Kitabı oku: «Adanın Kızı Anne», sayfa 3
“Sen buraya geldiğinde Alec ve Alonzo neler hissediyordu peki?” diye sordu Priscilla.
“Hâlâ ümidi vardı ikisinin de. Ben kararımı verinceye dek beklemeleri gerektiğini söyledim. Beklemeye de seve seve razılar. İkisi de bana tapıyor, anlarsınız ya. Bu arada iyi vakit geçirmeye kararlıyım. Redmond’da yığınla talibim olacağına eminim. Eğer talibim olmazsa mutlu olamam, anlarsınız ya. Peki, siz de birinci sınıfların çirkin olduğunu düşünüyor musunuz? İçlerinde sadece bir tanesi gerçekten yakışıklıydı. Siz gelmeden önce gitti. Kankasının ona ‘Gilbert’ dediğini duydum. Arkadaşının ta buraya kadar çıkık gözleri vardı. Peki şimdi gidiyor musunuz kızlar? Daha gitmeyin olur mu?”
“Bence gitmemiz gerekiyor.” dedi Anne oldukça soğuk bir şekilde. “Geç oldu ve yapacak işlerim var.”
“İkiniz de beni görmeye gelirsiniz, değil mi?” diye sordu Philippa ayağa kalkıp iki kolunu da kızlara dolayarak. “Sizi ziyaret etmeme de izin verin. Ben sizinle kanka olmak istiyorum. İkinizden de çok hoşlandım. Saçmalıklarımla midenizi bulandırmadım, değil mi?”
“Hiç alakası yok.” diye kahkaha atan Anne, Phil’in dokunuşuna samimiyetle karşılık verdi.
“Çünkü dışarıdan göründüğümün yarısı kadar bile şapşal değilim. Philippa Gordon’u Tanrı’nın yarattığı şekilde tüm kusurlarıyla kabul etmeniz gerekiyor sadece. Ayrıca onu seveceğinizden de eminim. Bu mezarlık tatlı bir yer değil mi? Ben buraya gömülmek isterdim. Baksanıza kızlar, şu demir korkuluklarla çevrili olan mezarı daha önce görmemiştim. Taşın üzerinde Shannon ve Chesapeake mücadelesinde vefat eden bir denizci olduğu yazıyor. Bir düşünsenize!”
Korkuluğun yanında duran Anne, yıpranmış mezar taşına bakınca kalbi ani bir heyecanla küt küt atmaya başladı. Uzun gölgelerle dolu, ağaçlarla kaplanmış eski mezarlık gözünün önünden kayboldu. Bunun yerine yüzyıl öncesinin Kingsport limanını gördü. İngiliz kırmızı sancağı dalgalanan koca bir fırkateyn sislerin arasından yavaş yavaş çıktı. Arkasında ise hareketsiz kahraman bir figür yıldızlı bayrağını kuşanmıştı. Güvertede cesur Lawrence uzanıyordu. Zamanın parmakları sayfalarını geriye çevirdi ve Shannon, ganimeti Chesapeake ile birlikte körfeze doğru muzaffer bir şekilde yol almaya başladı.
“Geri dön Anne Shirley, geri dön.” diye güldü Philippa kolunu çekerek. “Bizden yüzyıl uzaklaştın. Geri dön.”
Bir iç çekişle beraber Anne geri döndü. Gözlerinde yumuşak bir parlaklık vardı.
“Bu eski hikâyeyi hep sevmişimdir.” dedi. “Her ne kadar İngilizler zafer kazanmış olsalar da hikâyeyi sevmemin sebebi mağlup edilen cesur kumandandı galiba. Bu mezar hikâyeyi çok yaklaştırdı ve gerçekçi hâle getirdi. Bu zavallı denizci sadece on sekiz yaşındaymış. ‘Cesur mücadelesi sırasında aldığı ağır yaralardan dolayı ölmüş.’ Mezar taşında böyle yazıyor. Bir askerin isteyeceği şekilde ölmüş yani.”
Anne arkasını dönmeden önce üzerine iliştirdiği ufak mor menekşe demetini çözdü ve büyük deniz düellosunda helak olan çocuğun mezarının üzerine bıraktı yumuşak bir şekilde.
“Peki yeni arkadaşımız hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordu Priscilla, Phil yanlarından ayrıldıktan sonra.
“Ondan hoşlandım. Bütün saçmalığına rağmen onda sevilesi bir taraf var. Kendisinin de dediği gibi göründüğünün yarısı kadar bile şapşal olduğuna inanmıyorum. Candan, öpülesi bir bebek ve gerçekten bir gün büyür mü bundan emin değilim.”
“Ben de ondan hoşlandım.” dedi Priscilla kararlı bir şekilde. “Ruby Gillis gibi erkekler hakkında çok konuşuyor. Ama Ruby’nin bu türden konuşmalarını duymak beni öfkelendirip tiksindirdiği hâlde iyi huylu Phil beni sadece güldürüyor. Neden böyle acaba?”
