Kitabı oku: «Anne'in Hayaller Evi», sayfa 3
BÖLÜM 6
KAPTAN JIM
“Yaşlı Doktor Dave” ve eşi yeni evlileri tebrik etmek için gelmişlerdi küçük eve. Doktor Dave kocaman, neşeli, beyaz bıyıklı bir ihtiyardı ve eşi gül yanaklı, ak saçlı ufak tefek bir kadındı. Anne’i hem mecazen hem de fiilen bağrına bastı.
“Seni gördüğüme çok sevindim canım. Çok yorulmuş olmalısın. Bir lokma yemek hazırlayacağız. Kaptan Jim de size alabalık getirecek. Kaptan Jim neredesin? Sanırım atı görmek için sıvışmış. Hadi yukarı gel de üstündekileri çıkar.”
Anne minnet dolu ışıl ışıl gözlerle etrafına bakarken Bayan Dave ile birlikte yukarı çıktı. Yeni evinin görünüşünü çok beğenmişti. Green Gables havası ile eski geleneklerden bir tutam serpilmişti.
“Bayan Elizabeth Russell muhtemelen kafa dengi biriydi.” dedi odasında yalnız kaldığı sırada kendi kendine. Odada iki pencere vardı. Pencerelerden biri limanın aşağı tarafına, kum tepelerine ve Four Winds deniz fenerine bakıyordu. Diğer pencereyse dereciğin içinden geçtiği ekin rengi vadiye bakıyordu. Görünürdeki tek ev, dereciğin bir kilometre kadar yukarısında eski, başıboş, gri bir evdi. Etrafını çevreleyen söğüt ağaçlarının arasından, utangaç ve meraklı gözlerle alaca karanlığa bakıyordu pencereleri. Anne orada kimin yaşadığını merak etti. En yakın komşuları onlar olacaktı ve Anne iyi insanlar olmalarını diledi. Aniden kazları güden güzel kızı düşünürken buldu kendini.
“Gilbert onun buraya ait olmadığını düşündü.” diye aklından geçirdi Anne, “Ama ben buralı olduğuna eminim. Denize, gökyüzüne ve limana ait olduğunu düşündüren bir şeyler var onda. Four Winds onun kanında var.”
Anne aşağı indiğinde Gilbert’ın şöminenin yanında biriyle konuştuğunu gördü. Anne girince ikisi de döndü.
“Anne, Kaptan Boyd. Kaptan Boyd, eşim.”
Gilbert ilk kez Anne’i “eşim” diye tanıtıyordu ve bununla gurur duyduğu belliydi. Yaşlı kaptan güçlü kuvvetli elini Anne’e uzattı. Birbirlerine gülümsedikleri o ilk andan itibaren arkadaş oldular. Kafa dengi dostlar birbirlerini derhâl tanıdılar.
“Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum Bayan Blythe. Umarım bu eve gelen ilk gelin kadar mutlu olursunuz. Sizin için bundan daha güzel bir şey dileyemezdim. Ama eşiniz beni tam olarak doğru tanıtmadı. Bana ‘Kaptan Jim’ derler ve siz de bu şekilde hitap ederseniz iyi olur. Çok hoş bir gelinsiniz Bayan Blythe. Size bakmak sanki evlenen benmişim gibi hissettiriyor.”
Herkes kahkahalarla gülerken Bayan Dave, Kaptan Jim’i yemeğe davet etti.
“Çok teşekkür ederim. Gerçekten çok naziksiniz Bayan Doktor. Yemeklerimi çoğu kez tek başıma yemek zorunda kalıyorum. Karşımdaki aynada gördüğüm çirkin ihtiyar yüz dışında bana eşlik edecek kimse olmuyor. Sizin gibi tatlı ve hoş bayanlarla yemek yeme fırsatı kolay ele geçmiyor.”
Kaptan Jim’in iltifatları kâğıt üzerinde çok cüretkâr gibi gelse de söyleyiş tarzındaki incelik ve görünüşü iltifatı alan kadınlarda bir kralın övgüsüne mazhar oluyorlarmış hissini yaşatırdı.
Kaptan Jim yüce ruhlu, saf bir ihtiyardı. Gözlerinde ve kalbinde sonsuz gençlik ateşi yanıyordu. Uzun, biçimsiz bir vücudu vardı, hafiften kamburdu. Ancak yine de muazzam bir güç ve dayanıklılık izlenimi uyandırıyordu. Sinekkaydı traşlı bronz yüzünde derin çizgiler vardı. Demir grisi saçları omuzlarına dökülüyordu ve keskin mavi çukur gözleri zaman zaman ışıldıyor, zaman zaman düşlere dalıyor, zaman zaman da kaybettiği değerli bir şeyi arayan bir hevesle denize doğru bakıyordu. Anne, Kaptan Jim’in neye baktığını yakında öğrenecekti.
