Kitabı oku: «Rüzgârın Kızı Anne», sayfa 3
“Ve yarın gelince…” dedi Elizabeth, “Milyon tane köpeğim ve kırk beş tane kedim olacak. Kedi almama izin vermeyince büyükanneye böyle dedim Bayan Shirley. O da bana kızdı ve şöyle dedi: ‘Ben benimle böyle konuşulmasına alışkın değilim bayan küstah!’ Beni yatağa yemek vermeden yolladılar ceza olarak. Ama ben küstah olmak istememiştim. Uyuyamadım o gece Bayan Shirley. Çünkü Kadın bana küstahlık yaptıktan sonra uykusunda ölen bir çocuk tanıdığını söyledi.”
Elizabeth sütünü bitirince ladin ağaçlarının arkasındaki görünmeyen bir pencereden keskin bir tıklatma sesi duyuldu. Sanırım tüm bu süre boyunca gözetlenmiştik. Benim Elf prensesi koştu, altın rengi kafası ladinlerin çevrelediği karanlık patikada gözden kayboluncaya dek parladı.
“Hayalci bir minik haylaz.” dedi Rebecca Dew kendisine maceramızı anlattığımda. Bu gerçekten de âdeta bir maceraydı Gilbert. Rebecca konuşmasına şöyle devam etti. “Bir gün bana aslanlardan korkar mısın Rebecca Dew?” diye sordu. Ben de, ‘Hiç aslan tanımadığım için buna cevap veremem.’ dedim. ‘Yarında bir sürü aslan olacak.’ dedi. ‘Ama cici, arkadaş canlısı aslanlar olacaklar.’ dedi. ‘Öyle bakarsan göze dönüşeceksin evladım.’ dedim. Bahsettiği o yarında bir şey görmüş gibi bakıyordu. ‘Çok derin düşüncelerim var Rebecca Dew.’ dedi. O çocuğun sorunu yeterince gülmüyor olması.”
Elizabeth’in sohbetimiz boyunca hiç gülmediğini fark ettim. Sanırım hiç gülmeyi öğrenmemişti. O koca ev çok hareketsiz, yalnız ve kahkahasız… Tüm dünyada sonbahar renklerinin cümbüşü varken bile o ev yavan ve kasvetli görünüyor. Küçük Elizabeth kaçkın fısıltıları çok fazla dinliyor.
Summerside’daki vazifelerimden biri ona gülmeyi öğretmek olacak galiba.
En yakın ve en sadık dostun,Anne Shirley
Not: Chatty teyzesinin babaannesinden seçmeler!
3
Windy Poplars, Spook Caddesi, Summerside25 Ekim
Sevgili Gilbert,
Bil bakalım ne oldu? Maplehurst’te yemeğe davet edildim!
Davetiyeyi Bayan Ellen bizzat yazmış. Rebecca Dew gerçekten çok heyecanlıydı. Beni dikkate almalarına bir türlü inanamadı. Bunun sebebinin ise dostane tavırlarım olmadığından çok emindi.
“Belli ki kötü niyetleri var. Bak buna eminim!” dedi.
Ben de böyle bir şeyden şüpheleniyordum açıkçası.
“Muhakkak en güzel giysilerini giy.” diye talimat verdi Rebecca Dew.
Ben de mor menekşelerle süslü krem rengi ince elbisemi giydim. Saçımı da yeni bir modele göre yaptım. Çok güzel oldu.
Maplehurst’teki hanımlar kendi usullerince çok keyifliler Gilbert. Eğer müsaade etselerdi onları sevebilirdim. Maplehurst mağrur, seçkin bir ev. Ağaçlar etrafını çevreliyor ve sıradan evlerle alakası yok. Kaptan Abraham’ın meşhur gemisinin pruvasındaki tahtadan beyaz kadın figürü meyve bahçesinde duruyor. Evin ön merdivenlerinde kara pelin otları var. Yüzyıldan fazla bir zaman önce eski memleketten göç eden ilk Pringle tarafından getirilmiş. Minden Muharebesi’nde savaşan bir ataları daha var. Onun kılıcı da salon duvarında Kaptan Abraham’ın portresinin yanında asılı duruyor. Kaptan Abraham onların babası ve belli ki babalarıyla çok gurur duyuyorlar.
Eski, kara, oluklu şömine raflarının üzerinde devasa aynaları var. Rafın üzerinde yapay çiçeklerden cam bir vazo var. Eski zamanlardan kalma güzelim gemilerin resimleri, bilinen her Pringle’ın saçını içeren saç çelengi, koca deniz kabukları ve misafir odası yatağına serilmiş, olabilecek en sıkı şekilde dokunmuş bir yorgan var.
Salondaki maun koltukların üzerine oturduk. Duvarlar gümüş rengi şeritli duvar kâğıtlarıyla kaplanmıştı. Pencerelerde sırma kumaştan ağır perdeler asılıydı. Mermer masalardan birinde gövdesi kırmızı renkli, yelkenleri ise kar beyazı olan gemisinin güzel bir modeli vardı. Bu maket babalarının gemisinin maketiydi. Tamamen camdan oluşan ve süsleri sarkan devasa bir avizeleri vardı. Ortasında saat olan yuvarlak bir aynaları vardı. Kaptan Abraham’ın uzak diyarlardan getirdiği bir şeydi belli ki. Muhteşemdi. Hayallerimizin evinde böyle bir şey olmasını istiyorum ben de.
