‘Her şey ne kadar da değişti’ gibi yaparken Değişmek arzusunu dile getiren arkadaş, Değişmek sence bu mu? Bir çoban bile daha iyi değişir senden Sürüyü otlatırken her gün farklı bakar mala, davara, Kır çiçeklerine de…
Köylülükten kurtulmanın yollarını gösteren Orta hâlli bir kasabanın orta hâlli yazarı, Bize şehrimizi anlatmıyor da, Şehrin kapılarını gecenin karanlığında istilacıya açanlar gibi Arkadan vuruyor kardeşini üç kuruşa.
Anamızın yüzü nasıl da benzerdi şehrimizin yüzüne?! Şehrimizi şimdi başka bir şeye benzetenler, Aslında anamızı belliyorlar sinsice… Anamızı ve doğal olarak kendi anasını da…
İki şey ancak ölümle unutulur diyordu Nâzım; İki şey: Anamızın yüzü ve şehrimizin yüzü… Bu gelen nasıl bir ölüm ki…
Bana yaz dedi Çağatay, on iki eylülü Ne yazayım, o zaman yazdım, başkaları gibi değil Şimdi değil otuz yıl sonra değil… O zaman… O zaman kaç kişiydik ki zâlimin karşısında susmayan?..
Şehir unuttu her şeyi, Şimdi dönüp başka şehir kuruyorlar, başka mâziler edinip ‘Zalimin karşısında susan dilsiz şeytandır!’ O yüzden tam 12 Eylül’de vurdum 12 eylülü. Kenan’a mektuplar döşendim uzun uzun. Hapislerinde yattım, kafeslerinde… Yazdım, söyledim, haykırdım, işkence gördüm, işsiz kaldım Nereden bileceksin?
Sen benim ne çektiğimi nereden bileceksin? Uzaktın ümmet kardeşliğinden… “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” bile diyemezdin delikanlıca. Kaç yıl geçmiş; otuz mu, kırk mı? Hâlâ karşıma çıkar durur her adımımda gençliğim Geri dönüp duruyor yankıları sesimin… Karşımda kendim… Yirmili yaşlardaki kendim… O yüzden atamam yanlış bir adım, yanlış, yeni, değişmiş…
Çok fırsatlar çıktı, başka şehirlerde çok anahtarlar… Fakat yirmili yaşlardaki kendim, yirmili yaşlardaki kendim Mesuliyet, sadakat, samimiyet, hürmetfve aşkın fikri “Bizi kullanmışlar.” diyenlere inat Elma yüzlü yirmili yaş yüzünden ka-ça-maz!
Ben korkmadım ki hiç… Onlar korktular. Korkuları postallarından belliydi. Başları olmayan, apoletleri olan Yüzleri, gözleri, kalpleri olmayan, miğferleri olan Tertemiz üniformaları bir de… Omuzları vardı, miğferleri vardı, postalları vardı Ama başları yoktu… Gözlerinden mi anladım? Başı olmayanın gözü mü olur? Ama bildim korktular benden… “Korku postaldan belli olur mu?” “Oluyor işte.”, korkuyorlardı…
Kaç yıl geçmiş Çağatay dostum, hesap kitap ettin mi? Kim derse ki “kullandılar” bil ki, bugün de kullanılıyor o İnsan bir kere kullanılmaya görsün Çağatay, Bir kere kullanılmaya görsün…
Korkup kaçanı tanırım ben Sesinden tanırım, postalından tanıdığım gibi Tanırım milletine sırtını döneni, şehrini kirleteni Anasını satanları…
Şu dünyada üç şey vardır yenilir: Biri elma, biri ayva, biri nar Öyle ya ardından belli yâr diyeceği… Muz diyebilmek için bütün bunlar dostum. Anlayacağın değişen bir şey var; yâr… Ben biliyordum böyle olacağını… Kızların isimlerinin değişeceğini: “Elif, Döne, Emine… Yaylada pınarsınız, bereket siz varsınız.” Karakoç’un Mihriban’ı da hayal, Akbaş’ın kızları da…
Ayrılık hep masamın üstündeydi, yapamadım. Hep masamın üstündeydi, izmaritlerdeydi… Ayrılık çöplükleri ayıklayan, didikleyen, Yahut kim kemik verirse bir parça Ona koşan başıboş itlerdeydi.