Kaptan Jim’in çirkin bir adam olduğu inkâr edilemezdi. Kısa çenesi, kaba ağzı ve kare kaşları “güzel” denilebilecek bir bütün oluşturmuyordu. Bedeninde olduğu kadar ruhunda da etkiler bırakan bir sürü zorluk ve hüzün yaşamıştı. Ancak Anne, her ne kadar onun dış görünüşünün ilk bakışta “yavan” olduğunu düşünse de bu meseleye daha sonra kafa yormadı. Derinlerden ışıldayan o ruh, kaba saba bedeni de güzelleştiriyordu.
Neşeyle oturdular yemek masasının etrafına. Şömine ateşi eylül serinliğini kovalasa da yemek odasının açık penceresinden içeri giren deniz meltemleri kafalarına estiği gibi süzülüyorlardı tatlı tatlı. Limanın ve arkasındaki mor yamaçlarla beraber manzara muhteşemdi. Masa Bayan Dave’in hazırladığı leziz yiyeceklerle doluydu. Ancak yemeğin yıldızı denizden yakalanan kocaman alabalıktı.
“O kadar yoldan sonra lezzetli olur diye düşündüm.” dedi Kaptan Jim. “Alabalık ne kadar taze olabilirse o kadar taze Bayan Blythe. İki saat önce Glen Göleti’nde yüzüyorlardı.”
“Bu akşam deniz fenerine kim bakıyor Kaptan Jim?” diye sordu Doktor Dave.
“Yeğenim Alec. Benim kadar iyi anlıyor bu işten. Aslında beni yemeğe davet ettiğinize çok sevindim. Çok açım ve bu akşam için pek yiyeceğim yok.”
“Bence o deniz fenerinde epey aç kalıyorsunuz.” dedi Bayan Dave sertçe. “Doğru düzgün yemek yeme zahmetine girmiyorsunuz.”
“Hayır, Bayan Dave, o zahmete giriyorum.” diyerek itiraz etti Kaptan Jim. “Çoğu zaman krallar gibi yaşıyorum. Dün gece Glen’e uğradım ve bir kilo pirzola aldım. Bugün ziyafet çekecektim kendime.”
“Peki pirzolaya ne oldu?” diye sordu Bayan Dave. “Gelirken yolda mı kaybettiniz acaba?”
“Hayır.” dedi Kaptan Jim. Yüzünde mahcup bir ifade vardı. “Uyuma vakti geldiğinde zavallı, huysuz bir köpekçik yanıma geldi ve bu akşam için misafir olmak istedi. Sanırım kıyıdaki balıkçılardan birinin köpeğiydi. Zavallıcığı geri çevirmek istemedim, ayağı yaralıydı. Ben de onu verandaya yerleştirdim. Uzanması için eski bir minder verdim ve yatağa girdim. Ama bir türlü gözüme uyku girmedi. Düşününce köpeğin aç göründüğünü fark ettim.”
“Sonra da kalkıp pirzolayı köpeğe verdiniz, hepsini verdiniz hem de.” dedi Bayan Dave gururlu bir serzenişle.
“Ama verecek pek bir şey yoktu.” dedi Kaptan Jim utanarak. “Bir köpeğin yemek isteyeceği bir şey yoktu en azından. Sanırım çok aç olmalıydı çünkü pirzolayı silip süpürdü. Ben de güzel bir uyku çektim ama ertesi günü yemeğim biraz yetersiz olacaktı. Patates yiyecektim. Köpek bu sabah evine döndü. Sanırım vejetaryen değildi.”
“Değersiz bir köpek için kendinizi aç bırakmanıza diyecek söz yok!” diyerek burun kıvırdı Bayan Dave.
“Orasını bilemeyiz. Belki birileri için çok değerlidir.” diyerek itiraz etti Kaptan Jim. “Görünüşü çok da iyi değildi ama bir köpeği dış görünüşüne göre yargılamak olmaz. Benim gibi onun da gerçek güzelliği içindedir belki. Benim İkinci Kaptan (Kaptan Jim’in kedisi) onu onaylamadı. Dili çok sertti. Benim Kaptancık ön yargılı bir kedi ama köpek söz konusu olduğunda kedinin fikrinin önemi olmaz. Öyle ya da böyle ben yemeğimi kaybettim. Güzel insanlarla birlikte yediğim bu leziz yemek şahane benim için. Komşuların iyi olması çok güzel.”
“Derenin yukarısında, söğütlerin arasındaki evde kim yaşıyor?” diye sordu Anne.