Gölgeler bile zarif ve gelenekseldi. Bayan Ellen bana yaklaşık milyon tane Pringle fotoğrafı gösterdi. Çoğu da deri kaplarda bulunan gümüşe işlenmiş dagerreyo tipi fotoğraflarıydı. İri yarı alaca renkli bir kedi dizime zıplayıverince Bayan Ellen tarafından derhâl mutfağa kışkışlandı. Benden özür diledi. Ancak öncesinde mutfakta kediden de özür dilediğini düşünüyorum.
Konuşmayı çoğunlukla Bayan Ellen sürdürdü. Ufak tefek bir kadın olan Bayan Sarah ise siyah ipekten elbisesi, kolalı iç eteği, kar beyazı saçları, elbisesi kadar siyah gözleri ve zayıf, damarlı ellerini, ince dantel fırfırların arasında, kucağının üzerinde kavuşturmuştu. Hüzünlü, sevilesi ve zarif bir hâli vardı. Konuşamayacak kadar kırılgan görünüyordu. Yine de Bayan Ellen da dâhil olmak üzere Pringle kabilesindeki her bir üyenin onun karşısında hizada durduğu hissine kapıldım Gilbert.
Çok leziz bir akşam yemeği yedik Gilbert. Su soğuktu, masa örtüsü güzel, tabaklar ve bardaklar inceydi. Kendileri kadar mesafeli ve aristokrat bir hizmetçi bizlerle ilgilendi. Ancak Bayan Sarah kendisine hitaben söylediğim her sözde sağır taklidi yaptı. Ben de yediğim her lokmanın boğazıma sıkıştığını hissettim. Tüm şevkim kırılmıştı. Kapana kısılmış zavallı bir farecik gibi hissettim kendimi. Ben Kraliyet Ailesi’ni asla ama asla fethedemeyeceğim Gilbert. Yeni yıl geldiğinde istifa edeceğim galiba. Böyle bir kabilenin karşısında hiç şansım yok.
Yine de evlerine bakındığımda yaşlı hanımlar için birazcık üzülmekten kendimi alamadım. Ev bir zamanlar hayattaydı. İnsanlar orada doğdu, öldü, sevinçlerini yaşayıp uykularına daldılar. Çaresizlikleri, korkuları, neşeyi, sevgiyi, ümidi ve nefreti tattılar. Şimdi ise yaşayanların hatırası dışında bir şey yok içinde. Bir de yaşayanlara duyulan iftihar var tabii.
Chatty teyze bugün benim için yatağa temiz çarşaf sererken ortasında elmas şeklinde bir kırışıklık bulduğu için çok mutsuzdu. Çünkü bunun evdeki bir ölümün habercisi olduğuna inanıyor. Kate teyze bu batıl inançtan çok iğrendi. Ancak ben sanırım batıl inançlı insanlardan hoşlanıyorum. Hayata renk katıyorlar. Eğer herkes aklı başında, sağduyulu ve iyi olsaydı hayat çok yavan olmaz mıydı sence de? O zaman konuşacak ne bulurduk acaba?
İki gece önce burada bir felaket yaşadık. Dusty Miller, Rebecca Dew’ün gür sesiyle arka bahçede “Pisi” diye haykırmasına rağmen geceyi dışarıda geçirdi. Ertesi sabah döndüğünde ise öyle bir görünüşü vardı ki… Gözlerinden biri tamamen kapalıydı ve çenesinde yumurta büyüklüğünde bir şişlik vardı. Tüyleri çamurdan dimdik olmuştu ve patilerinden biri ısırılmıştı. Yine de muzaffer ve pişmanlık duymayan bir bakışı vardı hâlâ açık olan gözünde. Dullar dehşete kapılmıştı. Ancak Rebecca Dew sevinçle, “Kedi daha önce hiç esaslı bir kavgaya tutuşmamıştı. Eminim diğer kedi ondan çok daha kötü görünüyordur.”
Bu gece limana sinsice yaklaşan bir sis dalgası var. Elizabeth’in keşfetmek istediği kırmızı yolu kapatıyor. Kent evlerinin bahçelerindeki otlar ve yaprakların yakılmasından oluşan duman ile sisin karışımı Spook Caddesi’ne, ürkütücü, etkileyici ve büyüleyici bir yer havası katıyor. Vakit geç olmaya başladı ve yatağım, “Senin için uyku var bende.” diyor. Yatağa girmek için birkaç basamaklık merdivenden çıkmaya, yataktan inerken de aynı merdivenden inmeye artık alıştım. Ah Gilbert, bundan kimseye bahsetmedim ama artık daha fazla içimde tutamayacağım kadar komik. Windy Poplars’daki ilk sabahımda basamakları unutup yataktan neşeli bir fırlayış gerçekleştirdim. Rebecca Dew’ün de diyeceği üzere patır patır döküldüm. Şansıma hiçbir yerim kırılmadı ama bir hafta boyunca morluklarım oldu.
