Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü», sayfa 4

Yazı tipi:

“Aman!” dedi sonra, “Aman! Tanrı her işin doğrusunu bilir. Eğer bir evladım olacaksa da varsın olsun…”

Önündeki kütüğün üzerinde duran sıcak bazlamalardan peynirlerden ballardan birer lokma tattı.

Saçını başını düzeltip çıktı samanlıktan…

Çıkarken etrafın sessizleşmesi için biraz bekledi. Yeterli gördüğü sessizliği duyumsayınca çıktı. Hızla bulunduğu yerden başka bir yere ulaşmak istedi…

Ahırın köşesinden çıkıp da iki köylü delikanlının dama oynadığını görünce heyecanlandı. Ama delikanlılar kendi hâllerinde idiler.

Vasili hızlı adımlarla köyün çıkışına doğru yöneldi.

Pederi son anda fark eden gençler oyunu bırakıp pederin eteğini öpmeye koşturdular.

“Aziz peder sizi göremedik. Kusura bakmayın! Bağışlayın…”

Vasili bu yaptıklarının şaka mı, ciddi mi olduğunu anlamadan eteğini topladı.

“Tamam evlatlarım önemli değil. İşim acele… Bir şeytanı kovalamaktan geliyorum. Başka bir şeytanı kovalamaya gidiyorum. Beni bırakın, işinize bakın!” dedi.

Olmaz aziz peder, bizi bağışlamadan seni bırakmayız.

“Tamam, evlatlarım Tanrı sizi bağışlasın. İşiniz rast gelsin.”

Gençler hâlâ ellerine yapışmaya çalışıyorlardı. Peder ise kirli ellerini onlardan kurtarmaya…

“Tamam, tamam iyi günler.”

“İyi günler aziz peder…”

Vasili gençlerin arkasından gülüştüklerini, kendisiyle dalga geçtiklerini düşünerek utanç içinde köyden çıktı.

Nicedir gitmedi Gavrio’ya Vasili.. Fakat kulağı hep oradan gelecek olumsuz haberlerdeydi. Allah’tan öyle bir haber gelmedi ve Vasili de kalp krizi geçirmedi.

Ben Mahpeyker Kösem Sultan

Sofi’yi annem olarak hiç düşünememiştim. Fakat onu görünce kanım nasıl da kaynamıştı? O da beni nasıl da sımsıkı kucaklamıştı.

Gemiden bir yolunu bulup kaçmıştım.

Daha doğrusu içirip sarhoş ettiğim şövalye kılıklı adamı sarayıma götürmek üzere gemiden dışarı çıkardım.

Adamları bu oyuna inandılar. Daha doğrusu benim yollu biri olduğumu ve yakındaki bir eve herifle yatmaya gittiğimi düşünmüş olmalılar…

Zor yürüyen şövalyeyi evimiz az ötede, diye diye iskeleden hayli uzakta çıkmaz bir sokağa kadar sürükledim. Ne kadar da zorlandım. Fakat hep dua ettim içimden. Kutsal ruha, Aziz Meryem’e, Tanrı’ya…

Tükenmemeli, yorulmamalıydım. Takatimi topladım. Bu sokağın bittiği yerde çöp bidonunun arkasında sadece kedi ve köpeğin geçebileceği bir yer biliyordum. Ben de incecik bir kızdım. Belki geçerim diye düşündüm. Çöp bidonunun yanına gelince:

“Kapıya geldik şövalyem.” dedim. “Şimdi siz biraz uzanın, ben görevlileri çağırıp sizi yatağımıza taşımalarını emredeceğim.” dedim.

Duvara doğru da bağırdım.

“Hey kimse yok mu orada. Yardım edin de şövalyeyi yatağıma taşıyalım!” diye haykırdım.

O anda zaten pencerelerden atılan pisliklerden geçilmeyen ve leş gibi kokan sokağa bakan pencerelerden biri açıldı ve yaşlı bir kadın küfürler savurarak elindeki lazımlığı döktü.

Döktüğü şey tam da kavalyemin kafasında patladı, etrafa saçıldı. O anda yerde bir taş gördüm. Daha doğrusu irice bir saksı kırığı… Ne olduğunu anlayamayan ve gözleri pislikten kapanan adamın başına geçirdim. Olduğu yere yığıldı kaldı. Sesini bile çıkaramadı.

Ben de çöp bidonunun arkasına geçip o küçük deliği aradım. Geçmem çok zordu. Zorlasam belki geçebilirdim ama riski göze alamazdım. Ya delikte sıkışıp kalırsam?..

Uzandım ve ayaklarımla deliği genişletmek üzere tekmeler savurdum. Zaten zayıf dokulu bir duvardı. İki üç vuruşta biraz genişledi. Ben de o delikten süzülüp kaçtım.

Thilas acaba ne yapıyordu?

Gemidekiler amirlerinin gelmediğini görünce ne yapacaklardı?

Birkaç saatlik zamanım vardı. Ne de olsa birkaç saatlik bir zevki yaşatacaktım.

Utanmaz adamlar!.. Daha on iki yaşındaydım. Bu yaşta bir kıza yapılır mıydı bu?

Allah korumuştu, gemiden kurtulmuştum. Şükürler ettim Rabb’ime…

Doğruca köye koştum.

Onlar da bizi aramaya çıkmışlar…

Leonardo da var.

Kim bilir ne dedi? Thilas’la kaçtığımı mı düşündü?