“Arada bir fark var.” dedi Anne düşünceli bir hâlde. “Bence bu farkın sebebi Ruby’nin erkekleri çok iyi tanıyor olması. Aşk meşk işlerine oynuyor. Ayrıca çok fazla sevgilisi olduğunu söylerken bunu karşısındakinin yüzüne vurmak için yapıyor. Diğerlerinin o kadar çok sevgilisi olmadığını söylemek ister gibi. Phil ise sevgililerinden kankalarından bahseder gibi bahsediyor. Erkekleri iyi dostlar olarak görüyor. Peşinde bu kadar çok dolanmalarından hoşlanmasının sebebi popüler olmayı ve popüler olduğunun düşünülmesini sevmesi. Alex ve Alonzo bile, artık bu iki ismi birbirinden ayrı düşünmeyi başaramayacağım, onunla hayat boyu oyun oynamak isteyen iki oyun arkadaşı ona göre. Onunla tanıştığımıza ve Eski St. John’a geldiğimize sevindim. Galiba bu öğleden sonra Kingsport topraklarına ufacık bir ruh kökü ektim. Umarım yani. Ekinimin yerini değiştirmekten nefret ederim çünkü.”
BÖLÜM 5
EVDEN MEKTUPLAR
Anne ve Priscilla takip eden üç hafta boyunca uzak bir diyardaki yabancılar gibi hissettiler. Sonra aniden her şey, Redmond, hocalar, sınıflar, öğrenciler, dersler ve sosyal faaliyetler netleşmeye başladı. Hayat birbirinden bağımsız parçalardan oluşmak yerine yeniden bütüncül bir hâl aldı. İlk sınıf öğrencileri birbiriyle alakasız fertlerin toplamı olmak yerine kendilerini bir sınıfın içinde buldular. Bu sınıfın bir ruhu, gürültüsü, ilgileri, nefreti ve hırsları vardı. Her yıl düzenlenen bölüm koşusunda ikinci sınıflara karşı galibiyet elde ederek tüm sınıfların saygısını kazandılar ve öz güvenleri arttı. Üç yıl boyunca “koşuyu” ikinci sınıflar kazansa da bu senenin galibiyeti Gilbert Blythe’ın stratejik liderliği sayesinde elde edildi. Mücadeleyi yöneten Gilbert’ın geliştirdiği yeni taktikler ikinci sınıfların moralini bozdu ve birinci sınıfları zafere taşıdı. Bu becerisinin ödülü olarak Gilbert birinci sınıfların başkanı seçildi. Çok kişi tarafından arzu edilen bu görev hem prestijliydi hem de sorumluluk gerektiriyordu, en azından birinci sınıfa giden biri için. Gilbert ayrıca birinci sınıflara nadiren bir şans veren “Lambalar” (Lamba Teta Alfa kardeşlik grubunun Redmondcası) grubuna da davet edildi. Bu örgüte girmek için katlanması gereken ilk eziyet, kadın bonesi takıp çiçeklerle süslü basma kumaştan bir mutfak önlüğü giydikten sonra Kingsport’un işlek caddelerinde bir gün boyunca yürümekti. Bu işi neşeyle yaptı. Karşılaştığı tanıdık hanımları bonesini zarifçe çıkarak selamladı. Lambalar’a davet edilmeyen Charlie Sloane, Gilbert’ın bunu nasıl yapabildiğini anlayamadığını söyledi. Kendisini bu şekilde asla küçük düşüremeyeceğini de vurguladı.
“Charlie Sloane’un basma önlük giyip kadın bonesi taktığını düşünsene.” diye kıkırdadı Priscilla. “Yaşlı büyükannesi Sloane’a benzerdi aynen. Gilbert ise kadın kıyafetleri içinde bile hâlâ bir erkeğe benziyor.”
Anne ve Priscilla, Redmond’ın sosyal yaşamının tam ortasında buluverdiler kendilerini. Bu durumun böylesine hızlı gerçekleşmesinin en önemli sebebi ise Philippa Gordon’dı. Philippa, zengin ve tanınmış bir adamın kızıydı. Eski ve köklü bir Nova Scotia ailesinin mensubuydu. Bütün bunlara bir de güzelliği ve etkileyiciliği -onunla tanışan herkesin kabul ettiği bir etkileyicilikti bu- eklenince Redmond’daki bütün grupların, kulüplerin ve sınıfların kapıları derhâl açıldı. Onun gittiği her yere Anne ve Priscilla da gidiyordu. Phil, Anne ve Priscilla’ya “tapıyordu” özellikle de Anne’e. Her türden züppeliğe uzak içi dışı bir, sadık bir kızcağızdı. “Beni seven arkadaşlarımı da sever.” şeklinde bilinç dışı bir mottosu var gibi görünüyordu. Gittikçe genişleyen çevresine bu iki kızı pek de çabalamadan dâhil etti. İki Avonlea kızı Redmond’ı kendileri için kolaylaştıran ve güzelleştiren sosyal ilişkiler ağını kurmuşlardı. Bu hâl Philippa’nın kefilliğine sahip olmayan ve üniversitenin ilk yılında her şeyin dışında kalmaya mahkûm diğer ilk sınıf tazelerinin kıskançlığına ve şaşkınlığına sebep olmuştu.
Hayata daha ciddi yaklaşan Anne ve Priscilla için Phil, o ilk tanışmalarındaki eğlenceli ve sevilesi bebek olarak kalmıştı hep. Yine de kendi ifadesiyle “yığınla beyni” vardı. Ne zaman ve nerede ders çalışma fırsatı yakalıyor olduğu tamamen bir muammaydı. Çünkü her zaman eğlence peşinde gibiydi ve evde olduğu zamanlarda ortalık misafirden geçilmiyordu. Bir kalbin isteyeceği kadar çok taliplisi vardı. Ne de olsa birinci sınıfların onda dokuzu ve diğer sınıfların önemli bir kısmı onun gülüşü için birbirlerine rakip olmuşlardı. Bu da onu safça mutlu ediyordu ve her bir zaferini bahtsız taliplerinin kulaklarını sızlatacak yorumlar eşliğinde Anne ve Priscilla’ya keyifle aktarıyordu.
“Alec ve Alonzo’ya ciddi bir rakip çıkmamış gibi görünüyor.” diyerek Phil’e takıldı Anne.
“Bir tane bile yok.” dedi Philippa. “Her hafta ikisine de mektup yazıyorum ve buradaki genç taliplerimden bahsediyorum. Bunun onları eğlendirdiğine eminim. Elbette en çok hoşlandığım kişiyi elde edemiyorum. Gilbert Blythe varlığımın farkında bile değil, tabii okşamak istediği tatlı bir yavru kediymişim gibi bana baktığı zamanlar hariç. Elbette bunun sebebini çok iyi biliyorum. Sana garezim var Kraliçe Anne. Senden gerçekten nefret etmeliyim ama ben seni deli gibi seviyorum ve seni her gün görmezsem perişan oluyorum. Daha önce tanıdığım tüm kızlardan farklısın. Bazen bana öyle bir bakıyorsun ki kendimi önemsiz hissediyorum. Her zaman olduğum o hoppa yaratık gibi hissediyorum ve daha iyi, daha akıllı, daha güçlü olma arzusu taşıyorum içimde. Sonra sağlam kararlar alıyorum. Ama karşıma çıkan ilk yakışıklı beyefendicikle beraber hepsi kafamdan çıkıp gidiyor. Üniversite hayatı muhteşem değil mi? İlk gün nefret ettiğimi düşünmek çok komik. Ama eğer nefret etmeseydim belki de seninle asla tanışamazdım. Anne lütfen bana azıcık da olsa beni sevdiğini söyle bir kez daha. Bunu duymaya can atıyorum.”
“Seni kocamancık seviyorum ve senin çok sevgili, tatlı, şirin, kadifemsi, pençesiz küçük bir yavru kedi olduğunu düşünüyorum.” diye kahkaha attı Anne. “Ama ders çalışacak vakti ne zaman bulduğunu anlayamıyorum.”
Phil çalışacak zaman buluyor olmalıydı çünkü sınıfının bütün derslerinin hakkını verdi. Karma eğitim öğrencilerinden nefret eden ve Redmond’a kabul edilmelerine şiddetle karşı çıkan huysuz ihtiyar matematik profesörü bile onu devirmeyi başaramadı. Anne Shirley’in kendisini fazlasıyla geride bıraktığı İngilizce hariç bütün derslerde birinci sınıfların en başarılısıydı. Anne ise Gilbert’la birlikte Avonlea’de iki yıl boyunca yaptıkları çalışmalar sayesinde ilk yıl derslerini çok kolay buldu. Bu da ona fazlasıyla keyfini çıkardığı sosyal yaşamı için bolca vakit sağladı. Ne var ki Avonlea’yi ve oradaki dostlarını bir an bile unutmadı. Haftanın en güzel anları evden aldığı mektuplardı. İlk mektuplarını alıncaya dek Kingsport’u seveceğine ya da burada kendini evinde hissedebileceğine dair ümidi yoktu. Mektuplar gelmeden önce Avonlea binlerce kilometre uzakta gibi geliyordu. Bu mektuplar uzakları yakın etmekle kalmıyor, eski ve yeni yaşamını sıkı sıkıya birbirine bağlıyordu. Öyle ki geçmişi ve bugünü birbirinden ümitsizce ayrışan iki ayrı varlık olmak yerine bütün hâlindeydi ve aynıydı. İlk parti altı mektuptan oluşuyordu. Jane Andrews, Ruby Gillis, Diana Barry, Marilla, Bayan Lynde ve Davy mektup yollamışlardı. Jane’in mektubu el yazısı ile yazılmıştı, her bir “t” harfi özenle yazılmış, “i” harflerinin üzerine ise kusursuz noktalar yerleştirilmişti. İçeriğinde tek bir ilginç cümle yoktu. Anne’in duymaya can attığı okuldan kesinlikle bahsetmiyordu ve mektubunda sorduğu sorulara cevap vermemişti. Bunun yerine kaç metre dantel işlediğinde, Avonlea’deki hava durumundan, yaptırmaya niyetlendiği yeni elbisesinden ve başı ağrıdığında nasıl hissettiğinden bahsediyordu. Ruby Gillis, Anne’in yokluğuna feryat eden uzun bir mektup döktürmüştü. Her yerde özlendiğini ifade ediyor, Redmond “ekibinin” nasıl olduğunu soruyordu. Mektubun geri kalanında ise talipleriyle ilgili üzücü tecrübelerinden bahsediyordu. Şapşal ve zararsız bir mektuptu bu ve eğer sonundaki not olmasaydı muhtemelen gülüp geçerdi. “Mektuplarından anladığım kadarıyla Gilbert, Redmond’da iyi vakit geçiriyor.” yazmıştı. “Charlie’ninse koleje pek düşkün olduğunu zannetmiyorum.”