Düşmanı ilk görüp de haber verememenin acısını duyuyorum
Ne kadar turuncu bakıyor minareleri camilerin Ne kadar ölçüsüz, hadnaşinas, sipsivri Neden üç şerefeli yaparlar, dört minareli Kubbesi tabak kadar mahalle camilerini? Görmezler mi ecdâdın merhamet kokan camilerini?
Ben ne anlatıyorum, onlar ne anlıyor? Özgürlük sanıyorlar esaretlerini. Beni atın o hâlde ırmaklardan birine! Belki biri çekip çıkarır ileride… Ne balığa benzerim ne ayakkabı eskisine. Atlantik’in sularına erişmek istiyor ırmaklar… Atlantik’in suları çalkanıyor. Hırıltısı, hışırtısı, kızıltısı derinlerin…
Atlantik’in suları çalkanıyor. Kendimi gördüm suyun dibinde; Elma yüzümü gördüm kırk yıl evvelinin, Kendimi gördüm bir elma gibi yüzü, Atlantik’in dibinde.
Gündüzü mü kovalıyorum, geceyi mi? Atlantik’in altında işim ne? 12 Eylül’de bıraktım her şeyimi… Martıların ürkütücü sesini duyuyorum. İstanbul’un saadetini anlatıyorlar;
Atlantik’in dibinde İstanbul’u dinliyorum. Yeni istilacılarına ne kadar da hürmetkâr; Yaşasın bunlar ne kadar da demokrat! Alacaklar postalların çiğnediği kaldırımlardan İntikamlarını…
“Geç oldu biliyorum.” diyor Üsküdar’daki kardeş “Sen ki mağduruydun değil mi Eylüllerin?” Hayır diyorum, gak gak ediyorum, vak vak ediyorum Kimse beni edemez mağdur! Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim… Mavidir tozlarım, mavi nurdan bir ırmak gibi uçuşur. Medeniyet dirilişçiliğinin intikamla işi yok! Unuttun mu Topçu’nun söylediğini def’aten? “Hiç olur mu bir arada dinle kin?” Leküm diniküm veliye din.
Gölgeler gördüm bugün Âşina gölgeler Yıllar öncesinden bakar gibiydiler
Gölgeler kovalıyor gölgemi Gölgeler gölgeme vuruyorlar Siyah fon kâğıdına yazı yazıyor Siyah adamların tuttuğu siyah kalemler Siyah mürekkepli
Gölgeler gölgemden korkuyorlar Dağları gögede bırakan gölgeler Gözyaşının bile gölgesi var Ki hayatın tek kıymet-i harbiyesi Gölgeme düşüyorlar Gölgemi eziyor gözyaşları
Neşeden kedere, yeisten ümide kadar Uzayıp giden meçhul ve âşikâr ve ne kadar mücerret ve müşahhas şeyler varsa hepsinin bir damla ifadesi gözyaşlarının da gölgesi var
Pamuktan hafif bulutların bile gölgesi sert kayalar olabilir Sert kayaların gölgesi ıpılık bir göldür bazen En korkusuzların gölgeleri bir mum aleviyle kaçışırlar oraya buraya
Beton duvarların gölgesi gölgemi yok ettiler Gece de onları yok etti
Musikinin gölgesi hakikatte şiirdir Ama bir türlü notaya dökülmez Ruhumda kaynayan nâmeler
Hayatın gölgesi kapkaranlık ediverir mısraları
Kaderini vaktin emrine terk etmiş gölgem Sonsuzluğa erişir gecede İlk ve son ışıklarda uzar ipince
Sonsuzluktan çekip çıkarıldım Mesafem kısaldı Tek boyutum vardı-binbir boyutta Şaşakaldım Gün ışığında
İpliğini mumlar saraç Düğümünü atar cellad Bakracını atar cadı Yıldız gölgeleriyle dolu kuyuya Damarı titretir kan Ruh devşirir can bulur vücud Damarı eritir kan Ruh çekilir çürür vücud Güneşi gölgeler mi bulut Gölgeleeeer Güneşi öldürür mü bulut Öldürürse kul Tanrı’sını Öldürür güneşi bulut
Ve sineğin gölgesi Nemrut’un kendisini Şiirin gölgesi şairi devirdi Toprağa uzandılar Gölgelenip asıllar Zaman “an”da noktalandı Kabına sığmayan zaman Bulut bulut akıp gitti Gayrilendi mevcudat
Siz beni ne anlarsınız Saatin tik-takı peryodlu çalar Şairden tik-tak mısralar beklersiniz zaman akıp gider korkarız saniyelerin işleyişinden Oysa saatlerin farkında değilizdir
Yıllar geçer de an gelir İşte o an geçmez vakit Bir ömür yaşanır bir günde
gecenin yarısını geçmişim bekçi düdükleri ve gecenin yankısı kulaklarımda bir ağrı tepemde dolaşan bir sineğin vızıltısı yorgun parmakların çıtırtısı sonra kâğıt hışırtıları
Dizginle! diye bir ses otoriter der Hizaya sok satırlarını duygularını Ben parantez içlerinde tutuklu düşüncelerle varım
Bir şiirlik hürriyetim kaldı Alın onu da benden kalıplarınızda dondurun Ne gecenin sesleri Ne bendeki gölgeler Sabahsız uykularıma dalmak istiyorum
Döner zeybeğin mor cepkeni Döner de döner hey Döner kürsüleri mahkemelerin Döner de döner hey Durdu sanılan devran durmaz Döner de döner hey Dönmemek üzre çıkan kervanlar gider ve Döner de döner hey Demir döner, su döner, un döner, yıldız döner Döner de döner hey Baş döner, ayak döner, yürek döner Döner de döner hey Bir dönülmez yolda gideriz düşe kalka Herşey döner durur döner durur Aşağıda Yukarıda Önümüzde Arkamızda Ve yanlarda ne varsa
Döner zeybeğin mor cepkeni Döner zeybeğin mor cepkenindeki kalemler Koyun cebindeki kâğıtlar, üstündeki yazılar Döner zeybeğin belindeki kılıçlar Başı döner zeybeğin, ayağı döner Yüreği döner
Okudum saman kâğıdı üzerindeki el yazması dersimi Çarpıldım, sendeledim Yıkıldım her cümlesinden Anladım neden kabul edilmediğimi divanına Nasıl anlamak istediysem eskiden Geç kalışın ağır hükmü uygulanacaktı gayrı Artık duraklarda beklemenin faydası yok Yayan uzanacağım yollarca Tırnaklarımla arşınlayacağım eğrileri Eğrileri ve dimdikleri -tırnaklarım sökülünceye Acılı ruhum acıya doyuncaya dek çile çekecek Ömür boyu yaram yaralar yeşertecek Buğulu gözlerle bakacağım evrene Her şey körlüğümce karanlık görünecek O’ndan duymak hem iyi, hem kötü Anladığını anlamak iyi Anladığını anlamak geç, kötü
Muhip acı çekerken hüznün harabe cennetinde Mürşid ilkeli ve vakur, gerçeği biliyor gibi Ya o ben Ne uyuyabilmektedir savaştan Ne okuyabilmektedir ocak ateşinden Savaş sanki ebedî Ve ocak sönmede sanki -ah bir herkes gibi olabilseydim Eşyanın parlaklığınca eşya Hayatın doyumsuzluğuyla cıvıl cıvıl Koskoca bir denizin dalgaları arasında
Bir aşk böceği gibi Doğum ile ölüm arası bir nefestir hayat Hayat ve görünen-duyulan her şey ikisi arası Evrenin bu bir kısa anı için Saadetin kadehini kaldırmak için Sonluluğumla bağlansam sonlu olana Ah bir olabilse Hiçbir duygu ulaşmasa hedefine
Her şey yarı yolda kalsa Ve gülsem küllere tomurcuk tomurcuk Kahkahalar patlatsam sonra suratına sahtekârların Bütün maskelerimi takınarak
