Kitabı oku: «Rüzgârın Kızı Anne», sayfa 2
2
(Anne’in Gilbert’a yazdığı mektuplardan bir başkası.)26 Eylül
Senin mektuplarını nerede okuyorum biliyor musun? Yolun karşısındaki koruda. Orada güneşin eğrelti otlarına benek benek düştüğü kuytu bir çukurluk var. İçinden kıvrılıp gelen bir de derecik var. Yere düşmüş yosun kaplı bir ağaç gövdesinin üzerine oturuyorum. Etrafta da dünya tatlısı huş ağaçları kardeşler var sıra sıra. Burayı gördükten sonra başka türde bir hayal kurdum. Altın yeşil, kırmızı damarlı bir hayal… Hayallerin hayali âdeta. Bu hülyamın gizli saklı çukur, incecik, havalı mı havalı kız kardeşler ve şarkılar mırıldanan dereciğin gizemli uyumundan kaynaklandığını düşünmek bana keyif veriyor. Oraya oturup korunun sessizliğini dinlemeyi seviyorum. Çeşit çeşit sessizlik türleri olduğunu daha önce hiç fark etmiş miydin Gilbert? Ormanın sessizliği, sahilin sessizliği, çayırların sessizliği, gecenin sessizliği, yaz öğleninin sessizliği… Hepsi birbirinden farklı çünkü her birinin ilmek ilmek işleyen alt notaları farklı. Eğer ben tamamen kör olsaydım, sıcağa ve soğuğa da duyarsız olsaydım etrafımdaki sessizliğin özelliğinden nerede olduğumu kolayca anlayabilirim diye düşünüyorum.
Okul iki haftadır açık ve ben işlerimi düzene sokmuş durumdayım. Ancak Bayan Braddock haklıydı… Pringlelar başıma bela oldular. Üstelik şanslı yoncalarıma rağmen bu sorunumu nasıl çözeceğimi bilemiyorum. Bayan Braddock’un dediği çıktı. Kaymak gibi pürüzsüzler, bir o kadar da kaygan.
Pringlelar sürekli birbirlerini takip eden ve kendi aralarında hatırı sayılır ölçüde kavgaya tutuşan ancak dışarıya karşı omuz omuza duran türde bir klan. Summerside’da iki tür insan olduğu sonucuna varmış bulunmaktayım. Pringle olanlar ve olmayanlar.
Sınıfım Pringlelarla dolu. Başka soyadları taşıyan çok sayıda öğrencinin ise damarlarında Pringle kanı var. Liderleri Jen Pringle gibi görünüyor. Yeşil gözlü bir yumurcak. Becky Sharp on dört yaşındayken muhtemelen onun gibi görünüyordu. Sanırım alttan alta itaatsizlik ve saygısızlık harekâtı yürütüyor bana karşı ve ben bununla nasıl başa çıkacağımı bilmiyorum. Suratını tuhaf şekillere sokmak konusunda pek hünerli. Eğer sınıfta arkamdan gelen bastırılmış bir kahkaha tufanı işitirsem buna neyin sebep olduğunu çok iyi biliyorum. Yine de henüz onu iş üstünde yakalayamadım. Üstelik çok da zeki küçük haylaz. Edebiyata dördüncü dereceden kuzen olabilecek kompozisyonlar yazabiliyor. Matematikte de çok iyi, bana vah ki ne vah! Söylediği ve yaptığı her şeyde kendine has bir ışıltı var. Bir de öyle bir mizah anlayışına sahip ki eğer benden nefret ederek başlamasaydı aramızda dostluk olabilirdi. Hâlihazırda Jen ile birlikte bir şeye gülebilmemiz için uzun zaman geçmesi gerekecek korkarım.
Myra Pringle, Jen’in kuzeni ve okulun güzel kızı. Belli ki aptal da. Eğlenceli gaflar yapıyor. Örneğin bugün tarih dersinde Kızılderililerin, Champlain ve adamlarının Tanrı ya da “insan dışı bir şey” olduğunu düşündüğünü söyledi.
Sosyal ilişkiler bakımından Pringlelar, Rebecca Dew’ün deyimiyle Summerside’ın ışıkları. İki Pringle evinden çoktan yemek daveti aldım bile. Çünkü yeni bir öğretmeni davet etmek münasip bir davranış. Pringleların da gereken nezaketi ihmal etmeye hiç niyetleri yok. Dün gece James Pringle’ın evindeydim. Az önce bahsettiğim Jen’in babası. Her ne kadar bir kolej profesörü gibi görünse de aslında aptal ve cahil. Sürekli “disiplinden” bahsedip durdu. Konuşmasına vurgu yapmak için parmağının ucuyla hep masaya vuruyordu. Zaman zaman da korkunç gramer katliamları gerçekleştirdi. Summerside Lisesi her zaman ciddi ve tecrübeli bir öğretmene gerek duymuş ve erkek öğretmenler tercih edilirmiş. Benim biraz genç olmam onu endişelendiriyormuş. “Kısa süre sonra düzelecek bir kusur.” dedi üzülerek. Ben de hiçbir şey söylemedim. Çünkü bir şey söyleseydim çok şey söyleyecek olmaktan korktum. Ben de herhangi bir Pringle gibi ince, kaymak gibi oldum. Ona bakarak içimden, “Seni huysuz, ön yargılı ihtiyar!” demekle yetindim.