Küçük Elizabeth ve ben artık iyi arkadaşlarız. Her akşam sütü için kendisi çıkıyor çünkü Kadın’ın bronşiti varmış. Onu her zaman duvar kapısında kocaman gözlerindeki alaca karanlıkla beni beklerken buluyorum. Yıllar boyu açılmamış kapıda konuşuyoruz. Elizabeth sohbetimizi uzatmak için sütünden mümkün olduğunca küçük yudumlar alıyor. Son damlası içildikten sonra da penceredeki tıklatma sesi hiç şaşmıyor.
Elizabeth’in yarınında gerçekleşecek şeylerden birinin babasından mektup alması olduğunu öğrendim. Babası ona hiç mektup yazmamış. O adamın ne düşündüğüne akıl sır erdirmek mümkün değil.
“Benim yüzümü görmek istemiyor Bayan Shirley.” dedi bana. “Ama bana yazmayı sorun etmeyebilirdi.”
“Yüzünü görmek istemediğini kim söyledi sana?” dedim öfkeyle.
“Kadın…” (Elizabeth’in her “Kadın” deyişinde tüm köşeleri ve açıları ürkütücü olan kocaman bir “K” harfi görebiliyorum.) “Söylediği de doğru olmalı. Yoksa beni görmeye gelirdi arada bir.”
“O gece Beth’di. Sadece Beth’ken babasından bahseder. Betty olduğu zamanlarda büyükannesi ve Kadın’a alaycı suratlar yapar arkalarından. Ancak Elsie olduğu zamanlarda bunu yaptığı için üzülür ve suçunu itiraf etmek ister ama bunu yapmaktan korkar. Çok nadir zamanlarda Elizabeth olduğunda peri müziği dinler gibi bir havaya bürünür. Bu zamanlarda sanki güllerin ve yoncaların dilini anlar gibidir. Çok garip bir şey Gilbert. Rüzgârlı kavakların yapraklarından biriymiş gibi hassas oluyor ve ben onu çok seviyorum. O iki korkunç ihtiyarın onu karanlıkta yatmaya yolladıklarını bilmek beni delirtiyor.”
“Kadın ışık olmadan uyuyacak kadar büyüdüğümü söylüyor. Ama ben çok küçük hissediyorum Bayan Shirley çünkü gece çok büyük ve çok korkunç. Bir de odamda doldurulmuş bir karga var ve ben ondan korkuyorum. Kadın eğer ağlarsam karganın gözlerimi gagalayacağını söyledi. Tabii ki buna inanmıyorum ama yine de korkuyorum Bayan Shirley. Geceleri nesneler birbirlerine fısıldıyorlar. Ancak yarında hiçbir şeyden asla korkmayacağım. Kaçırılmaktan bile!”
“Ancak senin kaçırılma tehliken yok ki Elizabeth.”
“Kadın eğer bir yere tek başıma gider ya da yabancılarla konuşursam böyle bir tehlikenin olduğunu söyledi. Ama sen yabancı değilsin. Öyle değil mi Bayan Shirley?”
“Hayır tatlım. Yarında birbirimizi hep tanıyorduk.” dedim.
4
Windy Poplars, Spook Caddesi, Summerside10 Kasım
En Sevgili,
Eskiden en nefret ettiğim insan kalemimin sivriliğini bozan kişi olurdu hep. Ancak ben okulda olduğum zamanlarda tarifleri kopya etmek için kalemimi kullanan Rebecca Dew’den nefret edemem. Bunu bir kez daha yaptı ve sonuç olarak bu seferlik uzun bir mektup ya da aşk mektubu alamayacaksın. (En sevdicek.)
Son cırcır böceği de şarkısını söylemiş bulundu. Artık akşamlar o kadar soğuk ki odamda küçük, tombul ve dikdörtgen bir odun sobası bulunduruyorum. Rebecca Dew kurdu. Ben de bu yüzden kalem olayını affettim. O kadının yapamayacağı hiçbir şey yok. Üstelik okuldan geldiğimde sobayı yakmış oluyor hep. Mini minnacık bir soba… Elimle bile kaldırabilirim. Eğri büğrü demirden dört ayağı olan yaramaz bir köpek gibi. Ancak içini odunlarla doldurduğunda gül misali kızarıyor ve içeriye muhteşem bir sıcaklık veriyor. Ne kadar rahat olduğunu tahmin bile edemezsin. Şu anda karşısında oturuyorum. Ayaklarım minik ocağının karşısında ve mektubumu dizlerimin üzerinde karalıyorum.
Summerside’daki hemen hemen herkes Hardy Pringleların dans partisinde. Ben davet edilmedim. Rebecca Dew bu duruma o kadar sinirlendi ki Dusty Miller’ın yerinde olmak istemezdim. Ancak Hardy’nin güzel ve beyinsiz kızı Myra’nın bir sınav kâğıdında ikizkenar üçgenin taban acılarının eşit olduğunu kanıtlamaya çalıştığını düşününce tüm Pringle kabilesini affediveriyorum. Ya geçen hafta ağaç türlerine “darağacını” da eklemesine ne demeli? Ama hakkını vermek lazım, gaflar sadece Pringlelar tarafından yapılmıyor. Blake Fenton timsahın “kocaman bir böcek çeşidi” olduğunu söyledi. İşte bu türden şeyler bir öğretmenin hayatının renkleri.
