Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Anne'in Hayaller Evi», sayfa 4

Yazı tipi:

BÖLÜM 8
BAYAN CORNELIA BRYANT ZİYARETE GELİYOR

O eylül Four Winds Limanı altın renkli puslarla ve mor sislerle doluydu. Güneş parlaklığını esirgememişti. Gecelerse ay ışığı şöleniyle coşuyor, yıldızlar gökleri süslüyordu. Fırtına ya da sert rüzgârlar göstermemişlerdi yüzünü. Anne ve Gilbert yuvalarını düzenliyor, sahilde yürüyüş yapıyor, denize açılıyor, Four Winds ve Glen’de at arabası gezintisine çıkıyorlardı. Bazen de limanın etrafını saran ormanların kuytularında dolaşıyorlardı. Kısacası dünyadaki tüm âşıkları kıskandıracak bir balayı geçirdiler.

“Eğer aniden zaman duracak olsaydı şu son dört haftaya değerdi, öyle değil mi?” dedi Anne. “Bir daha böylesine mükemmel dört hafta geçireceğimizi sanmıyorum. Ama onları yaşadık. Her şey, rüzgâr, hava, insanlar, hayaller evi… Her şey balayımızı keyifli yapmak için iş birliği yapmıştı sanki. Buraya geldiğimizden beri bir kez bile yağmurlu bir gün yaşamadık.”

“Ayrıca bir kez bile kavga etmedik.” diyerek şaka yaptı Gilbert.

“Ne kadar geç olursa o kadar iyi.” dedi Anne. “Balayımızı burada geçirmeye karar verdiğimiz için çok mutluyum. Hatıralarımız yabancı yerlere değil buraya, hayaller evimize ait olacak hep.”

Yeni evlerinde, Anne’in Avonlea atmosferinde bulamadığı türden bir romantizm ve macera kokusu vardı. Her ne kadar deniz manzaralı bir evde yaşıyor olsa da denizi henüz hayatına tam olarak almamıştı. Deniz, etrafını kuşatmıştı ve sürekli onu çağırıyordu. Yeni evinin her bir penceresinde denizin farklı bir özelliğini keşfediyordu. Liman kentinin insana musallat olan uğultusu bir türlü gitmiyordu kulaklarından. Gemiler her gün iskeleden denize açılıyordu. Bunlardan bazıları uzak limanların yolcusuydu. Balıkçı tekneleri sabahları kanaldan geçiyordu ve akşamları avlarıyla birlikte dönüyordu. Denizciler ve balıkçılar kıvrım kıvrım liman yollarından kaygısızca ve neşeyle geçiyorlardı. Yepyeni maceralar ve seyahatlerin kapıda olduğu hissi hiçbir zaman yok olmuyordu. Four Winds yolları Avonlea yollarından daha düzensiz ve pürüzlüydü. Deniz, ahaliyi kıyılarına çağırma işine aralıksız devam ediyordu. Bu davete icabet etmek istemeyenler bile gerilimi, huzursuzluğu, gizemi ve olasılıkları hissedebiliyorlardı.

“Bazı insanların neden denize açılmak zorunda olduklarını şimdi anlayabiliyorum.” dedi Anne. “Hepimiz zaman zaman ‘gün batımının ötesindeki diyarlara’ açılma arzusunu hissediyoruz. Bu duyguyla dünyaya gelenler içinse mecburi bir şey olmalı. Kaptan Jim’in bu duygunun tesiriyle kaçtığından hiç şüphem yok. Ne zaman denize açılan bir gemi ya da kum yığınlarının üzerinde süzülen bir martı görsem o gemide yolculuk yapmayı ve kanatlarım olmasını dilemekten kendimi alamıyorum. Ama bir kumru gibi uzaklaşıp huzur bulmak istemiyorum. Fırtınanın tam ortasına kanat çırpmak istiyorum.”

“Sen burada benimle kalıyorsun Anne.” dedi Gilbert tembel tembel. “Benden uzaklaşıp fırtınaların ortasına uçamazsın.”

İkindi vakti kapılarının önündeki kızıl kum taşının üzerinde oturuyorlardı. Etrafları muazzam bir huzurla kaplıydı. Hem karada, hem denizde hem de gökyüzünde dinginlik vardı. Gümüşi martılar üzerlerinde uçuşuyordu. Narin, pembemsi bulutlar dantel misali süslüyorlardı ufukları. Dalgaların ve rüzgârların uğultusu şiirsel bir güzellik katıyordu havaya. Beyaz papatyalar, limanla âşıkların arasındaki puslu çayırlara yayıyorlardı leziz kokularını.