Jen zekâsını annesinden almış olmalı. Kendimi Jen’in annesinden hoşlanırken buluverdim. Jen anne babasının yanında terbiye abidesi gibiydi. Ancak her ne kadar kelimeleri nazik olsa da ses tonunda küstahlık vardı. “Bayan Shirley” şeklinde her hitap edişinde hakaretvari bir ton vardı. Bana her bakışında saçlarımın havuç kırmızısı olduğunu hissediyordum. Sanırım hiçbir Pringle saçlarımın renginin kestane olduğunu kabul etmeyecektir.
Morton Pringle ailesini daha çok sevdim. Gerçi Morton Pringle söylenen hiçbir şeyi dinlemiyor ama olsun. Karşısındaki insana bir şey söylüyor ve cevap verilirken bir sonraki sözünü söylemeyi düşünüyor.
Bayan Stephen Pringle… Dul Pringle… Summerside’da sürüsüne bereket dul var. Bana dün bir mektup yazmış. Cici, kibar ama zehirli bir mektup. Millie’nin çok fazla ödevi varmış. Millie hassas bir çocukmuş ve çok fazla çalışamazmış. Bay Bell ona asla ev ödevi vermezmiş. Hassas bir çocukmuş ve bunun anlaşılması gerekiyormuş. Bay Bell onu çok iyi anlarmış. Bayan Stephen eğer çabalarsam benim de anlayacağıma inanıyormuş!
Bayan Stephen’ın bugün okulda Adam Pringle’ın burnunu kanatarak eve gitmesine sebep olduğumu düşündüğünden hiç şüphem yok. Dün gece yarısı uyandım ve bir daha uyuyamadım çünkü. Tahtaya yazdığım bir soruda “i” harfinin noktasına koymadığımı hatırladım. Eminim Jen Pringle bu hatamı fark edip kendi kabilesine fısır fısır yaymıştır.
Rebecca Dew, Maplehurst’teki yaşlı hanımlar hariç tüm Pringleların beni bir kez yemeğe davet ettikten sonra sonsuza kadar görmezden geleceklerini söyledi. Kendileri “elit” oldukları için Summerside’da sosyal yasaklı olacakmışım. Neyse bakalım, göreceğiz. Savaş başladı ve henüz kaybedilmiş ya da kazanılmış değil. Yine de bundan dolayı kendimi çok mutsuz hissediyorum. Ön yargı ile uzlaşmak mümkün değil. Ben hâlâ çocukluğumda olduğum gibiyim. İnsanların benden hoşlanmamalarına dayanamıyorum. Öğrencilerimin yarısının ailelerinin benden hoşlanmadığını düşünmek tatsız bir his. Üstelik hiçbir kabahatim yokken. Beni rahatsız eden de bu ön yargı.
Pringleları bir kenara bırakacak olursak öğrencilerimi çok seviyorum. Zeki, hırslı, çalışkan öğrencilerim var ve eğitim almaya gerçekten istekliler. Lewis Allen, konaklama ücretini karşılamak için kaldığı evde ev işleri yapıyor ve bundan zerre gocunmuyor. Sophy Sinclair ise babasının ihtiyar boz kısrağı üzerinde her gün dokuz kilometre gidip dokuz kilometre geliyor. İşte burada önemli bir nokta var. Eğer böyle bir kızcağıza yardım edebileceksem Pringlelar umurumda olur mu?
Ancak sorun şu ki eğer Pringleları kazanamazsam diğerlerine yardım etmek için pek fazla şansım kalmayacak.
Tüm bunların yanında Windy Poplars’ı seviyorum. Burası bir pansiyon değil benim için. Bir ev. Üstelik beni seviyorlar. Dusty Miller bile seviyor. Gerçi zaman zaman benden hoşlanmadığı oluyor ve bunu sırtı bana dönük oturarak belli ediyor. Arada bir de omzunun üzerinden şimşek gibi bir bakış atıyor ki tavrını nasıl karşıladığımı bilsin. Rebecca Dew etraftayken onu pek sevmiyorum çünkü gerçekten rahatsız oluyor. Gündüzleri, cana yakın, rahat, düşünceli bir hayvan. Ancak geceleri kesinlikle tuhaf bir canlıya dönüşüyor. Rebecca bunun sebebinin karanlık çöktükten sonra dışarıda kalmasına izin verilmemesine bağlıyor. Arka bahçede durup onu çağırmaktan nefret ediyor. Tüm komşuların kendisine güleceğini söylüyor. Keskin, gür bir sesle tüm kentten duyulacak şekilde “Pisi… Pisi… Pisi!” diye bağırıyor sakin gecede. Dullar, yatma zamanı geldiğinde Dusty Miller evde olmazsa çileden çıkıyorlar. “O kedi yüzünden neler çektiğimi bir tek ben bilirim.” dedi Rebecca bana.