“Bayan Dick Moore.” dedi Kaptan Jim. “Ve kocası.” diye ekledi sonradan aklına gelmiş gibi.
Anne gülümsedi. Kaptan Jim’in konuşma tarzından Bayan Dick Moore’un nasıl biri olduğunu zihninde canlandırabiliyordu. Belli ki ikinci bir Rachel Lynde vakasıyla karşı karşıya kalacaktı.
“Çok fazla komşunuz yok Bayan Blythe.” diye devam etti Kaptan Jim. “Limanın bu tarafında çok az yerleşim yeri yar. Arazinin çoğu, Glen bölgesininin ötesinde yaşayan Bay Howard’a ait. Evini otlak olarak kiralıyor. Limanın diğer tarafıysa oldukça kalabalık. En çok MacAllisterlar yaşıyor o taraflarda. Elini atsan MacAllister’a çarpacağın bir bölge var. Geçen gün Leon Blacquiere’la konuşuyordum. Tüm yaz limanda çalıştı kendisi. ‘O tarafta hep MacAllisterlar dolu.’ dedi bana. ‘Neil MacAllister, Sandy MacAllister, William MacAllister, Alec MacAllister ve Angus MacAllister var. Bir de sanırım İblis MacAllister var.’ ”
“Bir o kadar da Elliott ve Crawford var.” dedi Doktor Dave kahkahasını zapt ettikten sonra. “Four Winds’in bu taraflarında yaşayanlar olarak şöyle bir deyişimiz var Gilbert, ‘Elliottların kibrinden, MacAllisterların gururundan ve Crawfordların kendini beğenmişliğinden Tanrı bizi korusun.”
“Ama içlerinde çok sayıda iyi insan da var.” dedi Kaptan Jim. “William Crawford’la senelerce denize açıldım. O adamın cesareti ve dayanıklılığı kimsede yok. Four Winds’in o taraflarındakilerin kafaları çok çalışıyor. Belki de bu taraftakilerin onlara sataşmasının sebebi de budur. Bazı insanların az biraz daha zeki dünyaya gelmelerinin diğerlerini bu kadar gücendirmesi tuhaf bir şey.”
Limanın karşı tarafında yaşayanlarla kırk senedir kavgalı olan Doktor Dave bir kahkaha patlattı.
“Yolun bir kilometre yukarısındaki zümrüt yeşili muhteşem evde kim yaşıyor peki?” diye sordu Gilbert.
Kaptan Jim keyifle gülümsedi.
“Bayan Cornelia Bryant. Presbiteryen olduğunuzu görünce yakında sizi ziyaret edecektir zaten. Eğer Metodist olsaydınız zahmet buyurmazdı. Cornelia, Metodistlerden ölümüne haz etmez.”
“Çok tuhaf biridir kendisi.” diye kıkırdadı Doktor Dave. “Erkeklerden nefret etme müptelası!”
“Kız kurusu mu?” diye sordu Gilbert gülerek.
“Hayır, kız kurusu değil.” diye cevap verdi Kaptan Jim ciddiyetle. “Gençliğinde istediği kişiyle olabilirdi. Şimdi bile tek bir sözüyle buranın dullarını sıraya dizer. Ama nedense erkeklere ve Metodistlere karşı kronik bir nefretle doğmuş sanki. Four Winds’deki en sivri dile ve en nazik kalbe sahiptir. Nerede bir sıkıntı olsa hemen yardıma koşar ve elinden geleni nazikçe yapmaya çalışır. Diğer kadınlar hakkında tek bir kötü söz söylemez. Ama bizim gibi ihtiyar keratalara gelince demediğini bırakmaz.”
“Sizden hep iyi bahseder Kaptan Jim.” dedi Bayan Dave.
“Evet, korkarım öyle. Bu durum hiç de hoşuma gitmiyor açıkçası. Sanki bende doğal olmayan bir şeyler varmış gibi geliyor.”
BÖLÜM 7
OKUL MÜDÜRÜ’NÜN EŞİ
“Bu eve gelin gelen ilk kişi kimdi Kaptan Jim?” diye sordu Anne yemekten sonra şöminenin etrafına oturduklarında.
“Sanırım bu evle alakalı bir hikâyenin parçasıydı.” dedi Gilbert. “Bana bu hikâyeyi sizin anlatabileceğinizi söylediler Kaptan Jim.”
“Evet, biliyorum o hikâyeyi. Sanırım Four Winds’de okul müdürünün gelininin buraya gelişini hatırlayabilecek yaşta olan tek kişiyim. Kendisi otuz yıl kadar önce öldü. Ama insanın asla unutamayacağı türde bir kadındı.”
“Bize hikâyesini anlatın.” diye rica etti Anne. “Benden önce bu evde yaşayan tüm kadınların hikâyelerini bilmek istiyorum.”