“Tüm gece hastaların başında beklemek zorunda olan doktorlar pek maceracı hissetmiyorlar galiba.” dedi Anne anlayışlı bir şekilde. “Eğer sen de dün gece benim kadar iyi uyumuş olsaydın ufak bir hayal gücü kaçamağına benim kadar hazır olurdun.”

“Dün çok iyi bir iş yaptım Anne.” dedi Gilbert sessizce. “Tanrı’nın da yardımıyla bir hayat kurtardım. İlk kez bu iddiada bulunabiliyorum. Diğer zamanlarda hayat kurtarılmasına yardım etmişimdir en fazla. Eğer dün gece Allonby’nin yanında kalıp ölümle savaşmasaydım o kadının sabaha çıkması imkânsızdı. Four Winds’de daha önce hiç tecrübe edilmemiş bir deneye teşebbüs ettim. Bu yöntemin daha önce hastane ortamı dışında gerçekleştirildiğini hiç sanmıyorum. Geçen kış Kingsport’ta ilk kez denenmişti. Başka bir şansımızın olmadığından kesinlikle emin olmasaydım asla cesaret edemezdim buna. Bir riske girdim ve başarılı oldu. Bunun sonucu olarak da iyi bir anne ve eş uzun yıllar daha ailesiyle mutlu olmaya devam edebilecek. Bu sabah, güneş limanın üzerinde yükselirken at arabasıyla eve doğru geldiğimde bu mesleği seçtiğim için Tanrı’ya şükrettim. İyi bir savaş vermiştim ve bu savaşı kazandım. Düşünsene Anne, ölüme galip geldim. Uzun zaman önce hayatta ne yapmak istediğimizi konuşurken hayal ettiğim şey işte buydu. Bu sabah hayalim gerçekleşti.”

“Gerçekleşen tek hayalin bu muydu peki?” diye sordu Anne. Gilbert’ın vereceği cevabı çok iyi bilse de bir kez daha duymak istiyordu.

“Çok iyi biliyorsun Anne Hanım.” dedi Gilbert eşinin gözlerinin içine gülümserken. İşte tam o sırada, Four Winds Limanı’nın kıyısındaki küçük beyaz evin kapısının önünde mükemmel mutluluğa erişmiş bir çift vardı.

Gilbert, ses tonu değişerek şöyle dedi aniden, “Büyük yelkenli bir gemi evimize doğru yaklaşıyor mu yoksa ben mi yanlış görüyorum?”

Anne’in kafasını kaldırmasıyla ayağa fırlaması bir oldu.

“Bu gelen Bayan Cornelia Bryant ya da Bayan Moore olmalı.”

“Ben ofisime geçiyorum ve eğer gelen Bayan Cornelia ise sohbetinize kulak misafiri olacağım konusunda seni uyarıyorum.” dedi Gilbert. “Bayan Cornelia hakkında duyduklarıma bakılırsa bu sohbet hiç de sıkıcı olmayacaktır.”

“Bayan Moore da olabilir.”

“Bayan Moore’un silüetinin böyle olduğunu sanmıyorum. Geçen gün bahçesiyle uğraşırken görmüştüm onu. Her ne kadar çok uzakta olsam da kendisinin aşırı zayıf olduğunu düşündüm. En yakın komşusu olduğumuz hâlde henüz ziyarete gelmemiş olması sosyalleşmeye pek de meyilli olmadığını gösteriyor.”

“En azından Bayan Lynde gibi değildir. Öyle olsaydı merakı çoktan kapımıza getirirdi onu.” dedi Anne. “Bence bu ziyaretçi Bayan Cornelia.”

Ziyaretlerine gelen kişi Bayan Cornelia’ydı. Üstelik kısa ve münasip bir düğün tebriği için de gelmemişti. İçinde el işinin olduğu büyükçe bir paketi kolunun altında taşıyordu. Anne kendisini buyur edince güneş koruması sağlayan kocaman şapkasını derhâl çıkardı. Hâlden anlamaz eylül esintilerine rağmen şapkasını küçük topuzuna lastik tokayla tutturmuştu. Bayan Cornelia şapka iğnesi kullanmıyordu. Lastik tokalar annesi için yeterince iyiydi. Bayan Cornelia için de yeterince iyiydi. Taptaze, yuvarlak, pembe beyaz bir yüzü ve kahverengi neşeli gözleri vardı. Bilindik yaşlı kız kurularına hiç ama hiç benzemiyordu. Yüz ifadesindeki bir detay Anne’in kalbini derhâl kazandı. Kafa dengi olacak dostları tanıma konusunda oldukça çevik olan o eski sezgisi Bayan Cornelia’yı seveceğini söylemişti ona. Fikirlerindeki ve giyimindeki tuhaflığa rağmen.