Dullarla iyi anlaşacağız gibi görünüyor. Onları her gün biraz daha seviyorum. Kate teyze roman okumayı onaylamasa da okuma materyallerimi sansürlemeyi teklif dahi etmeyeceği konusunda beni bilgilendirdi. Chatty teyze romanları seviyor. Kitaplarını sakladığı bir kuytu köşesi var. Kent kütüphanesinden kaçak kitap sokuyor eve. Ama sadece bununla da bitmiyor. Kate teyzenin görmesini istemediği her şeyi, örneğin kart oyunu için iskambil kâğıtlarını da gizlice eve sokuyor. Chatty teyzenin kuytu köşesi bir koltuğa gizlenmiş. Bunu da sadece o biliyor. Sırrını benimle paylaşmasının sebebi ise bahsettiğim kaçakçılık eylemine yardım ve yataklık etmemi istemesi olduğunu düşünüyorum. Aslında Windy Poplars gibi bir yerde bir şeyleri saklamak için kuytu köşelere ihtiyaç duyulmaması gerekir. Çünkü ben daha önce hiçbir yerde bu kadar çok gizemli dolap görmedim. Gerçi Rebecca Dew hiçbirinin gizemli kalmasına izin vermiyor ama olsun. Her zaman dolapları yırtıcı bir tutkuyla temizliyor. Dullardan biri itiraz edecek olursa, “Ev dediğin kendi kendini temizleyecek değil ya.” diyor. Eğer elinde bir roman ya da bir seri iskambil kâğıdı olsaydı işlerini çabucak bitirirdi diye düşünüyorum. Ancak onun gelenekçi ruhu için bu iki şey de dehşet verici. Rebecca’nın İncil dışında okuduğu tek şey Montreal Guardian gazetesinin sosyete satırları. Milyonerlerin işlerine, ev ve mobilyalarına kendini kaptırmayı çok seviyor.
“Altın bir küvetin içine gömüldüğünü düşünsene Bayan Shirley!” diyor hevesle.
Ancak kendisi gerçekten ihtiyar bir ördek. Tam benim acayipliğime göre solmuş sırma kumaş kaplı eski bir koltuk buldu bir yerlerden ve bana, “Bu senin koltuğun. Bunu sana ayıracağız.” dedi. Dusty Miller’ın da koltukta uyumasına izin vermiyor. Okul eteğime kedi tüyü bulaşırsa Pringleların konuşacak bir şeyi olmasın istiyor.
Üçü de benim inci kolyemle çok ilgili, kolyenin neyi temsil ettiğiyle de. Kate teyze bana kendi nişan yüzüğünü gösterdi. (Yüzük küçülmeye başladığından artık takamıyormuş.) Yüzükte turkuaz taşı vardı. Zavallı Chatty teyze ise bana gözlerinde yaşlarla hiç nişan yüzüğü olmadığını söyledi. Kocası bunun “fuzuli masraf” olduğunu düşünmüş. O sırada benim odamdaydı. Yüzüne süt banyosu yapıyordu. Ten rengini muhafaza etmek için her gece yapıyormuş ve Kate teyzeye söylememem için de bana yemin ettirdi.
“Bunun benim yaşımda bir kadın için saçma bir gösteriş düşkünlüğü olduğunu düşünür.” dedi. “Ayrıca Rebecca Dew’ün hiçbir Hristiyan kadınının güzel olmaya çalışmaması gerektiğini düşündüğünden eminim. Eskiden süt banyosu yapmak için Kate uyuduktan sonra gizlice mutfağa girerdim. Ama artık Rebecca Dew’ün aşağı inmesinden korkuyorum. Uyurken bile kedi kulakları var onun. Eğer her gece buraya sıvışıp yaparsam… Ah çok teşekkür ederim canım benim.”
Evergreens’deki komşularımız hakkında da bir şeyler öğrendim. Bayan Campbell (kendisi bir Pringle!) seksen yaşında. Onu hiç görmedim. Ancak anladığım kadarıyla oldukça aksi bir ihtiyar hanım. Martha Monkman ismindeki hizmetçisi de kendisi kadar yaşlı ve aksi neredeyse. Ondan genelde “Bayan Campbell’ın kadını diye bahsediliyor.” Ayrıca bir de torununun çocuğu var onunla birlikte. Küçük Elizabeth Grayson. Burada iki haftadır kaldığım hâlde Elizabeth’i daha hiç görmüş değilim. Kendisi sekiz yaşında ve devlet okuluna “arka yoldan” yürüyerek gidiyor. Arka bahçelerden okula çıkan kestirme bir yol bu. Onunla ne giderken ne de gelirken karşılaştım. Vefat eden annesi Bayan Campbell’ın torunu oluyor. Annesini de Bayan Campbell büyütmüş. Çünkü onun da anne babası vefat etmiş. Annesi Pierce Grayson isimli bir Yanki ile evlenmiş. Bayan Lynde olsaydı böyle derdi yani. Elizabeth doğarken ölmüş. Pierce Grayson ise şirketinin Paris’teki bir şubesini yönetmek için Amerika’dan ayrılmak zorunda kalınca bebeği İhtiyar Bayan Campbell’a yollamışlar. Hikâyenin devamında adamın kızını görmeye “dayanamadığı” var. Çünkü karısının ölümünden onu sorumlu tutuyormuş ve çocuğunu hiç umursamamış. Bu tabii ki sadece bir dedikodu olabilir çünkü ne Bayan Campbell ne de Kadın adamla ilgili ağzını açıyormuş.