“Sadece üç kadın yaşadı sizden önce: Elizabeth Russell, Bayan Ned Russell ve Okul Müdürü’nün eşi. Elizabeth Russell iyi huylu aklı başında bir kadıncağızdı. Bayan Ned de iyi bir kadındı. Ama ikisinin de Okul Müdürü’nün geliniyle uzaktan yakından alakası yoktu.”
“Okul müdürünün adı John Selwyn’di. Ben on altı yaşında bir delikanlıyken ana vatandan buralara öğretmenlik yapmaya gelmişti. O zamanlarda Prens Edward Adası’na öğretmenlik yapmaya gelen avarelere benzemezdi hiç. Buraya gelen öğretmenlerin çoğu ayyaş heriflerdi ve ayık zamanlarında öğrencilere okuma yazma öğretir, sarhoş olduklarında da çocukları azarlarlardı. Ama John Selwyn iyi ve yakışıklı bir delikanlıydı. Kendisi babamın evinde kalırdı ve benden on yaş büyük olduğu hâlde kanka gibiydik. Birlikte kitap okur, sohbet eder, yürüyüş yapardık. Sanırım yazılmış tüm şiirleri bilirdi. Akşamları sahilde yürürken şiirlerden alıntılar yapardı. Babam bunun büyük vakit kaybı olduğunu düşünse de müsaade ederdi. Beni denizci olma fikrinden vazgeçireceğini ümit ederdi. Ama bunu hiçbir güç başaramaz çünkü annem denizci ırkından geliyor ve bu benim doğuştan sahip olduğum bir şey. Ama ben John’un bir şeyler okumasını dinlemeyi severdim. Neredeyse altmış yıl önceydi. Ama ondan öğrendiğim çok sayıda şiir bugün bile aklımda. Neredeyse altmış yıldır!”
Kaptan Jim bir an için sessiz kaldı. Geçip giden zamanı ararcasına parlayan ateşe daldı. Sonra derin bir iç çekip hikâyesini anlatmaya devam etti.
“Bir ilkbahar akşamı onunla kum tepelerinde buluştum. Keyfi çok yerindeydi, tıpkı sizin Bayan Blythe’ı eve getirdiğiniz şu geceki hâliniz gibiydi Doktor Blythe. Sizi görür görmez aklıma o geldi. Memleketinde bir sevgilisi olduğunu ve yanına geleceğini söyledi bana. Ben bu duruma pek de sevinmemiştim. O zamanlar gençliğin getirdiği bir bencillik vardı bende. Eşi geldikten sonra beni eskisi gibi umursamaz diye düşünüyordum. Ama bunu ona belli etmeyecek nezaketim vardı. Bana sevgilisi hakkında her şeyi anlattı. İsmi Persis Leigh’miş. Eğer ihtiyar amcası olmasaymış yanına gelecekmiş. Amcası hastaymış ve Persis’in anne babası vefat edince ona amcası baktığı için onu bırakamıyormuş. Nihayet amcası ölünce de John Selwyn’le evlenmek için gelecekmiş. O zamanlarda seyahat etmek bir kadın için kolay bir şey değildi. Hatırlarsanız buharlı gemi yoktu ozamanlarda.”
“ ‘Ne zaman gelecek peki?’ diye sordum.”
“ ‘Royal William’la 20 Haziran’da gelecek.’ dedi. ‘Temmuz ortalarında burada olur. Marangoz Johnson’a onun için bir ev yaptırtmalıyım. Mektubu bugün ulaştı. Mektubu daha açmadan iyi haberler getirdiğini biliyordum. Birkaç gece önce gördüm onu.”
“Ne demek istediğini anlamamıştım. Ama sonra açıkladı bana. Gerçi onu da anlamadım ya… Kendisinin Tanrı vergisi bir yeteneği ya da laneti varmış. Öyle söyledi işte Bayan Blythe. Yetenek ya da lanet. Hangisi olduğunu kendisi de bilmiyordu. Söylediğine göre büyük büyük ninesinde de varmış bundan ve bu yüzden cadı diye yakmışlar kadını. Tuhaf nöbetlere -sanırım trans demişti- kapılıyordu ara ara. Böyle şeyler var mıdır Doktor?”
“Trans hâlini yaşayan insanlar kesinlikle var.” diye cevapladı Gilbert. “Ama bu mesele tıbbi olmaktan çok psişik. John Selwyn’in transları nasıldı?”
“Rüya gibiydi.” dedi ihtiyar Doktor şüpheci bir şekilde.
“Rüyasında bir şeyler gördüğünü söylerdi.” dedi Kaptan Jim yavaşça.