Demek Gilbert, Ruby’e yazıyordu! Pekâlâ. Tabii ki buna kesinlikle hakkı vardı. Ama! Anne, ilk mektubu yazanın Ruby olduğunu ve Gilbert’ın da sadece nezaket icabı cevap verdiğini bilmiyordu. Ruby’nin mektubunu iğrenerek kenara attı. Mektubun sonundaki notun delici sızısından kurtulmak için Diana’nın cıvıl cıvıl, haberlerle dolu, keyifli mektubunu hatmetmesi gerekti. Diana’nın mektubunda Fred’den biraz fazla bahsedilse de ilginç olacak bir sürü konu vardı. O kadar ki Anne, can dostunun mektubunu okurken neredeyse kendini bir kez daha Avonlea’de gibi hissetti. Marilla’nın resmî ve renksiz mektubu dedikodu ve histen fazlasıyla mahrum kalmıştı. Yine de Anne’e, o eski huzur tadı ve kendisini hep bekleyen ebedî sevgi ile beraber Green Gables’taki sade yaşama dair ufak ipuçları vermeyi ihmal etmiyordu. Bayan Lynde’in mektubu kilise haberleriyle doluydu. Ev işlerini bırakan Bayan Lynde’in kilise meselelerine ayıracak fazlasıyla vakti vardı artık ve bu işlere bütün kalbi ve ruhuyla dalmıştı. O an için papazsız Avonlea kilisesindeki kötü vaazlardan dert yanıyordu.
Bugünlerde aptallar dışında kimsenin papaz olmadığını düşünüyorum, yazmıştı mektubuna acıyla. Bize yolladıkları adayları ve vaaz ettiği şeyleri bir bilsen! Söylediklerinin yarısı bile doğru değil daha da kötüsü sağlam doktrinlere dayanmıyor. Şu anda görüştüğümüz aday içlerinde en kötüsü. Çoğu zaman eline bir metin alıyor ve başka bir şeyden bahsediyor. Bir de tüm kâfirlerin sonsuza kadar cehennemlik olacağına inanmıyormuş. Ne biçim bir fikir bu! Eğer dediği gibiyse yabancı misyonerliklere yolladığımız bütün para heba olmuş demektir, o kadar. Geçen pazar suda yüzen balta başıyla ilgili vaaz vereceğini söyledi ama bence sadece İncil’e bağlı kalıp sansasyonel konulardan uzak durması en iyisi. Eğer bir papaz kutsal kitapta vaaz edilecek bir şey bulamıyorsa işler iyi bir noktada değil demektir. Peki sen hangi kiliseye gidiyorsun Anne? Umarım düzenli katılıyorsundur. Evden uzakta olan insanlar kiliseye gitmeyi ihmal etme eğiliminde oluyorlar. Bu anlamda üniversite öğrencilerinin büyük günahkârlar olduğunu düşünüyorum. Duyduğuma göre pazar günü kiliseye gitmek yerine çoğu ders çalışıyormuş. Umarım sen bu kadar düşmezsin Anne. Nasıl yetiştirildiğini hatırla. Bir de arkadaşlarına dikkat et. O üniversitelerde ne tür yaratıklar olduğunu asla bilemezsin. Dışarıdan süt dökmüş kedi gibi görünseler de içlerinde av peşindeki kurt olabilir, o kadar. Adalı olmayan hiçbir genç erkeğe bir şey söylemesen iyi olur.
