Kitabı oku: «Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü», sayfa 3
Ben Mahpeyker Kösem Sultan…
İmparator büyük bir nefretle parçalanarak öldürülmüş.
Niçin bu kadar nefret etmişler kendi krallarından?
Ne yapmış?
Ülkesini mamur yapmak, Latinlerin zulmünden kurtarmak için doğuya açılmış.
Fakat devlet için acımadan tek tek harcadıkları da olmuş. Demek ki devlet idaresinde düşmanların kanatlarını kırmayacaksın. Gözlerini oymayacaksın, hapislerde çürütmeyeceksin.
Onları ya tamamen yok edeceksin ya da intikam duygusuna düşürecek şekilde çok fena kanadını kolunu kırmayacaksın.
Ben hep bu usulü denedim.
Anemas -ki şimdi biz ona Yedikule diyoruz- Zindanları’na gittim. İşkenceden kaç mazlumu kurtardım? Yedikule Zindanları’na her gidişimde Andronikos’un başına gelenleri düşünürdüm. Hangi hücrede yattı? Nerede sürüklendi? Nasıl çıkarıldı? Zindanı tamir ettirdikten sonra buraya attırdıkları, o içeride yatarken neler yaptılar?
Sadece Yedikule Zindanı mı?
Diğer hapishanelere de aydan aya gidip içeridekilere yardım elimi uzattım. Ne ihtiyaçları varsa gördüm.
Bazılarını hürriyetlerine kavuşturdum. Serbest bıraktırdım.
Hapishanelerle özel olarak ilgilenmem Yeniçeri Ocağı’nda da Sipahi Ocağı’nda da çok dikkat çekti.
Bakın vakanüvislerin, tarihçilerin yazdıklarına…
Kösem Sultan’ın yaptırdığı imaret, külliye, cami, şadırvan, hamam, köprü ve yollara değinmeden edebiliyorlar mı? Belki asırlar sonra her eserimin üzerine sayfalar dolusu kitap yazılacak, bundan eminim.
Ama en çok da hapishanede ömür çürüten, Medrese-i Yusufiye’de çile dolduranların derdiyle alakadar olmam daha çok yazılacak.
Ne kadar çok bahtsızı kurtardım mahpuslardan…
Denizlerde de Kapudan Paşa’ya kaç kez söyledim. Kaç kez Akdeniz’de köle ticareti yapanların tepesine bindik…
…
Fakat o eski kalyondan bozma yarı ticaret yarı korsan gemisinde olanları hâlâ unutamıyorum.
Thilas gerçekten kaderindeki çizgiye rıza göstermeliydi.
Leonardo’nun yerine geçme arzusu ona nelere mal olmuştu?
Ceremesini de çekecekti. Ne yapalım?
Şövalye ayağa kalktı.
Bütün ihtişamıyla yerdeki köleye baktı. Sonra bana döndü ve dedi ki:
“Sevgili prenses… Köleliğinizin bağışlanması için bir köle vermelisiniz bize…”
“Nasıl?” dedim, başta bir şey anlamamıştım.
“Anlaşılmayacak bir şey yok.” dedi kurum kurum kurularak.
“Yerde yatan şu kölenizin karşılığında size özgürlüğünüzü vereceğim.”
Şimdi anlamıştım. Thilas, zavallı, yanmıştı. Artık gemilerde kürek mi çekecek, efendilerine hizmet edip belki miçoluğa mı yükselecek, orasını Tanrı bilirdi.
Thilas’ın bakışları daha da tuhaflaşıp, daha da aptallaştı. Bu salakla benim ne işim olabilirdi? Ayrıca bir kahraman olmayı hak etmiyordu. Kahraman olabilirdi hâlbuki. Baştan beri beni korumak için hiçbir şey yapmamış, zavallı korkak bir çocuk gibi zırlamıştı. Böylelerinin köle olmaktan başka ne şansı olabilirdi ki?..
İyice nefret ettiğim bakışları kararı vermemde etkili oldu.
“Siz aziz ve kudretli şövalye, bir prensesten şövalyesini köle olarak almak istiyorsunuz. Bu size yakışmaz. Bence şövalyemle düello yapmalısınız. Onu düelloya çağırın; eğer sizinle düello yaparsa sonucuna katlanır, siz de katlanırsınız. Yok eğer düello yapmazsa belli ki köle olmayı hak etmiştir, o zaman onu size köle olarak vermeye söz veriyorum.”
Şövalye karikatürü, eski rüşvetçi subay kahkaha attı ve sağ elinin başparmağını yukarıya doğru kaldırarak “İşte tam da prenseslerin yapabileceği bir konuşma! Bravo, bravo! Çok yaşayın!” dedi.
Sonra yerde iyice büzülmüş olan Thilas’a döndü:
“Düelloya var mısınız kraliçeniz için, ey şövalye?” diyerek kılıcını çekti.
Kocaman kılıç, ay ışığında parladı. Zaten kınından çıkarken yeterince korkutucu olmuştu. Thilas daha da büzüldü ve ağlamaya başladı…
“Hayır, hayır ben sizinle nasıl dövüşürüm?”
“Yanlış cevap!” dedi şövalye, “Bana lütfen bir kılıç verir misiniz?” olacaktı.