-Yeter artık, yeter bu kadar Bu denli ağlattığın kader Benim de bir mutluluk güneşim olmasın mı idi Gözyaşlarımı silecek bir el Gölgesinde oturacağım bir ağaç Yakıcı güneşe perde olabilecek bir bulut Çok mu bana
Kadere başkaldırış bile kadere bir nevi bağlanıştır
Hayır, isyan sayfalarımı yırttım İsyan değil, inkâr değil ama Yazılana bir hırçınlık belki Çeperleri kırma isteği Hokkabaz, yapma bir bebek eli uzatmış Kırık bir el
Gökten uzanmış güya İstemiyorum artık Sevgiler ve nefretler iç içe Geçtiğimiz yollarda geriye dönüş yok Ara sıra hissedilen bir sızı kalmış yalnız Güneşin batma isteyişindeki uzun sabırsızlık örneği Bir geç kalış hikâyesidir yaşanan Güneş yerine ufukta görünen Gözyaşı ve kan okyanusudur şimdi
Eskiden güneşin batmasını isterdim Gecenin gelmesini hep Karanlık bastırsın her yanı Her şey sihrine bürünsün sonsuzluğun İsterdim ki ay bulutların ardında kalsın Kaynasın kara atlas neşeli kızlarla Işıltılarında belirlensin mesafeler
ÖTELER SEMBOLLER TAKINSIN RÜYALAR SABIR TAŞI OLABİLEN TAŞ SABRIYLA BEKLEYEBİLECEK OLAN SEVGİLİYE KASİDELER SÖYLESİN
Ve gerçek neyse öyle mantıklı Öyle vakur ve somut Zulmü yeşertsin
Dönüşü olmayan yollar bilirim Gemilerimi yaktığım zamanlar oldu Bazen hedefi 12’den vurdum Vurulmam gerektiğinde açtım göğsümü Tam hedef oldum arpacıklar için Namlulara umarsız baktığım oldu İki kaşımın ortasından
Ama bu sefer farklı Bu girdiğim yolda yaşamak artık bir dönüş sanki Dönüşü olmayan bir yol Vaktin geç olduğu bir zaman Ki artık ümit kalmamıştır yeşerecek Yeşertilecek
Sonlu olanın kendi elleriyle hazırlanan Aciz fakat kahramanca denilen bir başkaldırış sahnesi
Tekrarlanan bir dram nasıl komedi olursa Öylesine güldürsün herkesi Palyaçonun ölümü Herkes olmayanlar ağlasın yalnızca -Güçlü bir dram her an ağlatır Ölümsüzleşir mazlumların kahramanlıkları Fatihlerin fetih destanları unutulmaz Tekerrür bile olsa-
O gün gelse yine gözbebeklerinde boğulsam O gün gelse atsız pusatsız koştursam yeniden Yatsı sonu vakitlerinde seni koynuma alsam Kucak dolusu ülkülerimiz olsa yeniden
Sabaha nurtopu gibi çocuklarımız olsa İkindi vakitlerini yaşasalar erkenden Akşam bütün hüznüyle fakir soframıza dolsa Bütün hüznüyle sevmek yatağına çekilirken
O gün gelse ve ben eritsem buz tutmuş bir kalbi Aşk mağlubu kahraman soyunsa korkularından Bir evcik bulsam ki ben nice sarayların sahibi Bir sığınak, aşkın o harç tutmaz tuğlalarından
O gün gelse, evet o gün gelse de diyorum Dağ başlarında yine pembe dumanlar yer etse Bütün zamanlara hakkımı helal ediyorum
Yer beton, emirler beton, ekmek de öyle Şefkat lugatlerden silinmiş gibidir
Manasız komutların ardından süngülendim Karşı duramam ölmeye Ama bu el, bu beni vuran el Elin değil ki
İÇERDE 2
Bu yükü ne vakit yüklendim söyleyin Söyleyin bu yarayı kim açtı kalbe Bu perişan hâlimi ona demeyin Bu yağmur böyle tesir etmezdi Dalgalar böyle vurmazdı sahillere
Hani duvarlar üstüne üstüne gelir Ruhunda kafesten bir kuş uçar gibi olur ya Akşam biner ya gün aydınlığının üstüne Ey gönül, bu kederi nereden kaptın Baktığım yerlere bulanan bu duman nereden