Papaz burayı ziyaret ettiği gün olanları sana anlatmayı unuttum. Hayatımda gördüğüm en komik şeydi. Marilla’ya şöyle dedim: “Anne burada olsaydı kahkaha atmaz mıydı sence?” Marilla bile güldü. Çarpık bacaklı, çok kısa şişman ve küçük bir adamdı papaz. O gün Bay Harrison’ın ihtiyar domuzu, koca ve uzun olan, buralara kadar gelmiş, bahçeye zorla girmiş ve haberimiz olmadan arka verandaya çıkmış meğer. Papaz kapıya geldiğinde de oradaydı. Dışarı çıkmak için vahşice atılsa da adamın yay gibi çarpık bacaklarının arası dışında geçebileceği hiçbir boşluk yoktu. O da oradan geçti. Hayvan çok büyük, papaz da çok küçük olduğundan adamın ayaklarını yerden kesip sırtlayıverdi ve o hâlde uzaklaştı. Marilla ve ben kapıya çıktığımızda papazın şapkası bir tarafa, asası diğer tarafa uçtu. Adamın yüzündeki ifadeyi asla unutamam. Zavallı domuz da korkudan ölecekti. Artık İncil’deki delice koşup dik yamaçtan denize fırlayan domuz kıssasını Bay Harrison’ın papazla birlikte yokuş aşağı koşan domuzu gözlerimin önüne gelmeden okuyamayacağım. Galiba domuz sırtında bir kurt var zannetti. İkizlerin bu olay sırasında civarlarda olmayışına sevindim. Bir papazı böylesine saygın olmayan bir vaziyette görmeleri iyi olmazdı. Dereye ulaştıkları sırada papaz ya atladı ya da düştü. Domuz ise dereden fırlayarak geçip koruda kayboldu. Marilla ve ben hemen aşağı koşup papazın kalkmasına ve üstünü silkelemesine yardım ettik. Yaralanmasa da çok sinirliydi. Bu olaydan Marilla ve beni sorumlu tutar gibi bir hâli vardı. Hâlbuki domuzun bize ait olmadığını ve bütün yaz başımıza bela olduğunu da söylemiştik. Hem neden arka kapıdan gelmişti ki? Bay Allan’ın böyle bir şey yaptığı görülmüş şey değil. Bay Allan gibi bir adam bulabilmemiz için çok zaman geçmesi gerek. Ama her işte bir hayır vardır ya hani. O günden beri o domuzun tek bir kılını görmedik ve bir daha da görmeyeceğimize inanıyorum.
Avonlea’de her şey sessiz sakin. Green Gables düşündüğüm kadar yalnız gelmiyor. Galiba bu kış bir başka pamuk yorgan işlemeye başlayacağım. Bayan Silas Sloane’da çok güzel bir elma yaprağı modeli gördüm.
Heyecan hissetmem gerektiğini düşündüğüm zamanlarda yeğenimin bana yolladığı Boston gazetesindeki cinayet davalarını okuyorum. Eskiden hiç okumazdım ama gerçekten çok ilginçler. Birleşik Devletler korkunç bir yer olmalı. Umarım hiç oraya gitmezsin Anne. Bugünlerde kızların aylak aylak gezme hâlleri çok korkunç. Bana Eyüp kitabındaki şeytanı düşündürüyorlar oraya buraya yürümeleriyle. Tanrı’nın dileğinin kesinlikle bu olmadığını düşünüyorum, o kadar.
Sen gittiğinden beri Davy çok uslandı. Yaramazlık yaptığı bir gün Marilla onu Dora’nın önlüğünü bütün gün giymekle cezalandırınca kızcağızın bütün önlüklerini kesti. Ben de bunun için poposuna şaplak atınca horozumu öldürünceye kadar kovaladı.
Benim evime MacPhersonlar taşındı. Bayan MacPherson çok iyi bir ev hanımı ve çok titiz. Bütün haziran zambaklarımı söküp çıkarmış ama. Neymiş, bahçenin düzensiz görünmesine sebep oluyorlarmış. Thomas evlendiğimizde dikmişti o zambakları. Kocası iyi bir adama benziyor ama kendisi yaşlı kız kurusu olmayı asla aşamayacak, o kadar.
Çok aşırı ders çalışma ve kış içliklerini hava soğumaya başlar başlamaz giymeyi unutma. Marilla senin için çok endişeleniyor ama ben ona senin bir zamanlar olabileceğini düşündüğümden çok daha aklı başında biri olduğunu ve iyi olacağını söyledim.
Davy’nin mektubu daha en başında dert yanıyordu.
Sevgili anne, lütfen marilla’ya balığa gittiğimde beni köprünün koykuluğuna bağlamamasını söyle mektubunda. Böyle yaptığında oğlanlar bana gülüyorlar. Sensiz burası çok yalnız olsa da okul çok eyyenceli. Jane andrews senden çok daha ters. Bayan lynde’i dün gece jack feneri ile korkuttum. Bana çok kızdı çünkü horozunu ölünceye kadar bahçede kovaladım. Peki neden öldü anne, bilmek istiyorum. bayan lynde de horozu domuz ağılına attı ama bay blair’e de satabilirdi. bay blair ölü horozlara temizinden elli sent veriyor artık. bayan lynde’in papazdan kendisi için dua etmesini istediğini duydum. Bu kadar kötü ne yaptı, bilmek istiyorum. Muhteşem kuyruğu olan bir uçurtmam var anne. Milty bolter dün okulda çok güzel bir hikâye anlattı. üstelik de doyyu. ihtiyar Joe Mosey ve Leon geçen hafta koruda kart oynuyorlarmış. Kartlar da bir ağaç kökünün üzerinde duruyormuş. Sonra ağaçlardan bile büyük kara bir adam gelmiş ve kartları alıp şiş-şek gibi bir gürültüyle kabolmuş. Koytuklarına eminim. Milty kara adamın ihtiyar harry olduğunu söylüyor. Öyle mi anne, bilmek istiyorum. spenservale’deki Bay kimball çok hasta ve hastaneye gitmek zorundaymış. doğru mu yazdım diye marilla’ya soracağım. Marilla tımayhaneye gideceğini söyledi. İçinde yılan olduğunu zannediyormuş. İçinde yılan olması nasıl bir şey anne, bilmek istiyorum. bayan lawrence bell de hastaymış. bayan lynde onun tek rahatsızlığının içindekileri fazla düşünmesi olduğunu söylüyor.