“Ben kılıç kullanmayı bilmem!” diye daha da zırladı korkak…
Benim için artık o gerçekten bir köleden farksızdı. Kendi sonunu kendi hazırlamıştı.
Benim için şövalye olmaya, düelloya girmeye razı olsaydı ben de onun için ölümü göze alır yahut aklımı daha derinden kullanır ve şu salak şövalyeyi kandırırdım. Ama artık onun için hiçbir fedakârlık yapmaya değmezdi.
Tuhaf kılıklı şövalye bana döndü, ben de gereken sözü söyledim:
“Yapacak bir şey yok muhterem şövalye, kişinin emeğinden başkası yoktur…”
Bunu şimdi Kur’an’dan mı hatırlıyorum, geçen zaman, hatıralarıma, aldığım eğitimle beraber bir şeyler kattı da bazıları gibi maziyi yeniden mi yaratıyorum? Kendime göre yeniden geçmişi çiziyorum. Acaba? Yoksa ta o zamanlardan kalan Vasili Baba’dan öğrendiğim bir söz müydü, hatırlamıyorum.
Ben öyle deyince adamlarına talimat vermeye başladı, sonra bana dönüp kolunu dirseklerinden bükerek uzattı.
“Buyurun prenses, kamarama gidelim, bir kadeh Burbon şarabını hak ettik sanırım.” dedi.
Biz giderken adamlar yeni köleyi güverteden aşağıya inen merdivenlere sürüklüyorlardı. Thilas “Hayır, hayır o sahte kraliçe! Hayır, hayır!..” deyip duruyordu.
…
İşaret parmağımdaki yüzüğe bakıyorum da geçmişte ne var ne yok görüyorum. Andronikos’un yüzüğü bana eski ile yeniyi, doğu ile batıyı birlikte değerlendirme fırsatı veriyor. Yaşadıklarımı görüyorum bu yüzükte…
Ya bir de geleceği görebilsem…
Neler, neler vermezdim?..
Ahmed’im gidince yaşadıklarım bana ağır bir ders oldu. Adını bile hatırlamak istemediğim o hasekinin bana yapmadığı, demediği kalmadıydı. Evlatlarım için her şeyi sineye çektim. Oysa Ahmed’im eğer kardeş katli kuralını uygulasaydı Mustafa da çoktan âlem-i berzah’a gönderilmişti. Ne yapacaktı o kadın o zaman? Daha önce yaptığı gibi eteklerime yapışıp af dileyecekti.
Mahfiruz ile her ne kadar rakibe isek de bu delinin anası yüzünden anlaşmak zorundaydık. Birbirimize söz verdik. Kardeş yasasını sağ olduğumuz müddetçe birbirimize karşı uygulamayacaktık. Evlatlarımız için her şeyi göze alacaktık. Benim Murad’ım daha çok küçüktü. Rabbim Murad’ımı bana bağışlasın…
Ne korkunç!..
Aşk, şiir, gül, lale ve bülbül… Ebruli tezyin edilmiş bir saray, cennet gibi bahçeler, huzur dolu bir hayat ve insanı Tanrı’ya yaklaştıran yaşayışlar… davranışlar, münasebetler…
Fakat devlet-i ebed müddet denildi mi akan sular duruyor. Şehzadelerin sokaktaki adam kadar güvencesi yok…
Osman, Mahfiruz’un oğluydu ama Ahmed’imin de oğluydu.
Onu Murad’ımdan ayrı görmedim hiç.
Çocukluğu annesinin değil, benim yanımda geçti daha çok.
Ahmed’im Osman’ı çok özel yetiştirdiydi. Onu devlet-i aliyenin yenileyicisi olarak yeni bir Osman Bey olarak tasavvur etti. Kendi eksikliğini onda tamamlamak istedi. Çok özel hocalar tuttu. Sağlığında yapamadığını, başaramadığını o başarsın istedi. Bozulan vergi düzeni, bozulan Yeniçeri Ocağı, hep Ahmed’imin kafasını meşgul ederdi. Ömrü vefa etmedi.
Önce kıyafet devrimi yaptı.
Küffara kılıç sallarken, mızrak fırlatırken, bozdoğanla kafasını parçalarken daha hafif şeyler giyilmesi gerektiğini söyledi, kendi de giydi. Avrupa’dan değil, ta Orta Asya’daki atalarından örnek aldı. Kafasına börke benzer bir sarık, üstüne de Oğuz Kağan’ın da giyindiğini ifade ettiği libaslar geçirdi. Alâ-yu valâya ala-yı vala kaçmadı, kaçanları da ikaz etti.
Kıyafet devrimi yanında neredeyse savaşmayı unutan, işi ticarete döken Yeniçeri Ocağı’nı ıslaha girişti.
Yeni bir ordu kurma, Anadolu’ya, Doğu’ya gidip büyük doğunun ordusunu kurma fikrindeydi ama İstanbul henüz buna hazır değildi. Benimle bile paylaşmadığı bazı yenilikçi fikirleri oğluna açtığını düşünüyorum. Hasoğlanları bile sokmadığı saray odunluğunun arkasında yaptırdığı kum havuzunda küçük küçük asker, kale, şehir temsilleriyle yeni dünya düzeni için, nizam-ı âlem için planlarını, hedeflerini ona aktardığını bizzat Osman ağzından kaçırdı bir gün…
Zaten o ağzını tutamaması yok mu? Başını, körpe başını o yedi yavrucağın!
