gideceksin Anne, görürsün bak. Tabii ki artık ölüleri oraya gömmüyorlar. Ama birkaç yıl önce Kırım Savaşı’nda ölen Nova Scotia askerleri için güzel bir anıt dikmişler. Giriş kapılarının tam karşısında ve senin eskiden söylediğin gibi ‘hayal gücüne yer var’. İşte bavulun. Baksana çocuklar “iyi geceler” demeye geliyorlar. Charlie Sloane’un elini gerçekten sıkmak zorunda mıyım Anne? Elleri hep soğuk ve balıksı oluyor. Bizi arada bir ziyaret etmelerini istemeliyiz. Bayan Hannah bana ‘genç beyefendi ziyaretçileri’ haftada iki akşam, erken gitmeleri şartıyla kabul edebileceğimizi söyledi. Bayan Ada da tebessüm ederek güzel yastıklarına oturmamalarını rica etti. Bunu sağlayacağıma söz verdim. Ama zemin dışında nereye oturacaklar bilemiyorum çünkü her şeyde yastık var. Bayan Ada’nın Battenburg dantelinden yapılma ince işlemeli bir yastığı piyanonun üzerinde duruyor.”
Anne artık gülmeye başlamıştı. Priscilla’nın neşeli gevezeliği amacına ulaşmış, Anne’in keyfini yerine getirmişti ve o an için yuva hasreti kaybolmuştu. Nihayet küçük odasına çekilip de yalnız kaldığında bile tam olarak hissetmedi bu hasreti. Penceresine doğru yürüdü ve dışarı baktı. Aşağıdaki cadde loş ve sessizdi. Karşıda, eski St. John Mezarlığı’ndaki ağaçların üzerinde, anıtın üzerindeki koca aslan başının hemen arkasında parlıyordu ay. Anne, Green Gables’tan henüz o sabah ayrılmış olduğuna inanamadı. Bir günlük değişim ve seyahat uzun zaman geçmiş gibi bir his yaratıyordu.
“Aynı ay Green Gables’a da bakıyordur muhtemelen.” dedi düşünceli bir şekilde. “Ama bunu düşünmeyeceğim. Orada yuva hasreti uzanıyor. Güzelce ağlamayacağım bile. Bunu daha uygun bir zamana erteleyeceğim. Şimdi sakince ve akıllıca yatağıma gidip uyuyacağım.”
BÖLÜM 4
NİSAN’IN KADINI
Kingsport erken kolonyal dönemlere kulak veren tuhaf, eski bir kentti ve bu dönemin tarihî atmosferi ile kaplanmıştı. Gençlik kıyafetleri kuşanan zarif bir ihtiyar hanımefendi gibiydi. Yer yer modernlik filizlerine rastlansa da tuhaf kalıntılarla dolu ve geçmişin çok sayıda romantizmi ile hale misali çevrelenmiş kalbi değişmemişti. Kingsport’un, yaban arazilerine âdeta sınır karakolu olarak iş gördüğü eski zamanlarda Kızılderililer, göçmenlerin hayatını sıradanlıktan uzak tutuyorlardı. Sonralarda kenti dönüşümlü olarak işgal eden Britanyalılar ve Fransızlar arasında bir ihtilaf sebebi hâline geldi. Kent her bir işgal sonrasında birbiriyle savaşan bu iki milletin açtığı taze yaralarla damgalanıyordu.