Babam, annem, Vasili Baba, Petlis amca, Thilas’ın annesi ve babası, ablası, komşuları…

Ve bazı köylüler…

Koşup bana sarıldılar. Annem, babam ve Vasili Baba ağlıyorlardı.

“Bir şey yok, bir şey yok!” dedim. “Sadece Thilas denizaşırı gidecekmiş. Veda etti. Bir gemiye bindi ve gitti.” dedim.

Annesi ve babası atıldılar.

“Olamaz bizim Thilas denizi sevmez, gitmez, gidemez…” diye itiraz ettiler. Ağlamaları haykırışa dönüştü.

“Emin olun öyle.” dedim. “Merak etmeyin diye iskeleye giderken beni de çağırdı. Bana dedi ki: ‘Annem ve babam benim denizci olmamı istemiyorlar ama benim bütün hayalim bir gemide çalışmak, bu gelen gemi benim için bulunmaz fırsat.’ böyle dedi size yemin ederim…”

Sonra durdum, merak ediyormuş gibi annesine ve babasına dönerek sordum:

“Gerçekten onun deniz özlemini hiç mi fark etmediniz?”

Biraz daha isyan ettiler, ahladılar, pohladılar. Şaşırıp kalmışlardı. Hayli zaman sonra etraftan da telkinlerle kaderlerine rıza göstermeye her köylü gibi hazırlandılar.

Leonardo ve Vasili Baba galiba benim yalan söylediğimi anladılar. Ama bir şey diyemediler. Acaba Thilas’ın başına ne gelmişti?

Leonardo ve Vasili Baba, “Yine de iskeleye gidip bir bakalım, belki gemi kalkmamıştır, gider gönül rızasını öğrenirsiniz.” dediler Thilas’ın çarçabuk kadere rıza göstermiş anne ve babasına…

Onlar da çaresiz iskeleye doğru yürümeye başladılar ama ben duygularına hitap ederek konuyu kapadım:

“Şimdi giderseniz, belki sizi görüp üzülür, belki gözyaşlarınızı tutamayıp ağlar ve gitme yavrum filan dersiniz ve onun istikbaliyle oynarsınız. Yine de siz bilirsiniz. Bana kalırsa o İstanbul veya İskenderiye’ye yeni hayatına çoktan yelken açtı bile…”

“Seni cin!” der gibi bakıyordu Vasili Baba…

Leonardo beni kaybetmediği için sevinmişti.

Kıskandığı bir erkek elenmiş ve şansı artmıştı.

Yüzüğüme tekrar baktım; yeşil renkler maviye dönüverdi. Şimdi denizin ortasındaki donanmayı, Osmanlı donanmasını görüyorum. Yedikule açıklarında demirlemiş donanmada bir hareketlilik gözleniyordu. Gemilerdeki yeniçeriler ağalarını dinlemeyip karaya çıktılar.

Koca Mimar Sinan’ın talebesi Mehmet Ağa’ya Ahmed’imin yaptırdığı bana göre dünyanın en güzel, en mavi camisini görüyorum. At Meydanı’ndaki isyancılar, subaylarını ve yeniçeri ağasını kovaladılar.

Önce lalanın köşkünü hedef seçtiler. Belki de bu fikirleri genç padişaha onun aşıladığını düşünüyorlardı.

Padişaha eksik haber uçuruldu.

Lalaya ve kızlar ağasına karşı imiş isyancılar…

Zavallı padişah habersizdi tehlikenin büyüklüğünden.

Şöyle dedi kendinden emin:

“Onlara gidin ve şöyle deyin: Padişah Anadolu’ya gitmekten vazgeçti ama sizin demenizle ne lalamı, ne de kızlar ağasını azlederim.”

Bu haberi de götürmediler isyancılara… Belki de gece boyu yapılan kurgulara lüzum kalmayacaktı. Oysa isyanın piştiği ocakta sabaha kadar söylentiler yayıldı durdu. Padişah bütün ocağı lağvedecek, yerine yeni bir ordu kuracak. Belki de yarın bostancılar yeniçerileri yok edecekti.

19 Mayıs 1622’yi gösterdiğinde tarih, Fatih Camii’nde toplanan isyancılar, Halil ile Feridun adındaki yeniçeri kâtiplerini temsilci seçip taleplerini At Meydanı’nda bekleyen şeyhülislama ilettiler. Şeyhülislamın yanında Aziz Mahmud Hüdayi’nin talebesi ve bütün İstanbul’da itibarı yüksek bir şahsiyet olan Sultanahmed Camii vaizi de bulunuyordu. İsyancıların kellesini istediği altı kişi vardı listede: Lala Ömer Efendi, Kızlar Ağası Süleyman Ağa, Sekbanbaşı Nasuh, Kaymakam Ahmed Paşa, Başdefterdar Baki Efendi ve nihayet Sadrazam Dilaver Paşa.

Padişah hâlâ yaklaşmakta olan tehlikeyi görmüyordu.

“Bırakın bu sefil ayaktakımını! Çıkardıkları kargaşada boğulup giderler!” demesi ve ulemanın da “Siz vermezseniz bunlar alırlar.” şeklindeki karşılığı işi daha da arapsaçına çevirdi.

“Susun bre nadanlar, isyancıların sözcüsü gibi konuşuyorsunuz!”

Eski sadrazam Hüseyin Paşa padişahın ayaklarına kapanmış ve şöyle demiş:

“Biz senin önünde bir hiçiz. Bizi ver ve unut, kendini kurtar!”