Andronikos’un başına gelen Osman’ın başına geldi.
İki imparator da aynı kaderi paylaştılar. İkisi de Yedikule Zindanları’nda linç edildiler. Andronikos kadar aşağılayıcı, insanlık dışı muameleler olmasa da Genç Osman için de az iğrençlikler yapılmadı değil.
Bir yudum su bile vermediler zindana tıkarken.
Yük taşıyan bir at arabasına koydular cihan padişahını… Sabahlığı ile götürdüler zindana. Yolda olmadık tecavüzler, sataşmalar, hakaretler, mıncıklamalar… Aman Allah’ım ne cesaret, kulları padişahının kaba etini çimdiklemiş!
Bu yüzük bana ne demek istiyor? Bunları niçin gösteriyor?
Osman ile Andronikos arasındaki benzerlik, ne anlatıyor?
Yaşadıklarımı film şeridi gibi parmağımdaki şu zümrüt taşlı yüzüğe, yüzüğün içine içine bakarak seyrediyor gibiydim.
Andronikos zamanını yaşamamıştım ama Genç Osman’ın katli zamanında yaşadım. O zaman daha iyi anladım babamın, Petlis’in ve Vasili Baba’nın anlattıklarını…
Osman da başa geçtiğinde Andronikos gibi birçok insanı görevden almış, birçoğunu içeri tıkmış, kimini de öldürerek bertaraf etmişti. Andronikos’a karşı büyüyen öfke Osman’a karşı da büyümüştü. Osman’ın umurunda değildi lakin… Astıkça asıyor, kükredikçe kükrüyordu. İlmi siyasa ile saklaması gereken bazı şeyleri ulu orta haykırıyordu âdeta. Özellikle Yeniçeri Ocağı bu genç padişahın planlarından rahatsızlık duyuyordu.
Hem Osman, hem Fatih, hem Kanuni, hem Yavuz, hem Mevlana, hem Yunus olmak kolay mı? Osman bunların hepsini olabileceğini düşünen bir ülkücüydü. İdealleri en uzak maziye uzanıyor, en uzak geleceği kuşatıyordu.
…
“Yine serhat boylarında askerin başında olmak vardı.” deyip kılıç kuşandı, zırh giydi, Ordu-yu Hümâyun’u toplayıp Tuna’nın öte yanına geçti. Genç padişah heyecanına ve hırsına yenik düştü. Ahmed’imin yapamadığını onda görmek istemesi yetmemişti. Keşke Ahmed’im kadar nefsini murakabeye muvafık olsaydı. Keşke…
O neydi öyle, Edirne’de ava çıkmış gibi Ordu-yu Hümâyun Tuna boylarındayken gariban ve çaresiz tutsaklara ok atmak?..
Hava basmak isteyen padişah, bilakis askerin nefretini kazanmıştı.
Hotin seferi yüz bin cana mal oldu. İki taraf da çok zayiat verdi ama iki taraf için de zafer söz konusu değildi.
Bu sefer de pişmanlık hissi gösteren padişahın bu tavrına yine içerledi asker.
Osman’ım, Andronikos gibi yapıyordu. Şehirde aleyhine yeni tezgâhların kurulmasına zemin hazırlıyordu. Hotin seferinden dönerken Edirne’de karşılaştığı Rus kızını almış, ondan bir çocuğu da olmuştu. Birdenbire valide sultan hayalleri gören Rus dilber sarayda eğlenceler tertip etmeye başlamıştı. Bir zafer olarak görülmediği hâlde Hotin için zafer kutlamaları Tanrı’nın hoşuna gitmemiş olacak ki aniden patlayan bir bomba Rus kızının doğurduğu küçük şehzadeye rastladı ve hayatını aldı. Halk “lanetli!” demeye başladı. Sadece Rus kızına mı? Bunu, padişaha kadar uzatan haddini bilmezler de çıkmadı değil.
Andronikos’un lanetli olduğunu ileri süren İstanbullu, şimdi de Osman’ın lanetli olduğunu sanıyordu. Gerçi İstanbullunun kimliği biraz değişmişti ama şehrin herhâlde bir ruhu vardı. Onda muhtemel bir felaketi hazırlayan fırtınalar esiyordu.
Çocuğu ölünce Osman da bir lanet olduğuna inanmış ve Rus cariyeyle ilişkiyi kesmişti.
Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’ne gidip babasının yaptıklarını yapmak istedi. Tövbe-i istiğfar etti. Artık çocuksu şeyler yapmamaya karar verdi. Babasının yakın dostu Şair Nef’i onun zafer olarak addedilmeyen Lehistan seferi için çok güzel bir şiir yazdı. Nef’i, Ahmed’ime de çok güzel şiirler yazmıştı. Sultanım Arz Odası’nda kendisine yine bir gün piyano çaldığımda dedi ki:
“Bu şarkıları Şair Nef’i de dinlemeli. Ne dersin onu davet edeyim mi bir müsait zamanda?”