Bayan Cornelia dışında kimse mavi beyaz şeritlerle süslenmiş bir önlük, kocaman pembe gül desenli kahverengi bir şalla misafirliğe gelmezdi. Muhtemelen Bayan Cornelia dışında kimse bu kıyafetler içinde azametli ve düzgün görünemezdi aynı zamanda. Eğer Bayan Cornelia bu kılıkta bir prensin eşini ziyaret etmek için bir saraya uğrasaydı da aynı şekilde vakur ve vaziyete hâkim olurdu. Gül desenli şalını mermer zemine aynı kaygısızlıkla atardı ve ister prens ister köylü olsun bir erkeğe sahip olmanın gurur duyulacak en son şey olduğu fikrini aşılamaya aynı sakinlikle devam ederdi.

“El işimi de yanımda getirdim Bayan Blythe canım.” dedi zarif bir kumaşı açmaya koyulduğunda. “Bunu bitirmek için acele ediyorum. Kaybedecek zamanım yok.”

Bayan Cornelia’nın heybetli kucağına yayılmış beyaz elbiseye hayretle baktı Anne. Minik fırfırları ve pilileriyle bu özenle dikilen bir bebek elbisesiydi. Bayan Cornelia gözlüklerini ayarladıktan sonra zarif dikişlerle elbiseyi süslemeye başladı.

“Bu elbise Glen’de ikamet eden Bayan Fred Proctor için.” dedi. “Sekizinci çocuğu her an dünyaya gelebilir ve çocuğun hiçbir giysisi henüz hazır değil. İlk çocuğu için diktiği her şeyi diğer yedisi iyice yıpratmış. Kendisi de yeni elbise hazırlayacak zamana, güce ya da enerjiye sahip değil. O kadın âdeta bir azize Bayan Blythe, buna inanın. Fred Proctor’la evlendiğinde neler olacağını çok iyi biliyordum. Hem cazibeli hem de fena olan o adamlardan biriydi işte. Ama evlendikten sonra cazibeli olmayı bıraktı ve sadece fena biri oldu. İçki içiyor ve ailesini ihmal ediyor. Tam bir erkek gibi, değil mi? Eğer komşuların yardımı olmasaydı Bayan Proctor çocuklarını doğru düzgün giydirebilir miydi acaba?”

Anne’in daha sonra öğrendiği üzere Bayan Cornelia, küçük Proctorların iyiliğini kendine dert edinen tek komşuydu.

“Sekizinci bebeğin yolda olduğunu öğrenince bir şeyler yapmak istedim ben de.” diye devam etti Bayan Cornelia. “Bu sonuncusu ve bugün bitirmek istiyorum.”

“Kesinlikle çok güzel.” dedi Anne. “Ben de el işimi getireyim de iki kişilik ufak bir dikiş partisi yapalım. Siz çok iyi bir dikişçisiniz Bayan Bryant.”

“Evet, buralardaki en iyi dikişçi benim.” dedi Bayan Cornelia kesin bir olgudan bahsedercesine. “Öyle olmalıyım! Tanrı biliyor kendime ait yüz çocuğum olsaydı anca bu kadar dikiş dikmiş olurdum, inan ki! Sekizinci bebek için bu elbiseye nakış işlediğim için aptalımdır belki. Ama Tanrı biliyor Bayan Blythe, sekizinci çocuk olmak onun kabahati değil. Dünyaya gelmesi isteniyormuşçasına güzel bir elbisesi olsun istedim. Zavallı ufaklığı kimse istemiyor. Ben de tam olarak bu sebepten onun ufak tefek elbiselerine daha bir özeniyorum.”

“Hangi bebek olsa o elbiseyi severdi.” dedi Anne. Bayan Cornelia’yı seveceğine dair daha güçlü bir his vardı içinde.