Ne kadar da duygulanmış genç ve hisli padişah, fakat delikanlılığa halel getirmemiş güya… Tıkmış şeyhülislamı ve ulemayı sarayda bir daireye…

Böylece isyan sarayın dışında büyüdü. Kontrol edilemeyen içine girilip yönlendirilemeyen her ihtilal sonunda birkaç taviz ile bertaraf edilebilecekken en tepedekini yemek zorunda kalır.

Hep öyle olmuştur.

Dışarıda büyüyen isyanın, gelişen ihtilalin saray farkında değildi.

..

Ulemayı At Meydanı’nda bekleyen asiler, sarayda bir tezgâhın çevrildiğini düşünmeye başlamışlar.

“Ulema tutuklanmış ve padişah yeniçeri ocağını basacakmış…”

Bu şüphe isyanı büyütmeye yetmişti. İsyan ama neye, kime karşı isyan?

Bunun önemi yoktu. İsyan kitlevi olarak biriken enerjiyi taşırmaya yardımcı olacaktı.

Gülhane Parkı’nın ağaçları ne kadar yüksek olursa olsun, bir türlü sarayın duvarlarını aşıp da bahçeyi görmeye müsaade etmiyordu. Ama Hakkı, parkın en yüksek ağacını gözüne kestirdi. Onun tutunabilirse en uç dalından sarayın bahçesi belki görülebilirdi.

Az bir ihtimali bile göze alan yüreğe sahipti Hakkı.

Hakkı o kadar güçlü pazılara sahip ve o kadar çevikti ki koca çınar ağacının tepesine birkaç hamlede sirk cambazı gibi çıkmıştı. Bir anda Topkapı Sarayı’nın dış duvarlarının üzerinden sarayın bahçesini gözleyebileceğini sanmış, uzanmış lakin duvarların üstünden bahçeyi görmesi imkânsızmış. Lanet olsun der gibi aşağıda kendisini gözleyenlere işaret yapmış ve çıktığı gibi inmiş.

“Yahu ne olup bittiğini bilmiyoruz.”

“Ulema padişahla görüştü mü acep?”

“Genç Osman’ın cevabı ne oldu ki…”

“Yahu genç, inatçı, sözünden dönmez…”

“Ne yapmalı?”

“Nasıl haber alacağız. Bahçeye birini mi soksak?”

“Nasıl sokacağız.”

“Bu duvarları nasıl aşacağız?”

“Kapıkulu hazırlıklıdır. Kesin ateş açar.”

O sırada Hakkı’nın gözüne daha yüksek bir yer ilişmiş.

Ayasofya’nın minareleri…

Hakkı önden, Mustafa arkasından koşturmuş.

Hakkı minarelerden Topkapı duvarlarına bakan tarafındakinin kapısındaki kilidi eline geçirdiği koca taşla kırıp hızla merdivenlerden yukarı çıkmaya başlamış.

Az sonra şerefelerden birine çıkmış. Buradan artık sarayın ön avlusu da arka bahçeleri de görünüyormuş. Ortalıkta kimsecikler yokmuş.

Ne ön avluda, ne arka bahçelerde…

Hızla çıktığı gibi koştura koştura inmiş merdivenlerden.

“Saray süt liman gardaşlar…”

“Ne yani kimse yok mu? Asker, kapıkulu…”

“Hiç kimse yok. Tam bir ölü sessizliği hâkim.”

“O zaman ne duruyoruz. Dalalım!”

“Evet, en doğrusu bu…”

Bunu sonradan yeniçeri ağası yapmıştı Mustafa’nın annesi. Boynunu kurtarmıştı bana getirdiklerinde. Ben de önce paye verip sonra boynunu vurdurdum itin.

Asilerin cüreti iyiden iyiye artmıştı. Önlerine kimse çıkmamıştı. Şuursuz ve ne yapacağını bilmeyen kalabalıktan daha tehlikelisi yoktur. Sürü hâlinde duvarlara çıkanlar içeriden kapıyı açtılar ve diğer şuursuz kalabalık sanki bir gayeye erişmiş gibi ön avluyu işgal ettiler.

Cihana hükmeden padişahın korunağı işte bu kadardı. Zaten devlet kendileri demek değil miydi? Kendileri değil miydi âleme nizam veren? İlâ-yı kelimetullah için göğüslerini düşmanın mızraklarına hedef eden? Şimdi adaleti tesis için tekrar Halife-i rû-yu zemîni hak ettikleri çizgiye getireceklerdi. Ne cesaret? Yeryüzünde Tanrı’nın kılıcı ve halifesi olan bir cihan padişahını hizaya getirmek…

İkinci avlunun duvarlarının üstünde, köşklere giden yollarda gezinip durdular. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı ama bir şey yapmadan da buradan çıkmayacaklardı. Ne yapacaklardı?

İkinci avluyu da işgal eden kuru kalabalık sarayın odunluğuna girdiler. Düzgün kesilmiş odunları birer silah olarak elinde silah olmayanlara dağıttılar. Bahçelere ve köşklerin bulunduğu yerlere gitmeye cesaret edemiyorlardı. Mukaddes bir mekânın içindeydiler çünkü.

Beklediler. Fakat saray uykuda gibiydi. Taleplerini karşılamaya kimse gelmemişti. Hiç kimse kalabalığı teskin edecek bir konuşma da yapmamıştı.