Ne kadar memnun olmuştum. Fakat belli etmedim. Sultanım yanlış anlamasın istedim. O büyük şairi o kadar merak ediyordum ki… O beyitleri yazan insanın ruhuna dokunmak, bir merhaba demek, gözlerindeki manayı keşfetmek, bazı kelimelerin izahını istemek cennet bahçelerinde hurilerle gezmek gibi bir şey olsa gerek…
Mesela “Baht uyansa hâba varsa dîde-i bîdârımız / Düşde bâri gayrıdan tenha düşürsek yârımız” beytinde hâb derken sadece uykuyu mu kastediyor, yoksa başkaca mazmunu var mı diye sormayı ne çok isterdim. Sevgiliyi başkalarından ayırarak rüyada görebilmek… Bunu söyleyen bir dil kimi kastettiğini de söylemeli…
Ahmed’im genç yaşta rahm-u rahmana gitti lakin ben şimdi sevgiliden ayrı ne rüyalar göreceğim? Ne görsem bana kâbus gelecek…
Ne diyordum; işte o büyük şair Osman’ım için şunları yazdı. Ahmed’ime yazdıklarından daha güzeldi.
“Aferin ey rüzgârın şehsüvar-ı saf-deri
Arşa as şimendengerü tîğ-i Süreyya-cevheri
..
Ser-firaz itdün liva’ü’l-hamd-i din-i Ahmedi
Kâfire gösterdün el-hak dest-i bürd-i Hayderi
Tîğine n’ola yemin eylerse ruh-ı Murtaza
Bir gaza itdün ki hoşnud eyledün peygamberi”
Peygamberin övgüsüne mazhar olmak bütün Türklerde en nadide övünç vesilesidir, bunu biliyorum. Fatih’in İstanbul’u fethine dair peygamberin hadisi dillerde pelesenk olmuştur. Tîğ ki hem sevgilinin kaşı, hem de kudretin kılıcıdır. Sadece dest ile başlayan ya Rabbi yüzlerce kelime var bu dilde. Dest-i bürd-i Hayder, bana dest-i bürd-i Mahpeyker’i hatırlattı. Fakat ona daha çok var.
Beni daha ziyadesiyle masal iklimine çekişi ile heyecanlandırıyordu Nef’i’nin şiiri. Firdevsî’nin “Şehnamesi” ne ki?.. Şu hitap, şu hadiseyi anlatış biçimi, sanki bir tiyatro gibi. Belki de şairin şiirlerini öyle okumak gerek. Tiyatroda gibi…
“Mah-ı nev sanma felekde göricek peykârını
Ditredi Behram elinden düşdi zerrin-hançeri
Ol kadar kan dökdi şemşirin ki ‘aksiyle anun
Kâse-i yakuta döndi günbed-i nilüferi
Bir avuç gevher saçardı ‘âleme gûya kefin
Saldıgınca düşmene gâhi murassa şeş-peri
Mevc-i pey-der-peydür ol bahre sipah-ı saf-be-saf
Bir neheng olsa n’ola her top-ı ejder-peykeri
Her alay bir mevc-i tufan-hîzidür anun n’ola
Har u has gibi önünce kaçsa kâfir askeri
..
Karşu durmaz sana şimden sonra bu ikbal ile
Düşmenin ger kahraman olsa ser-a-ser leşkeri
Afitab-ı bahr u ber sahib-kıran-ı şark u garb
Şehsüvar-ı nam-ver rayet- güşa-yı saf-deri
Asuman-ı devletin Hurşid-i kudsi-pertevi
Bezm-gâh-ı şevketin Cemşid-i hurşid-efseri
Şah-ı vala rütbe ‘Osman Hanı Gazi kim felek
Görmemişdir böyle bir şahen-şeh-i ceng-averi
Şehsüvar-ı ‘âlem-ara kim revâdur olsa ger
Na’l u mih-i rahşı çarhın afitab u ahteri
..
Fikr-i evsafın gıda-yı ruhdur endişeme
Dil helak olur eger olsam o sevdadan berî
Böyle cevher var elimde n’eyleyüm dünyayı ben
Başına çalsun felek ayine-i İskender’i
Âlemi teshir içün hatem ne Iazum tab’uma
Ben Süleyman-ı hayalem n’eyleyüm engüşteri
Her ne dirsem ism-i azam gibi olur karger
Ol kadar ta’zim ile dinler sözüm ins ü peri
Başla şimden sonra ey Nefi du’a-yı devlete
Bir du’a it kim ola hüsn-i kabulün mazharı
Eyleye ta Husrev-i sahib-kıran-ı şark u garb
Eşheb-i zer-palheng-i subh ile cevlangeri”
Elbette âmin dedik bu duaya, lakin Osman’ın Büyük Doğu’nun ordusunu kuracağına ve Yeniçeri vesayetini ortadan kaldıracağına dair kanaat dilden dile yayıldı. Osman ise tedbir almak yerine fütursuz hareket ediyordu. Ocak ağaları konuşuyorlardı hep kendi aralarında:
“Güya Dürzî liderinin isyanını bastırmaya gidecekmiş, külahıma anlat onu sen! Nizam-ı âlemi tesis ettiği, ilâ-yı kelimetullahın peşine birlikte gittiği orduyu bir kenara koyup, Türkmenlerden yeni bir ordu kuracakmış. Kül yutar mıyız biz be!”