“Sanırım seni neden şimdiye kadar ziyaret etmediğimi merak ediyorsundur.” diye devam etti Bayan Cornelia. “Ama bu hasat ayı senin de bildiğin gibi ve ben çok meşguldüm. Etrafta çok fazla çalışan kişi olduğundan daha çok yemek yiyorlar, tam erkek gibi. Dün de gelirdim ama Bayan Roderick MacAllister’ın cenazesine gittim. Aslında başım çok ağrıyordu ve gidersem hiç keyif almam diye düşünüyordum. Ama kendisi yüz yaşındaydı ve onun cenazesine mutlaka gideceğime dair kendime söz vermiştim hep.”

“Peki iyi bir merasim miydi?” diye sordu Anne. Ofis kapısının hafif aralandığı da gözlerinden kaçmadı.

“Nasıl? Ah, evet, muazzam bir cenazeydi. Kendisinin çok tanıdığı vardı. Cenaze alayında yüzden fazla araba vardı. Bir iki tuhaf şey de yaşandı. Joe Bradshaw isimli kâfiri ömrüm boyunca bir daha görmem diye düşünüyordum. Kendisi kilise kapısından içeri adım atmazdı ama dün kendisi büyük bir coşkuyla ve hararetle ilahi söylüyordu. Kendisi şarkı söylemeyi pek sevdiğinden hiçbir cenazeyi kaçırmaz. Zavallı eşi Bayan Bradshaw şarkı söyleyecek hâlde değildi. Kadıncağız köle gibi çalışmaktan tükenmişti. İhtiyar Joe arada bir ona hediye alır, bazen de çiftlik için yeni bir ekipman getirirdi. Tam da bir erkek gibi değil mi? Ama Metodist bile olsa kiliseye gitmeyen bir adamdan fayda gelir mi? Buraya geldiğiniz ilk pazar gününde sizi ve genç doktoru Presbiteryen kilisesinde gördüğüm için şükrettim. Presbiteryen olmayan doktorla işim olmaz.”

“Geçen pazar akşamı Metodist kilisesindeydik.” dedi Anne muzipçe.

“Sanırım Doktor Blythe Metodist kilisesine de gitmek zorunda. Yoksa Metodistler ona tedavi olmazlar.”

“Vaazı çok beğendik.” dedi Anne cesurca. “Metodist papazın duası bugüne kadar işittiğim en güzel duaydı.”

“O papazın iyi dua edebildiğine hiç şüphem yok. İhtiyar Simon Bentley’den daha güzel dua eden kimseye rastlamadım henüz. Kendisi her zaman sarhoştu ya da sarhoş olmak isterdi. Çünkü ne kadar çok sarhoş olursa o kadar iyi dua ederdi.”

“Metodist papaz çok yakışıklıydı.” dedi Anne, bir yandan aralanmış ofis kapısına göz atarken.

“Evet, pek süslü kendisi.” dedi Bayan Cornelia. “Oldukça da kadınsı. Kendisine bakan her kızın âşık olduğunu zannediyor. Bir Yahudi misali oradan oraya gezinen Metodist papazından iyi bir kısmet olabilir mi sanki? Size ve genç doktora tavsiyem Metodistlerle çok içli dışlı olmayın. Benim mottom eğer Presbiteryensen, Presbiteryen olarak kal.”

“Peki, sizce Metodistler de Presbiteryenler gibi cennete gitmeyecekler mi?” diye sordu Anne gülümsemeden.

“Buna karar verecek olan biz değiliz. Bunu yüceler yücesi bilir.” dedi Bayan Cornelia ciddiyetle. “Ama cennette ne olacaksa olsun bu dünyada onlarla muhatap olmayacağım. Buradaki Metodist papazı evli değil. Ondan önceki papaz evliydi ve karısı hayatımda gördüğüm en şapşal, en uçarı yaratıktı. Bir keresinde kocasına onunla evlenmeden önce büyümesini beklemesini söylemiştim. Bana karısını kendisinin eğitmek istediğini söyledi. Tam erkek gibi, değil mi?”

“İnsanların tam olarak ne zaman yetişkin olduklarına karar vermek oldukça zor.” dedi ve güldü Anne.

“Çok güzel söyledin canım. Bazıları doğduklarında yetişkin olarak geliyorlar dünyaya. Bazıları da seksen yaşına gelseler çocuk gibiler, inan bana. Bahsettiğim Bayan Roderick hiç büyümedi. Yüz yaşındayken de on yaşındayken olduğu gibi şapşaldı.”