Rebecca Dew, Küçük Elizabeth’e çok sert davrandıklarını ve çocuğun onlarla çok da iyi vakit geçirmediğini söylüyor.
“Diğer çocuklar gibi değildir o. Sekiz yaşında bir çocuğa göre fazla ihtiyar. Bazen öyle şeyler söylüyor ki! ‘Rebecca’ demişti bir gün bana. ‘Hiç gece yatağa girerken ayak bileğinde bir çimdik hissettiğin oluyor mu?’ Karanlıkta yatağa girmeye korkmasına şaşırmamalı. Bayan Campbell evinde korkak istemezmiş. İki kedinin bir fareyi izlediği gibi gözetliyorlar ve hayatının her bir anında ona müdahale ediyorlar. Azıcık bile gürültü yapacak olursa çileden çıkıyorlar. Her zaman ‘sus, sus’ diyorlar. Çocuğu ölümüne susturuyorlar bence. Peki bununla ilgili ne yapılabilir ki?”
“Gerçekten, ne yapılabilir?”
Çocuğu görmek ister gibiyim. Bana biraz acınası hâlde gibi geliyor. Kate teyzeye soracak olursan fiziksel olarak ona çok iyi bakıyorlar. Kate Teyze tam olarak şöyle söyledi: “Karnını güzelce doyuruyorlar ve üstünü başını güzelce giydiriyorlar.” Ancak bir çocuk sadece yeme içmeyle yaşayamaz. Green Gables’a gelmeden önceki yaşamımın nasıl olduğunu asla unutamam.
Gelecek cuma Avonlea’de iki güzel gün geçirmek üzere eve dönüyorum. Bunun tek kötü tarafı herkesin bana Summerside’da öğretmenlik yapmayı sevip sevmediğimi sorması olacak.
Ancak şimdilerde Green Gables’ı bir düşünsene Gilbert… Üzerindeki mavi sisle beraber Parlak Sular Gölü’nü… Derenin etrafındaki akçaağaçlar kızıla çalmaya başlamıştır. Lanetli Koru’daki eğreltiler altın kahverengisidir şimdi. Bir de Âşık Yolu’ndaki gün batımı gölgeleri çok tatlıdır. Tüm kalbimle şu anda orada olmayı dilerdim. Bil bakalım kiminle beraber?
Biliyor musun Gilbert öyle zamanlar oluyor ki gerçekten seni sevdiğimi düşünüyorum.
Windy Poplars, Spook Caddesi, Summerside10 Ekim
Saygıdeğer ve Pek Muhterem Beyefendi,
Chatty Teyze’nin büyük annesinin yazdığı mektup işte böyle başlıyordu. Çok leziz değil mi? Büyük babasına nasıl bir üstünlük duygusu yaşatmıştır kim bilir? Sen de bu hitabı, “Gilbert, sevgilim” vs. gibi ifadelere tercih etmez miydin? Ancak en nihayetinde senin büyükbaba olmamandan çok memnunum. Büyükbaba… Genç olduğumuzu ve önümüzde uzun bir yaşam olduğunu, birlikte yaşanacak bir yaşam olduğunu düşünmek muhteşem! Öyle değil mi?
(Birkaç sayfa eksik. Belli ki Anne’in kalemi aşk mektubu yazmaya müsait.)
Kule penceresinin altındaki oturakta oturuyor ve kehribar rengi gökyüzüne el sallayan ağaçlara ve uzaklardaki limana bakıyorum. Dün gece kendi başıma çok güzel bir yürüyüş yaptım. Gerçekten bir yerlere gitmek zorundaydım çünkü Windy Poplars’da tatsız bir hava vardı. Chatty teyze duyguları incindiği için oturma odasında ağlıyordu. Kate teyze, Kaptan Amasa’nın ölüm yıl dönümü olduğu için kendi odasında ağlıyordu. Rebecca Dew ise anlayamadığım bir sebepten dolayı mutfakta ağlıyordu. Rebecca Dew’ü daha önce hiç ağlarken görmemiştim. Ağlamasının sebebini nazikçe sormaya çalıştığımda hırçın bir şekilde, “Rahat rahat ağlamanın keyfini çıkaramayacak mıyım yani?” dedi. Ben de hemen oradan ayrılıp keyfiyle baş başa bıraktım.
Dışarı çıktım ve liman yoluna indim. Havadaki güzel, soğuk ekim kokusu yeni sürülmüş toprağın leziz kokusuyla iç içe geçmişti. Alaca karanlık, ay ışığının aydınlattığı bir sonbahar gecesinde kayboluncaya dek yürümeye devam ettim. Tek başıma idim ancak yalnız değildim. Hayali yoldaşlarımla çok sayıda hayali sohbetler ettim ve o kadar çok nükteli söz buldum ki kendi kendimi şaşırttım. Pringle endişelerime rağmen keyif yapmaktan geri durmadım.
Pringlelarla ilgili biraz daha mızmızlanasım var. Bunu söylemekten nefret etsem de Summerside Lisesinde işler pek yolunda gitmiyor. Aleyhime bir komplo düzenlendiği kesin.