Bu gece kar yağacak gibi. Kar yağacak gibi olan akşamları severim. Rüzgâr serin serin esiyor ve keyifli odamın keyfini arttırıyor. Son altın yaprak da titrek kavaklardan dökülecek bu gece.
Sanırım şimdiye kadar her yerden yemek daveti aldım. Yani öğrencilerimin ailelerinin evlerinden bahsediyorum. Hem kentteki hem de köydeki öğrencilerimin aileleri beni davet ettiler. Ah Gilbert sevgilim, kabak reçelinden ne kadar gına geldiğini anlatamam. Hayaller evimizde asla kabak reçeli olmasın lütfen.
Geçen ay gittiğim hemen hemen tüm evlerde akşam yemeğinde kabak reçeli vardı. İlk yediğimde sevmiştim. Altın sarısı rengi bana konserve gün ışığı yiyormuşum hissi yaşattı. Sonra düşüncesizce tatlıyı övmüş bulundum. Bunun üzerine kabak reçelini sevdiğim rivayeti dört bir tarafta konuşulmaya başlandı. Böylece ziyaret ettiğim her evde bana kabak reçeli ikram edildi. Dün gece Bay Hamiltonları ziyaret edecekken Rebecca Dew kabak reçeli yemek zorunda olmadığımı çünkü Hamiltonların hiçbirinin bu tatlıyı sevmediğini söyledi bana. Ancak yemeğe oturduğumuzda yan sehpanın üzerinde kristal bir kâsenin içinde kaçınılmaz kabak reçeli duruyordu.
“Bizde hiç kabak reçeli yoktu.” dedi Bayan Hamilton koca bir kepçe dolusu tatlıyı bana uzatırken. “Ama bu tatlıyı çok sevdiğinizi duyduğum için geçen pazar Lowvale’deki kuzenimi ziyaret ettiğimde ona, ‘Bayan Shirley bu hafta misafirim olacak. Kabak reçelini de pek severmiş. Ona ikram etmem için bana bir kavanoz ödünç verir misin?’ dedim.O da bana bir kavanoz ödünç verdi. Kalanını da eve götürebilirsiniz.”
Eve döndüğümde yanımda Hamiltonların verdiği üçte ikisi kabak reçeli ile dolu cam kavanozu gördüğünde Rebecca Dew’ün yüzünün aldığı hâle şahit olmanı isterdim. Burada da kabak reçelini seven kimse olmadığı için gece yarısında tatlıyı bahçeye gömdük.
“Bunu hikâyene koymayacaksın değil mi?” diye sordu endişeyle. Rebecca Dew arada bir dergiler için kurgu hikâyeleri yazdığımı duyduğundan beri Windy Poplars’da yaşanan her şeyi hikâye edeceğim korkusu ya da ümidiyle dolu. Hangisi daha ağır basıyor bilmiyorum. Pringlelar hakkında yazmamı ve onları zor durumda bırakmamı istiyor. Ancak zor durumda bırakanlar Blisterlar. Onlar ve okuldaki işimden kurgu hikâye yazmaya vakit bulamıyorum.
Şu anda bahçede kurumuş yapraklar ve donmuş kökler var. Rebecca Dew gül çalılarını çubuk ile dik tutarak patates çuvallarına sabitledi. Bu hâlleriyle alaca karanlık vakitlerinde bastona tutunan yaşlı kamburlara benziyorlar.
Bugün Davy’den bol öpücüklü bir kartpostal aldım. Priscilla da Japonya’daki bir arkadaşının kendisine yolladığı bir kâğıda yazılmış bir mektup yolladı. Solgun kiraz tomurcukları figürleriyle süslü ipeği andıran incecik bir kâğıttı bu. Bahsettiği bu arkadaşıyla ilgili bazı şüpheler baş gösterdi zihnimde. Ancak senden aldığım kocaman şişman mektup günün bana verdiği en güzel hediyeydi. Mektubu iyice sindirmek için tam dört kez okudum. Mama kabını silip süpüren bir köpecik misali… Bu kesinlikle pek de romantik bir benzetme olmadı. Ancak aklıma ilk gelen buydu. Yine de en güzel mektuplar bile yetmiyor artık. Ben seni görmek istiyorum artık. Noel tatiline sadece beş hafta kaldığı için çok mutluyum.