Ulema, vüzera hepsi tutukluydu. Padişah isyancıların taleplerini kendisine iletmeye cüret eden kim varsa ulemadan, vüzeradan yaşına makamına bakmadan susturmuş, hiçbirinin uyarılarına aldırış etmemişti. Karşılarına çıkacak kimseyi bulamayan ve giderek heyecanları ve tereddütleri artan insanlar bir gün önceki hadisenin vuku bulmasını da istemiyorlardı elbet. Dilaver Paşa kendi sarayını korumak üzere asilerin birkaçını öldürtmüştü. Her an sağdan soldan askerlerin çıkıp namluları üzerlerine doğrultacaklarını düşünen kalabalık içinden arada bir haklı(!) isteklerini haykıranlar da çıkmıyor değildi. Lalanın, kızlar ağasının ve sadrazamın kellelerini istiyorlardı.

İkinci avlunun kapılarındaki menteşeler de gıcırdamaya başlıyordu. Sonunda güruh ikinci avluyu da tamamıyla işgal etti.

Bab-ı saadet kapısı bu hücum karşısında yıkıldı. Bir an hanedana duydukları saygıyı hatırlayan yeniçeriler kapının yıkık hâlini elemle seyrettiler. Sarayın iç avlusundaki taşlardan birinin üstünde oturmuş hâlde kendilerini izleyen ulemadan birine bir anda bütün yeniçerilerin gözleri çevrildi. Ulemadan o zatın belki de kendilerini azarlamasını bekliyorlardı. Oysa herifçioğlunun yüreği ağzındaydı. Korkudan ne yapacağını bilmiyordu. Kalabalığı kışkırtan ve moral veren şu sözleri yuvarladı ağzından:

“Bizim sözümüz bir işe yaramadı bari gidin kendiniz söyleyin…”

Artık sarayın mahremine girmişlerdi. Cihanı fetheden hükümdarların mahremine…

Birlikte yürüdükleri yolları, ülkeleri düşünmeden edemediler.

Şimdi o mahreme girmişlerdi. Bazıları utanç ve korku içinde yaptıkları işe şaşıyorlardı. Neye cüret ettik biz diye hayıflanabilirlerdi eğer bir makul ses duyabilselerdi.

İstemek cüretini gösterdikleri şeyin ne olduğunu neye mal olacağını biliyorlar mıydı?

Uğruna canlarını verdikleri mahreme cüretkâr gözlerini dikmişlerdi. Tereddüt ettiler bir müddet. Bazıları birbirleri arasında fısıldaşıyor ve ne yapıyoruz yahu biz der gibi yüzlerindeki ifadeyi paylaşıyorlardı.

O anda ne olduysa oldu. Bu şuursuz, bu kuru kalabalığa bir ülkü etrafında birleşme duygusu aşılayan bir hedef gösterildi.

“Sultan Mustafa’yı isterük! Sultan Mustafa. Sultan Mustafa…”

Artık mütereddit kitle bir amaca erişmişti.

Sultan Mustafa’yı alıp atıyla gezdirmek ve mümkünse tahta oturtmak.

Başlangıçta padişahı yapmayı düşündüğü yeniliklerden vazgeçirmeye çalışmak olan talepler, şimdi artık daha ileri bir safhaya taşınmış; doğrudan azlinden, direnirse katline ve yerine bir akıl hastası olan Şehzade Mustafa’yı oturtma amacına kadar ulaşmıştı.

Artık Genç Osman lakaplı İkinci Osman’ın suyu ısınmıştı.

Ne kadar üzüldüm, anlatamam. Çocukluğu gözlerimin önünde… Şehzadeliğinin son demlerinde bir hafta boyunca benim sarayımda onu misafir etmiştim. Felekten bir hafta… Tadınca eğlenmişti rahmetli. Hepsi oymuş…

Ama şimdi ne olacak? Yüreğim kıpır kıpırdı. İhtilalciler Osman’ı devirmişlerdi. Osman’ı tıpkı amcası gibi bir odaya kapatırlar zannediyordum. Oysa olaylar çığırından çıktı, hiç de tahmin ettiğim gibi olmadı. Osman’ın yerine akıl hastası olan kayınbiraderi tahta geçecekti. Bu da Murad’ımın önünü açıyordu. Nasıl olsa vüzera bir toplantı tertip eder ve akli melekeleri yerinde olmayan padişahı devirirlerdi. Bu arada da kem gözlerden şehzademi korur, iyi bir padişah olmak üzere yetişmesine gayret ederdim.

Eski Saray’da unutulmuş olmak, hedef teşkil etmemek en iyisi…

Eski Saray’da olsam da gelişmeleri takip etmem en azından oğlumun, Murad’ımın akıbeti için elzemdi.

Osman’ımı deviren, o kötü sona götüren olayları yüzüğüme bakıp izleyebilmek ne kadar da isterdim. Ama yüzüğüm Andronikos’un sokaklarda sürüklenmesinden başka bir şey göstermiyordu.

Yoksa bir benzerlik mi vardı?

Hüseyin Tugi’yi çağırdım, ondan hadiseyi tafsilatlıca dinledim. Solak namıyla maruf Tugi vakanüvis idi ve olayı baştan sona takip etmişti.

“Bin otuz bir Recebinin yedinci Çehârşembe güni, sipâh ve yeniçeri ve bâkî halâyık her zümreden Süleymaniye hareminde cem‘ olup, çarsûlar kapadup, ba‘dehû Odalarda, At Meydanı’nda yığınak eyleyüp ve ba‘dehû umûmen At Meydanı’nda Yeni Cami hareminde cem‘ olup, cevablari bu ki: ‘Padişahımız Ka‘be’ye gitmek nâmı ile Anadolı’ya gitmege ilkâ idenleri isteriz ve Padişahı Anadolı’ya gitmekden ferâgat itdürmek isteriz.’ Öyle olsa halkın böyle gulüvvesinden, ol gün hisar kapularını kapatdılar ve Âhûr Kapusından tuğ ve otâğ-ı hümâyûnı kadirgalara koyub, Üsküdar’a geçmek mahallinde komayub, alı kodılar ve Dârü’s-Saâde Ağası Süleyman Ağa, padişahımıza her gün kulu geçmek üzre olup, yeniçeri tayfasının tüfenk endâzlığında ve sipâhi halkının cündîlikde ve cenk günlerinde meharetlerü bellüdür, bu kul kullukdan çıkmışdur, kul olursa Mısır ve Şam’ın cündîleri ve tüfenk endâzlıkda Anadolı sekbânı gibi olsa deyup ve sene-i mâziyede Hotîn seferinde bir kâfirin azacık taburın bozmağa kâdir olmadılar, bî-hüner ve bî-menfaat, derinti ve madrabaz ve erbâb-ı maâş kul olur mı, deyu saâdetlü padişaha söyleyu söyleyu kulu soğuttu ve cündî ve sekbân yazmak sevdasına düşürdi ve Sadrazam Dilaver Paşa ve Hâce Ömer Efendi bu cevaplarda Dâru’s-Saâde Ağasına muvâfakat üzre idiler. Ve dahî Hâce Ömer Efendi, Padişahı Anadolı’ya geçürmege medh eylemekden muradı bu idi ki, bundan evvel Hâcenin karındâşı ki Karabaş Efendi dirler idi, bir uğurdan Ka‘be’ye kadı ittirmiş idi. Ka‘be’de vali olan şerif, Karabaş’a kazayı zabt itdürmeyup selb eylemek mu-rad eylemiş idi, ehl-i Ka‘be, şerifden recâ eylediler, bu hususda Hâce Efendiye gayret düşdügünden, Padişahı, Mısır’a götürüp ba‘dehû Ka‘be’ye iletüp şerifden intikam ala: ‘Padişahım, elhamdülillah gâzi oldın sana hac eylemek farz oldu, hacı ve gâzi unvanıyla ser-efrâz olmak gereksin.’ dirdi.”

“Ne yani?” dedim, “Koskoca padişah mülkünde serbest dolaşamayacak mı? İster Üsküdar’a geçer, ister Hicaz’a; kim ne karışır?”

“Sade o değil sultanım. Tefrika, fitne bir kez girmeyu görsün kamuyu teskin etmek lazım gelmez mi idi?”

Tugi bir an düşündü ve ilave etti.

“Yeniçeri kulları hakarete uğradıklarını düşünirler idi. Bostancıbaşı Bebr Mehmed Ağa, Yeniçeri Ağası Yusuf Ağa ile mâbeyn olduğundan, Padişahı her bar tebdil câme ile gezdirup meyhâneleri ve yasakçı odaların basdırup, sipâhi ve yeniçeriden çoğun ahz eyleyup ve çoğuna dahî deyneg urdurup ve taş gemilerine koydurup bu ahvâlden kul tayfası ziyade müteellim idiler. Ve bir sebep dahî mukeddemâ Hotin seferinde virdikleri biner akçe atiyye, mevcûdına virilüp, birkaç günden sonra gelenlere virmediklerinden, kul dahî tabur fethinde nevân ihmal ve tekâsül üzre idiler Biz sözümüze gelelim. Dilaver Paşa ve Hâce ve Süleyman Ağanın muradları üzre padişah dahî Anadolı’ya gitmeği mukarrer eyledi ve sekbân yazmak hususu tevâtüre irmiş idi hatta sekbân yazmak içun Saray-ı Atîk teberdârlarından Eski Yusuf nâmında bir kimesneyi zahîre cem‘i bahanesiyle sekbân ve cündî yazmak içun Diyâr-ı Arab ve Şam ve Haleb’e gönderilmiş idi.”

“Ne kadar kesin hüküm bu? Nerden bilesiz? Kim uydurmuş? Sekban toplasa katline cüret edilebilir miydi? Hani o sekban?” diye sordum. Tugi, titredi suçu yine râvilere attı.

“Ben muhtelif rivayetleri dercettim a sultanım!” dedi.

Elimi kızgınlıkla “devam et” der gibi salladım. Koynumdan bir kese altın çıkarıp içinden birkaç altın önüne attım. Devam etti:

“Biz sözümüze gelelim. Sekban içun diyar-ı Arab, Suriye ve Anadolı’ya ulak gönderdiği rivayet edilür. Pâdişah ise raht ve baht ve cümle hazâyini turma Üsküdar’a geçirmek üzre idi, bu ecilden gâhi, iç halkından, taşra kul tayfasına bu ahvâli bildirup, ‘Bilmezüz böyle itmekden padişahımızın fikri nedir?’ dirler idi.”

Anlaşılan kafasındaki fikirleri genç padişah toyluk edip hocası Ömer Efendi’ye, hatta kayınpederi şeyhülislam hazretlerine veya karısına aktarmış; onlar da yeniçerinin kulağına gidecek şekilde bir yerlerde fısıldamışlar. Ocağa bir fısıltı düşmesin varsın. Hemen kırkı bin yapıp hikâyeler uydururlar.

Neymiş padişah, ocağı, artık “zararlı” diye kapatacakmış. Neymiş karşıya geçip Anadolu’dan ve Suriye’den saf bir Türkmen ordusu tesis edecekmiş!