“Acaba…” dedi Anne mektuplarını katlarken. “Bayan Lynde, Philippa hakkında ne düşünürdü?”
BÖLÜM 6
PARKTA
“Bugün ne yapacaksınız bakalım kızlar?” diye sordu bir cumartesi öğleden sonra Anne’in odasına dalan Philippa.
“Biz parkta yürüyüş yapacağız.” diye cevap verdi Anne. “Benim evde kalıp bluzumu bitirmem gerekiyordu. Ama böylesine güzel bir günde dikiş dikemem. Havada kanıma giren bir şey var ve içime sevinç dolduruyor sanki. Eğer dikiş dikmeye kalkarsam parmaklarım titrer ve eğri büğrü olur. Yani parka ve çam ağaçlarına evet.”
“Peki bu ‘bize’ Priscilla ve senin dışında dâhil olan var mı?”
“Evet, Gilbert ve Charlie de dâhil. Sen de dâhil olursan çok mutlu oluruz.”
“Ama…” dedi Philippa hüzünle. “Eğer gelirsem fazlalık olurum ve bu da Philippa Gordon için tamamen yeni bir tecrübe demek.”
“İyi ama yeni tecrübeler insanın ufkunu genişletir. Sen de gel, bu sayede sık sık fazlalık olmak zorunda olan bizim gibi zavallıları daha iyi anlamış olursun. Peki ya senin kurbanların nerede?”
“Hepsinden sıkıldım ve bugün hiçbiriyle uğraşamam. Ayrıca hafif bir karamsarlığım var. Karamsarlık demeyelim de solgun, değişken bir grilik diyelim. Çok da koyu renkli olacak kadar ciddi bir şey değil. Geçen hafta Alec ve Alonzo’ya mektup yazdım. Mektupları zarflara koyup üzerlerine adreslerini yazdım ama mühürlemedim. O akşam tuhaf bir şey oldu. Yani Alec tuhaf olduğunu düşünürdü ama Alonzo muhtemelen düşünmezdi. Acelem olduğu için Alec’in mektubunu zarftan çıkarıp -Alec’in mektubu zannediyordum en azından- bir not karaladım. Sonra da iki mektubu postayla yolladım. Alonzo’nun cevabı bana bu sabah ulaştı. Meğer o mektubu Alonzo’nun mektubuna yazmışım o da çok kızmış. Elbette bunu aşacaktır, aşmasa da umurumda değil zaten ama günümü mahvetti. Ben de neşelenmek için canlarımın yanına geleyim dedim. Futbol sezonu açıldıktan sonra cumartesi günlerim hiç boş kalmayacak zaten. Futbola bayılıyorum. Şahane bir şapkam ve Redmond renklerinden şeritli bir kazağım var maçlarda giymek için. Bunlar üzerimdeyken birazcık berber silindirine benzediğim doğrudur. Şu senin Gilbert’ın birinci sınıflar futbol takımı kaptanı seçildiğini biliyor muydun?”
“Evet, dün akşam söyledi bize.” dedi Priscilla öfkeye kapılan Anne’in cevap vermediğini görünce. “Charlie’yle beraber aşağıdalardı. Geleceklerini bildiğimiz için Bayan Ada’nın bütün yastıklarını zahmetle ortalıktan kaldırdık. Kabarık dokumalı aşırı detaylı yastığı üzerinde durduğu sandalyenin arkasındaki köşeye attım. Orada güvende olacağını düşünürken ne oldu dersin? Charlie Sloane o sandalyeye yaklaşınca arkadaki yastığı fark etti ciddiyetle kaldırıp sandalyeye koydu ve bütün gece o yastığın üzerinde oturdu. Yastık mahvolmuş! Zavallı Bayan Ada bugün bana tebessüm ederek, tabii azarlama içeren bir tebessümdü bu, neden o yastığın üzerine oturulmasına müsaade ettiğimi sordu. Ben de müsaade etmediğimi, bunun müzmin Sloaneluk ve kaderin bir karışımı olduğunu, benim de bu karışıma karşı elimden bir şey gelmeyeceğini söyledim.”
“Bayan Ada’nın yastıkları gerçekten de sinirime dokunuyor.” dedi Anne. “Yeni yastıkları geçen hafta tamamladı. Ölümüne doldurulmuş ve işlenmişlerdi. Yastıkları koyacak boş yer olmadığı için merdivenlerin arasındaki yerde duvara dayadı. Karanlıkta aşağı inecek ya da yukarı çıkacak olursak bazen devriliyorlar ve üzerlerine düşüyoruz. Geçen Pazar, Doktor Davis denizin tehlikelerine maruz kalanlar için dua ederken ‘yastıkların akıllıca değil çok sevildiği6 evlerde yaşayanların hayatı’ için dua ettim içimden. İşte! Biz hazırız. Oğlanların da Eski St. John’dan geldiklerini görüyorum. Şansını bizimle deneyecek misin Phil?”