“Şimdi de tutturmuş hacca gideceğim, isyanı bastırmak için gitmiyorum diye… Besbelli Anadolu’ya geçip isyancılarla birlikte ordu kurup İstanbul’a başka türlü dönecek.”
Vezirler de bu koroya katıldı. Onlar da yeni bir orduyla güçlenecek olan padişahın kimseyi makamında komayacağı görüşündeydiler.
“Hem ne öyle teamüle uymamak? Padişahlar hayli zaman taht üzerinde hak iddia etmesün diye geniş ailelerden, beyliklerden eş yapmamaktadır. Bu ne yaptı? Şeyhülislamın kızını aldı.”
Bunlar hep bahaneydi. Ücretler düşmüş, bahşişler azalmıştı. Lehistan seferi devleti maddi bakımdan zora sokmuştu.
Genç padişah ilk defa alttan aldı. Niyetinin ordu kurmak olmadığı, isyanı bastırmak için de gitmediği; sadece rüyasına peygamber efendimiz girdiği ve onu hacca davet ettiği için gitmek zorunda olduğunu söyleyerek gönül almak istedi. Fakat kül yutmadılar. Çünkü ocağa padişahın asıl niyetinin ne olduğu yolunda istihbaratlar gitmekteydi.
İhtilal için düğmeye basılmıştı.
Evvel şeyhülislama yazılı sordular:
“Padişahımızı tuhaf yeniliklere sürükleyenleri ve Müslümanların mülküne göz dikenleri katletmek caiz midir?”
Osman’ım büyük fikirlere sahipti ama bu fikirleri uygulayacak adamları yoktu. Hocası Ömer Efendi bir yandan, kayınpederi şeyhülislam efendi diğer yandan onun konuştuklarını ulu orta tartışıyorlardı. Bütün bu tartışmalar da elbette ocağa gidiyordu. Yeniçerinin Babüssaade Ağası Süleyman’ın hakaretlerine karşı büyüttükleri öfke de işin cabası oldu.
Sonunda bizzat kayınpederinden fetva aldılar. Şeyhülislam da damadının yeniliklerine karşıydı. Yazık ki, damadı bizzat Suriye’ye gidip Oğuzlardan bir ordu kuracağını ağzından kaçırmıştı. “İstanbul’u haraca boğan yeniçeri taifesinden bu devleti kurtaracağım, askerin vesayetini ortadan kaldıracağım; kapıkullarının imtiyazlarını gözden geçireceğim…” daha neler neler?.. Bire bin katarak isyanın tohumlarını ektiler ocakta…
Yavrucak babasına nasip olmayan bir yüksek ihtimamla üstün bir eğitime kavuştu. Daha küçük yaşta şu şiiri yazmıştı. Sanki akıbetini biliyor gibi.
“Niyyetim hidmet idi saltanat ü devletime
Çalışır hasid ü bedhah ecel nekbetime”
Annesinden çok benim yanımda kaldı şehzadeliği döneminde. Hele hele son beş yıl tamamen Yeni Saray’da geçirdi hayatını. Eski Saray’a ise çok nadiren gitti. Bayramdan bayrama…
Vasili Baba’dan dinlediklerimi bir bir anlattım ona. Bizans İmparatoru Andronikos’un başına gelenleri, devleti ıslah etmek için düşündüğü yenilikleri… Tam da benim o hikâyeleri dinlediğim yaştaydı. On üç yaşından tahta geçtiği yaşına kadar gündüz şehzade okulundan kazandıkları istikametinde, akşam da benimle birlikte kafasında oluşturduğu yeni devlet düzenini hayata geçirmeye kararlıydı. Büyük Doğu’yu kuracak zekâ, bilgi ve irade onda vardı. Ben de ümitliydim ama korkusuzluğu ve fütursuzluğu beni korkutuyordu. Bir de annesine karşı bile nobran olan şehzadem etrafını ezip geçiyordu.
Yüzüğümde sürekli Andronikos’un Bizans sokaklarında sürüklenişini görüyordum.
O büyük felakette sonradan kimileri benim payım olduğunu düşündüler. Baştan aşağıya iftira…
Anastasya’nın Rüyası
Anastasya o gece uyuyamadı.
Ne zaman gözlerini kapatsa Selanik’e giren gemileri hatırlıyordu. Normanları… Bizans’a yaptıklarını…
Yine babası anlatmıştı. Araplar bile Kostantinopolis’i kuşatırken Latinler kadar kötülük yapmamıştı. Hele hele 1204 yılındaki Haçlı seferi…
İstanbul nasıl büyük bir katliama uğramış, Bizans değerleri maddi manevi nasıl da hoyratça yağmalanmış, yok edilmişti.
Anna’nın sonunu merak ediyordu hâlâ…
Bir imparator on üç yaşındaki eşine niçin kötü davransın? Niye zulmetsin?
Anastasya da bir imparatorluğa gelin gitmeyi hayal ediyordu hep.
Ama babasının anlattığı hikâye ürkütmüştü onu. Şimdi bir gemiye binip uzak diyarlara gitme fikrine o kadar sıcak bakmıyordu.
Ama her imparatorluk da her imparator da aynı değildir diye geçirdi içinden.