Mesela verdiğim ödevleri ne Pringlelar ne de yarı-Pringlelar yapıyor. Ailelerine müracaat etmek de hiç fayda etmiyor. Tatlı dilli ve kibarlar ama başlarından savıyorlar beni. Pringle olmayan tüm öğrencilerimin beni sevdiğini biliyorum ama onların itaatsizlik virüsü tüm sınıfın moralini bozuyor. Bir sabah masamın altüst edildiğini gördüm. Bunu yapan kişinin kim olduğunu bilen yoktu tabii ki. Ertesi gün masama bırakılan ve içinden yapay bir yılanın fırladığı kutuyu da kimin koyduğu bana söylenmedi ya da söylenemedi. Ancak okuldaki tüm Pringlelar çığlık çığlığa kahkahalar attılar yüzüme karşı. Belli ki çok korkmuş görünüyordum.
Jen Pringle okula sık sık geç geliyor. Her zaman da küstah bir alt tonla kibarca dile getirdiği mükemmel bir bahanesi oluyor. Gözümün önünde sınıfta notlar dağıtıyor. Bugün kabanımın cebinde soyulmuş bir soğan buldum. O kızı düzgün davranmayı öğreninceye kadar sadece ekmek ve su verecek şekilde bir yerlere kapatmayı çok isterdim.
Şimdiye kadar başıma gelen en kötü şeyse karatahtaya çizilmiş bir karikatürümü görmem oldu. Beyaz tebeşirle çizilmişti ve saçları kızıldı. Herkes yaptığını inkâr etti. Jen de tabii ki. Ancak ben böyle bir çizimi yapabilecek tek kişinin Jen olduğunu biliyordum. Çok iyi çizilmişti. Her zaman gurur ve neşe kaynağım olan burnum eğri büğrüydü. Ağzım ise Pringlelarla dolu bir sınıfta otuz sene öğretmenlik yapmış suratsız bir kız kurusunun ağzıydı. Ancak çizilen bendim. Gece saat üçte uyandım ve karikatürü hatırlamak kıvranmama sebep oldu. Bizleri gece yarısı kıvrandıran şeylerin kötü şeyler değil de çoğunlukla utanç verici şeyler olması tuhaf değil mi sence de?
Her türden şey söylendi bana. Mattie Pringle’ın sınav kâğıdında notunu kırmakla suçlandım. Sebebi ise onun bir Pringle olmasıydı. Çocuklar hata yaptığında “gülmekle” itham edildim. (Gerçi Fred Pringle “yüzbaşı” kelimesini “yüz yıl yaşayan adam” olarak tarif ettiğinde gülmüştüm. Ama ne yapayım, elimde değildi.)
James Pringle sınıfta “disiplin” olmadığını söylüyor. Bir de etrafta “terk edilmiş çocuk” olduğum dedikodusu dolaşıyor.
Pringle karşıtlığı başka alanlarda da karşıma çıkıyor. Eğitim alanında olduğu kadar sosyal alanda da Summerside’da Pringleların sözü geçiyor. Onlara neden “Kraliyet Ailesi” denildiğine şaşmamak lazım. Alice Pringle’ın geçen cumaki yürüyüş partisine davet edilmedim. Bayan Pringle bir kiliseye yardım projesi için çay daveti düzenlediğinde (Rebecca Dew kadınların yeni bir “çan kulesi” inşa edeceklerini söyledi!) görev verilmeyen tek Presbiteryen kız bendim. Summerside’a yeni gelen papazın eşi bana koroda şarkı söyleme teklifini öne sürdüğünde tüm Pringlelar koroyu terk edeceklerini söylemişler. İşte bu, koronun taşıyamayacağı bir yüktü.
Elbette öğrencilerle sorun yaşayan tek öğretmen ben değilim. Diğer öğretmeler öğrencilerini “disiplin” edilmek üzere bana yolladıklarında, “disiplin” kelimesinden nefret ediyorum, öğrencilerin yarısı Pringlelardan oluşuyor. Ancak asla şikâyet edilmiyorlar.
İki akşam önce Jen’i, kasıtlı olarak yapmadığı ders çalışmalarını yapması için okulda tuttum. On dakika sonra Maplehurst’ten gelen bir at arabası okulun önünde durdu ve Bayan Ellen kapıda belirdi. Güzelce giyinmiş, tatlı tatlı tebessüm eden bir ihtiyar hanımefendiydi. Siyah dantelden zarif eldivenleri ve incecik sivri burnuyla 1840 yılından kalma bir şapka kutusundan fırlamış gibiydi. Özür dileyerek Jen’i almak istedi. Lowvale’deki dostlarını ziyaret edecekmiş ve Jen’i de yanında götüreceğine söz vermiş. Jen muzaffer bir edayla okuldan çıktı. Ben de savaş kuvvetlerinin bana karşı hizaya geçtiğini bir kez daha anlamış oldum.
Kötümser zamanlarımda Pringleların Sloane ve Pylerın bir karışımı olduğunu düşünüyorum. Ancak öyle olmadıklarını biliyorum. Eğer düşmanlarım olmasalardı onları sevebileceğimi hissediyorum. Aslında çoğu samimi, neşeli, sadık kişiler. Bayan Ellen’ı bile sevebilirdim. Bayan Sarah’ı ise hiç görmedim. Bayan Sarah on yıldır Maplehurst’ten ayrılmamış.
“Çok hassas… Ya da öyle olduğunu zannediyor.” dedi Rebecca Dew burun kıvırarak. “Kibrine de diyecek yok. Tüm Pringlelar kibirlidir. Ancak o iki ihtiyar kız hepsini geride bırakır. Atalarından nasıl bahsettiklerini duyman lazım. İhtiyar babaları Kaptan Abraham Pringle kibar bir adamcağızmış. Kardeşi Myrom o kadar da kibar değilmiş ancak Pringlelar ondan pek bahsetmezler. Onların seni çok zorlayacak olmalarından feci korkuyorum. Bir şeyi ya da bir kimseyi kafalarına koydular mı hiçbir şey fikirlerini değiştirmelerini sağlayamaz. Ancak başını dik tut Bayan Shirley… Başını dik tut.”
“Keşke Bayan Ellen’ın kek tarifini alabilseydim.” diye iç çekti Chatty teyze. “Bana vereceğinin sözünü vermişti ama vermedi. Eski bir İngiliz tarifi. Tarifleri söz konusu olunca çok ketumlar.”
En fantastik hayallerimde Bayan Ellen’ın Chatty teyzeye o tarifi dizlerinin üstüne çöktüğü vaziyette uzattığını görüyorum. Bu hayallerde Jen “p” ve “q” harflerini yazarken dikkatli davranıyor. Asıl çıldırtan ise eğer tüm kabilesi haylazlıklarının arkasında durmasa Jen’in doğru yazmasını kolayca sağlayabilecek olmam.
(İki sayfa eksik.)
Sadık hizmetkârınız,Anne Shirley
NOT: Chatty teyzenin büyükannesi aşk mektuplarını böyle imzalarmış.
15 Ekim
Kentin diğer ucunda dün gece bir hırsızlık olayı yaşandığını öğrendik. Eve zorla giren biri bir miktar para ile bir düzine kadar gümüş kaşık çalmış. Bu sebepten Rebecca Dew, Bay Hamilton’ı köpek ödünç almak üzere ziyaret etti. Köpeği arka verandaya bağlayacakmış. Bana da nişan yüzüğümü kilitleyip kaldırmamı söyledi.
Bu arada Rebecca Dew’ün neden ağladığını öğrendim. Belli ki aile içinde bir anlaşmazlık yaşanmış. Dusty Miller bir kez daha “yaramazlık” yapınca Rebecca Dew, Kate teyzeye kedi ile ilgili bir şeyler yapılması gerektiğini söylemiş. Kedi çileden çıkarıyormuş onu. O yıl içinde üçüncü kez yaşanmış bu olay ve kedinin bunu kasten yaptığına inanıyormuş. Kate teyze ise eğer Rebecca Dew, kedi miyavladığında dışarıya çıkmasına müsaade ederse yaramazlık yapma tehlikesi olmayacağını söylemiş.
“İşte bu bardağı taşıran son damlaydı.” dedi Rebecca Dew.
Akabinde gözyaşları dökülmüş!
Pringle vaziyeti ise her geçen hafta daha da keskin bir hâl alıyor. Dün kitaplarımdan birine çok terbiyesiz bir şey yazılmıştı ve Homer Pringle okuldan çıkarken parende atarak ilerliyordu. Ayrıca isimsiz bir mektupta çok sayıda çirkin imalar vardı. Ancak her nedense ne kitaptan ne de mektuptan dolayı Jen’i suçluyorum. Her ne kadar küçük bir şeytan olsa da yapmayacağı şeyler var. Rebecca Dew çok öfkelendi ve eğer Pringlelar eline düşseydi neler yapabileceğini düşünürken ürperdim. Nero’nun yaptıkları onunkiyle kıyaslanamaz bile. Onu pek suçlamıyorum. Çünkü öyle zamanlar oluyor ki Borgia Hanedanı’nın zehirli iksirlerinden birini Pringlelara seve seve ikram edermişim gibi geliyor bana.
Diğer öğretmenlerden pek bahsetmedim gibi geliyor. İki öğretmen var biliyorsun ki. Müdür yardımcısı, üçüncü sınıflardan sorumlu Katherine Brooke. Diğeri ise hazırlık sınıfından sorumlu George MacKay. George hakkında söyleyecek pek bir şey yok açıkçası. Kendisi utangaç, güzel huylu, yirmilik bir delikanlı. Belli belirsiz, hoş bir dağ aksanı var ki insana puslu adaları hatırlatıyor. Büyük babası İskoçya’daki Skye Adası’ndanmış. Hazırlık öğrencileriyle de arası çok iyi. Tanıdığım kadarıyla ondan hoşlandım. Ancak Katherine Brooke’dan hoşlanmak için kendimi baya zorlamam gerekecek korkarım.
Sanırım Katherine yirmi sekiz yaşlarında bir kız. Her ne kadar otuz beşinde gibi görünse de. Bana söylenenlere göre müdürlük görevini devralma beklentisindeymiş ve sanırım bu görevi benim almamdan rahatsız. Özellikle de kendisinden genç olduğum için. Kendisi iyi bir öğretmen. Biraz sert bir idareci. Ancak pek popüler değil. Üstelik bunu da hiç kafasına takmıyor. Ne arkadaşı ne de ailesi var. Temple Caddesi’ndeki kasvetli görünüşe sahip bir evde pansiyoner olarak kalıyor. Çok pasaklı giyiniyor ve sosyalleşmek için dışarı çıkmıyor. Ayrıca “kötü” olduğunu söylüyorlar. Çok alaycı biri ve öğrencileri iğneleyici laflarından ürküyorlar. Kalın, siyah kaşlarını öğrencilerine kaldırıp ağır ağır konuşmasının itici olduğu söylendi bana. Keşke ben de Pringlelara öyle davranabilseydim. Ancak onun gibi korku ile hükmetmekten hiç hoşlanmam. Ben öğrencilerimin beni sevmelerini isterim.
Her ne kadar öğrencilerini hizada tutmak konusunda sorun yaşamasa da onları sık sık bana yolluyor. Özellikle de Pringleları. Bunu kasten yaptığını biliyorum. Ayrıca yaşadığım zorluklardan keyif aldığından da fazlasıyla eminim. Perişan hâlimi görmek onu memnun edecektir.
Rebecca Dew kimsenin onunla arkadaş olamayacağını söylüyor. Dullar onu birkaç kez pazar akşam yemeğine davet etmişler. O iki güzel insan yalnızlar için her zaman ellerinden geleni yapıyor, onlar için çok leziz tavuklar ve salataları hazır ediyorlar. Ancak kadın hiçbir kez tekliflerini kabul edip de gelmemiş. Onlar da vazgeçmişler. Kate teyzenin dediği üzere “her şey bir yere kadar.”
Kulağıma gelen dedikodulara göre çok zeki biriymiş ve güzel şarkı söyleyip sesli okuma yapabiliyormuş. “Hatipmiş” Rebecca Dew’ün dediğine göre. Ancak ikisine da yapmazmış. Chatty teyze bir keresinde ona kilisenin akşam yemeğinde okuma yapmasını rica etmiş.
“Çok kaba bir şekilde reddetti.” dedi Kate teyze.
“Âdeta kükredi.” dedi Rebecca Dew.
Katherine’in derin, tok bir sesi var. Âdeta erkek sesi gibi. Keyfi yerinde olmadığında konuşması kükremeyi andırıyor.
Güzel olmasa da çabalayarak daha iyi hâle gelebilir. Esmer tenli. Muhteşem saçları her zaman alnının üstünden geriye taranıp boynunun dibinde biçimsiz bir topuz ile toplanmış vaziyette. Siyah kaşlarının altındaki açık kehribar rengi berrak gözleri saçlarına pek uymuyor. Göstermekten utanmaması gereken kulakları var. Ayrıca gördüğüm en güzel ellerin de sahibi. Üstelik güzel de bir ağzı var. Ancak çok kötü giyiniyor. Giymemesi gereken renkleri ve çizgileri bulmak konusunda âdeta bir dahi olduğunu söyleyebilirim. Bu kadar soluk benizliyken mat koyu yeşiller ve sönük griler ona pek uymuyor. Çizgili kıyafetler ince uzun vücudunu daha da ince uzun gösteriyor. Ayrıca kıyafetleri, sanki onlarla uyumuş gibi görünüyor.
Davranışları çok itici. Rebecca Dew’ün dediği üzere her daim heyheyleri üstünde. Merdivenlerde ne zaman yanından geçsem hakkımda çok korkunç şeyler düşündüğü hissine kapılıyorum. Ne zaman onunla konuşsam yanlış bir şey söylemişim gibi hissettiriyor bana. Yine de onun için çok üzülüyorum. Her ne kadar kendine acımama öfkeli bir tepki gösterecek olsa da. Ona yardımcı olmak için de hiçbir şey yapamıyorum çünkü kendisine yardım edilmesini istemiyor. Bana karşı nefret içinde. Bir keresinde üç öğretmen öğretmenler odasındayken okulun yazılı olmayan kurallarına aykırı bir şey yaptım. Bunun üzerine Katherine, keskin bir şekilde, “Belki de kuralların üzerinde olduğunuzu düşünüyorsunuz Bayan Shirley.” dedi. Bir başka zaman okul için yararlı olacağını düşündüğüm değişiklikler teklif edince yüzündeki alaycı gülümsemeyle, “Ben peri masallarıyla ilgilenmiyorum.” dedi. Bir keresinde yöntemleri ve çalışmaları hakkında birkaç güzel şey söylediğimde, “Bütün bu karışıklığın arasında bir anlamı var mı peki?” dedi.
Ancak beni en çok kızdıran şey başka bir şey. Bir gün öğretmenler odasında ona ait bir kitabı kaldırmış ve kapağına bakmış bulundum.
“İsmini ‘K’ ile telaffuz etmen çok hoşuma gitti. Katherine, Catherine’den çok daha cezbedici. Çünkü K her zaman havalı C’den çok daha bohem.”
Hiç cevap vermedi. Ancak bir sonraki seferde bana yolladığı belgede ismi “Catherine Brooke” olarak geçiyordu.
Eve dönüş yolunda hep burnumdan soludum.
Eğer tüm o sert ve soğuk tavrına rağmen aslında dostluğa aç olduğuna dair içimde hissettiğim o tuhaf ve sebebi bilinmez duygu olmasa onunla arkadaş olma çabalarımı çoktan sonlandırırdım.
En nihayetinde eğer senin güzel mektupların, sevgili Rebecca Dew ve Küçük Elizabeth olmasaydı Katherine’in karşıtlığı ve Pringleların tavrı ile nasıl başa çıkardım bilemiyorum.
Artık Küçük Elizabeth’le tanışmış bulunuyorum. Kendisi dünya tatlısı.
Üç gece önce bir bardak sütü Kadın yerine Küçük Elizabeth’in ta kendisine uzattım duvardan. Başı kapının üst tarafına zar zor ulaşıyordu. Yani yüzü sarmaşıklarla çevriliydi. Ufak tefek, solgun, altın rengi ve hüzünlü bir çocuk. Sonbahar alacakaranlığından bana bakan gözleri iri ve altınımsı ela rengindeydi. Gümüş ve altın renginden saçları ortadan ayrılmış, omuzlarına dökülüyordu. Açık mavi pötikare kumaştan bir elbise giyiyordu. Bu hâliyle Elf diyarlarının bir prensesini andırıyordu. Rebecca Dew’ün, “narin mizaçlı” dediği türdendi ve bana bir şekilde iyi beslenmeyen bir çocuk görüntüsü verdi. Bedensel olarak değil de ruhsal olarak. Bir güneş ışığından çok ay ışığı gibiydi.
“Peki bu Elizabeth mi?” diye sordum.
“Bu gece değil.” diye cevap verdi ciddiyetle. “Bu gece Betty olduğum gece çünkü dünyadaki her şeyi seviyorum bu gece. Dün Elizabeth’tim ve yarın gece muhtemelen Beth olacağım. Nasıl hissedeceğime bağlı.”
İşte burada bir kafa denginin dokunuşu vardı. Bu dokunuşla bir kez daha ürpermiştim.
“İstediğin zaman değiştirip yine de kendininmiş gibi hissedebileceğin bir ismin olması ne kadar da güzel.”
Küçük Elizabeth kafasını salladı.
“Çok fazla isim türetebiliyorum. Elsie, Betty, Bess, Eliza, Lizbeth, Beth… Ancak Lizzie değil. Lizzie’den asla hoşlanmadım.”
“Kim hoşlanabilir ki?” dedim.
“Sizce bu benim saçmalamam değil mi Bayan Shirley? Büyükannem ve Kadın öyle düşünüyorlar.”
“Hiç de saçma değil. Çok akıllıca ve çok eğlenceli.” dedim.
Küçük Elizabeth bana manalı manalı baktı. Çocuğun beni gizli bir ruhani terazide tarttığını hissettim. Sonrasında müteşekkir bir şekilde fark ettiğim üzere terazide hafif gelmemiştim. Çünkü Küçük Elizabeth benden bir ricada bulundu. Küçük Elizabeth hoşlanmadığı insanlardan bir şeyler rica etmezdi.
“Kediyi kaldırsanız da sevsem olmaz mı?” diye sordu utanarak.
Dusty Miller bacaklarıma sürtünüyordu. Onu birazcık kaldırdım. Küçük Elizabeth minik elini uzatarak başını keyifle okşadı.
“Ben kedicikleri bebeklerden daha çok seviyorum.” dedi. Tuhaf bir meydan okuma vardı sözlerinde belli belirsiz. Sanki şok olacakmışım gibiydi ancak yine de gerçeği söylemeye kendini mecbur hissediyordu.
“Sanırım hiç yakınlarında bebek olmadı. Sen de ne kadar sevimli olduklarını bilmiyorsun.” dedim gülümseyerek. “Senin kedin var mı?”
Elizabeth kafasını salladı.
“Hayır yok. Büyükanne kedilerden hoşlanmıyor. Kadın da nefret ediyor. Kadın bu gece dışarıda. Bu sebepten süt için ben çıktım. Süt için dışarı çıkmayı seviyorum. Çünkü Rebecca Dew hoş bir insan.”
“Peki bu gece o gelmediği için üzüldün mü?” dedim gülerek.
Küçük Elizabeth kafasını salladı.
“Hayır. Sen de çok hoşsun. Ne zamandır seninle tanışmak istiyordum ancak yarın gelmeden olmayacağından korkuyordum.”
Orada durduk ve Küçük Elizabeth sütünü zarifçe yudumlarken sohbet ettik. Bana yarından bahsetti. Kadın, yarının asla gelmeyeceğini söylemiş ancak Elizabeth işin doğrusunu biliyormuş. Bir gün gelecekmiş. Güzel bir sabah uyandığında yarının geldiğini görecekmiş. Bugünün değil yarının. Sonra olaylar gelişecekmiş. Mükemmel olaylar. Kimse kendisini gözetlemeden istediği her şeyi yapabileceği bir gün de gelecekmiş. Yine de Elizabeth’in bunun gerçekleşmeyecek kadar güzel bir şey olduğuna inandığını zannediyorum. Yarında bile. Sonra, liman yolunun sonunda ne olduğunu görebilecekmiş. Güzel bir kırmızı yılan misali kıvrılan o başıboş yolun dünyanın sonuna çıktığını düşünüyor Elizabeth. Mutluluk Adası belki de oradaymış. Elizabeth, geri dönmeyen tüm gemilerin demir attığı bir Mutluluk Adası olduğundan emin. Yarın geldiğinde o adayı bulacakmış.