“Dikkatinizi çekerim, size sadece söylediklerini aktarıyorum. Dediğine göre yaşananları, yaşanacakları görüyordu. Gördükleri onun için bazen rahatlama, bazen de dehşet anlamı taşıyormuş. Dört gece öncesinde de bir şeyler görmüş. Oturmuş ateşe bakarken transa girmiş. İngiltere’de çok iyi bildiği eski bir odayı görmüş. Persis Leigh de odanın içindeymiş. Ellerini ona doğru uzatıyormuş. Hâlinden memnun ve mutlu görünüyormuş. Gördüğü bu imgeden dolayı da güzel haberler alacağını biliyormuş.”
“Bir düş sadece, düş…” diyerek burun kıvırdı ihtiyar Doktor.
“Belki de, muhtemelen.” dedi Kaptan Jim. “O zamanlar ben de ona böyle demiştim. Böyle düşünmek çok rahatlatıcıydı. O şekilde bir şeyleri görüyor olma fikrinden hoşlanmamıştım. Çok esrarengiz geliyordu bana.”
“ ‘Hayır.’ dedi. ‘Rüyamda görmedim. Ama bir daha bu konudan bahsetmeyeceğiz. Eğer bu konuya çok kafa yorarsan benim arkadaşım olmazsın.”
“Ben de ona hiçbir şeyin beni, onun arkadaşı olmaktan alıkoyamayacağını söyledim. Ama o sadece kafasını salladı ve şöyle dedi:
“Biliyorum. Ama bu yüzden çok arkadaş kaybettim. Onları suçlayamıyorum da. Benim bile bu mesele yüzünden kendime dayanamadığım zamanlar oldu. Böylesi bir gücün içinde bir miktar doğaüstülük de var. Ancak iyi mi yoksa kötü mü olduğunu bilemiyorum. Biz ölümlüler Tanrı’yla ya da şeytanla yakın ilişkiden fazlasıyla korkarız.”
“İşte bunları söyledi. Dün gibi hatırlarım hâlâ her ne kadar ne demek istediğini bilemesem de. Sizce ne demek istedi Doktor Bey?”
“Ne demek istediğini kendisinin bile bildiğini zannetmiyorum.” dedi Doktor Dave asabi bir şekilde.
“Sanırım ben biliyorum.” diye fısıldadı Anne. Dinlerken o eski hâline bürünmüştü. Dudakları sımsıkı kapalıydı ve gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Kaptan Jim, genç kızın hayran olunası tebessümü ile biraz şımardıktan sonra hikâyesine devam etti.
“Kısa süre sonra Glen ve Four Winds’in tüm sakinleri Okul Müdürü’nün müstakbel eşinin geleceğinin haberini aldılar. Herkes bu duruma seviniyordu çünkü Okul Müdürü’nü çok seviyorlardı. Dahası onun evini çok merak ediyorlardı, yani bu evi. Bu araziyi özellikle seçti çünkü buradan hem limanı görmek hem de arkasındaki denizin sesini duymak mümkündü. Müstakbel eşi için bahçeyi hazırladı ancak karakavak fidanlarını o dikmedi. Bayan Ned Russel dikti. Fakat bahçedeki çift sıra gül çalılarını Glen okulunda öğrenim gören küçük kızlar dikti müdürün eşi için. Pembe güller müstakbel gelinin yanakları, beyaz güller kaşları, kırmızı güller de dudakları içinmiş. John böyle söyledi. O kadar çok şiir okurdu ki en sonunda şiir okur gibi konuşmaya başladı.”
“Hemen herkes yeni evini kurmasına yardımcı olmak için ufak tefek hediyeler yolladı. Sizin de gördüğünüz üzere Russellar bu eve taşındıklarında evi en güzel mobilyalarla dayayıp döşediler. Ancak bu eve giren ilk mobilyalar çok sadeydi. Ne var ki bu ev sevgi bakımından çok zengindi. Kadınlar yorganlar, masa örtüleri, havlu gibi şeyler yolladılar. Bir adam gelin için bir sandık, bir başkası masa yaptı ve böyle devam etti. Hatta gözleri görmeyen ihtiyar Margaret Boyd Teyze yeni gelin için tatlı kokulu kum tepesi çimenlerinden bir sepet ördü. Okul Müdürü’nün eşi bu sepeti yıllar boyunca mendillerini koymak için kullandı.”
“Nihayet her şey tamamlanmıştı. Koca şöminedeki kütükler bile yakılmaya hazırdı. Tam olarak bu şömine olmasa da aynı yerdeydi. Bayan Elizabeth on beş yıl önce evi elden geçirdiğinde şömineyi değiştirdi. İlk şömine, içinde öküz pişirilebilecek büyüklükte eski model bir şömineydi. O zamanlarda bu gece olduğu gibi şöminenin yanına oturur hikâyeler anlatırdım.”
Bir kez daha sessizlik çöktü. Kaptan Jim, Anne ve Gilbert’ın göremediği ziyaretçilerle haşır neşirdi. Kaybolan yıllarda birlikte şömine etrafına dizildikleri insanlardı bunlar. Taze gelin olmanın neşesi ve coşkusuyla ışıldayan gözler bir kilise avlusunun çimenlerinin altında ya da denizin fersah fersah derinlerinde sonsuzluk uykusuna yatmışlardı. Burada, eski gecelerde çocuklar ileri geri kahkahalarla koşuşturmuşlardı. Kış gecelerinde dostlar burada toplanmışlardı. Danslar burada edilmiş, şarkılar burada çalınmış, şakalar burada yapılmıştı. Gençler burada hayallere dalmışlardı. Kaptan Jim için bu küçük ev, hatıralarla doluydu.
“Ev temmuzun ilk gününde tamamlandı. O zamanlarda Okul Müdürü günleri sayardı. Onu sahilde yürürken gördüğümüzde birbirimize şöyle derdik, ‘Nişanlısı yakında onunla olacak.’ ”
“Müstakbel gelinin temmuz ortasında gelmesi beklense de o tarihlerde gelmedi. Ama kimse endişeye kapılmadı. Gemilerin günlerce hatta haftalarca geciktiği olurdu. Royal William bir hafta, iki hafta, sonra da üç hafta gecikti. En sonunda korkmaya başladık ve her şey daha da kötüye gitmeye başladı. Artık John Selwyn’in gözlerine bakmaya dayanamıyordum. Biliyor musunuz Bayan Blythe.” Kaptan Jim sesini alçalttı. “O günlerde John’un, yakarak öldürdükleri büyük büyük ninesinin son anlarında baktığı gibi baktığını düşünürdüm. Pek konuşmamaya başladı. Hayalet misali dersini anlattıktan sonra sahile koşardı. Birçok sefer akşamdan sabaha yürüdüğünü bilirim. İnsanlar aklını kaybetmeye başladığını söyler oldular. Herkes ümidini yitirmişti. Royal William sekiz hafta boyunca gecikmişti. Eylül’ün ortasıydı ve Okul Müdürü’nün müstakbel eşi gelmemişti. Asla da gelmeyeceğini düşündük.”
“Sonra üç gün süren büyük bir fırtına koptu. Fırtınanın sona erdiği günün akşamında sahile gittiğimde Okul Müdürü’nü kollarını koca bir kayaya dolamış vaziyette denizi seyrederken gördüm.”
“Onunla konuştuğumda cevap vermedi. Gözleri benim göremediğim bir şeye bakıyor gibiydi. Yüzü ölü bir adamın yüzü gibi çökmüştü.”
“ ‘John! John!’ diye bağırdım. Korkmuş bir çocuk gibiydim. ‘Uyan hadi, uyan!’ ”
“Gözlerindeki o tuhaf, korkunç bakış azalır gibi oldu. Kafasını çevirip bana baktı. O anki yüzünü hiç unutmadım. Son yolculuğuma yelken açıncaya dek de unutmayacağım.”
“ ‘Her şey yolunda delikanlı.’ dedi. ‘Royal William’ın East Point’ten geldiğini gördüm. Şafak vakti burada olacak. Yarın gece şömine ateşimizin yanında müstakbel eşimle baş başa oturuyor olacağız.”
“Sizce bunu önceden görmüş müydü?” diye sordu Kaptan Jim aniden.
“Tanrı bilir.” dedi Gilbert usulca. “Büyük aşklar ve büyük acılar bizim bilemeyeceğimiz mucizelere sebep olabilirler.”
“Bence kesinlikle gördü.” dedi Anne içtenlikle.
“Saç-ma-lık.” dedi Doktor Dave. Ama sesinde her zamankinden daha fazla tereddüt vardı.
“Biliyor musunuz…” dedi Kaptan Jim ciddiyetle, “Royal William ertesi sabah gün doğumunda Four Winds limanına geldi.”
“Glen’de ve sahil kıyısında yaşayan herkes eski iskelede onu beklemeye koyuldu. Okul Müdürü bütün gece sahildeydi. Yaklaştığında okadar neşelendik ki anlatamam.”
Kaptan Jim’in gözleri ışıl ışıldı. O gözler altmış yıl önceki Four Winds limanında, gün doğumunun güzelliğinde yaklaşan eski gemiye bakıyorlardı.
“Peki Persis Leigh gemide miydi?” diye sordu Anne.