“Belki de uzun yaşamasının sebebi budur.” dedi Anne.

“Belki de öyledir. Ama ben bir şapşal olarak yüz yıl yaşayacağıma aklı başında biri olarak elli yıl yaşamayı tercih ederim.”

“Eğer herkes aklı başında olsaydı dünyanın ne kadar sıkıcı olacağını düşünsenize.”

Bayan Cornelia, saygısız şakacılık konusunda tartışmaya açık değildi.

“Bayan Roderick bir Milgrave’di ve Milgravelerde bir gram akıl yoktur. Yeğeni Ebenezer Milgrave yıllarca akıl hastası olarak yaşadı. Ölü olduğuna inanıyordu ve karısına kendisini gömmediği için öfkeliydi. Ben olsam gömerdim.”

Bayan Cornelia o kadar kararlı görünüyordu ki Anne onu elinde kürekle görecekti neredeyse.

“Hiç iyi bir koca biliyor musunuz Bayan Bryant?”

“Evet tabii ki… Çok fazla tanıyorum hem de. Öbür taraftalar.” dedi Bayan Cornelia. Açık pencereden limanın karşısındaki kilisenin mezarlığını işaret ediyordu.

“Hayatta olan, kanlı canlı birini tanıyor musunuz peki?” diye ısrar etti Anne.

“Birkaç tane var. Ama Tanrı’nın nelere kadir olduğunu göstermek için.” diyen Bayan Cornelia, iyi kocaların olduğunu gönülsüzce kabul etti. “Orada burada birkaç tane tuhaf adamın olduğunu inkâr etmem. Eğer gençken yakalanıp iyi terbiye edilirse, annesinden zamanında güzel dayak yediyse düzgün biri olabiliyor. Sizin kocanız çoğu erkek gibi fena biri değilmiş duyduğum kadarıyla.” Bayan Cornelia gözlüklerinin üzerinden sertçe baktı Anne’e. “Kimsenin onun gibi olmadığını düşünüyorsunuz.”

“Aynen öyle.” dedi Anne derhâl.

“Pekâlâ, bir keresinde bir başka yeni gelinin de aynısını söylediğini duymuştum.” diye iç çekti Bayan Cornelia. “Jennie Dean yeni evlendiğinde kimsenin kendi kocasına benzemediğini düşünüyordu. Aslına bakarsan haklıydı da. Kimse ona benzemezdi! İnan bana bu çok da iyi bir şeydi! Karısına çok kötü bir hayat yaşattı. Jennie ölüm döşeğindeyken ikinci eşiyle görüşüyordu.”

“Tam da erkek gibi işte. Ama umarım sen kocandan emin olmak konusunda haklısındır canım. Genç doktor pek seviliyor. İlk başlarda öyle olmamasından korkmuştum çünkü buranın insanı Doktor Dave’in dünyadaki tek doktor olduğunu düşünürdü hep. Doktor Dave pek ince düşünceli bir adam değildi, orası kesin. İnsanların evlerinde kendilerini astıklarından bahsederdi. Ancak karınları ağrıdığında incinen duygularını unutuveriyor insanlar. Eğer doktor değil de papaz olsaydı insanlar onu asla affetmezlerdi. Ruh ağrısı insanı karın ağrısı kadar endişelendirmiyor. Madem ikimiz de Presbiteryeniz ve civarlarda da Metodist yok, papazımız hakkındaki samimi düşüncelerini öğrenebilir miyim?”

“Neden ama ben…” diye tereddüt etti Anne.

Bayan Cornelia kafasını salladı.