Kent parkında her tarafını turistlerin imzaladığı bir Martello kulesi, uzak tepelerde parçalanmış bir Fransız kalesi ve çeşitli meydanlarda eski savaş topları vardı. Meraklıların araştırabileceği başka tarihî yerler de mevcuttu elbette; ancak hiçbiri, iki tarafında eski usul evlerin olduğu sessiz caddeler bulunan diğer iki tarafı ise yoğun ve hareketli geçiş yollarıyla çevrelenmiş, şehrin göbeğindeki eski St. John Mezarlığı kadar tuhaf ve keyifli değildi. Kingsport’un her bir vatandaşı Eski St. John Mezarlığı’nı gururla sahiplenmenin heyecanını hissederdi. Tevazuyu bir kenara bırakacak olurlarsa başının üzerinde eğri büğrü bir taş levha bulunan bir mezarda gömülü atalarından bahsederlerdi. Bazen mezarlığın üzerine düşmüş bulunan bu taşlarda ölen kişiye dair bütün temel bilgilerin yazıldığı olurdu. Bu eski mezar taşlarının çoğu, ince bir sanat ya da hünerle işlenmemişti. Büyük bir kısmı kahverengi ya da gri yerli taşların üzerine kabaca yontulmuş harflerden oluşuyordu ve sadece çok azında süsleme teşebbüsü görülmekteydi. Bazı taşlara çapraz kemikler ve kafatası yontulmuştu ve bu tasarıma sıklıkla bebek melek kafası eşlik ediyordu. Çoğu mezar taşı devrilmişti ve harabeye dönmüştü. Zamanın dişleri neredeyse tüm mezar taşlarının üzerindeki yazıları silinceye kadar kemirmişti. Diğerleri ise güçlükle okunabiliyordu. Sıra sıra karaağaçların hem çevrelediği hem de aralarına dağıldığı mezarlarda yakınlardaki trafiğin gürültüsünden hiç rahatsız olmadan ağaçların gölgelerinin altında rüzgârın ve yaprakların mırıldandığı şarkıları sonsuza kadar dinleyen rüyasız uyuyanların bulunduğu bu alan hem dopdoluydu hem de bir getto hâlini almıştı.
Anne, St. John Mezarlığı’na yapacağı çok sayıda geziden ilkini ertesi gün öğleden sonra gerçekleştirdi. Priscilla ile beraber öğleden önce Redmond’a gidip öğrenci olarak kaydolmuşlardı ve o gün için yapacak başka işleri yoktu. Çoğu nereye ait olduğundan pek de emin görünmeyen oldukça tuhaf görünüşlü yabancı kalabalıklarla çevrelenmiş olmak pek de neşe vermediğinden kızlar seve seve bir kaçamak yaptılar.
İlk sınıfın tazecik kızları ikişerli ya da üçerli gruplar hâlinde ayrı ayrı duruyor, birbirlerine işkillenerek bakıyorlardı. Taze delikanlılar ise girişin olduğu devasa merdivenlerde bir arada oturuyor, gencecik akciğerlerinin tüm dinçliği ile ezelî rakipleri ikinci sınıflara âdeta meydan okurcasına haykırıyorlardı. İşte bu ikinci sınıflardan bazıları kibirli bir tavırla sinsi sinsi dolaşıyor merdivenlerdeki “yontulmamış yavru hayvanlara” tiksintiyle bakıyorlardı. Gilbert ve Charlie görünürlerde yoktu.
“Bir Sloane’u görme ihtimalinin beni mutlu edeceği aklımın ucundan geçmezdi.” dedi Priscilla kampüsten geçtikleri sırada. “Ama Charlie’nin pörtlek gözlerini sevinçle karşılardım. Onun gözleri en azından tanıdık gözler.”
“Ah!” diyerek iç çekti Anne. “Kayıt olmak için ayakta sıramı beklerken nasıl hissettiğimi tarif edemem. Kocaman bir kovanın içindeki en minik su damlası misali önemsiz hissediyordum kendimi. Böyle hissetmek yeterince kötüyken asla ama asla önemsiz dışında bir şey olamayacağımı hissetmenin tüm ruhuma işlemiş olması ise dayanılmaz. Kendimi böyle hissettim işte. Sanki görünmezmişim de ikinci sınıflar üzerime basacakmış gibi geldi. Hiç kimse arkamdan ağlamadan, beni onurlandırmadan ve bana ağıt yakılmadan mezarıma gömülürdüm herhâlde.”