İÇERDE – DIŞARDA
Yapılacak işler mi var Çözülmemiş düğümler mi Bu sevdâya gönlümüz dar Bizi beklemeyin şimdi
Çağırdınız gittik geldik Ölüm tattık hayat boyu İstediniz hep biz verdik Arzunuz bir dipsiz kuyu
Avuçtaki şiş inmedi Hatırdadır olan biten Gözlerimde yaş dinmedi Batırdınız güle diken
Artık beklemeyin bizi Hiç gelmeyiz yolunuza Suçlarınız dizi dizi Nişan taktık kolunuza
Elleriniz elleriniz Copa benzer elleriniz Belli ki kuvvetlisiniz
Biz olmadan da varsınız Vatanı koruyasınız
DIŞARDA
Şiir gibi bir yalnızlıktır Çektiğim Bir sigara dumanında toplarım Mısralarımı Ve onların kaderi nefesimle Uçar gider Hayattan ne aldığımı bilirim Ne verdiğimi Can sıkıntısı sarmış benliğimi Artık abestir her şey Her şey ve aşk Şimdi yoluma topuk sürür giderim Bilmem nereyedir
TUTUKLULUĞUN 146. GÜNÜ EVE MEKTUP
Yağmur çiseliyor dışarıda Mazgal deliklerinden görüyorum Oh… Hayat hâlâ güzel Ve ümit ne tükenmez rahmet Yağmur göklerin toprağa muhabbeti Düşen damlalarca seviyorum Evdekileri
Bir serçecik Cik cik Şarkısını söyleyecek Bıraksalar Hürriyetin Tam şuramda Kafes içinde Bir serçecik
Yağmur yağıyor üşüyorum Tam şuramda Kafes içinde Bir sıcaklık duyuyorum
Bozkır kültürüme uymayan şeyler söylüyorum Artık söylemeliyim “Seviyorum” Damlalarca seviyorum yağmurlarca Yüreğim o damlalar kadar atıyor O damlalar kadar varım Sonsuzu tutuklamış, sonsuza tutuklu Sevginizle ayaktayım
İşte bir ziyası süzülüp gelmiş güneşin Dün gece ise bir yıldızla konuştum Ve ayın hilal şeklinde olduğu Görüş günlerini bilirim Yaslanmak niye Siz orada varsınız ben burada Varlığımız sevgimizle
Varsın çatık kaşlı duvarlar kaplasın her yanımı Varsın beyazlarla karalar karışsın birbirine Yeşermesin varsın başaklar ayrık otları arasından Kim kapatabilir yüreğimi size, sonsuza Yüreğimi kim mahkûm edebilir Yüreğim evren kadar büyük Bir o kadar sevginizle ayakta
Küçüktüm Ellerim kocaman görünürdü gözlerime Küçüktüm Annemin kucağını anca doldururdum
Annemin çilesi dudaklarımda bir tad Emeğin şarkısı – annemin ninnisi Kolay vazgeçmemişim anne sütünden
Gözleri güzeldi annemin Farkına varamamışım bunca senedir Farkına varamamışım bunca kırışıklığın Ve yaşlandığını annemin
Anne Bilirsin ne ayrılıklarda Bir satır mektubu esirgedim senden Uzanıp ne mısralar indirdim mâveradan Sundum buse buse sevgili gözlerine
Ben bunalmış sıkkın Hayata öyle ürkek baktığım gecelerde Nefesinle yıkanırdım Rüzgâra verip yüzümü Hayır dualarını fısıldardı melekler Omuz başlarımdan
Beni çiğnerken zorbalar Acısını sen duyardın Yüz geri edildiğim aşklardan Senin bağrın yanardı
Büyük işler başarmaktan döndüğüm O gece yarılarında Yıldızlar uykuya dalardı bulut artlarında Sen uyumazdın
Küçülsem küçülsem de anne Yeniden alır mı kucağın beni Kucağında uyusam Vatan diye kucağını bilsem Sen ölmeden ben ölsem
KADER
Her gece yıldızların ardından seni görürüm Kaçarım mazgallardan ranzama seni görürüm