Ne olaydı, bekleyip tevekkül edeydiniz. Ne olaydı sabır ile size yakışan bir tevekkül ile bekleyeydiniz. Osman’ım nizam-ı âlemi birlikte tesis ettiği orduyu hiçe sayıp başka bir ordu kurar mıydı bakalım? Yoksa hakikaten hacca gidip rüyasında gördüğü ve kendisini davet eden efendimize sadakatini mi bildirecekti? Nev var idi sabredeydiz?

Gözyaşlarımı içime akıtırken keseyi olduğu gibi önüne attım.

Tugi devam etti.

“Ba‘dehû bu cumhûrun içinden umûr görmüş ihtiyarlardan birkaç yüz âdem şer‘ ile görelim mesâlihi deyub, Şeyhülislam Es‘ad Efendi’ye varup, istifsar eylediler ki: ‘Padişah-ı İslamı azdırup, beytülmâlın itlafına sebep olup, Padişaha hacca gitmek lazım değil iken, böyle fetret ve fitneye bâdî olanlara şer‘an ne lazım gelür?’ didiler. Cevab-ı Müftî böyle sadır oldu ki: ‘İkâz-ı fitne idenlere katl lazım olur,’ didikde, sureti fetvayı aldılar, ve cem‘ıyyet yerine geldiler. Ol mahalde Sadrazam tarafından yeniçeri ağası ve bölük ağaları men içun cem‘ıyyete gelüb cumhûr anları taşa tuttular. Ve dahî ol gün donanma-yı hümâyûn, Beşiktaş’tan, Yedikule’ye giderken gemilerden donanma halkı dahî çıkub şehir kapuları kapalu olmağın, hisar delüklerinden şehre girüp cem‘ıyyete dahîl oldular. Ba‘dehû Hâce evine varalum bu cem‘iyetten padişahı habîr eylesûn ve Ka‘be’ye gitmekden ferâğat itdürsün, deyu Hâcenin evine doğru cumhûr geldiklerinde, meğer Hâce Efendi şehnişinde oturup cumhûrun niye geldiklerin bilmez, ziyade havfinden firar eyledi.”

Hace Efendi ne için firar eylermiş! Hele bakın, sen o kadar mansıp veren padişahın için kullandığın tabirlere bak! Utanmaz mısın, baldırı çıplaklara, eline üç beş flori versen kilisede zangoçluk yapacak adamlara cumhur deyip durursun?

“Haşa efendim; kastım, kalabalığın ardındaki ittifakı teslimdir. Yoksa derintinin ben dahi şahidiyem.”

Tamam, tamam devam et bakalım…

“Cumhûr…”, kekeledi, değiştirdi; “Derinti kuru kalabalık yürüyüş ittiler, kapuyı yıkdılar, bî-nihaye esbâb hasârat olundı. Ba‘dehû dönüb Sadrazamın sarayına geldiler ki, varsun Padişaha bu cem‘iyyetin aslın bildirüp, Süleyman Ağanın katlini ferman buyurup Ka‘be’ye gitmekden ferâğat eylesun. Kaçan ki cem‘iyyet Sadrazamın sarayına geldiler, vezirin bilcümle tevâbi‘ı‘ ileru gelüp oklar pertâb idup birkaç âdemi katl eylediklerinde, cumhûrun ellerinde yât ve yarağ yok, buni makul gördiler ki varup Sipâhi Çarşusundan tîr ve keman ve seyf ve sinan alup cenk eyleyeler…”

Aman ya Rabbi! Bu hâl ne hâldir? Osmanlı neferi birbirini yesin olacak iş mi? Düşmana çalınacak, küffarı korkutacak tîr, keman ve seyfi tutup da efendisine çevirsin kul, olacak iş değil…”

“Ehl-i sûk karşı gelup reca ve temennâ eyleyup dükkânların yağmadan kurtardılar ve hem akşam yakın olmağın îlân-ı ğılâz ve şidâd ile yarın yine At Meydanı’nda cem‘ıyyet idelim deyu, perişan oldular.”

Osman’ım, o gece vazgeçmedi mi hacca gitmekten? Hâlâ ne diye kırdılar dindaşlarını?”

“Elbet malumunuzdur sultanım, bu cem‘ıyyetten birkaç gün evvel Es‘ad Efendi ve Sadrazam, Padişahı, Ka‘be’ye gitmekden ferâğat itdürmişler idi, meğer bir gice Padişah hazretleri âlem-i hâbda görür ki, taht-ı pâdişâhîde oturup elinde mushaf-ı şerif tilavet ederken, Fahr-i kâyinât Hazreti risalet penâhi -aleyhi’sselâm- zahir olup, Padişahın elinden mushafı alur ve tahtından aşağa indirür, Padişah Hân izzetine yüz sürmek istedikde cürete mecâl idemez, nasib olmaz, ol mahalde Padişah uyanup ve yarındâsi Hâceyi davet ider, rüyanın ta’birin istifsar eyledikde, Hâce Efendi tabir ider ki: ‘Padişahım evvel Ka‘be’ye gitmek murad-ı şerifiniz olup ba‘dehû ferâgat buyurdunuz, hususan ki Kelâm-ı İzzetde buyurılan ğazâ ve hacc-ı şeriftir. Kelâm-ı Şerifi okursız niçun fermân-i şerifiyle amel eylemessiz, mübarek elünüzden Mushaf-ı Şerif alunduğı budur, eger rüyanızda Hazretin mübarek kadem-i şerifine yüz sürmek olmadıysa an zamîmi’lkalb niyyet ilen, hacc-ı şerif müyesser oldukda ba‘dehû Hazretin ravza-i mutahharasına yüz sürersiz.’ Padişah bu tabirden ziyade safa edüp bu defa hacca gitmekde inadına musır oldı. Bir gün kendu imamını ba‘de’s-salâh davet idup, bu vâkı‘âyı söyler, İmam Efendi dir ki: ‘Fahru’ş-Şuyüh Üsküdârî Mahmud Efendi -kuddise sırruh- müstecâbü’d-da’ve dâînüzdür andan istifsar buyurun.’ dir.