“Eğer Priscilla ve Charlie ile yürürsem gelirim. Bu dayanılır düzeyde bir fazlalık olmak olur. Senin Gilbert çok hoş biri Anne. Ama neden o pörtlek gözlüyle takılıyor?”
Anne öfkelendi. Charlie Sloane’dan pek hoşlanmasa da o Avonlea’den geliyordu ve dışarıdan kimsenin ona gülmeye hakkı yoktu.
“Charlie ve Gilbert her zaman arkadaştılar.” dedi soğuk bir şekilde. “Charlie iyi bir çocuk. Gözlerinin bu şekilde olması onun suçu değil.”
“Öyle deme! Onun suçu. Böyle gözlerle cezalandırıldığına göre bir önceki yaşamında korkunç şeyler yapmış olmalı. Pris ve ben bugün onunla çok eğleneceğiz, onun yüzüne karşı onunla alay edeceğiz ve hiçbir şeyin farkında olmayacak.”
Anne’in deyimiyle “haylaz P’ler” bu “dost canlısı” amaçlarına ulaştılar. Ne var ki Sloane, mesut bir cehalet hâlindeydi. Böyle iki kız öğrenci, özellikle de sınıfın en güzeli Philippa Gordon ile birlikte yürüdüğü için hoş bir delikanlı olduğunu düşündü. Anne bundan etkilenecekti ona soracak olursanız. Bazı insanların kıymet bildiğini görecekti genç kız.
Liman kıyısından yukarı çıkan yolda parktaki çam ağaçlarının altında diğerlerinin az biraz arkasında yürüyen Gilbert ve Anne sonbahar öğleden sonrasının sakin ve hareketsiz güzelliğinin tadını çıkarıyorlardı.
“Buradaki sessizlik dua gibi değil mi?” dedi Anne gözlerini parlak gökyüzüne çevirerek. “Çamları ne kadar da seviyorum. Sanki kökleriyle tüm zamanların romantizmine vuruyor gibiler. Onlarla güzel bir sohbet etmek için arada bir kaçamak yapmak çok rahatlatıcı. Burada hep mutlu hissediyorum kendimi.”
Ve dağda yalnızlık galip geldi
Âdeta ilahî bir sihir misali.
Dertleri sallanıp düştü
Rüzgârda sarsılan çam iğneleri gibi.
Bret Harte’ın şiirinden bir bölüm okudu Gilbert.
“Hırslarımızın küçük ve değersiz görünmesine sebep oluyorlar öyle değil mi Anne?”
“Eğer büyük bir kedere kapılsaydım teselli bulmak için çamlara gelirdim diye düşünüyorum.”
“Umarım hiç büyük bir kedere kapılmazsın Anne.” dedi Gilbert. Yanındaki canlı, neşeli yaratığı keder fikriyle bağdaştıramıyordu. En yükseklere uçabilenlerin en derinlere de gömülebileceklerinin farkında değildi. En coşkun neşeyi yaşayanların en keskin acıları da yaşayanlar olduğunu bilmiyordu.
“Ama bazen…” diye hülyalı bir şekilde konuştu Anne. “Hayat dudaklarıma uzatılmış bir kadeh saadet gibi. Ama her bir kadehte bir miktar acı da olmalı. Bir gün o acıyı tadacağım muhtemelen. Ümit ederim ki bu acı benim hatamdan dolayı gelmez. Doktor Davis’in geçen pazar akşamı ne dediğini hatırlıyor musun? Tanrı’nın bize yolladığı her bir acının içinde teselli ve güç var. Kendi aptallığımız ya da kötülüğümüzden dolayı başımıza gelen acılar ise dayanması en zor olanları. Ama böylesi bir günde kederden bahsetmemeliyiz. Bu gün sadece saf bir sevinç için var olmuş gibi değil mi?”
“Eğer bana kalsaydı hayatındaki mutluluk ve keyif dışındaki her şeyi yok ederdim Anne.” dedi Gilbert “tehlikenin yaklaşmakta olduğuna” işaret eden bir ses tonuyla.
“O zaman çok da akıllıca davranmamış olurdun.” diye cevap verdi Anne aceleyle. “Bir miktar imtihan ve hüzün içermeyen hiçbir hayat törpülenip geliştirilemez. Tabii sanırım bu sadece bunu kabul edebilecek noktaya geldiğimizde olur. Hadi gel, diğerleri çardağa varmışlar ve bize işaret ediyorlar.”
Koyu kırmızı ve soluk altın rengindeki sonbahar gün batımını seyretmek için küçük çardağa oturdular. Menekşe rengi dumanın örtü misali kapladığı çatıları ve çan kuleleri hafif karanlıkta kalan Kingsport uzanıyordu sol taraflarında. Saten pürüzsüzlüğünde ve gümüş griliğindeki su ışıl ışıl parlarken uzaktaki sislerin arasında beliren William Adası ise şehri güçlü kuvvetli bir buldok misali koruyordu. Adanın deniz feneri ise sislerin arasından uğursuz bir yıldız gibi göz kırpıyordu ve ona uzak ufuklardaki bir başkası cevap veriyordu.
“Bu kadar güçlü görünen başka bir yer gördünüz mü?” diye sordu Philippa. “William Adası’nı özellikle istediğimi söyleyemem ama istesem de alamayacağıma eminim. Kalenin zirvesinde, bayrağın hemen yanında duran nöbetçiye bakar mısınız? Romantik bir hikâyeden fırlamış gibi görünmüyor mu?”
“Romantik demişken…” dedi Priscilla. “Süpürge çalısı aradık ama bulamadık hiç. Mevsiminde değiliz galiba.”
“Süpürge çalısı!” diye haykırdı Anne. “Süpürge çalısı Amerika’da yetişmiyordu, değil mi?”
“Koca kıtada sadece iki yerde var.” dedi Phil. “Bu yerlerden biri bu park diğeri ise Nova Scotia’da bir yer. Nerede olduğunu unuttum. Meşhur Highland Alayı’nın Siyah Muhafızları burada bir yıl boyunca kamp yapmışlar. Askerler bahar vakti yataklarındaki samanları silkelediklerinde bazı süpürge otu tohumları kök salmış.”
“Ne kadar da hoş!” dedi büyülenmiş Anne.
“Hadi eve Spofford Bulvarı’ndan gidelim.” diye bir öneride bulundu Gilbert. “Zengin soyluların ikamet ettiği güzel evleri görebiliriz. Spofford Bulvarı, Kingsport’un en nezih caddesi. Milyoner olmayanlar buraya ev yapamıyorlar.”
“Hayır yapıyorlar.” dedi Phil. “Benim de sana göstermek istediğim mükemmel küçük bir yer var Anne. Bir milyoner tarafından yapılmamış. Parktan çıkar çıkmaz gördüğün ilk yer. Spofford Bulvarı hâlâ bir köy yoluyken yetişmiş. İnşa edilmemiş, yetişmiş! Bulvardaki evler umurumda değil. Çok yeniler. Ama bu bahsettiğim yer âdeta rüya gibi ve adı… En iyisi görünceye kadar bekle.”
Parkın dışındaki çamlarla püskül misali çevrelenmiş tepeden çıkarken bu yeri gördüler. Tam da zirvenin üzerinde, Spofford Bulvarı’nın düz bir yola doğru tükendiği yerde, iki tarafındaki çamların koruyucu kollarını alçak çatısının üzerine uzattığı beyaz ve küçük bir ev vardı. Kırmızı ve altın renginde asmaların arasındaki yeşil panjurlardan pencereler dışarı bakıyordu. Evin önünde alçak taş duvarlarla çevrili küçük bir bahçe vardı. hâlâ ekim ayında olsalar da bahçe eski usul, mistik çiçekler ve fundalarla süslüydü. Mayıs çiçekleri, kara pelinler, melisalar, mine çiçekleri, petunyalar, çuha çiçekleri ve kasımpatılarla doluydu bahçe. Zikzak örülmüş ufak bir kiremit duvar uzanıyordu bahçe kapısından verandaya kadar. Evin tamamı uzaklardaki bir köy evinden taşınmış gibiydi sanki. Yine de bu evde, en yakın komşusu olan tütün kralının kocaman bir bahçe ile çevrili sarayını kaba saba ve basit gösteren bir detay vardı. Phil’in de dediği gibi bu fark, yapılmış olmakla yetişmiş olmak arasındaki farktı.
“Hayatımda gördüğüm en tatlı yer.” dedi Anne keyifle. “Bana o eski, tatlı, tuhaf sızılarımdan birini yaşatıyor. Bayan Lavendar’ın taş evinden bile daha tatlı ve tuhaf.”
“Özellikle ismine dikkat etmenizi istiyorum.” dedi Phil. “Dış kapının üzerindeki kemere beyaz harflerle ne yazıldığına bakın. ‘Patty’nin Yeri’… Dehşet bir şey değil mi? Hem de Pinehursts, Elmwolds ve Cedarcroftsların bulunduğu bir bulvarda ‘Patty’nin Yeri’ olmak! Bayıldım!”
“Patty’nin kim olduğunu biliyor musun peki?” diye sordu Priscilla.
“Patty Spofford’un bu evin sahibi olan yaşlı kadın olduğunu öğrendim. Burada yeğeni ile yüzyıldır yaşıyor neredeyse. Yani muhtemelen o kadar da değildir Anne. Abartı şiirsel düşlerin bir parçası. Anladığım kadarıyla zengin ahali bu evi birçok kez satın almaya kalkmış. İnanır mısınız evin karşılığı ufak bir servet ediyormuş ama ‘Patty’ hiçbir şekilde satmaya yanaşmamış. Evin arkasında ise avlu yerine elma bahçesi var. Biraz geçtiğimizde görürsünüz. Spofford Bulvarı’nda gerçek bir elma bahçesi!”
“Bu gece Patty’nin Evi’nin hayalini kuracağım.” dedi Anne. Nedense buraya ait olduğumu hissediyorum. Acaba evin içini görme şansımız olur mu?”
“Pek olası değil.” dedi Priscilla.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.