Yirmi beş adımdır avlumuz duvardan duvara Her adımımda hep seni, hep seni düşünürüm
Bir yerlerde olduğunu bilmek yeter bana Sen olmasan ey kalem-i kudret mutlak ölürüm18
Evvel çizilmiş düz bir çizgidir yaşanan hayat Kıvrımlarını böyle gecelerde ben görürüm
E Mİ
Şafak sökerken sen yanımda ol Hem şafak sökerken hem gün batarken Saçların boynuma dolansın e mi Soluğunu hissedeyim bir de
Ellerin arasın ellerimi Gözlerin bir de Ellerim neden soğuk anla Ve gözlerimde bu hüzün niye
Sonra güzel sözler söyle bana Güzel bildiğin her şeyi Ve ben göğsüne yaslanıp ağlıyayım Sen de ağlar gibi yap
Yan yana oturup çimenler üstünde Uzakta bir yere beraber bakalım Yahut yan yana uzanıp sırtüstü Göğümüzde bir yıldız arayalım
AKADEMİLİ
Sen güzeldin Senin kadar Bu şehir de küçük ve güzeldi Akademiyi bitirdin sonra Bu şehirde de nice akademiler açıldı Sonra büyüdün, büyüdün Önce bakışların değişti, tavrın Sonra sözlerin, her şeyin de Makyaj takımı edindin, tuvalet masası filan Çoğaldı taklavatın, kırışıklığın Bir gün hepten kayboldu güzelliğin Bu şehrin de
Bir kız ağlıyordu bir tavan arasında Bin hıçkırık koptu bulutlar arkasında İri ayaklarıyla bir küçük böcek Daha küçük bir böceği parçalıyordu
Solgun yüzlü bir genç bir avuç kanını Ufuk çizgisine fırlatıyordu Kimse görmüyordu, kimse bilmiyordu Bir devran kan kırmızı dönüyordu
Bir yürek bir fuarda sergileniyor Nikotinsiz bir göğüs nefes alamıyordu Kalın dudaklı takma kirpikli kadınlar Pazarlıksız bir emekle pazarlık ediyordu
Işıksız, kitap kokan odalarda Bir düşünce mahpusluğunu hürriyet sanıyordu Bir âşık düşünce gibi yaşıyor Bir kız bir tavan arasında ağlıyordu
1.“Doğuş Edebiyat”ta 1982’de yayımlandı. Arakesitin ardından… Beton kafes, Mamak Askerî Cezaevi ve A Blok içindeki kafes… Dokuzyüzelliyedi doğumlu tutukluların oranı diğerlerinden daha fazla… “Eylül Seneleri” 12 Eylül 1980 İhtilali ile birlikte yaşanan arakesit iklimini anlatıyor. Eylül ki hazan mevsimi artık birkaç seneyi kuşatmıştır. 80 sonrası hep Eylül’dür.
2.“Gölgeler 1”, Atatürk Site Yurdu’ndaki odamızda yazıldı. O oda, üç yataklı bir oda idi. Gecenin bir vaktinde girdiğimiz ve yataklardan boş bulduğumuza ceset hâline gelmiş bedenimizi bıraktığımız bir yurt odası… Bazen Burhan, bazen Naci, bazen Mümtaz’er, bazen Haşim ya da genel merkezden başka bir arkadaş sızmıştır diğer yataklarda… Gecenin bir vaktinde uyandığında yahut sabah ezanında Burhan’ın dürtmeleriyle gözlerini açtığında göreceğin gölgeler hakkındadır…
3.“Gölgeler 2”, Yüksek Öğretmen Yurdu’ndaki odada yazıldı. Kül tablaları, sigara dumanları, kitap kokuları, genç dimağımızdan salınan kavramlar arasında bir yanda mücadele trafiği, toprağa verdiklerimiz, topraktan katılanlarla diğer yanda henüz yirmili yaş başlarının kavramsal inşası… İkisi de “Nizam-ı Alem”de yayımlandı; Derviş Edip müstearıyla…
4.12 Eylül öncesi atmosferini yansıtan bu şiirin, müsvedde hâlinde dururken farkına varıldı. “Kardeş Kalemler”in 2009 yılındaki sayılarından birinde yayımlandı.
5.Muhtemelen edebiyat dergileriyle ilk karşılaşma yıllarında yazıldı. Şair ağabeylerden alınan birtakım öğütlere karşılık gelen düşünceleri kapsıyor. Aslında kendine mahsus oluşun ilk kıvılcımları…
6.Muhatabımızın N. Kemal Zeybek olduğu anlaşılıyor hemencecik… Muhtemelen 1988 sularıdır. Zeybek, kültür bakanı olmuş. ANAP’ta siyasi hayatını sürdürmektedir. Kenan Evren’le aynı sahneyi paylaşmaktadır. Yoksa daha önce mi yazıldı? Mesela, Avukatlar Bürosu’nda Alparslan Türkeş’in de bulunduğu son toplantı sonrasında… Hasan Celal mi Ayvaz Gökdemir mi daha milliyetçi? Ara seçimde Gaziantep’te hangisi için çalışmalı? Artık ceketlerimiz ve koyun cebindeki kâğıtların üzerindeki isimler değişmiştir. Yeni dostlar, yeni çevreler… Ama mahkeme sıraları aklımızdan bir türlü çıkmaz… Anılar… Kervanlar ve devranlar…
7.12 Eylül öncesi (1978) çıkardığımız “Divan” dergisinin ilk sayısında Derviş Edip müstearıyla yayımlandı. Bir genç niçin intiharı düşünür? Veyl mağluplara! Fatih olabilmenin yolu ne? Tirajik bir aşkın üçüncü, hayır dördüncü şahsın sahneye girmesiyle trajikomik hâle gelmesi…
8.Mamak Askeri Cezaevi, A, B, C, D ve E bloklarından oluşuyordu. Hepsinin kendi içinde numaralandırmaları vardı; 1,2,3,4… A Blok 2. Koğuş veya B Blok 9. Koğuş… Fakat C Blok daha hafif suçlular için… C1, C2 diye gidiyor. D Blok ise D1, D2, D3 gibi geniş arazi üzerinde prefabrik binalardan oluşuyor. D1 kendi içinde üç ayrı koğuşa sahip: D1-1, D1-2, D1-3. D2 ve D3 de öyle… Kare biçiminde bir meydan dört tarafında prefabrik binalar… Üçü koğuşlar… Biri idare binası… Hapishanenin giriş çıkışı bu idare binasından yapılıyor. A ve B bloklarında zula ve şahsi kutular olması imkânsız ilk zamanlar; D bloklarında buna imkân var. Ve buralar açık olduğundan Samsun yolu üzerinde seyir hâlindeki özellikle ağır vasıtaların -otobüslerin- tekerlek ve motor seslerini sessiz bir gecede duyabilirsiniz. Şahsi kutulardaki bisküviler biraz daha serbestleşmenin emaresi… Zulada kim bilir kimlerin resimleri var? Anne, kardeş, sevgili…
9.Mamak Askeri Cezaevi, A, B, C, D ve E bloklarından oluşuyordu. Hepsinin kendi içinde numaralandırmaları vardı; 1,2,3,4… A Blok 2. Koğuş veya B Blok 9. Koğuş… Fakat C Blok daha hafif suçlular için… C1, C2 diye gidiyor. D Blok ise D1, D2, D3 gibi geniş arazi üzerinde prefabrik binalardan oluşuyor. D1 kendi içinde üç ayrı koğuşa sahip: D1-1, D1-2, D1-3. D2 ve D3 de öyle… Kare biçiminde bir meydan dört tarafında prefabrik binalar… Üçü koğuşlar… Biri idare binası… Hapishanenin giriş çıkışı bu idare binasından yapılıyor. A ve B bloklarında zula ve şahsi kutular olması imkânsız ilk zamanlar; D bloklarında buna imkân var. Ve buralar açık olduğundan Samsun yolu üzerinde seyir hâlindeki özellikle ağır vasıtaların -otobüslerin- tekerlek ve motor seslerini sessiz bir gecede duyabilirsiniz. Şahsi kutulardaki bisküviler biraz daha serbestleşmenin emaresi… Zulada kim bilir kimlerin resimleri var? Anne, kardeş, sevgili…
10.Mustafa Pehlivanoğlu’nun idam edildiği gece yazıldı.