“Gelecek yıla kadar bekle.” diye teselli etti arkadaşını Priscilla. “O zaman biz de herhangi bir ikinci sınıf kadar sıkılmış ve çokbilmiş görünmeyi başaracağız. Önemsiz hissetmek elbette ki çok korkunç ama benim gibi kocaman ve tuhaf hissetmekten daha iyi bence. Sanki tüm Redmond’a yayılmışım gibi… Ben de kendimi işte böyle hissettim. Sanırım kalabalıktaki herhangi bir kişiden en az beş santim uzundum. İkinci sınıflardan birinin üzerime basmasından korkmadım. Beni fil ya da patatesle beslenmiş aşırı gelişkin bir adalı zannetmelerinden korktum.”
“Sanırım asıl sorun büyük Redmond’ın küçük Queens olmamasını kabul edemiyor oluşumuz.” dedi Anne, ruhunun çıplaklığını eski ve bilindik neşeli felsefesinin kırıntılarını bir araya getirerek kaplamaya çalıştı. “Queens’ten ayrıldığımızda herkesi tanıyorduk ve kendimize ait bir yerimiz vardı. Sanırım Queens’te bıraktığımız yerden Redmond’a devam edeceğimizi düşündük bilinçaltımızda. Şimdi ise zeminin ayaklarımızın altından kayıp gittiğini hissediyoruz. Şu anki hâletiruhiyemi Bayan Lynde’in ya da Bayan Elisha Wright’ın bilmiyor ve asla bilemeyecek olmaları beni memnun ediyor ‘Ben demiştim’ diye övünürler, sonun başlangıcının geldiğini düşünürlerdi. Hâlbuki daha başlangıcın sonundayım.”
“Kesinlikle. İşte bu tam Annelik bir söz. Kısa süre içinde ortama alışır, insanlarla tanışırız ve her şey iyi olur. Peki karma eğitimcilerin giyinme odasının kapısının önünde bütün sabah tek başına duran kıza dikkat ettin mi? Yamuk ağızlı kahverengi gözlü güzel kızdan bahsediyorum.”
“Evet, fark ettim. Özellikle dikkatimi çekti çünkü benim hissettiğim kadar yalnız ve arkadaşsız görünüyordu. Benim yanımda sen vardın ama onun yanında kimsesi yoktu.”
“Sanırım kendini yapayalnız hissediyordu. Birkaç kez bize yaklaşmak ister gibi bir hareket yaptığını gördüm ama yine de hiç yaklaşmadı. Galiba çok utangaçtı. Ben de onun gelmesini isterdim. Eğer az önce bahsettiğim şekilde kendimi fil gibi hissetmeseydim ona ben yaklaşırdım. Ama o oğlanlar merdivende uğuldarken koca koridorun karşısına ağır aksak yürümeyi göze alamadım. Bugün gördüğüm en güzel birinci sınıf öğrencisiydi. Ne var ki Redmond’daki ilk gününde iyi olmak aldatıcı, güzel olmak boşunadır gibi geliyor bana.” diyen Priscilla sözlerini bir kahkaha ile sonlandırdı.
“Öğle yemeğinden sonra Eski St. John Mezarlığı’na gideceğim.” dedi Anne. “Bir mezarlığın neşelenmek için uygun bir yer olmadığını düşünsem de ağaçların olduğu tek yer gibi geliyor ve benim de ağaçlara ihtiyacım var. O eski taşlardan birinin üzerine oturur, gözlerimi kapatır ve Avonlea ormanlarında olduğumu hayal ederim.”
Ne var ki Anne bu söylediğini yapmadı. Çünkü Eski St. John’da gözlerini dört açmasını gerektirecek ilginç şeyler vardı. Giriş kapılarından içeri yürüdüler ve İngiltere aslan ambleminin üzerinde yükseldiği taştan yapılma devasa kemerin altından geçtiler. Anne ürpererek baktı. Daha sonra kendilerini rüzgârların hırlamayı sevdiği loş, serin ve yeşil bir yerde buluverdiler. Çimlerin uzadığı mezarların arasında ileri geri yürüyüp insanların şimdi olduğundan daha fazla boş vakte sahip olduğu zamanlarda kazınmış tuhaf mezar yazılarını okudular.