“Evet, o ve kaptanın eşi gemidelerdi. Felaket bir yolculuk geçirmişlerdi. Fırtına üstüne fırtınaya kapılmışlardı. Üstelik erzakları da tükenmişti ama en nihayetinde vardılar. Persis Leigh eski iskeleye adımını attığında John Selwyn onu kollarına aldı ve ahali tezahüratı bırakıp ağlamaya başladı. Ben bile ağladım. Ama bunu itiraf etmem yıllar sürdü. Erkeklerin ağlamaktan bu kadar utanmaları tuhaf değil mi?”
“Persis Leigh güzel miydi?” diye sordu Anne.
“Aslına bakarsan güzel miydi değil miydi bilemiyorum, bilmiyorum.” dedi Kaptan Jim yavaşca. “Nedense güzel mi değil mi diye soracak noktaya gelmiyordu insan. Bunun bir önemi yok. Onda çok sevimli ve cana yakın bir şeyler vardı. Onu sevmemek mümkün değildi. Ama hoş bir görünüşü vardı. Kocaman berrak ela gözleri, parlak kahverengi gür saçları ve İngiliz teni vardı. John’la akşamın erken saatlerinde bizim evde evlendiler. Uzak yakın herkes düğüne katıldı. Sonra da onları buraya getirdik. Bayan Selwyn ateşi yaktı, sonra da biz ayrılıp onları burada bıraktık. Tam da John’un önsezisinde olduğu gibiydi. Çok tuhaftı, çok tuhaf! Ama ben çok fazla tuhaf şey görmüşümdür hayatımda.”
Kaptan Jim kafasını bilgece salladı.
“Çok güzel bir hikâye.” dedi Anne. Belki de ilk kez romantizme doymuştu. “Burada kaç yıl yaşadılar?”
“On beş yıl. Onlar evlendikten sonra ben denizlere kaçtım. Tam bir fırlamaydım. Ama her dönüşümde kendi evime bile uğramadan buraya gelir, Bayan Selwyn’e yolculuğumu anlatırdım. On beş mutlu yıl! O ikisinin mutluluk konusunda özel bir yeteneği vardı sanki. Bazı insanların öyle olduğunu siz de fark etmişsinizdir. Ne olursa olsun uzun süre mutsuz kalamazlar. Arada bir kavga ederlerdi. Ama ikisi de şen şakrak insanlardı. Bir keresinde Bayan Selwyn kendine has o güzel kahkahasıyla şöyle demişti, ‘John’la kavga ettiğimizde çok kötü hissediyorum. Ama içten içe kavga edip barışabileceğim dünya iyisi bir kocam olduğu için de çok mutluyum.’ Sonra Charlottetown’a taşındılar. Sonra Ned Russell evlenip eşiyle buraya geldi. Hatırladığım kadarıyla çok neşeli bir çifttiler. Bayan Elizabeth Russell, Alec’in kız kardeşiydi. Bir iki yıl sonra onlarla yaşamaya geldi. O da çok neşeli biriydi. Bu evin duvarları kahkahalar ve güzel zamanlarla kaplanmış gibidir. Buraya gelen üçüncü gelinsiniz Bayan Blythe, aynı zamanda da en güzeli…”
Kaptan Jim elindeki yavan iltifatı allayıp pullayıp güzelleştirmişti. Anne de bu iltifatı gururla kabul etti. O gece hiç olmadığı kadar güzel görünüyordu. Yanaklarında güller açıyordu ve gözleri aşkla ışıldıyordu. Huysuz ihtiyar Doktor Dave bile takdir edercesine bakmıştı Anne’e ve eve dönüş yolunda eşine, oğlanın kızıl saçlı eşinin çok güzel olduğunu söylemişti.
“Benim fenere dönmem lazım.” dedi Kaptan Jim. “Bu geceden çok keyif aldım.”
“Bizi sık sık ziyaret etmelisiniz.” dedi Anne.
“Bu daveti kabul etme ihtimalimin ne kadar yüksek olduğunu bilseydiniz acaba yineler miydiniz diye merak ediyorum.” dedi Kaptan Jim muzipçe.
“Bu da sizi davet ederken samimi olup olmadığımı bilmek istediğiniz anlamına gelir.” diye gülümsedi Anne. “Samimiyim, hem de tüm kalbimle.”
“O zaman geleceğim. Her an başınıza bela olabilirim. Arada bir sizin de ziyaretime gelmeniz benim için bir şereftir. İkinci Kaptan dışında konuşabileceğim kimse yok genelde, Tanrı onun sokulgan ruhunu kutsasın. Kendisi iyi bir dinleyicidir ama çok iyi bir konuşmacı değil. Siz genç ben yaşlı olsam da sanırım ruhlarımız aynı yaşta. Cornelia Bryant’ın dediği gibi Joseph’i tanıyan ırka mensubuz ikimiz de.”