11.“Doğuş Edebiyat” dergisinde yayımlandı. 12 Eylül sonrası… Yürekler inkılap(!) ardından şaşkın, ürkek, şüpheci, şüpheli… “Doğuş”ta zaman zaman sohbet ediyoruz. Ama bir şey kopmuş… Bir şey… Ne o?
12.Nerede yayımlandı, unuttum. Bu da Eylül şiirlerinden biri… İkindi bir şifre… Akşam, yani kıyametimiz yakındır ve biz derin sohbeti onda ederiz. Günümüzdür ikindi, yaşadığımızdır. Hüzün, aşk ve sanki evlilik mevzubahis… Oysa baştan aşağı dava şiiri… Tükenmeye yüz tutan davanın dirilişi ümidi…
13.Mapushaneden çıkınca yazıldı. Naci’ye ithaf olundu. Aynı koğuşu paylaştık uzunca bir müddet. Naci “Yıldızlar” şiirini yazmıştı sevgilisine… Zulada fotoğraf saklayan kimler yoktu ki?.. B Blok 7. Koğuş’tan bir arkadaşın da iki fotoğrafı vardı zulasında… Biri sevgili karısı -ki yeni evlenmişti- diğeri kamyonu… O kamyon şoförünün ne kadar da naif bir kalbi vardı…
14.“İçerde”, “İçerde – Dışarda”, “Dışarda” bu sürecin -Eylül süreci- şiirleri… Kuş kafesten çıkmıştır ama nereye gideceğini bilmiyor…
16.Mamak 1982. İki yıla yaklaşan süre içinde, gelmediği görüş günü yok. Karda kışta, ayazda, temmuzun sıcağında zorla okutulan İstiklal Marşlarından sonra yüzünü tel kafeslerin ve kirli kalın camların arkasından seçmeye çalıştığım annem için…
17.İstanbul’a tayin olmuştuk. Yıl 1968. 68 kuşağında ilkokul sıralarındayım. Kadıköy Ziverbey’de evimiz. Sabah vakti. Dört bir yandan sabah ezanı duyuluyor. Gurbetteki çocuk, elemle uyanıyor. Annesi de… Onun kucağında ezanı dinliyorum. Erzincan’dan İstanbul’a gelmiş ve koca şehre alışmaya çalışan küçük kalp titriyor…
18.Yahya Kemal şöyle dua ederdi: “Allah’ım bana söz kudreti ver!” Kudretin kalemi olduğu içindir ki mazlum olmanın dayanılabilir ağırlığına katlanabiliyoruz. Mapusane! Her taraf duvar. Sadece yukarıdaki gökyüzü sonsuzluğu hatırlatıyor. Avlu yirmi beş adım tamı tamına…
19.“Doğuş” 83… Nihat Genç’le bir yayınevi kurmuştuk. Kitapçı dükkânımız da var… Kitap satıyorduk. Fuara katıldık. Zarar ettik. Bizi icraya verdiler. Işıksız kitap kokan odalarda hürriyetimizi yaşıyorduk. En azından içeride değildik. Şiirdeki “bir” ne kadar da çok… Sonraları Atatürk Kültür Merkezi’nin başkanı olan Prof. Dr. Sadık Kemal Tural, dergimiz müdavimlerinden. Ne kadar da şenlikliydi eskiden… Oturmuş “bir”leri saymış… Ne anlattığımı hiç kimse anlamadı…