Onu alıp götürecek bir gemi öyle bir saltanatı ayaklarının dibine serecekti ki önce babası, sonra bütün köy bunun nasıl gerçekleştiğine şaşacaklardı.
Olacaktı bu, inanıyordu buna Anastasya…
Bu küçük Rum köyünden çıkıp dünya çapında bir iktidarın nedimesi olacaktı…
Kiklat Adalarında inşa edilmiş kiliseler arasında Agios Nikolas Kilisesi en meşhuru idi. Neden? Çünkü orada Papaz Vasili Baba vaaz veriyordu. Vasili Baba kutsal kitapta yazılanları âdeta bir tiyatroda oynar gibi yaşayarak anlatıyor, yaptığı esprilerle de dinleyenleri kendine hayran bırakıyordu. Sadece vaazları ile meşhur olmamıştı Vasili. O aynı zamanda iyi bir insandı, yardımseverdi. Halkın ne derdi varsa çözmek için uğraşırdı. Elinden geleni yapardı. Eğer derdin üstesinden gelemezse dert sahibi ile hemdert olur acısını paylaşırdı. Bu da onları derdi halletmekten belki de daha mutlu kılardı.
Vasili dünyadan el etek çekmiş bir insan değildi. Doğudaki İskenderiye Kütüphanesi’ne kadar gitmiş, oradan Bağdat Kütüphanesi’ne uğramış; Kostantinopolis’de yıllarını geçirmişti. İsa’dan önceki felsefelerle de ilgilenmiş, İslam âlimleri arasında da birçok dost edinmişti. Sabır ve tevekkül zirve yapmış olsaydı belki de iyi bir ilim adamı bile olabilirdi.
Fakat Vasili’nin bir başka huyu daha vardı. Kadınlardan hoşlanırmış gençliğinde…
Adaları dolaşıp vaazlar verip sohbetler yaptıkça adaların güzel kızlarını görür; onlar da genç Vasili ile hafiften gönül eğlerlerdi. Vasili yine de papaz olduğunu unutmaz onlarla biraz ilgilendikten sonra işi son raddeye asla vardırmazdı.
Belki de insanları mutlu etmekten hoşlanıyordu. Kızlar nasıl mutlu olacaklarını biliyorlardı.
…
Vasili bir gece kilisenin zangocu Pierre Aretino’yu çağırdı. Pierre, Vasili’nin en yakın dostu idi. Daha doğrusu Pierre, Vasili’ye taparcasına bağlıydı. Onu kendine idol yapmıştı. Vasili bir azizdi Pierre için. O ne yapsa doğru yapar, ne söylerse hakikat odur.
Vasili, Pierre Aretino’ların evinde teklifsiz kalırdı. Pierre’in karısı da Vasili’ye sonsuz sadakatle bağlı idi. Pierre ile Tanya’nın çocukları olmuyordu. O kadar Vasili’ye gidip onun Tanrı’nın en sevgili kulu olduğunu bildiklerini, kendilerine bir yavru vermesi için dua ederse onu kırmayacaklarını söyleyip duruyorlardı. Vasili de ikide bir evlerine uğradığında akşam yemeği sonrası mutlaka dua ederdi Tanrı’nın kendilerine bir evlat bağışlaması için.
Vasili bir gece kiliseye çağırdığı Pierre ile özel bir sohbete girişti. Önce onun günahlarını özel olarak affetti. Pierre günah çıkarma seansından sonra Vasili’nin bir cemaate vaaz verir gibi ciddiyetle sırf kendine verdiği vaazı ve okumaları o kadar içtenlikle dinlemişti ki gözlerinden akan yaşları durduramamıştı. Vasili bu sevgili dostu saf ve temiz kalpli Pierre’in başını avuçları arasına alıp dudaklarına götürdü ve sonsuz bir şükranla öptü. Bu şükranı Pierre de hissetmişti. Daha bir ağladı.
“Benim gibi günahkâr bir kulu nasıl da onurlandırıyorsunuz? Ben bunlara layık mıyım?”
“Öyle deme Pierre dostum, sen Tanrı’nın cennetine sorgusuz alacağı iyi kalpli temiz kullarındansın. Senin gibi açık yürekli, sevecen, dost canlısı birini cennetine almayacak da kimi alacak Tanrı aşkına?”
“İnanasım gelmiyor aziz peder! Lütfediyorsunuz. Beni bağışladınız mı? Ben ve sevgili Tanya’m size ne kadar minnettar olsak az.”
“Hiçbir borcun yok Pierre, yakında Tanrı size bir evlat verecek inşallah. Bunun rüyasını gördüm. Hem de Tanya’yı yormadan…”
“Nasıl yani?..”
“Nasıl olacak Pierre… Tanrı değil mi kutsal ruh değil mi Hazreti Meryem’in karnına çocuğu koyan. Tanrı ne dilerse o olmaz mı?”
“Olur, aziz peder…”
“Öyleyse…”
Pierre derin bir düşünceye daldı. Birkaç gündür Vasili babanın kendisine olan teveccühü, onu kutsaması, günahlarından arındırması, sonra başını dudaklarına götürdüğündeki şefkati hiç de yabana atılacak şeyler değildi.
Pierre’in içinden Tanrı tarafından seçilmiş kişilerdeki gibi bir ruh dinginliği ve metafizik ürperti geçti. Kendisini gerçekten arınmış hissediyordu. Öyle ya, kalbi temizdi, kimse için kötülük düşünmüyordu. Gerçi gençliğinde bazı kötülükler yapmış, bazı korsanlık hadiselerine karışmıştı, hatta hırsızlık bile yapmıştı… Ama şimdi öyle miydi ya?.. Arınmıştı. Sevgili eşiyle birlikte basit bir hayat sürdürüyor, Tanrı’dan sadece bir evlat talebinde bulunuyorlardı. Öyle fazla bir zenginlikte gözleri yoktu. Kiliseye adanmış, görevini de layıkıyla yerine getirmeye çalışmıştı hep. İçinden son birkaç senedir hiçbir kötülük geçmiyordu…
O yüzden şimdi Aziz Vasili’nin dualarının kabul olmaması için hiçbir sebep yoktu. Tanrı Vasili’yi elbette dinleyecekti. Şu adalar içinde ondan daha Tanrı’ya yakın kim vardı?
Olur a, Vasili bu anlattıklarına bir açıklık getirirdi. Hem getirmese bile Pierre’in ruhu o kadar mutmain olmuştu ki, âşıkların gözlerinin görmemesi gibi hakikat artık Vasili’nin anlattığından ve anlatacaklarından ibaretti.
Anlatmasa da olurdu. Yeter ki bir evlatları olsun. İsterse leylekler getirsin. Çocukluktaki masalların da boşuna olmadığı böylece anlaşılırdı…
Pierre soran gözlerle baktı aziz pederine, ama peder hazretleri sadece elindeki çakıyla bir söğüt dalından düdük yapmakla meşguldü.
Pierre, Vasili’nin düdük yapmasına da hayrandı. Çok sevdiği ve Tanrı yolunda adanacağına inandığı çocuklara yapardı düdük. Ama bu kez çok itinayla çok özel bir düdük yapıyordu. Pierre’in gözleri bir kez daha buğulandı. Yoksa kendisine mi yapıyordu bu düdüğü?
“Tanrı seni seviyor Pierre. Sana bir evlat verecek. Bu büyük bir lütuf… Onu çok sev ve onu iyi yetiştir! Ben de zaten hep eğitiminde ve gelişiminde yanında olacağım. Kendi çocuğummuş gibi ona bakmanda yardımcı olacağım. Onu belki de dünyanın en nadide kraliçesi yapacağız, aziz dostum…”
Pierre müjdelenen evladın kız olduğunu anlamıştı.
“Kraliçe mi aziz peder?”
“Elbette böylesi bir müjdeyle gelen ancak kraliçe olur sevgili dostum.”
Pierre bir kraliçe babası olacağına hiç ihtimal vermiyordu. Bir kız çocuğu yerine bir erkek çocuğu olsa daha şanslı olacağını da düşünmedi değil. Ama nefsi mutmain olmuştu hemencik. Üstelik de bu kız evlada, biricik eşi Tanya’yı yormadan kavuşacaktı. Fedakâr zangoç Tanrı’nın lütfuna razı olmuştu. O Tanrı’dan razı, Tanrı ondan razı olmak ve bu rızanın şuurunda olmak ne büyük saadet idi… Varsın kızı kraliçe olmasın idi. İşten eve geldiğinde, mesai aralarında eşiyle birlikte sarılıp oynayacakları bir evlatları olacaktı. Büyüdüğünde de kilisenin bakımında ola ki kendisine yardımcı olurdu.
Kraliçe mi? Olur muydu gerçekten? Niçin olmasın? Belki de aziz pederin söylediği gibi o müjdeyle gelen prenseslerden biri olabilirdi…
Akşam yemeği için zangocun evinde Vasili Baba’yı misafir ettiklerinde konuyu Tanya’ya iş birliği içinde aktardılar. Zangoçla papaz, Tanya’nın tepkisinin ne olacağını bilmiyorlardı. Ama Tanya, zangoç kocasından bile daha mutlu olmuştu. Vasili Baba bir kız çocuğundan söz açar açmaz Tanya onu hemen kendi çocuğu gibi kabul etmiş ve “ne zaman, ne zaman” diye söylenmeye bile başlamıştı.
Vasili bu sonuca çok memnun oldu. Pierre eşinin bu kadar çocuk özlemi içinde olduğunu gerçekten bilmiyordu. Gerçi her vesileyle çocuk özlemlerini dile getiriyorlardı ama işte biraz hakikat güneşi onları ısıtmaya başlayınca heyecanı doruğa çıkmıştı zavallı kadının. Sanki kızı doğurmuş da ebelerin elindeki çocuğunu lohusa kadın nazarlarıyla izliyordu.
…
Sofi, Tinos Adası’nın merkezi Tinos kasabasının kuzeyinde at ile iki saatlik mesafedeki Gavrio köyündendi. Gavrio ile Tinos arasında iki köy daha bulunuyordu. Bunlardan Gavrio’ya yakın olanı Andros, Tinos’a yakın olanı ise Kionia idi.