“Joseph’i tanıyan ırk mı?” dedi Anne. Hiçbir şey anlamamıştı bu sözden.
“Evet. Cornelia dünyadaki herkesi ikiye ayırır. Joseph’i tanıyan ırk ve tanımayan ırk. Eğer bir kişi seninle iyi anlaşır ve meselelere dair aşağı yukarı aynı fikirlere sahip olur, aynı mizah anlayışını paylaşırsa ozaman Joseph’i tanıyan ırka mensup demektir.”
“Şimdi anladım.” diye haykırdı Anne. Bu ifadenin anlamı aniden dank etmişti. “Ben de eskiden bu tür insanlar için ‘kafa dengi’ ifadesini kullanırdım. Hâlâ da kullanırım aslına bakarsanız.”
“Öyle, öyle.” dedi Kaptan Jim. “O şey her neyse biz oyuz işte. Bu gece geldiğinizde sizin için, ‘Evet, o Joseph’i tanıyan ırktan.’ demiştim kendi kendime. Bu da beni inanılmaz mutlu etti. Çünkü öyle olmasaydı birbirimizle vakit geçirmekten hiç keyif almazdık. Joseph’i tanıyan ırk dünyanın tadı tuzudur bence.”
Anne ve Gilbert misafirlerini uğurlamak için kapıya çıktıklarında ay yükselmeye başlamıştı. Four Winds limanı ihtişamlı, düşsel, büyüleyici bir şeye benzemeye başlamıştı. Hiçbir tılsımın bozamayacağı bir büyü gibiydi. Yolun aşağı kısmındaki karakavaklar, uzun boyları ve koyu renkleriyle mistik bir ayinin papazları gibiydiler.
“Ben karakavakları hep çok sevmişimdir.” dedi Kaptan Jim ağaçları selamlarcasına elini sallarken. “Onlar ağaçların prensesidirler. Artık modaları geçti. İnsanlar üst kısımlarının solduğundan ve kaba saba göründüklerinden şikâyet ediyorlar. Her bahar merdivenle çıkıp üst kısımlarını kırpmazlarsa olacak olan budur tabii. Ben Bayan Elizabeth’in karakavaklarını hep kırptığım için onunkiler yıpranmazdı. Kendisi karakavaklara pek düşkündü. Onların azametini ve seçkin görünüşlerini severdi. Önüne gelenle samimi olmaz karakavaklar. Eğer akçaağaçlar misafirse karakavaklar sosyetedir Bayan Blythe.”
“Ne güzel bir gece.” dedi Bayan Dave, doktorun at arabasına binerken.
“Çoğu gece güzeldir.” dedi Kaptan Jim. “Ama Four Winds’deki ay ışığı öylesine muhteşem ki ‘cennete ne kaldı’ diye düşündürüyor bana. Ay benim yakın dostumdur Bayan Blythe. Kendimi bildim bileli çok severim onu. Sekiz yaşındayken bir akşam vakti bahçede uyuyakalmıştım. Gece vakti uyandığımda ölümüne korkmuştum. Gölgeler ve tuhaf seslerle doluydu gece. Yerimden kıpırdayamadım. Öylece sızlanarak durdum çömelmiş vaziyette. Sanki dünyada benden başka kimse yok gibiydi ve dünya kocamandı. Sonra bir anda ayın elma ağacının dalları arasından eski bir dost misali bana baktığını gördüm. Hemen içime su serpildi. Ayağa kalktım ve aya bakarak cesurca eve doğru yürüdüm. Çoğu geceler gemimin güvertesinde, uzak ya da yakın denizlerde onu seyretmişimdir. Peki, neden çenemi kapatıp eve gitmemi söylemiyorsunuz bakalım?”
Gecenin kahkahaları sona erdi. Anne ve Gilbert el ele tutuşup gezindiler bahçelerinde. Köşeden geçen dere, tüm berraklığıyla akıp gidiyordu huş ağaçlarının gölgesinde. Kıyılarındaki gelincikler ay ışığıyla dolu fincanlara benziyorlardı. Okul Müdürü’nün eşinin kendi elleriyle diktiği çiçekler, tatlılıklarını yayıyorlardı geceye. Kutsal dünlerin güzelliğiyle dopdoluydular. Anne bir dal çiçek almak için karanlıkta durdu.
“Karanlıkta çiçek koklamayı seviyorum.” dedi. “O zaman onların ruhunu yakalamak mümkün oluyor. Ah, Gilbert, bu küçük ev tam da hayal ettiğim gibi. Burada düğün kaçamağı yapan ilk kişiler olmadığımız için de çok mutluyum!”