Burada merhum Albert Crawford Beyefendi’nin naaşı bulunmaktaydı, yazısını okudu Anne eskimiş bir gri mezar taşının üzerinde. Uzun yıllar majestelerinin Kingsport’taki mühimmat muhafızı olarak görev yaptı. 1763 barışına kadar orduda hizmetlerde bulunduktan sonra sağlık sorunları sebebiyle emekliye sevk edildi. Cesur bir subay, çok iyi bir koca, çok iyi bir baba ve çok iyi bir dosttu. 29 Ekim 1792’de, 84 yaşında vefat etti.
“Bak senin için de bir mezar kitabesi var Prissy. İçinde de kesinlikle hayal gücüne yer var. Böyle bir hayat nasıl maceralarla doludur kim bilir! Şahsi özelliklerine gelince, eminim methiyeler fazlasını belirtemiyordur. Merak ediyorum, acaba ona hayattayken bütün bu şeylerin ‘çok iyisi’ olduğunu hiç söylemişler midir?”
“Bir tane daha var.” dedi Priscilla. “Dinle bak…”
22 Eylül 1840’ta 43 yaşında vefat eden Alexander Ross’un hatırasına. 27 yıl boyunca sadakatle hizmet verdiği kişiden, en büyük güveni ve bağlılığı hak etmiş arkadaşından bir sevgi hatırası olarak yazılmıştır.
“Çok güzel bir mezar yazısı!” dedi Anne düşünceli bir şekilde. “Daha iyisi olamazdı herhâlde. Hepimiz bir şekilde hizmetkârız. Eğer gerçekten sadık olduğumuz mezar taşımıza kazınıyorsa daha fazlasına da gerek yok. Baksana hüzünlü, küçük bir taş var burada Prissy: En sevilen evladın hatırasına. Burada da var bir tane: Başka bir yerde gömülmüş olanın hatırasına dikilmiştir. Bu bilinmeyen mezarın nerede olduğunu merak ettim doğrusu. Hakikaten Pris, günümüzün mezarlıkları asla bunun kadar ilginç değiller. Sen haklı çıktın. Buraya sık sık geleceğim. Şimdiden sevdim bu yeri. Burada yalnız olmadığımızı görüyorum. Yolun sonunda aşağıda bir kız var.”
“Evet. Sanırım o kız bu sabah Redmond’da gördüğümüz kızın ta kendisi. Onu beş dakikadır izliyorum. Yaklaşık on kez bu yoldan yürümeye davrandı. En az beş kez de geri dönüp aşağı yürüdü. Ya korkunç derecede utangaç ya da vicdanında bir şey var. Hadi gidip onunla tanışalım. Sanırım bir mezarlıkta tanışmak Redmond’da tanışmaktan daha kolay.”
Koca bir söğüdün altındaki gri taşın üzerinde oturan yabancıya doğru yürüdüler uzun çimlerle kaplı patikadan geçerek. Kesinlikle çok güzeldi. Capcanlı, sıra dışı ve büyüleyici türde bir güzelliğe sahipti. Saten pürüzsüzlüğündeki saçlarında kestane ışıltısı vardı. Yuvarlak yanaklarında ise yumuşak, olgun bir parlaklık vardı. Tuhaf bir keskinliği olan siyah kaşlarının altındaki iri gözleri kahverengi ve kadifemsiydi. Yamuk ağzı da gül pembeliğindeydi. Şık kahverengi takımının altında modaya uygun küçük ayakkabıları göz kırpıyordu. Donuk pembe renginde hasırdan şapkası altın-kahverengi gelinciklerle çevrelenmişti. Şapkacı dükkânındaki bir sanatçının tanımlanamaz ve şaşmaz “tasarımını” andırıyordu. Priscilla iğne gibi batan ani bir farkındalıkla kendi şapkasının köydeki şapkacı tarafından yapıldığını hatırladı. Anne ise Bayan Lynde’in biçip kendisinin diktiği bluzun, yabancının şık kıyafetleri ile kıyaslandığında oldukça köylü ve ev yapımı olduğuna dair rahatsız edici bir hisse kapıldı. Bir an için iki arkadaş geriye dönmek ister gibi oldular.