Tinos, Ege Denizi’nin tam ortasında yer alan Atina ile İzmir arasında tam orta yerde sıralanan Kiklat ada silsilesinin güneydoğusundaki bir adadır. Bütün Ege adaları gibi güzel, vahşi, yeşil…
Bütün adalı kızlar güzel ve vahşidirler. Ama Gavrio kızları daha güzel ve daha vahşi…
Sofi diğer bütün adalı kızlar gibi Vasili ile sohbeti çok seviyordu ama diğerleri gibi yarım yamalak işleri sevmiyordu. Sonuca gitmeye meraklı idi.
Sonunda Sofi, Vasili’yi yatağa atmayı ve ondan bir çocuk sahibi olmayı bildi.
O gece Sofi bir zifaf odası gibi hazırlamıştı samanlığı… Vasili’yi hem sarhoş etmek hem de zevkin doruklarına çıkarmak için tam bir plan hazırlamıştı. Vasili’yi tanrısal bir seremonideymiş gibi teslim almış, ritüel uygulamaya alışmış papazı kendi ritüelini izlemeye mecbur bırakmış ve sonunda da onu azdırmayı bilerek kendisini cennetin en maharetli hurisiyle baş başa bıraktırmıştı âdeta…
Papaz cennete çevrilen samanlığın zevkini imsak saatlerine kadar bütün tüylerinde hissetti. Güneş doğup da Gavrio’nun bütün çiftliklerini aydınlık içinde bırakınca uyandı papaz. Gece neler olup bittiğini anlamaya çalıştı.
Az sonra Sofi elinde kahvaltı tepsisiyle geldi samanlığa…
Dışarıdan köylülerin sesleri duyuluyordu.
Papaz yaptığından çok utandı.
Sofi onun utanmasına fırsat vermeden atıldı.
“Merak edilecek bir şey yok papaz efendi, bütün gece kendi cennetimizi kendimiz inşa ettik.”
“Kızım…” dedi papaz. Gerisini getiremedi.
“Ne kızımı Vasili baba?.. Azgın bir boğa gibiydiniz. Bakın…”
Tepsiyi birden oradaki bir kütüğün üstüne bırakan Sofi, eteğini hızla kaldırıp bembeyaz bacaklarının baldırlar kısımlarındaki diş izlerini gösterdi.
Sonra eteğini bırakıp yakasını tutan askıyı indirerek sol göğsünü dışarıda bırakacak biçimde bluzunu çekiştirdi.
Tomurcuk uçlu memeleri de ısırık içindeydi. Bembeyaz teninin birkaç yerinde kızarıklık ve yan yana diş izleri dikkat çekiyordu.
Papaz elleriyle gözlerini kapadı.
“Yapma kızım! Bir gören olacak…”
“Benden başka kimse girmez Vasili’m bu samanlığa…”
“Nasıl konuşuyorsun böyle sevgili kızım…”
Sonra birden eteğini kaldırıp cinsel organını gösterdi.
“Bak sevgilim ne hâle soktun beni?”
“Tanrı aşkına kapat kapat!..”
“Artık bakire değilim Vasili’m. Ben artık seninim…”
“Kızım bu mümkün değil…” diyerek gerekçelerini sıralamaya başlayacaktı muhtemelen papaz ama kız sözünü kesti sertçe:
“Anladım. Seni korkak! Ben seni sınadım. Senden zaten bir şey beklemiyorum. Kaç zamandır seni yatağa atmayı düşlüyordum. Kendi iddiamı kazandım. Çocuğum senden olsun istiyordum. Köyümde bir çocuk sahibi olmak için yatacağım bir erkek yok maalesef. Hiçbirini kendime layık bulmuyorum. O yüzden bunu bilerek yaptım. Telaşlanma… Senden bir talebim de yok…”
Genç kadın başını gururla sola çevirerek, “Eğer istemezsen çocuğuma kendim de bakarım.”
Vasili ani bir kararla saçlarını savuran ve koşarak gelip kendine sarılan bu masum ve azgın kıza kısa bir tereddütten sonra sarılmak zorunda kaldı. Sonra o da bu kızı sevdiğini, kendine layık gördüğünü anladı. Ne zamandır böyle bir zevk yaşamamıştı. Gece yaşadıkları ne varsa, enstantaneler hâlinde gözünün önüne geliyordu. Birden önünün kabardığını, tüylerinin dikleştiğini hissetti. Bir kez daha birlikte olacak gibi seviştiler. Papaz o kadar kendinden geçmişti ki kızı bir kez daha samanların üzerine yatırıp emeline nail olmaya başladı. Sofi papazı biraz daha hırçınlaştırdıktan sonra aniden yerinden fırlayıp kapıdan hızla süzülüp çıktı…
Papazın hevesi kursağında kalmıştı. Ayağa kalkarak üstünü başını toplamaya, azgınlığını dindirmeye çalıştı. Bir iki kez yerinde zıpladı, eteğini, gömleğini düzeltti.
Sonra tekrar başını iki eli arasına alıp kütüğün yanındaki kara sabanın üzerine oturdu.
Kazıklanmış gibi hissetti kendini. Oysa ne yaptıysa kendi nefsinin izini sürerek yapmıştı.
“İsa, Meryem, kutsal ruh affet!” diye kendiliğinden bir nida çıktı dudaklarından…