Padişah dahî bu vâkı‘âyı tafsil üzre yazup Aziz’e gönderür. Aziz dahî tabir-i hâbda yazar ki: ‘Padişahım, Kelam-ı İzzet hükmü rabbanidir ve ana imtisal lazımdur. Ve iclâs buyurdukları taht ise cübbe-i vücûttur, bu vâkıa‘ ziyade muhavvef ve hatarnâkdır. Ya‘lemullah bu vâkı‘â-i hâilenin vukû‘ı tîz vakitte olur. Tevbe ve istiğfâr üzre olup, festeînû min ehli’l-kubûr fehvâsınca Hak Taâlâ Hazretinin evliya kullarının merâkıd-i şeriflerinden istimdâd talep buyurun. Mercûdur ki defi beliyyât ola. Padişah dahî Ebî Eyyûb Ensârî (r.a) ziyaretine gidüp, fukaraya tasadduk ve kurban içun sığır ve koyun cem‘ idup, Bostancılar, Edirnekapusı’nda ve Karagümrük’de araba sığırların cebren alub, üç bin akçelik çifte, bin akçe virup götürüb kurban ittiler. Ve muttasıl Üsküdar’a esbâblar taşınup göçmek sadedinde, bu esnada Şeyhülislam, Padişaha fetva gönderup: ‘Padişahların Ka‘be’ye gitmekliği farz değildir, adalet üzre reâyânın ahvâlin görmek evladur.’ didi. Padişah bu mazmundan gadabnâk olup, amel eylemedi.”

“Ben demiştim ona, dinlemedi beni. Türkmenden ordu kurmayı kafasına koyan padişah zevcesini de Türkmenden seçmişti. Şeyhülislam’ın kızını aldı. Teamülü çiğnedi. Hem padişahların koynuna aldığı herhangi bir cariye ne vakit çaşıtlara bilgi taşıdı ki şu sarayda? Ama işte bu sözde saf Türk kızı ne duyduysa efendisinden, taşıdı babacığına… Ya babası olacak şeyhülislam? O ne yaptı? Vesayetin değirmenine su taşıdı. Ocağa aktardı duyduklarını… Zaten öteden beri padişahın niyetlerini okuyan ocak, Genç Osman’ımın hacca gideceğini yahut Anadolu’daki isyanı bastırmak bahanesiyle yeni bir ordu kurma hevesinde olduğunu, yeniçeri ocağını tarumar edeceğini yayıp durdular kendi aralarında. Şüyuu vukuundan beterdir. Öyle de oldu. Sonunda bir deli kuyuya taş attı. Koyun sürüsü gibi herkes de ardından atladı.”

Hikâyenin bundan sonrasını biliyordum. Osman’ımın bütün fikirlerinin arkasındaydım ama onun bu fikirlerini hatunuyla paylaşması, hele hele satranç oyunundaki gibi yapacağı her hamleyi belli etmesi hoşuma gitmiyordu. Belki olayları önleyebilirdim ama içimden bir ses Osman’dan çok Murad’ımın selametiyle meşgul olmamı öğütlüyordu.

Tugi anlatıyordu ama benim aklım başka yerdeydi. Yüzüğüme bakıp bundan sonraki akıbeti yakalamaya çalışıyordum.

“Ba‘dehû meşâyıh-ı kiram ve ulemâ-yı ‘ızâmın ekseri haberler gönderüp men‘ itdiler, mecal olup Padişahı alı komak olmadı, bu hususta Sadrazam dahî ulema tarafında olup çok takayyud eyledi emmâ neylesun başı ve mansıbı korkusundan Hâceye ve Süleyman Ağaya mütâbe‘at eyledi.

Biz sözümüze gelelim; kaçan kim cumhûr, Sadrazamın ve Hâcenin evlerin basup, ğâret eyledikleri padişahın semı‘ne müna‘kıs oldı evvel ulemanın kibarın davet eyleyup: ‘Kulun muradı nedür?’ didi. Ulema bilittifak didiler ki: ‘Saâdetlü Padişahın Ka‘be’ye gitmesini istemeyüp, Dâru’s-Saâde Ağasını ve Hâce Efendiyi nefy-i beled eylesûn, dirler.’

Padişah buyurdu ki: ‘Ka‘be’ye gitmekden vaz geldim, ammâ istedükleri âdemleri şehirden sürmek değil, mansıblarından bile ref eylemek olmaz.’