5
Anne dudaklarında kalemi, gözlerinde hayallerle bir kasım akşamında kule odasının penceresinden alaca karanlığa doğru bakarken bir anda eski mezarlıkta yürümek istedi. Bu mezarlığı henüz ziyaret etmemişti. Akşam gezintileri için huş ve akçaağaç korusu ya da liman yolunu tercih ediyordu çünkü. Ancak kasım ayında öyle zamanlar oluyordu ki ağaçlar yapraklarını döktükten sonra ormanlara dalmak neredeyse uygunsuz geliyordu. Çünkü görkemli maddi varlıkları onları terk etmişti ve ihtişamlı saflık ve beyazlıktan oluşan manevi varlıkları onlara henüz uğramamıştı. Böylece Anne mezarlığın yolunu tuttu. O sırada öylesine keyifsiz ve ümitsiz hissediyordu ki kendini, mezarlık göreceli olarak neşeli bir yer olabilirdi. Ayrıca Rebecca Dew’ün de belirttiği üzere mezarlık Pringlelarla doluydu. Nesillerdir bu mezarlığa gömülüyorlardı ve burası artık daha fazla Pringle’ı barındırmayacak kadar kalabalıklaşmadan da yeni mezarlığı tercih etmeyeceklerdi. Anne, çok sayıda Pringle’ın hiç kimsenin sinirini bozamayacak bir yerde olduğunu görmenin kendisini şevklendireceğine inanıyordu.
Pringlelar konusunda sabrının sonuna geldiğini hissediyordu. İçinde bulunduğu hâl gün geçtikçe bir kâbus hâlini almaya başlamıştı. Jen Pringle’ın liderlik ettiği itaatsizlik ve saygısızlık harekâtı doruk noktasına ulaşmıştı. Geçen hafta son sınıf öğrencilerinden “Haftanın En Önemli Olayları” konusunda bir kompozisyon yazmalarını istemişti. Jen Pringle mükemmel bir yazı yazmıştı. Küçük şeytan çok zekiydi. Araya bir de öğretmenine yönelik sinsi bir hakaret sıkıştırmayı ihmal etmemişti. O kadar belirgindi ki görmezden gelmek imkânsızdı. Anne onu eve yolladı ve okula tekrar gelmesine müsaade etmeden önce özür dilemek zorunda olduğunu söyledi. Bu da kıyametin kopmasına sebep oldu. Artık Pringlelarla düpedüz savaş hâlindeydi. Zavallı Anne hangi tarafın zafer bayrağının dalgalanacağını da çok iyi biliyordu. Okul mütevelli heyeti Pringleları destekleyip ya Jen’in geri dönmesini ya da istifa etmesini şart koşacaktı.
Kendini çok kötü hissediyordu. Elinden geleni yapmıştı ve eğer mücadele etme imkânı olsaydı başarılı olacağından da emindi.
“Bu benim kabahatim değil.” diye düşündü perişan hâlde. “Böylesi bir kalabalık ve taktikler karşısında kim başarılı olabilir ki?”
Ancak bir de Green Gables’a yenilmiş hâlde dönmek vardı! Bayan Lynde’in öfkesi ve Pyeların sevincine dayanmak zorunda kalacaktı. Dostlarının anlayışı bile ona çile gibi gelecekti. Bir de eğer Summerside hezimeti etrafta duyulacak olursa başka bir okula asla giremeyecekti.
Ancak bu oyunda yine de Anne’i alt edememişlerdi. Bir miktar kötücüllük barındıran bir kahkaha attı ve hatırladığı şeyin sebep olduğu haylaz keyfin coşkusu kapladı yüzünü.
Anne, planladığı küçük projelerden birini finanse etmek için Lise Drama Kulübü kurmuş ve küçük bir oyunun yönetmenliğini yapmıştı. Projesi ise sınıflar için güzel oymalar satın almaktı. Kendini zorlayarak Katherine Brooke’tan yardım istedi çünkü Katherine hep bir şeylerden dışlanıyor gibiydi. Bu davetine defalarca pişman oldu çünkü Katherine her zamankinden daha sert ve alaycıydı. Yıpratıcı yorumları olmadan bir işin yapılması nadiren mümkün oluyordu. Bu süreçte kaşları fazla mesai yapmıştı. Daha da kötüsü Jen Pringle’a İskoçların Kraliçesi Mary rolünü vermekte ısrarcı olan Katherine’di.
“Okulda bu rolü oynayacak başka kimse yok.” demişti sabırsızca. “Buna uygun kişiliğe sahip kimse yok.”
Anne bundan pek emin değildi. Kendisi Sophy Sinclair’i uygun görmüştü. Uzun boylu, ela gözlü, kestane rengi güzel saçları olduğundan Kraliçe Mary rolüne Jen’den çok daha uygun olurdu. Ancak Sophy drama kulübüne üye bile değildi ve hiçbir zaman bir tiyatro oyununda rol almamıştı.
“Bu konuda acemilerle uğraşmak istemeyiz. Başarılı olmayan bir işle anılmak istemiyorum.” dedi Katherine itici bir şekilde ve Anne pes etti. Jen’in bu rol için çok iyi olduğunu inkâr edemezdi. Oyunculuğa doğuştan kabiliyeti vardı ve kendini bu işe canıgönülden vermişti. Haftada dört akşam proje yaptılar ve görünüşte her şey iyi gidiyordu. Jen rolüyle o kadar ilgiliydi ki oyun söz konusu olduğunda gayet uslu duruyordu. Anne ise ona bulaşmadı ve yönlendirme sorumluluğunu Katherine’e bıraktı. Ancak arada bir Jen’in yüzünde sinsi bir zafer ifadesi yakalamak Anne’in şaşırmasına sebep olmuştu. O an için bunun ne anlama geldiğini tahmin edememişti.