“Kesinlikle. Sana katılıyorum canım. Onu alarak yanlış yaptık. Yüzü mezardaki dar enli taşlara benzemiyor mu? Alnına, ‘Ruhu şad olsun.’ yazılsa sırıtmaz. Buraya geldiğinde verdiği ilk vaazı asla unutamam. Herkesin iyi olduğu işi yapmasıyla ilgili bir vaazdı. Konu tabii ki çok iyiydi. Ama kullandığı örnekler yok mu!.. Şöyle demişti, ‘Diyelim ki bir ineğiniz, bir de elma ağacınız var. Elma ağacınızı ahıra bağlayıp ineğinizi meyve bahçesine ayakları havada dikecek olursanız. Elma ağacından ne kadar süt, inekten ne kadar elma alabilirsiniz?’ Siz böylesini hiç duydunuz mu hayatınızda? O gün hiçbir Metodist olmadığına çok sevindim. Bu konuda çenelerini kapatmazlardı asla. Ona dair en rahatsız olduğum nokta ise herkesle hemfikir olma alışkanlığı. Eğer ona, ‘Sen tam bir alçaksın!’ dersen, yüzünde tebessümle, ‘Evet, aynen öyle.’ diye cevap verir. Papaz olacak adamda daha fazla omurga olmalı. Uzun lafın kısası ben kendisinin sayın papaz değil sayın eşek olduğunu düşünüyorum. Ama tabii ki bu dediklerim seninle benim aramızda kalsın. Etrafta Metodistler varken onu öve öve bitiremiyorum. Bazıları eşinin çok canlı kıyafetler giydiğini düşünüyorlar. Ama ben böylesi bir yüzle yaşamak zorunda olduğu için kendisini neşelendirecek bir şeylere ihtiyaç duyduğunu söylüyorum hep. Siz benim bir kadını elbisesinden dolayı kınadığımı asla duyamazsınız. Kocasının böyle giyinmesini engelleyecek kadar pinti ve kötü olmadığına seviniyorum sadece. Tabii ben giyim kuşam işlerini kafama takmam pek. Kadınlar erkekleri memnun etmek için giyiniyorlar ve ben asla o seviyeye inmem. Oldukça sakin ve rahat bir hayata sahip olmamın sebebi erkeklerin ne dediğini zerre umursamıyor olmam canım.”

“Erkeklerden neden bu kadar nefret ediyorsunuz Bayan Bryant?”

“Aman Tanrı’m. Onlardan nefret etmiyorum. Nefrete bile değmezler. Onlara dair tiksinti benzeri bir şey hissediyorum. Ama eğer kocanız başladığı gibi devam ederse muhtemelen ondan hoşlanırım. Onun dışında bu dünyada takdir ettiğim iki erkek ihtiyar Doktor ve Kaptan Jim.”

“Kaptan Jim kesinlikle muhteşem.” dedi Anne içtenlikle.

“Kaptan Jim iyi bir adam ama bir konuda çok rahatsız edici. Onu sinirlendirmek mümkün değil. Tam yirmi senedir onu kızdırmaya çalışıyorum ama efendiliğini hiç bozmuyor. Bu da benim asabımı bozuyor. Evlenmek üzere olduğu kadınsa günde iki kez öfke nöbetine kapılan aksi bir herifle evlendi.”

“O kadın kimdi peki?”

“Ah, bilmiyorum canım. Kaptan Jim’in birilerine kur yaptığını görmedim hiç. Hatırladığım kadarıyla hep sıra dışı biriydi. Bildiğin gibi kendisi yetmiş altı yaşında. Bekâr kalmasının sebebini hiç öğrenemedim ama mutlaka bir sebebi vardır, bana inan. Beş sene öncesine kadar hep denizlerdeydi. Burnunu sokmadığı bir köşe yoktur şu koca dünyada. Elizabeth Russell ile yaşadıkları sürece hep sıkı fıkıydılar. Ama romantik bir şeyler yaşadıklarını sanmıyorum. Elizabeth bir sürü talibi olduğu hâlde hiç evlenmedi. Elizabeth gençliğinde dünya güzeliydi. Galler Prensi adayı ziyaret ettiği Charlottetown’daki amcasını ziyarete gitmişti. Amcası devlet görevlisi olduğundan Elizabeth büyük baloya davet edildi. Balodaki en güzel kızdı ve Prens’le dans etti. Prens’le dans etme fırsatı yakalayamayan diğer kızlar öfkeden deliye döndüler. Çünkü sosyal statüleri Elizabeth’inkinden çok daha iyiydi ve Prens’in kendilerini ihmal etmemesi gerektiğini söylediler. Elizabeth bu dansla ömür boyu gurur duydu. Kötü niyetli insanlar evlenmemesinin sebebini o dansa bağladılar. Bir prensle dans ettikten sonra sıradan bir adama dayanamazmış. Ama gerçek bu değildi. Bana evlenmeme sebebini söylemişti bir keresinde. O kadar sinirli bir kadınmış ki herhangi bir erkekle huzur içinde yaşayamamaktan korkuyormuş. Çok feciydi öfkesi. Bazen merdivenlerden yukarı çıkıp çalışma masasını ısırırmış sakinleşmek için. Ama ben bunun evlenmemek için bir gerekçe olmadığını söyledim ona. Öfkelenme işini sadece erkeklerin tekeline almalarına müsaade edemeyiz, öyle değil mi Bayan Blythe canım?”

“Bende de biraz sinirlilik var.” diye iç çekti Anne.

“İyi ki de var canım. Ezilme ihtimalini fazlasıyla düşürmüş olacaksın bu sayede, bana inan! Aman Tanrı’m! Senin ortancalar nasıl da çiçek açmış öyle! Zavallı Elizabeth çiçeklerine hep çok iyi bakardı.”

“Bahçeyi çok seviyorum.” dedi Anne. “Eski usul çiçeklerle dopdolu olduğu için o kadar mutluyum ki! Bahçeden bahsetmişken… Köknarların ötesindeki küçük araziyi kazıp bizim için çilek ekecek birini arıyoruz. Gilbert o kadar yoğundu ki bir türlü fırsat bulamadı. Tanıdığınız biri var mı?”

“Bir bakalım… Glen’deki Henry Hammond bu tür işler yapıyor. O ilgilenir belki. Ama kendisi alacağı ücreti işinden daha çok umursar. Tam da bir erkek gibi. Ayrıca kavrayışı çok yavaştır ve durduğunu anlaması için beş dakika hareketsiz kalması gerekir. Küçükken babası kafasına kütük fırlatmış.”

“Ufacık, nazik bir darbe değil mi? Tam da bir erkek gibi. Tabii ki zavallı oğlan bir türlü atlatamadı. Ama tavsiye edebileceğim tek kişi o.Geçen baharda evimi boyamıştı. Çok güzel görünüyor, değil mi?”

Anne saatin beşe vurmasıyla kurtuldu.

“Aman Tanrı’m, o kadar geç oldu mu?” diye haykırdı Bayan Cornelia. “Keyifliyken zaman nasıl da akıp gidiyor öyle! Neyse ben evin yolunu tutayım.”

“Hayır olmaz! Burada kalıp bizimle yemek yiyeceksiniz.” dedi Anne hevesle.

“Bunu daveti yapman gerektiğini düşündüğün için mi soruyorsun yoksa gerçekten benimle yemek yemek istediğin için mi?” diye sordu Anne.

“Gerçekten istediğim için.”

“O zaman kalayım. Sen Joseph’i tanıyan ırka mensupsun.”

“Arkadaş olacağımızı biliyorum.” dedi Anne, yüzünde sadece inananlarda görülecek türde bir gülümseme vardı.

“Aynen öyle canım. Şükürler olsun ki arkadaşlarımızı seçebiliyoruz. Aynı seçenek akrabalarımız için mevcut değil maalesef. Eğer akrabalarından hapishane kuşu yoksa hâline şükret. Tabii benim en yakın akrabalarım ikinci dereceden kuzenlerim. Ben yalnız ruhlardan biriyim Bayan Blythe.”

Bayan Cornelia’nın sesinde hafif bir hüzün vardı.

“Bana Anne demenizi istiyorum.” diye haykırdı Anne istemsizce. “Bana kendimi evdeymişim gibi hissettirir. Kocam dışında Four Winds’deki herkes bana Bayan Blythe diyor. Bu da bana kendimi yabancıymışım gibi hissettiriyor. İsminiz çocukken taşımak için can attığım isme çok benziyor. ‘Anne’ isminden nefret ederdim ve hayallerimde kendime ‘Cordelia’ derdim.”

“Anne ismini severim. Benim annemin ismiydi. Eski usul isimler en iyisi ve en tatlısı bana sorarsan. Eğer yemek hazırlamaya gideceksen genç doktoru benim yanıma yolla konuşması için. Buraya geldiğimden beri oradaki koltuğa uzanmış hâlde söylediklerime gülmemek için zor tutuyor kendini.”

“Nereden biliyorsunuz?” diye haykırdı Anne. Bayan Cornelia’nın esrarengiz önsezisi karşısında kibarca inkâr etme yolunu seçemeyecek kadar şaşkındı.

“Buraya doğru yürürken onun senin yanında oturduğunu gördüm ve ben erkeklerin hilelerini iyi bilirim.” diyerek cevap verdi Bayan Cornelia. “İşte oldu. Küçük elbiseyi bitirdim ve sekizinci bebek canı ne zaman isterse teşrif edebilir.”

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
ISBN:
978-625-6865-87-7
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu