Kitabı oku: «Avonleali Anne», sayfa 4
Burada bulundukları sırada Bayan James White içeri girdi.
“Daha yeni Lorenzolardaydım.” dedi. “Şu anda kendisi Avonlea’deki en gururlu adam. Ne oldu dersiniz? Daha yeni oğlu doğdu. Yedi kızdan sonra bir oğlan oldukça büyük bir hadise o kadarını söyleyebilirim.” O sırada kulaklarını dikip dikkatlice dinleyen Anne, uzaklaştıkları sırada:
“Derhâl Lorenzo White’ın evine gidiyorum.”
“Ama o White Sands yolunda yaşıyor ve yolumuzdan çok uzak.” diyerek itiraz etti Diana. “Onu Gilbert ve Fred ziyaret edecek.”
“Gelecek cumartesine kadar gitmeyecekler ve o zamana kadar çok geç olur.” dedi Anne ciddiyetle. “Bu yeni duruma çoktan alışmış olurlar. Lorenzo White aşırı cimri bir adam fakat şimdi her şeyi bağışlar. Böylesi bir altın fırsatın ellerimizden kayıp gitmesine müsaade etmemeliyiz Diana.” Ortaya çıkan sonuç, Anne’in öngörülerinde haklı olduğunu gösterdi. Paskalya gününde ışıldayan güneşi andıran Bay White, kızları bahçede karşıladı. Anne katkıda bulunmasını isteyince seve seve bağış yaptı.
“Tabii tabii ne demek, en yüksek bağıştan bir dolar fazlasını yapmak istiyorum.”
“O zaman beş dolar olacak. Bay Daniel Blair dört dolar bağışladı.” dedi Anne yarı korkar hâlde. Fakat Lorenzo bir an dahi tereddüt etmedi.
“O zaman beş. Parayı da burada veriyorum. Şimdi sizi eve bekliyorum. Görülmeye değer bir şey var. Şimdilik çok az insanın görebildiği bir şey… Hadi içeri girin ve fikrinizi belirtin.”
“Peki ya bebek güzel değilse ne diyeceğiz?” diye fısıldadı Diana endişeyle. Lorenzo’yu eve kadar takip ederlerken.
“Eminim bebek hakkında söylenecek güzel bir şey olacaktır.” dedi Anne rahatça. “Bebeklerle ilgili güzel detaylar hep olur.”
Ne var ki bebek güzeldi. Dünyaya henüz teşrif eden dolgun ufaklığı beğenen kızları görünce Bay White, beş dolarının karşılığını aldığını düşündü. Ancak bu Lorenzo White’ın herhangi bir şeye katkıda bulunduğu ilk ve son, tek seferdi.
Anne her ne kadar yorgun olsa da kamu yararı için son bir çaba daha sarf etti. Tarlalardan süzülerek her zamanki gibi verandada piposunu tüttüren Bay Harrison’a uğradı. Zencefil de arkasındaydı. İşin aslı Bay Harrison, Carmody yolunda yaşıyordu. Ne var ki Jane ve Gertie’nin hakkında duydukları şaibeli rivayetler dışında kendisiyle tanışıklıkları yoktu. Anne’den Harrison’ı ziyaret etmesini istemişlerdi endişelenerek.
Ne var ki Bay Harrison bir sent bile yardımda bulunmayı derhâl reddetti. Anne’in bütün dil dökmeleri beyhudeydi.
“Fakat topluluğumuzu onayladığınızı zannediyordum Bay Harrison.” dedi.
“Öyle öyle. Ama onayım cebime girecek kadar derin değil Anne.”
“Bugünkü tecrübeme benzer birkaç şey daha yaşasaydım Bayan Eliza Andrews kadar kötümser olurdum.” dedi Anne uyku vakti doğu çatı odasındaki yansımasına bakarken.
BÖLÜM 7
VAZİFE BİLİNCİ
Ilık bir ekim akşamı sandalyesine yaslanan Anne iç çekti. Ders kitapları ve alıştırmalarla dolu bir masada oturuyordu. Ne var ki önünde duran sık yazılmış yazılarla dolu sayfaların okul çalışmalarıyla görünürde bir alakası yoktu.
“Ne oldu?” diye sordu Gilbert. Anne tam da iç çekerken mutfak kapısından içeri girmişti.
Anne kızardı. Okul çalışmalarının altında ortalıkta olmayan yazısını Gilbert’a uzattı.
“Korkunç bir şey olmadı. Profesör Hamilton’ın tavsiye ettiği üzere düşüncelerimi yazmaya çalışıyordum. Ama beni memnun etmediler. Beyaz kâğıda siyah mürekkeple yazılmış hâlleri çok durgun ve aptalca görünüyor. Düşler tıpkı gölgeler gibi. Onları kafeslemek mümkün değil. Ele avuca sığmaz dans eden şeyler. Ancak denemeye devam edersem bir gün işin sırrına vâkıf olurum. Bildiğin gibi çok fazla boş vaktim yok. Okul alıştırmaları ve kompozisyonlarını düzeltmeyi bitirdiğimde kendim için yazma hevesim kalmıyor.”
“Okulda çok iyi gidiyorsun Anne. Bütün çocuklar seviyor seni.” dedi Gilbert taş basamağa otururken.
“Hayır, hiç alakası yok. Anthony Pye beni sevmiyor ve sevmeyecek. Daha kötüsü bana saygı duymuyor. Hayır duymuyor. Beni hor görüyor ve sana diyebilirim ki bu durum beni çok feci endişelendiriyor. Mesele onun çok kötü bir çocuk olması değil. Sadece yaramaz, diğerlerinden daha çok yaramaz da değil. Bana nadiren itaatsizlik ediyor. Ama itaat ettiğinde bunu küçümser bir hoşgörü havasıyla yapıyor. Sanki söylediğim şeye karşı çıkmaya değer bir durum yokmuş gibi. Olsaydı karşı çıkacakmış gibi. Bu durum diğerlerini de kötü etkiliyor. Onu kazanmak için her yolu denedim. Ama bunu asla başaramayacağımdan korkmaya başladım. Onu kazanmak istiyorum çünkü kendisi tatlı bir ufak delikanlı. Kendisi bir Pye ve eğer müsaade ederse ondan hoşlanabilirim.”
“Muhtemelen evde duyduklarının etkisiyle böyle davranıyordur.”
“Tamamen öyle değil. Anthony bağımsız bir ufaklık ve bir karara varırken kendi aklını kullanıyor. Neyse, sabrın ve nezaketin neler başarabileceğini göreceğiz. Ben zorlukların üstesinden gelmeyi seviyorum ve öğretmenlik oldukça ilginç bir iş. O çocuk çok sevimli Gilbert. Üstelik de dahi. Dünyanın bir gün onun adını öğreneceğine inanıyorum.” dedi Anne ikna olmuş bir ses tonuyla.
“Ben de öğretmenliği seviyorum.” dedi Gilbert. “Her şeyden önce iyi bir öğrenim alanı. Çünkü White Sands’te öğretmenlik yaptığım birkaç haftalık sürede okula gittiğim senelerden çok daha fazla şey öğrendim. Hepimiz iyi gidiyoruz gibime geliyor. Newbridge ahalisi Jane’den hoşlanıyormuş duyduğum kadarıyla. White Sands de bendenizden oldukça memnun. Bay Andrew Spencer dışındaki hepsi tabi. Dün gece eve dönerken Bayan Peter Blewett ile karşılaştım ve Bay Spencer’ın yöntemlerini onaylamadığı hususunda beni bilgilendirmeyi görev saydığını söyledi.”
“Şuna dikkat ettin mi?” dedi Anne düşünceli bir şekilde. “İnsanlar bir şey söylemeyi görev saydıklarında tatsız bir duruma hazırlıklı olmak gerekiyor. Neden duydukları güzel şeyleri söylemeyi bir görev saymıyorlar acaba? Bayan H. B. DonNELL dün yine okula uğradığında Bayan Harmon Andrews’un çocuklara peri masalları okumamı onaylamadığını söylemeyi bir görev saydığını ifade etti. Bay Rogerson ise Prillie’nin aritmetikte yeterince hızlı olmadığını düşünüyormuş. Eğer Prillie yazı tahtasının üzerinden oğlanlara bakış atmaya daha az zaman ayırırsa daha başarılı olabilir. Dersteki matematik hesaplamalarını Jack Gillis’in onun için yaptığına eminim. Tabii ki onu henüz suçüstü yakalamadım.”
“Bayan DonNELL’ın ümitvar oğluyla sahip olduğu aziz ismi4 konusunda bir uzlaşmaya vardın mı?”
“Evet.” diyerek kahkaha patlattı Anne. “Ama bu oldukça zorlu bir görev. İlk başlarda kendisine ‘St. Clair’ diye seslendiğimde en az üç kez adını çağırmadan karşılık vermezdi. Sonralarda diğer çocuklar dirsekleriyle dürtmeye başlayınca dertli bir havayla kafasını kaldırmaya başladı. John ya da Charlie diye seslenseydim de kendisini kastettiğimin farkında olmayacak sanki. Ben de bir akşam okuldan sonra onu alıkoydum ve kibarca konuştum. Annesinin kendisine St. Clair diye hitap etmemi istediğini ve ona karşı gelemeyeceğimi anlattım. Açıklayınca anladı. Oldukça mantıklı bir ufaklık. Kendisine ‘St. Clair’ diye seslenebileceğimi ama aynısını oğlanlar yaparsa onları eşek sudan gelinceye dek döveceğini söyledi. Tabii ki böyle bir ifade kullandığı için onu azarlamam gerekti. O zamandan beri ben ona St. Clair diyorum, oğlanlarsa Jack diye sesleniyor ve her şey yolunda. Bana marangoz olmak istediğini söyledi. Ama Bayan DonNELL’ın söylediğine göre onu kolej profesörü yapacakmışım.”
Kolej bahsi Gilbert’ın düşüncelerinin farklı bir yöne kaymasına sebep oldu. Bir müddet planları ve beklentileri hakkında konuştular. Ciddi, samimi ve ümitliydiler. Gelecek muhteşem ihtimallerle dolu üzerine ayak basılmamış bir patikaydı gençler için.
Gilbert nihayet doktor olmaya karar vermişti.
“Müthiş bir meslek!” dedi hevesle. “İnsanın hayatı boyunca bir şeylerle savaşması gerekir. Bir keresinde insanın ‘savaşan hayvan’ olduğunu söylememiş miydi biri? Ben de hastalıklar, acılar ve cahillikle savaşmak istiyorum. Bunlardan hepsi bir diğerini besliyor zaten. Dürüst ve hakiki işlerden payımı almak istiyorum Anne. Bir de güzel adamların ta en başından beri biriktirdiği insanlığın bilgi birikimine ufak bir katkıda bulunmak istiyorum. Benden öncekiler o kadar güzel şeyler yaptılar ki benim için benden sonrakiler için bir şeyler yaparak onlara minnetimi göstermek istiyorum. Bence bir kişinin insanlığa olan borcunu ödemesi bu şekilde mümkün olur.”
“Ben de hayata güzellik katmak isterdim.” dedi Anne hülyalı bir şekilde. “Her ne kadar bunun en asil hedef olduğunu düşünsem de insanların daha çok şey bilmelerini sağlamak istemiyorum tam olarak. Ama benim sayemde daha güzel vakit geçirmelerini istiyorum. Ben doğmasaydım mümkün olmayacak ufak bir neşe ya da mutlu bir düşünceye sahip olmalarını istiyorum.”
“Bence bu hedefini her gün gerçekleştiriyorsun.” dedi Gilbert hayranlıkla.
Ve haklıydı. Anne doğduğundan beri ışığın çocuğuydu. Bir canlıya güneş ışıltısı misali tebessüm ettiğinde ya da bir söz söylediğinde buna şahit olan o canlı en azından o an için ümitli ve iyimser olurdu.
En sonunda Gilbert üzülerek ayağa kalktı.
“Şimdi Mac Phersonlara gitmek zorundayım. Moody Spurgeon pazarı geçirmek için bugün Queens’ten döndü. Profesör Boyd’un bana ödünç vereceği bir kitabı getirecekti.”
“Benim de Marilla’nın çayını hazırlamam lazım. Bu akşam Bayan Keith’i ziyaret etmeye gitmişti. Birazdan döner.”
Marilla döndüğünde Anne çayı hazır etmişti. Ateş neşe ile çatırdıyordu. Ayazın beyazlığı ile kaplı eğrelti otlarıyla dolu bir vazo ve yakut kızılı akçaağaç yaprakları süslüyordu masayı. Jambon ve kızarmış ekmeğin leziz kokusu kaplamıştı havayı. Ne var ki Marilla derin bir iç çekerek çöktü sandalyeye.
“Gözlerin seni rahatsız mı ediyor? Başın mı ağrıyor?” diye sordu Anne kaygılı bir şekilde.
“Hayır, sadece yorgunum. Bir de endişeleniyorum. Mary ve çocuklarına üzülüyorum. Mary daha da kötüleşiyor. Daha uzun süre dayanamayacak. İkizlere ise ne olacağını bilemiyorum.”
“Dayılarından haber yok mu?”
“Evet var. Mary ondan bir mektup almış. Bir kereste fabrikasında çalışıyormuş ve orada burada sürünüyormuş. Her ne demekse? Neyse, çocukları bahara kadar alamazmış. O zamana kadar evlenecekmiş ve çocukları alabileceği bir evi olacakmış. Ama komşuların kış boyunca onlara bakmalarını sağlamalıymış Mary. Kimseye sormaya dayanamayacağını söyledi. Mary, East Grafton ahalisi ile pek iyi geçinemezdi, bu da bir gerçek. Yani uzun lafın kısası Mary çocukları benim almamı isteyecek Anne. Bunu söylemedi ama öyle gibi görünüyordu.”
“Ay!” dedi heyecandan ürperen Anne ellerini kavuşturarak. “Sen de tabii ki alacaksın Marilla, öyle değil mi?”
“Henüz kararımı vermedim.” dedi Marilla yüzünü ekşiterek. “Ben olaylara senin gibi öylece dalıvermiyorum Anne. Üçüncü dereceden kuzenlik pek de yakın sayılmaz. Altı yaşında iki çocuğa, ikize bakmak da korkunç bir sorumluluk.”
Marilla’nın ikizlere bakmanın tek çocuklara bakmaktan iki kat daha kötü olacağına dair bir kanaati vardı.
“İkizler çok ilginç olur. En azından bir çift ikiz.” dedi Anne. “İki ya da üç çift ikiz olduğunda yavanlaşır. Hem ben okuldayken seni eğlendirecek bir şey olması iyi olur.”
“Ben bu işin içinde eğlenceli bir taraf göremiyorum. Her şeyden çok endişe ve dert olur diye düşünüyorum. Eğer seni aldığımızdaki yaşın kadar olsalardı o kadar çok riskli olmazdı. Dora çok sorun olmaz. Uslu ve sessiz gibi görünüyor. Ama o Davy tam bir haylaz.”
Çocukları seven Anne’in kalbi Keith ikizlerini istiyordu. İhmal edilmiş kendi çocukluğunun hatırası hâlâ canlıydı. Marilla’nın en hassas noktasının vazifeye olan şiddetli bağlılığı olduğunu biliyordu. Anne, tezlerini işte bu noktada hünerli bir şekilde nakış gibi işledi.
“Eğer Davy gerçekten yaramazsa tam da bu sebepten iyi bir terbiye almalı, değil mi Marilla? Onları biz almazsak kimin alacağını ve onlara nasıl etki edileceğini bilemeyiz. Diyelim ki Bayan Keith’in yan komşusu Sprottlar aldı çocukları. Bayan Lynde, Henry Sprott’ın gelmiş geçmiş en dinsiz adam olduğunu söylüyor ve çocuklarının ağzından inanılmaz kelimeler çıkıyormuş. İkizlerin böyle şeyler öğrenmeleri korkunç olmaz mıydı? Ya da diyelim ki Wigginsler aldı onları. Bayan Lynde’in dediğine göre Bay Wiggins satılabilecek her şeyi satıyor ve ailesini zor durumda bırakıyormuş. Akrabalarının açlıktan ölmesini istemezsin değil mi Marilla? Üçüncü dereceden kuzenin olsalar da. Bana öyle geliyor ki Marilla onları almak bizim görevimiz.”
“Galiba öyle.” diyerek kasvetli bir şekilde razı geldi Marilla. “Galiba Mary’e onları alacağımı söyleyeceğim. O kadar sevinmene gerek yok Anne. Senin için çok fazla ekstradan iş demek bu. Gözlerimden dolayı elime iğne bile alamıyorum. Dolayısıyla onların kıyafetlerini dikme ve söküklerini onarma işi sana kalacak. Sen de dikiş dikmeyi sevmiyorsun.”
“Nefret ediyorum hem de.” dedi Anne sakince. “Fakat eğer sen o çocukları vazife bilinciyle alabiliyorsan ben de aynı vazife bilinciyle onların dikiş işlerini yapabilirim. İnsanların sevmedikleri işleri aşırıya kaçmadan yapmaları faydalı olabilir.”
BÖLÜM 8
MARILLA İKİZLERİ EVLAT EDİNİYOR
Bayan Rachel Lynde, mutfak penceresinin kenarına oturmuş yorgan dikiyordu. Tıpkı birkaç yıl önce bir akşam, Matthew Cuthbert’ın Bayan Rachel’ın “ithal yetim” dediği çocukla beraber tepeden aşağı at arabasını sürdüğü gün yaptığı gibi… Fakat o zaman mevsimlerden ilkbahardı. Ne var ki şu anda sonbahardaydılar. Ormanlarda yaprak yoktu ve kahverengileşmiş tarlalar kupkuruydu. Rahatı yerinde kahverengi bir atın çektiği araba tepeden aşağı indiği sırada güneş, bol miktarda mor ve altın rengin eşlik ettiği bir görkemle batmaktaydı. Bayan Rachel meraklı gözlerini dikti.
“Baksana Marilla cenazeden dönüyor.” dedi mutfaktaki kanepeye uzanmış kocasına. Thomas Lynde, bu aralar her zamankinden daha sık uzanıyordu kanepeye. Ancak kendi evi dışındaki her şeyi fark etme hususunda çok keskin olan Bayan Rachel bu durumu henüz fark etmemişti. “Üstelik ikizler de yanında. Evet bak, Davy panelden aşağı uzanıp midillinin kuyruğunu tuttu. Marilla da onu hemen çekiverdi. Dora ise ciddiyetten kaskatı kesilmiş hâlde oturuyor yerinde. Daha yeni kolalanmış ve ütülenmiş gibi görünüyor hep. Ne diyeyim zavallı Marilla bu kış çok uğraşacak. Yine de bu durumda onları almaktan başka ne yapabilirdi bilemiyorum doğrusu. Hem Anne kendisine yardım eder. Anne bu mevzudan dolayı zevkten dört köşe olmuş. Çocuklar söz konusu olduğunda pek hünerli. Aman aman, zavallı Matthew’un Anne’i getirmesinin üzerinden bir gün geçmemiş gibi sanki. Herkes Marilla’nın bir çocuk yetiştirecek olması fikrine gülmüştü. Şimdi ise kendisi ikiz çocuklar evlat ediniyor. İnsanı hayrete düşürecek bir şey ölünceye dek hep olacak galiba.”
Şişman midilli Lynde Çukuru’ndaki köprüden yalpalayarak geçip Green Gables yoluna girdi. Marilla’nın suratı asıktı. East Grafton ile evleri arasında on altı kilometrelik bir mesafe vardı ve Davy Keith bitmez tükenmez bir hareketlilik illetine yakalanmış gibiydi. Onu durdurmaya Marilla’nın gücü yetmiyordu. Vagondan düşüp de boynunu kırar ya da ön panelden yuvarlanıp atın altında ezilir diye endişe eden Marilla yol boyunca diken üstündeydi. Çaresiz bir vaziyette eve gidince temiz bir dayak atmakla tehdit etti çocuğu. Bunun üzerine Davy, elindeki yularlara aldırmadan Marilla’nın kucağına tırmandı, tombik kollarını boynuna doladı ve kadına ayı kucaklamasıyla sarıldı.
“Gerçekten yapacağına inanmıyorum.” dedi kırışmış yanakları sevgiyle burarak. “Rahat durmuyor diye bir çocuğu dövecek türde bir hanıma benzemiyorsun. Sen de benim yaşlarımdayken yerinde durmak aşırı zor değil miydi?”
“Hayır, bana söylendiğinde hep rahat dururdum.” dedi Marilla. Davy’nin içten gelen ani okşamaları kalbini yumuşatsa da ciddiyetle konuşmaya çalışmıştı.
“Sanırım bunun sebebi senin kız olman.” dedi Davy. İkinci bir sarılmadan sonra yerine geri döndü. “Sen de bir zamanlar bir kızdın galiba. Her ne kadar bunu düşünmek çok komik olsa da. Dora hareketsiz durabiliyor. Ama sanırım bu pek de eğlenceli değil. Kız olmak yavaş gibi geliyor bana. Hadi seni biraz canlandıralım bakalım Dora.”
Davy’nin “canlandırma” yöntemi Dora’nın buklelerini parmağına dolayıp çekmekti. Çığlık atan Dora ağladı.
“Zavallı annen daha bugün mezara girmişken nasıl oluyor da bu kadar yaramaz olabiliyorsun?” diye sordu Marilla çaresizce.
“Ama öldüğüne memnun.” dedi Davy tereddüt etmeden. “Bunu biliyorum; çünkü bana söyledi. Hasta olmaktan çok yorulmuştu. Ölmeden önceki gece uzun uzun konuştuk. Senin Dora ve beni bu kış için alacağını, benim de uslu olmam gerektiğini söyledi. Ben uslu duracağım. Ama hem koşuşturup hem uslu duramaz mı insan? Dora’ya her zaman iyi davranmamı ve onun arkasında durmamı söyledi. Ben de öyle yapacağım.”
“Saçını çekmek ona iyi davranmak mı oluyor?”
“Yani en azından başkasının onun saçını çekmesine izin vermeyeceğim.” diyen Davy yumruklarını sıkıp kaşlarını çattı. “Hele bir denesinler de göreyim. Ben canını o kadar yakmadım. Ağladı çünkü o bir kız. Erkek olduğum için mutluyum ama ikiz olmaktan mutsuzum. Jimmy Sprott’un kız kardeşi ona kayşı çıktığında şöyle diyor: ‘Ben senden büyüyüm ve tabii daha iyi biliyorum.’ Bu da kıza yetiyor. Ama ben Dora’ya bunu söyleyemem. O da benden fayklı düşünmeye devam eder. Dıgıdıkı bir süreliğine sürmeme izin vermelisin. Çünkü ben erkeğim.”
En nihayetinde Marilla, sonbahar gecesi rüzgârının kahverengi yapraklarla dans ettiği bahçesine girmiş olmaktan memnundu. Onları kapıda karşılayan Anne, çocukları arabadan indirdi. Dora, öpülmeye sakince razı gelse de Davy, Anne’in karşılamasına içten sarılmalarından biri ile karşılık verdi ve “Ben Bay Davy Keith.” dedi.
Dora, yemek masasında âdeta küçük bir hanımefendi gibiydi. Fakat Davy daha iyi davransa fena olmazdı.
“O kadar acıktım ki kibayca yiyecek kadar zamanım yok.” dedi Marilla kendisini ayıpladığında. “Dora benim acıktığımın yarısı kadar acıkmamıştır. Yol boyunca ne kadar çok egzeysiz yaptım öyle. Şu pasta çok güzel ve leziz. Evimizde pasta yemeyeli o kadar çok oldu ki. Çünkü annem pasta yapamayacak kadar hastaydı. Bayan Sprott ekmeğimizi pişirmekten daha fazlasını yapamazmış. Bayan Wiggins de pastalara asla erik koymuyor. Yakala onu! Bir dilim daha alabilir miyim?”
Marilla bu isteği reddederdi. Fakat Anne ikinci bir dilimi cömertçe kesti. Fakat Davy’e “teşekkür ederim” demesi gerektiğini hatırlatmayı ihmal etmedi. Davy ise sadece Anne’e sırıtmakla yetindi ve koca bir lokma aldı ağzına. Nihayet dilimini bitirdiğinde şöyle dedi:
“Eğer bir dilim daha verirsen sana o zaman teşekkür ederim.”
“Hayır, yeterince kek yedin.” dedi Marilla, Anne’in çok iyi bildiği ve Davy’nin de er ya da geç öğreneceği o ses tonuyla.
Davy, Anne’e göz kırptı ve masanın üzerine eğilerek Dora’nın nazikçe ufak bir lokma aldığı ilk dilim pastasını elinden kapıverdi ve ağzını tamamen açarak bütün dilimi ağzına tıkıştırdı. Dora’nın dudakları titredi ve Marilla tarif edilemeyecek bir dehşete kapıldı. Anne, en iyi “Hocanım” havasıyla derhâl haykırdı.
“Davy, beyefendiler böyle davranmazlar.”
“Davranmadıklarını biliyorum.” dedi Davy konuşmayı başarır başarmaz. “Ama ben bir beyfindi değilim.”
“Peki beyefendi olmak istemez miydin?” dedi hayretler içinde kalan Anne.
“Tabii ki isterim. Ama büyüyünceye kadar beyfindi olamazsın ki.”
“Aslına bakarsan olabilirsin.” dedi Anne aceleyle. Tohumları erkenden ekmek için güzel bir fırsat yakaladığını düşünüyordu. “Küçük bir çocukken beyefendi olmaya başlayabilirsin. Asla ama asla hanımların elinden bir şeyler kapma ya da teşekkür ederim demeyi unutma ya da birilerinin saçını çekme.”
“Demek ki fazla eğlenmiyorlar, bu da bir gerçek.” dedi Davy açık açık. “Galiba beyfindi olmak için büyümeyi bekleyeceğim.”
Marilla bıkkın bir havayla Dora için bir dilim pasta kesti. O sırada Davy ile baş edebilecek gücü yoktu. Cenaze ve uzun dönüş yolundan dolayı zor bir gün geçirmişti. O an için Eliza Andrews’u aratmayacak bir karamsarlıkla bakıyordu geleceğe.
Çocukların ikisi de sarışın olsa da görünürde bir benzerlikleri yoktu. Dora’nın uzun, parlak bukleleri her zaman düzenliydi. Davy’nin yuvarlak kafasının her yerinde tutam tutam ince tüylü sarı halkalar vardı. Dora’nın ela gözleri zarif ve yumuşaktı. Davy’de ise dans eden bir cinin sahip olacağı türden serseri gözler vardı. Dora’nın burnu düzken Davy’nin burnu kalkıktı. Dora’nın ciddi ve ağırbaşlı bir ağzı varken Davy gülücükler saçıyordu. Ayrıca Davy’nin bir yanağında gamze varken diğerinde yoktu. Bu da gülerken tatlı, komik ve orantısız bir görünüme bürünmesine sebep oluyordu. Sevinç ve yaramazlık, minik yüzünün her bir köşesinde pusuda bekliyordu.
“Yatağa gitseler iyi olacak.” dedi Marilla. Onları başından atmanın en kolay yolunun bu olduğunu düşünüyordu. “Dora benimle uyur sen de Davy’i batı çatı odasına koyarsın. Yalnız uyumaktan korkmuyorsun değil mi Davy?”
“Hayır, ama yatağa gitmeme daha çok var.” dedi Davy rahat bir şekilde.
“Şimdi yatacaksın!” Kendini zorlayan Marilla’nın söyledikleri sadece bunlardı. Fakat sesinin tonundaki bir şey Davy’i bile bastırdı. Anne’in arkasından tıpış tıpış yukarı çıktı.
“Büyüdüğüm zaman yapacağım ilk şey bütün gece uyanık kalmak olacak. Sadece neye benzediğini anlamak için.” dedi Anne’e gizlice.
Marilla ikizlerin Green Gables’taki geçici ikametlerinin ilk haftasını yıllar sonra bile düşündüğünde ürpermişti. Bu ilk hafta devam eden haftalardan daha kötü olmasa da yeni bir durum olduğundan öyleymiş gibi geliyordu. Davy’nin yaramazlık yapmadığı ya da planlamadığı bir uyanık dakikası bile yoktu. Ancak ilk göze çarpan macerası geldikten iki gün sonra bir pazar sabahı gerçekleşti. Güzel, ılık, puslu bir eylül günü kadar yumuşak bir gündü o gün. Anne, Davy’i kilise için giydirirken Marilla da Dora ile ilgileniyordu.
“Marilla bunu dün yıkadı. Bayan Wiggins de cenaze günü beni sert sabunla ovalayarak yıkadı. Bu bir hafta için yeter de artar bile. Çok temiz olmanın ne faydası var anlamıyorum. Pis olmak çok daha yahat.”
“Paul Irving her gün yüzünü kendi isteğiyle yıkıyor.” dedi Anne kurnazca.
Green Gables mahkûmiyetinin üzerinden kırk sekiz saatten biraz fazla süre geçiren Davy, Anne’e tapıyordu. Bununla beraber Anne’in öve öve bitiremediği Paul Irving’den nefret ediyordu. Paul Irving yüzünü her gün yıkıyorsa bu meseleyi bitirirdi. Yüzünü yıkamak Davy Keith’i öldürecek olsa bile bunu yapacaktı. Aynı husus hazırlığının diğer detaylarına da uysalca teslim olmasına sebep oldu. Giyinmesi tamamlandığında gerçekten yakışıklı, ufak bir delikanlı oluverdi. Çocuğu kilisenin Cuthbert sırasına götüren Anne âdeta anaç bir gurur içindeydi.
Paul Irving’in kim olduğunu anlamak isteyen Davy, etraftaki bütün küçük oğlanlara gizli saklı bakışlar atarak oyalandığından ilk başlarda uslu duruyordu. İlk iki ilahi ve İncil okuması sırasında bir hadise yaşanmadı. Skandal yaşandığı sırada Bay Allan dua ediyordu.
Davy’nin önünde Lauretta White oturuyordu. Kafası hafif eğikti ve iki uzun örgü şeklinde yapılmış saçları arkaya sarkıyor, gevşek dantel fırfırın örttüğü beyaz boynu ortaya çıkıyordu. Lauretta şişman ve uysal görünüşlü sekiz yaşlarında bir çocuktu. Annesinin kendini kiliseye ilk getirdiği altı aylık bebeklik zamanından beri kilisede takdir edilesi bir şekilde uslu uslu durmuştu hep.
Davy elini cebine soktu ve… Tüylü kımıl kımıl bir tırtıl çıkardı. Bunu fark eden Marilla yakalamaya çalışsa da çok geç olmuştu. Davy tırtılı Lauretta’nın boynundan aşağı attı.
Bay Allan’ın duasının tam ortasında art arda delici çığlıklar işitilmeye başlandı. Papaz dehşet içinde durdu ve gözlerini açtı. Kilisedeki herkes kafasını kaldırdı. Lauretta White sırasında atlayıp zıplamaya başladı. Çılgına dönmüş hâlde elbisesinin arkasını tutmaya çalışıyordu.
“Ay anni, anni… Çıkar şunu ay… Of çıkar hadi… O kötü çocuk ensemden içeri attı… Annii… Ayyy… Aşağı iniyor…”
Bayan White yüzünde sert bir ifadeyle ayağa kalkarak kıvranıp duran Lauretta’yı kilisenin dışına taşıdı. Çığlıkları uzaklaştıkça kaybolurken Bay Allan ayine devam etti. Ancak herkes o gün ayinin başarısız olduğunun farkındaydı. Marilla hayatında ilk kez okunan ayetlere dikkat etmedi. Anne’in ise utancından yüzü kıpkırmızı olmuştu.
Eve döndüklerinde Marilla, Davy’i yatağa yatırdı ve günün sonuna kadar orada kalmasını söyledi. Ona yemek vermese de süt ve ekmek yemesine izin verdi. Yiyecekleri ona Anne götürdü. Çocuk pişmanlık belirtisi göstermeden keyifle yerken Anne kederle yanında oturuyordu. Yine de Anne’in hüzünlü gözleri Davy’i etkiledi.
“Galiba…” dedi düşünceli bir şekilde. “Senin Paul Irving kilisede bir kızın ensesinden içeri tırtıl atmazdı, değil mi?”
“Gerçekten de yapmazdı bunu.” dedi Anne üzülerek.
“O zaman bunu yaptığıma üzüldüm.” diye bir itirafta bulundu Davy. “Ama çok neşeli iri bir tırtıldı. İçeri girdiğimiz sırada kilise merdiveninden aldım. Onu ziyan etmek yazık olur diye düşündüm. Hem o kızın çığlık attığını duymak eğlenceli değil miydi?”
Yardım Topluluğu salı günü öğleden sonra Green Gables’ta bir araya geldi. Marilla’nın yardıma ihtiyacı olacağını düşünen Anne, okuldan eve aceleyle geldi. Tertipli ve usturuplu Dora, kolalanmış beyaz elbisesi ve siyah kuşağı ile birlikte topluluk üyelerinin yanında salonda oturuyordu. Kendisi ile konuşulduğunda ağırbaşlı bir şekilde cevap veriyor yoksa sessizce oturuyordu. Âdeta örnek çocuk gibi davranıyordu. Keyifli bir pisliğe bulanmış Davy ise bahçede çamur pastası yapıyordu.
“Yapmasına izin verdim.” dedi Marilla tükenmiş vaziyette. “Bunun daha beter yaramazlık yapmasını engelleyeceğini düşündüm. Bu şekilde sadece üstünü başını kirletir. Onu çaya çağırmadan önce biz yer içeriz. Dora bizimle birlikte içebilir çayını. Fakat Yardım Topluluğu üyeleri buradayken Davy’nin bizimle masaya oturmasına müsaade etmeye cesaret edemem.”
Anne, salondaki misafirleri çay için çağırdığında Dora’nın orada olmadığını gördü. Bayan Jasper Bell, Davy’nin ön kapıya gelerek ona seslendiğini söyledi. Marilla ile kilerde yapılan acil bir görüşme sonrasında çocukların çaylarını daha sonra birlikte içmeleri kararı alındı.
Perişan bir silüet yemek salonunu işgal ettiğinde çayı yarılamışlardı. Marilla ve Anne dehşete düşmüş gibiydi, misafirlerse hayretler içerisindeydi. Bu Dora olabilir miydi? Hıçkıra hıçkıra ağlayan, üzerinden Marilla’nın yepyeni halısına sular damlayan sırılsıklam elbise içindeki ne idiği belirsiz varlık küçük kız olabilir miydi?
“Dora sana ne oldu?” diye haykırdı Anne, Bayan Jasper Bell’e suçlu bir bakış atarken. Söylendiğine göre bu hanımefendinin ailesi kazaların hiç yaşanmadığı tek aileydi.
“Davy beni domuz ağılının çitlerinde yürüttü.” diyerek feryat etti Dora. “Ben yapmak istemedim ama o bana ödlek tavuk dedi. Sonra da ağıla düştüm, elbisem kirlendi ve domuz üzerimden geçti. Elbisem iğrenç hâldeydi ama Davy eğer pompanın altında durursam yıkayarak temizleyeceğini söyledi. Ben dediğini yaptım ama elbisem azıcık bile temizlenmedi. Güzelim kuşağım ve ayakkabılarım da mahvoldu.”
Marilla yukarı çıkıp Dora’ya eski kıyafetlerini giydirirken masadaki misafirleri Anne ağırladı. Yakalanan Davy yemek verilmeden yatağa yollandı. Anne ise alaca karanlık vakti Davy’nin odasına girerek onunla ciddi bir konuşma yaptı. Bu pek de olumsuz sonuç vermeyen, oldukça güvendiği bir yöntemdi. Çocuğa davranışından dolayı çok kötü hissettiğini söyledi.
“Ben de şimdi üzüldüm.” diye itiraf etti Davy. “Ama sorun bir şeyleri yapmadan önce azla üzülmüyor olmam. Dora pasta yapmama yardım etmedi çünkü elbiseyeyini kirletmekten korkuyordu ve beni kudurttu. Zannedersem Paul Irving eğer düşeceğini bilseydi kız kardeşini domuz ağılının çitlerinden yürütmezdi öyle değil mi?”
“Hayır, böyle bir şeyi aklından bile geçirmezdi. Paul mükemmel bir küçük beyefendi.”
Gözlerini kısan Davy bir müddet bu konu üzerine düşünür gibi göründü. Sonra kollarını Anne’in boynuna doladı. Kızarmış minik yüzünü genç kızın omzuna koydu.
“Paul gibi uslu bir çocuk olmasam da beni azıcık bile sevmiyor musun Anne?”
“Gerçekten seviyorum.” dedi Anne içtenlikle. Davy’i sevmemek mümkün değildi sanki. “Ama eğer bu kadar yaramaz olmasaydın seni sevmek daha kolay olurdu.”
“Ben… Bugün başka bir şey daha yaptım.” diye devam etti Davy bastırılmış bir sesle. “Şimdi çok üzgünüm ama sana söylemekten çok korkuyorum. Bana çok kızmazsın, değil mi? Marilla’ya da söylemezsin, değil mi?”
“Bilmiyorum Davy. Belki de ona söylemem gerekir. Ama bu şey her neyse bir daha yapmayacağına söz verirsen Marilla’ya söylemeyeceğime söz veriyorum.”
“Hayır, asla yapmam. Neyse, zaten bu yıl onlardan daha fazla bulmam mümkün değil. Bu seferkini mahzenin merdivenlerde bulmuştum.”
“Davy, sen ne yaptın?”
“Marilla’nın yatağına kurbağa koydum. İstersen gidip oradan alabilirsin. Ama sence de orada bırakmak eğlenceli olmaz mı Anne?”
“Davy Keith!” diye haykıran Anne, çocuğun kendisini saran kollarından kurtularak koridordan uçarak geçti ve Marilla’nın odasına girdi. Yatak hafifçe dağılmıştı. Gergin bir telaşla battaniyeleri çekti. Yastığın altında kendisine göz kırpan bir kurbağa vardı gerçekten de.
“Bu iğrenç şeyi nasıl taşıyabilirim?” diye feryat etti Anne irkilerek. Aklına ateş küreği geldi ve Marilla hâlâ kilerde meşgulken sessizce aşağı indi küreği almak için. Anne, kurbağayı merdivenden aşağı taşırken oldukça zorlandı. Kurbağa küreğin üzerinde üç kez zıplamıştı ve bir keresinde koridorda kaybolduğunu düşündü. Kurbağayı nihayet kiraz bahçesine attığında rahatlayarak derin bir nefes çekti.
“Eğer Marilla bunu bilseydi bir daha yatağına girerken asla kendini güvende hissetmezdi. O minik günahkârın zamanında tövbe ettiği iyi oldu. Diana penceresinden bana işaret ediyor. Çok mutlu oldum buna. Gerçekten de kafamı dağıtacak bir şeye ihtiyacım var. Okulda Anthony Pye, evde Davy Keith sinirlerim bir gün için yeterince allak bullak oldu.”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.