Ne var ki çoktan gri taşa doğru yürümeye başlamışlardı. Geri dönmek için artık çok geçti. Kahverengi gözlü kız belli ki kendisiyle konuşmaya geldiklerini varsaymıştı. Derhâl ayağa fırlayıp onlara yaklaştı. Yüzündeki neşeli ve dost canlısı tebessümle elini uzattı. Gülümsemesinde ne utangaçlık vardı ne de vicdani bir yük.
“Sizleri tanımak istiyordum!” diye haykırdı hevesle. “Sizinle tanışmaya can atıyordum. Bu sabah Redmond’da gördüm. Sizce de çok korkunç değil miydi? İlk kez evlenip memleketimde kalmış olmayı diledim.”
Anne ve Priscilla bu şekilde bitirilen tanışma sözleri sonrasında kahkahalarla gülmeye başladılar. Kahverengi gözlü kız da gülmeye başladı.
“Gerçekten de diledim bunu. Evlenebilirdim isteseydim. Hadi gelin şu mezar taşını üzerine oturalım da tanışalım. Çok zor olmayacaktır. Birbirimize bayılacağımıza eminim. Bu sabah sizi Redmond’da görür görmez anladım bunu. Hemen yanınıza gelip size sarılmak istedim.”
“Neden sarılmadın peki?” diye sordu Priscilla.
“Çünkü bunu yapmaya karar veremedim. Herhangi bir şeye asla karar veremem. Kararsızlık illetine yakalanmışım. Bir şeye karar verir vermez diğer şeyin daha doğru olacağını ta iliklerimde hissediyorum. Bu çok büyük bir talihsizlik. Ama dünyaya bu şekilde gelmişim. Bazı insanların yaptığı gibi kendimi bundan dolayı suçlamam saçma olur. Yani her ne kadar istesem de yanınıza gelip sizinle konuşmaya karar veremedim.”
“Utangaç olduğunu düşünmüştük.” dedi Anne.
“Hayır, hayır canım. Utangaçlık Philippa Gordon’ın, kısaca Phil, sahip olduğu kusur ya da erdemlerden değil. Bana Phil diyebilirsiniz. Sizin isimleriniz ne acaba?”
“Kendisi Priscilla Grant olur.” dedi Anne işaret ederek.
“O da Anne Shirley.” dedi Priscilla aynı şekilde arkadaşını göstererek.
“İkimiz de adadan geliyoruz.” dediler aynı anda.
“Benim memleketim ise Bolingbroke, Nova Scotia.” dedi Philippa.
“Bolingbroke mu!” diye haykırdı Anne. “Orası benim doğum yerim.”
“Gerçekten mi? O zaman sen Nova Scotialısın demek ki.”
“Hayır değilim.” diye cevap verdi Anne. “Ne demişti Dan O’Connell, ‘Bir insanın at ahırında doğmuş olması onu at yapar mı?’ Ben dibine kadar adalıyım.”
“Pekâlâ, yine de Bolingbroke’ta doğmuş olmana sevindim. Bu, bizi bir şekilde komşu yapar öyle değil mi? Bu da hoşuma gider çünkü sana sırlarımı anlattığımda yabancıya anlatıyor gibi olmam. Sırlarımı da anlatmam lazım. Sır saklayamıyorum, denemek faydasız. Bu benim en büyük kusurum, az önce bahsettiğim kararsızlıkla beraber. İnanır mısınız buraya gelirken hangi şapkayı giyeceğime karar vermem yarım saatimi aldı, mezarlığa gelirken! İlk önceleri tüylü kahverengi şapkama meylettim ama onu takar takmaz gevşek kenarlı pembe şapkanın daha uygun olacağını düşündüm. Şapkayı iğneyle saçıma tutturunca kahverengiden daha çok hoşlandım. En sonunda hepsini yatağa koyup gözlerimi kapattım ve şapka iğnesini attım. İğne pembeye yerleşince pembeyi taktım. Uygun olmuş değil mi? Görünüşüm hakkında ne düşünüyorsunuz?”
Son derece ciddi bir ses tonuyla sorulan bu saf soru karşısında Priscilla bir kez daha kahkaha patlatıverdi. Ama Anne, Philippa’nın elini dürtüsel bir hareketle sıkarak şöyle dedi:
“Senin Redmond’da gördüğümüz en güzel kız olduğunu düşündük bu sabah.”
Philippa’nın yamuk ağzında aşırı beyaz dişlerini gösteren büyüleyici bir gülümseme belirdi.
“Ben de öyle düşündüm.” şeklinde şaşırtıcı bir cevap verdi. “Ama kendi kanaatimi desteklemek için başka birinin fikrine ihtiyaç duydum. Dış görünüşüme kendi başıma karar veremiyorum. Güzel olduğuma hükmettiğim anda perişan hâlde aslında öyle olmadığımı hissetmeye başlıyorum. Ayrıca bir büyük halam var ki kederli bir iç çekişle bana bebekken çok güzel olduğumu, çocukların büyüdüklerinde değişmelerinin tuhaf olduğunu söylüyor. Ben halalara bayılırım, büyük halalardan ise nefret ederim. Eğer sizin için sorun olmayacaksa lütfen bana sık sık güzel olduğumu söyleyin. Güzel olduğuma inanabildiğim zamanlarda çok daha rahat hissediyorum kendimi. Siz de aynı şekilde karşılık vermemi isterseniz bunu gönül rahatlığıyla yapabilirim.”
“Teşekkürler.” diye güldü Anne. “Ama Priscilla ve benim dış görünüşümüz hakkındaki kanaatlerimiz o kadar kesin ki dışarıdan güvence arama ihtiyacı hissetmiyoruz. Yani zahmet etmene gerek yok.”
“Benimle alay ediyorsun. Rahatsız edici derecede kibirli olduğumu düşündüğünüzü biliyorum. Ama bu doğru değil. İçimde zerre kadar kibir yok. Eğer hak ediyorlarsa diğer kızlara iltifat etmekten zerre gocunmam. Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum. Buraya cumartesi günü geldim ve o gün bugündür yuva özleminden neredeyse öleceğim. Korkunç bir duygu değil mi? Bolingbroke’ta önemli bir kişiyken Kingsport’ta hiç kimseyim. Ruhumun karardığı zamanları hissettiğim oldu. Siz nerede kalıyorsunuz?”
“St. John Caddesi, no: 38.”
“İyi iyi… Ben de Wallace Caddesi’nin hemen köşesindeyim. Kaldığım pansiyonu sevmiyorum ama. Çok kasvetli ve yalnız. Odam da kötü bir arka avluya bakıyor. Dünyanın en çirkin yeri. Kedilere gelince, Kingsport’un bütün kedilerinin orada toplanamayacağı aşikâr fakat en azından yarısının orada olma mecburiyetleri var gibi geliyor. Şömine önü halısının üzerinde güzel, dostane ateş karşısında uyuklayan kedileri çok severim. Ama arka avlunun gece kedileri tamamen farklı bir tür. Burada bulunduğum ilk gece sabaha kadar ağladım. Kediler de aynı şekilde ağladı. Sabah burnumun ne hâlde olduğunu görmeliydiniz. Evden ayrılmamayı nasıl da istedim!”
“Madem bu kadar kararsız bir insansın Redmond’a gelmeye nasıl karar verdin, anlamış değilim.” dedi keyifli Priscilla.
“Tanrı iyiliğini versin hayatım. Ben karar vermedim. Buraya gelmemi babam istedi. Kalbinde bu vardı ama sebebini bilmiyorum. Lisans derecesi almak için öğrenim görmem çok saçma geliyor değil mi? Ama mesele bunu yapabilecek olmam değil elbette. Yığınla beynim var benim.”
“Ah!” dedi Priscilla belli belirsiz.
“Evet. Ama asıl sorun beynini kullanmakta. Lisans derecesi sahibi insanlar da bilgili, ağırbaşlı ciddi yaratıklar. Öyle olmak zorundalar. Hayır, ben Redmond’a gelmek istemedim. Babamı sevindirmek için yaptım bunu. Kendisi tam bir ördek. Ayrıca evde olsaydım evlenmek zorunda kalacaktım. Annemin istediği buydu. Hem de kesinlikle istiyordu bunu. Annemde kararlılık bol miktarda var. Ama şimdilik evlenme fikrinden nefret ediyorum. Evlenip barklanmadan önce bol bol eğlenmek istiyorum. Lisans derecesi almam evlenip barklanmam kadar absürt bir fikir, öyle değil mi? Daha on sekiz yaşındayım. Evlenmektense Redmond’a gelmeyi tercih ederim diye düşündüm. Ayrıca kiminle evleneceğime nasıl karar vereceğim ki?”
“Çok mu talibin var?” diye güldü Anne.
“Sürüsüne bereket. Erkekler benden çok hoşlanıyorlar. Gerçekten. Ancak dikkate değer sadece iki kişi vardı. Geri kalanı çok genç ve çok fakirdi. Zengin bir adamla evlenmem lazım benim. Anlarsınız ya.”
“Neden peki?”
“Beni fakir bir adamın karısı olarak hayal edemezsin tatlım, edebilir misin? İşe yarar tek bir şey yapamam çünkü ben aşırı müsrif biriyim. Kocamın yığınla parası olmalı. Böylece aday sayısını ikiye indirdim. Ama iki kişi arasında karar vermek iki yüz kişi arasında karar vermekten daha kolay bir iş değil benim için. Hangisiyle evlenirsem evleneyim diğeri ile evlenmediğim için hayatımın sonuna kadar pişmanlık duyacağımı çok iyi biliyordum.”
“Peki, ikisinden birini sevmiyor muydun?” diye sordu Anne ufak bir tereddütle. Hayatın büyük gizemi ve dönüşümü hakkında bir yabancı ile konuşmak onun için kolay değildi.
“Aman Tanrı’m, hayır! Ben kimseyi sevemem. İçimde yok. Ayrıca sevmek de istemem. Âşık olmak insanı tam bir köle yapıyor bence. Hem bir erkeğe seni incitmesi için müthiş bir güç vermiş oluyorsun. Bundan korkardım. Hayır, hayır. Alec ve Alonzo çok iyi çocuklar. İkisinden de o kadar hoşlanıyorum ki hangisinden daha çok hoşlandığımı gerçekten bilmiyorum. Sorun da bu zaten. Alec daha yakışıklı. Ben tabii ki de yakışıklı olmayan bir erkekle evlenemem. Üstelik huyu suyu da iyi. Hem de çok hoş kıvırcık siyah saçları var. Kendisi çok mükemmel. Ben de kusur bulamayacağım mükemmel bir koca isteyeceğimi zannetmiyorum.”
“Peki o zaman neden Alonzo ile evlenmedin?” diye sordu Priscilla ciddiyetle.
“İsmi Alonzo olan biri ile evlenme fikri!” dedi Phil hüzünle. “Buna dayanabileceğimi zannetmiyorum. Ama klasik bir burnu vardı ve ailede güvenilebilecek bir burun olması rahatlatıcı bir şey. Ben kendi burnuma güvenemiyorum. Şu ana kadar Gordon kalıbına uygunluk gösterdi. Ama yaşım ilerledikçe Byrne özelliklerine meyleder diye korkuyorum. Her gün hâlâ Gordon olduğundan emin olmak için inceliyorum burnumu. Annem bir Byrne ve Byrneliğin en üst seviyesinde bir Byrne burnuna sahip. Bekleyin ve görün. Ben güzel burunlara bayılırım. Senin burnun feci güzel Anne Shirley. Alonzo’nun burnu dengeyi kendi lehine çevirmişti. Fakat Alonzo! Hayır, karar veremedim. Şapkaları seçerken yaptığımı yapabilseydim, ikisini de yan yana koyup gözlerimi kapatıp şapka iğnesini fırlatabilseydim. Çok kolay olurdu.”