Bir gün provalar başladığında Anne, Sophy Sinclair’i kızların palto odasında ağlarken buldu. İlk başlarda ela gözlerini inkârcı bir tavırla kırpsa da sonrasında kendini bıraktı.
“Ben de oyunda olmak istemiştim. Kraliçe Mary’i oynamak istemiştim.” diye hıçkırdı. “Ama hiç şansım olmadı. Fakat babam drama kulübüne katılmama izin vermedi. Çünkü katılmak için aidat gerekiyormuş ve her sent önemliymiş. Bir de tabii hiç tecrübem yoktu. Ben Kraliçe Mary’i hep sevmişimdir. Sadece ismi bile beni tepeden tırnağa ürpertiyor. Darnley’nin ölümünde payı olduğuna inanmıyorum. Kısa bir süre için de olsa o olduğumu hayal etmek müthiş olurdu!”
Sonrasında verdiği şu cevabı koruyucu meleğine bağladı Anne.
“Senin için bir rol ekleyeceğim ve seni kendim yönlendireceğim. Sana da güzel alıştırma olur. Bir de oyun burada başarılı olursa başka yerlerde de oynama planımız var. Ne olur ne olmaz diye Jen’in yedeğinin olması da iyi olur. Ancak bundan kimseye bahsetmeyeceğiz.”
Sophy bir sonraki güne rolünü ezberlemişti. Her öğleden sonra Anne ile birlikte Windy Poplars’a döndü ve kulede prova yaptı. Birlikte çok eğlendiler; çünkü Sophy oldukça neşeliydi. Oyun, kasımın son cumasında belediye salonunda sergilenecekti. Bol bol reklamı yapıldı ve tüm biletler satıldı. Anne ve Katherine oyun salonunu düzenlemek için iki gün harcadılar. Bir bando tutuldu ve perdeler arasında şarkı söylemesi için Charlottetown’dan bir soprano getirtildi. Elbise provası başarılı olmuştu. Jen rolünü mükemmel oynadı ve ekibin geri kalanının da ondan aşağı kalır yanı yoktu. Cuma sabahı Jen okula gelmedi ve annesi Jen’in boğazının çok ağrıdığını belirten bir mektup yolladı. Bademcik iltihabından korkuyorlardı. Durumla ilgisi olan herkes çok endişeliydi. Ancak o geceki oyunda rol alması söz konusu bile değildi.
Birbirine bakan Katherine ve Anne üzüntüde ortak olmuşlardı.
“İptal etmemiz lazım.” dedi Katherine yavaşça. “Bu da başarısızlık demek. Aralık geldiğinde çok şey olacak zaten. Yılın bu zamanında bir oyun sahnelemenin çok aptalca olduğunu düşünürdüm zaten.”
“Ertelemeyeceğiz.” dedi Anne. Her ne kadar Katherine Brooke’a söylemese de Jen Pringle’ın bademcik iltihabına yakalanmadığından adı kadar emindi. Bu kasten yapılmış bir şeydi. Diğer Pringleların bu tuzakta yer alıp almadığından emin olmasa da amaç Anne’in organize ettiği oyunu mahvetmekti.
“A, madem öyle diyorsun!” dedi Katherine çirkin bir omuz silkmeyle. “Peki ne yapmayı düşünüyorsun? Başka birinin bu rolü okumasını mı? Bu her şeyi mahveder. Oyun Mary’nin üzerine kurulu.”
“Sophy Sinclair de bu rolü Jen kadar iyi oynayabilir. Kostüm ona da uyar çünkü ne de olsa Jen değil sen diktin.”
O gece oyun tıklım tıklım izleyici kitlesi için sergilendi. Keyiften havalara uçan Sophy, Mary rolünü oynamakla kalmadı Mary oldu âdeta. Mor elbiseler, fırfırlar ve mücevherler arasında Jen Pringle’ın hiç olmadığı kadar Mary’e benziyordu. Sophy’i sade, hırpani, koyu renkli yün kumaşlardan yapılma elbiseler dışında bir şey giyerken hiç görmemiş olan Summerside Lisesi öğrencileri ona şaşkınlıkla bakakaldılar. Drama kulübünün kalıcı bir üyesi olması için ısrarda bulunuldu. Üyelik ücretini Anne ödemişti ve Sophy o andan itibaren Summerside Lisesinin tanınan öğrencilerinden biri oldu. Ancak o gece hiç kimse Sophy’nin yıldızlara uzanan bir patikanın başlangıcına adım attığını bilmiyordu ve hayal bile edemezdi. Buna en az inanacak kişi de Sophy’nin ta kendisiydi üstelik. Yirmi yıl sonra Sophy Sinclair Amerika’nın en önemli oyuncularından biri oldu. Ancak o gece Summerside belediye binasında perde indiğinde duyduğu alkış kadar güzel olanını daha önce hiç duymadı muhtemelen.
O gece Bayan James Pringle eve döndüğünde kızı Jen’e öyle bir hikâye anlattı ki genç kız mosmor oldu. Rebecca Dew ise tüm içtenliğiyle Jen’in layığını bulduğunu söyledi. Bunun nihai sonucu ise “Önemli Olaylar” kompozisyonundaki hakaret oldu.
Anne eski mezarlığa yüksek, yosun kaplı taş duvarlarla çevrelenmiş ve donmuş eğrelti otlarının püsküllediği derin tekerlek izleriyle kaplı yoldan gitti. Kasım rüzgârlarının henüz tüm yapraklarını sıyırmadığı ince ve sivri karakavaklar, uzaklardaki tepelerin mor renginin oluşturduğu arka planda karanlık bir hâlde uzanıyorlardı. Ancak mezar taşlarının yarısı sarhoş misali yalpalamış hâlde eğik duran eski mezarlık, sıra sıra upuzun uzanan hüzünlü köknar ağaçlarıyla çevriliydi. Anne mezarlıkta kimseyle karşılaşmayı beklemediğinden mezarlık kapısının hemen içinde Bayan Valentine Courtaloe ile karşılaştığında biraz afalladı. Uzun, narin bir burnu, ince hassas ağzı ve eğimli zarif omuzları ile tartışmasız bir hanımefendi havası vardı bu kadında. Summerside’daki herkes gibi o da Bayan Valentine’i tanıyordu hâliyle. Kendisi kentin terzisiydi ve gerek yaşayan gerekse ölmüş kimseler hakkında bilmediği yok denilebilirdi. Anne tek başına gezinerek eski ve tuhaf mezar yazıtlarını okumak ve mezar taşlarının üzerini kaplayan yosunların altından unutulmuş âşıkların isimlerini çözmeye çalışmak istedi. Ancak Bayan Valentine koluna girince kaçamadı. Meğerse bu mezarlıkta Pringlelar kadar çok sayıda Courtaloelar gömülüymüş. Ancak Bayan Valentine’in damarlarında bir damla bile Pringle kanı yoktu ve Anne’in en gözde öğrencilerinden biri onun yeğeniydi. Yani ona kibar davranmak için çok fazla zihinsel savaş vermesine gerek yoktu. Tabii ona ekmek parasını “dikiş yaparak kazandığı” imasını yapmama konusunda çok dikkatli olmak gerekliydi. Bayan Valentine’in bu konuda çok hassas olduğu söylenirdi.
“Bu akşam burada olduğum için çok mutluyum.” dedi Bayan Valentine. “Burada gömülü olan herkesi anlatabilirim sana. Bir mezarlığın keyfini çıkarabilmek için cesetlerin içinin de dışının da bilinmesi gerektiğini hep söylerim. Ben burada yürüyüş yapmayı yeni mezarlıkta yürüyüş yapmaktan daha çok severim. Burada sadece eski aileler gömülü. Tomları, Dickleri ve Harryleri yeni mezarlığa gömüyorlar. Courtaloelar bu köşede gömülü. Aman aman ailemizde çok sayıda cenazemiz oldu.”
“Sanırım tüm eski aileler için böyledir.” dedi Anne, çünkü belli ki Bayan Valentine bir şeyler söylemesini bekliyordu.
“Hiçbir ailede bizim kadar olduğunu söyleyemezsin.” dedi Bayan Valentine kıskançlıkla. “Bizde çok veremli vardı. Çoğumuz öksürükten öldük. Bu benim Bessie teyzemin mezarı. Eğer azize diye bir şey varsa o da Bessie teyzedir. Ancak onun kız kardeşi Cecilia teyze ile konuşmak çok daha ilginçtir. Onu son gördüğümde bana, ‘Otur canım, otur. Bu gece on biri on geçe öleceğim ama son kez güzel bir dedikodu yapmamıza engel değil bu.’ demişti. Tuhaf olan şeyse saat tam on biri on geçerken vefat etti. Bunu nasıl bilebildiğini bana söyleyebilir misiniz?”
Anne cevap veremedi.
“Büyük büyük dedem Courtaloe burada gömülü. Buraya 1760 yılında geldi ve geçimini sağlamak için çıkrık yaptı. Tüm yaşamı boyunca tam 1400 tane yaptığını duydum. Öldüğünde papaz şu ayeti okumuş, ‘Onları işleri takip eder.’ İhtiyar Myrom Pringle ise o zaman onun arkasından cennete çıkan yolun çıkrıklarla dolu olduğunu söyledi. Sizce bu söz söylenecek şey midir Bayan Shirley?”
Eğer bu ifadeyi Pringle dışında bir kimse söylemiş olsaydı Anne bu kadar keskin bir cevap vermezdi muhtemelen, “Kesinlikle söylenmez.” dedi Anne. O sırada kurukafa ve çapraz kemiklerle süslenmiş bir mezar taşına bakıyordu. Bunun da yapılacak şey olmadığını düşünür gibi görünüyordu.
“Kuzenim Dora burada gömülü. Tam üç kocası vardı ama hepsi de hızlıca öldüler. Zavallı Dora’nın sağlıklı koca bulma konusunda yüzü gülmedi. Son kocası Benjamin Banning. Ama burada gömülü değil. Lowvale’de ilk karısının mezarı yanında gömülü. Ayrıca ölüm fikrine hiç alışmamıştı. Dora ona daha iyi bir yere gideceğini söyleyince, ‘Belki de. Ama ben iyisiyle kötüsüyle bu dünyaya alıştım.’ demiş zavallı Ben. Tam altmış bir tane farklı ilaç almış ama yine de süründü. David Courtaloe amcamın tüm ailesi burada. Burada her mezarın ucuna okka gülleri dikilmiş ve öyle güzel açıyorlar ki! Her yaz buraya gelir ve kendi gül vazom için toplarım. Ziyan olmalarına göz yummak yazık olmaz mı sence de?”
“Ga… Galiba öyle.”
“Benim zavallı gencecik kardeşim Harriet burada yatıyor.” diye iç çekti Bayan Valentine. “Muhteşem saçları vardı. Rengi seninkine benzerdi. Ama belki bu kadar kızıl değildi. Dizlerine kadar gelirdi saçları. Öldüğünde nişanlıydı. Senin de nişanlı olduğunu duydum. Ben evlenmeyi pek istemedim ama nişanlı olmak isterdim. Tabii ki kısmetlerim oldu. Ama ben kolay beğenen biri değildim. Ne de olsa bir Courtaloe herkesle evlenemez öyle değil mi?”
Bu söylediği pek olası görünmüyordu.
“Frank Digby… Şurada sumakların altında uyuyor. Benimle evlenmek istemişti. Onu reddettiğim için biraz pişmanlık duyuyorum. Ama bir Digby ne demek bilir misin? Georgina Troop ile evlendi sonra. Sırf kıyafetlerini göstermek için kiliseye hep geç gelirdi Georgina. Aman aman nasıl da düşkündü kıyafetlerine. Güzelim mavi bir elbiseyle gömdüler onu. O elbiseyi bir düğünde giymesi için dikmiştim ama kısmet cenazesineymiş. Üç tane dünya tatlısı çocuğu oldu. Kilisede hep önümde otururlardı ben de onlara şeker verirdim. Sizce kilisede çocuklara şeker vermek yanlış mıdır Bayan Shirley? Ama nane şekeri değil. Nane şekeri sorun olmazdı sonuçta. Sizce de nane şekerinde dinî bir hava yok mu? Ancak çocuklar pek sevmiyorlar.”
Courtaloeların tüm mezarları gezildikten sonra Bayan Valentine’in yâd edişlerinin tadı sertleşti. Courtaloe olmayan kimseler pek de önemli değillerdi.
“İhtiyar Bayan Russell Pringle burada yatıyor. Cennete gitti mi gitmedi mi çok merak ediyorum.”
“Ama neden?” dedi oldukça şaşırmış Anne.
“Çünkü kendisinden birkaç ay önce vefat eden kardeşim Mary Ann’den hep nefret ederdi. ‘Eğer Mary Ann cennetteyse orada kalmam.’ derdi. Kendisi hep sözünü tutan bir kadın olmuştur, canım benim. Tam bir Pringle gibi. Bir Pringle olarak dünyaya geldi ve kuzeni Russell ile evlendi. Bu Bayan Dan Pringle. Yani Janetta Bird. Öldüğünde yetmiş yaşındaydı. Söylenildiğine göre yetmiş yaşından bir gün bile fazla yaşamanın yanlış olduğunu düşünürmüş. İncil’deki sınır yetmiş diye. İnsanlar tuhaf şeyler söylüyorlar, öyle değil mi? Duyduğuma göre kocasından izin almadan yapmaya cesaret edebildiği tek şey ölmekmiş. Bir keresinde kocasının beğenmediği bir şapka satın aldığında ne yaptığını biliyor musun canım?”
“Aklıma bir şey gelmiyor.”
“Adam şapkayı yedi.” dedi Bayan Valentine ciddiyetle. “Tabii küçük bir şapkaydı. Dantelleri ve çiçekleri vardı. Kuş tüyü yoktu. Yine de hazmetmesinin zor olduğunu düşünüyorum. Duyduğum kadarıyla midesinde bir müddet ağrılar olmuş. Tabii onu şapkayı yediğini görmedim ama bana bu hikâyenin doğru olduğunu söylediler. Sence doğru mudur?”
“Bir Pringle’dan her şey beklenir.” dedi Anne buruk bir şekilde.
Bayan Valentine anlayışla eline dokundu.
“Seni çok iyi anlıyorum. Gerçekten anlıyorum. Sana çok kötü davranıyorlar. Ama Summerside sadece Pringlelardan oluşmuyor Bayan Shirley.”
“Ben bazen öyle olduğunu düşünüyorum.” dedi Anne acıklı bir tebessümle.
“Hayır, bu doğru değil. Ayrıca onların hakkından geldiğini görmek isteyen çok sayıda insan var. Ne yaparlarsa yapsınlar onlara teslim olma. Onların içine ihtiyar şeytan girmiş, bir arada vakit geçiriyorlar. Ayrıca Bayan Sarah onların kuzeninin okulu almasını istemedi.”