Ba‘dehû ol gice cumhûr arasında bir söz peyda oldı ki, padişah cümle bağçelerde olan bostancıları ve iç halkın yaraklandurmış ve cepehâneden silahlandurmış ve on adet darb-zen getürmiş. Bir söz dahî bostancıların içinde şâyi‘ oldı ki, cümle donanmacı yeniçeriler kadırgalardan toplar ile derya tarafından Sarayı muhasara ve ihata ideler ve bâki cumhûr bab-ı hümâyûndan yürüyüş ideler. Bu sözden Bostancılara ziyade havf düşüp, hele yarındâsi, mâh-i Recebin sekizinci Pençşenbe güni idi, ale’s-seher cumhûr Odalar Meydanı’nda cem‘ olup ba‘dehû Ebü’l-Feth haremine varup her biri âlât-ı harb ve seyf ve sinan ile At Meydanı’na geldiklerinde, emr-i pâdişâhî ile Şeyhülislam ve İftihar u Âli Yasin Nakîbu’l-Eşraf Şerif Efendi iki Kadıasker ve kudvetülmüfessirîn Şeyh Ömer Efendi ve zübdetülvâizîn Şeyh Sivasi Efendi ve Şeyh İbrahim Efendi ve Şeyh Derviş Efendi ve Kadı-zâde Efendi bi’lkülliyye cumhûrun cem‘ıyyetine geldiler:

‘Gulüvv-i ‘âmdan muradınız nedür?’ didiler. Cumhûr dahî bi’l-ittifak: ‘Altı nefer kimesnenin katlin isterüz.’ deyu defter virdiler; biri Hâce efendi, biri Dâru’s-Saâde Ağası, biri Sadrazam, biri Kâim-i makâm Ahmed Paşa, biri Defterdar Bâki Paşa; Ahmed Paşayı istedüklerinden murad, Padişah seferde iken İstanbul’da kâim-i makâm idi, oturak ve korucıların ulûfesin eksik virdüginden taşlamışlar idi, ol mahalde Sekbânbaşı Nasuh Ağayı azledup, Kara Hasan Ağa sekbânbaşı olmuş idi, Padişah İstanbul’a geldikte Ahmed Paşa korucılardan şikâyet eyledi, Padişah bir uğurdan korucılık men‘olunsun dedikte, Yeniçeri Ağası Ali Ağa: ‘Padişahım, bir uğurdan olmaz tedriçle idelim.’ deyu iki bine yakın oturak ve korucının dirlikleri kat‘ olunmuş idi, Biz sözümüze gelelim; kaçan ki cumhûr bu zikrolulanların hakkında defter virdiklerinde, ulema ile Padişaha gönderdiler idi, padişah istedükleri âdemleri virmekte inad idicek, ulema ve meşâyıh cümle didiler ki: ‘Padişahım cumhûr eyu değildir, ecdâd-ı ‘ızâmın zamanlarında dahî ola gelmişdir, istedüklerin iderler, sonra güç olur.’ Padişah cevap eylediki: ‘Siz epsem olum anlar başsız askerdir tîz dağılurlar.’ Tekrar nasihat eylediklerinde gadaba gelup: ‘Anların tedarükleri görülmüştür, haklarından geldikten sonra, sizin dahî içunüzden haklarından gelecek malumumdur.’ Ulemâ-yı ‘ızâm padişah-i âl-î makamdan bu sözü işittikde, epsem olub taşra geldiler taşraya dahî çıkmağa komadiler, Padişahı dahî yalnız komayub şöyle durdıler. Bu taraftan cumhûr ulemânın gelüp haber getürmedügin görüp bildiler ki sözleri geçmedi, bilcümle bab-ı hümâyûna doğri yürüdiler, içerude bostancı ve iç halkı müheyyadur, toplar kurulmuşdur, deyu havflerinden. Ayasofya minarelerine âdemler çıkarup cânib-i Saraydan haraket olmaduğın bîlup, derhal tüfenklü yeniçeriyi önlerine ve sipâh ökselerinde yalın yarak, bab-ı hümâyûna geldiler, kapuyı âçuk gördiler kapucilerin bir kaçı didiler ki: ‘Kat‘â ğâfil olman, tedarük üzre gidin.’ Beş yüz kadar sipâhi ve yeniçeriyi ellerinde âlât-ı cenk ve tüfenk ile kapuda bekçi kodılar, andan odun anbarına girüp, ellerinde âlâtı olmayanlar odun alup, ikinci kapuya girüp, tekbir ve gülbank ile içeru girdiler, üç bölük oldılar, bir bölügi vüzerâ oturduğı kubbe önüne doğri gittiler, ve bir bölügi matbah önünde durdiler, bir bölügi tâ arz odası kapusına girup: ‘Padişahımızdan altı nefer kimseyi istedük cevap gelmedi, şer’ ile davamız ve elumizde fetvây-ı şerife vardur.’ deyu çok söylediler, asla cevap getürür yok, dahî içeru arz odasının önüne vardılar, birkaç hadimler karşu gelmek istedükte cüret edemediler, kaçan kim cumhûr hareme dâhil oldılar, bir sadâ peyda oldi ki: ‘Şer‘ ile Sultan Mustafa’yı isterüz.’ cümlenin dahî lisânına bu câri oldı, bazı zülüflü baltacılardan sordular ki, Sultan Mustafa kandedir? Asla cevap virmediklerinden içlerinden bir oğlan, cânib-i hareme işaret eyledi, bir kubbe gösterdi, cumhûrun içinden bazıları hezâr zor ve zahmet ile ol kubbenin üzerine çıktılar, zîrâ kapusı iç haremden idi, Sultan Mustafa’nın hizmetinde olan cevârînin bir âvaz-i hazin ile: ‘Sultan Mustafa bundadır!’ didikde derhal matbahdan baltalar ve kazmalar getürup kubbenin üzerinde kurşunları kesüp kubbeyi deldiler.”

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-605-121-990-5
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre