Kitabı oku: «Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı», sayfa 4
Vlad, üçer beşer yüz kişilik müfrezelerinin iz bırakmadan kayboluşlarındaki sırrı nihayet anladı. Onlar, şurada, burada pusu kurmak veya gözcülük etmek vazifesiyle ordudan ayrılır ayrılmaz dağılıyorlardı, gerilere çekilip saklanıyorlardı. Bir kısmı da Moldavya’yı boylamıştı. Vlad, ordunun sayı dolgunluğunu eriten bu hâli anlar anlamaz çetecilikten vazgeçti, birkaç yüz Ulah’ı kazıklatarak kaçma düşüncesini şöyle böyle köstekledikten sonra bütün askeriyle sağlam bir yer tuttu, Türkleri beklemeye koyuldu. Fakat bir gözü önde ise bir gözü arkadaydı. Durduğu yerde kalabilmesi, Macaristan’dan ordular gelebileceğini ummakla mümkün olabiliyordu.
Bununla beraber Türklerin hareketsiz duruşları, hele akıncıların Tuna’yı aşmayışları onun kafasında kargaşalık yaratmaktan geri kalmıyordu. On binlerce yıldırımın bir su kıyısında kümelenip duruşunda tabiata aykırı düşen bir biçim vardı. Yıldırımın şanı yürümek, Türk’ün de şanı ileri atılmaktı. Hâlbuki Tuna kenarındaki ordu ve akıncı fırkaları günler geçtiği hâlde harekete geçmiyorlardı.
Vlad’ın hiçbir sebebe bağlayamadığı bu hareketsizlik Fatih Sultan Mehmet’in emrinden ileri gelme bir durumdu. O, Karadeniz yoluyla Tuna’ya girip Vidin’e kadar çıktıktan sonra birdenbire bir fikre saplanıp kalmıştı: Küçük akıncıyı buldurmak!.. Onun Eflak üzerine yapılacak akınlar sırasında bir kazaya uğramasından, bu suretle de Şehzade Davut işini başaracak en yarar bir elin kaybolmasından korkuyordu. Çocuğun Vlad’a karşı beslediği derin hıncı bildiği için akın sırasında delice davranacağına, hayatını daldan budaktan sakınmayacağına şüphe etmiyordu. Onun için hem küçük akıncıyı kızdırmayacak hem de onu koruyacak bir yol aramıştı, bulmuştu. Bu, Kara Murat’ın kardeşini Eflak’a yürüyüş günlerinde yanında bulundurmaktan ibaretti. Bu düşünce ile de akıncıların ayrıca yürüyüşe geçmemelerine, ordu ile birlikte hareket etmelerine emir vermişti.
İşte ordunun, akıncıların Tuna kıyısında beklemeleri bu emir yüzündendi. Küçük Mustafa’nın bir türlü bulunmaması da hareketi geciktiriyordu. Fatih bu genç akıncının mutlaka bulunmasını istiyordu. Hâlbuki Kara Murat’ın yiğit kardeşi ortada yoktu.
Ne Turhan oğlu Ömer’in, ne Evranos oğlu Ahmet’in, ne Mihal oğlu Ali’nin, ne Malkoç oğlu Bali’nin fırkaları içinde Mustafa bulunamamıştı. Onu zaten Bali Bey’in akıncıları tanıyorlardı, öbür akıncılar Kara Murat adını saygı ile anar olmakla beraber kardeşini görmüş değillerdi.
Koca bir ordu, koca bir akıncı kümesi, küçük bir adamın bulunmaması yüzünden günlerce hareketsiz kalamazdı. Bu, karşıdaki düşmanı kuvvetlendirecek bir tedbirsizlik demekti. Lakin Fatih, açık veya kapalı yapılagelen ihtarlara karşı da çocuğu aratmaktan, orduyu da hareketsiz bırakmaktan vazgeçmiyordu. Çünkü daha İstanbul’da iken Macaristan yoluyla Yaksiç’ten bir mektup almıştı, bu delikanlının tam yerinde Voyvoda Vlad’a ihanet edeceğini öğrenmişti. Bundan dolayı da Eflak topraklarında yapılacak korunma hazırlıklarına değer vermiyordu.
Bir hayli böyle geçti, küçük Mustafa bulunamadı, Fatih de bir perşembe günü gün doğar doğmaz bütün ordunun Tuna’yı aşmasına emir vermek zorunda kaldı. Akıncılar, gene birlikte hareket edeceklerdi, sağ ve sol yanlarda yürüyeceklerdi.
Bu emir, bir salı akşamı verilmişti, çarşamba günü silahlar yeni baştan bilendi, atlar güzelce tımar edildi, yeniçeri ve sipahi çadırlarında başlayacak savaş şerefine eğlenceler yapıldı, akıncılar tarafından at ve mızrak oyunları gösterildi ve perşembe gecesi tatlı rüyalar içinde geçirildi.
O gün tan yeri ağarırken bütün ordu ayakta idi. Güneşle beraber Tuna kıyısında heyecanlı bir âlem doğuyordu. On binlerce akıncı at sırtında bu büyük suyu geçmeye hazırlanmıştı. Yüzme zevkini sezen hayvanlar şen şen kişniyorlardı. Kulaklarını dikerek ve kuyruklarını sallayarak Tuna’ya atılmak emrini bekliyorlardı. Büyük bir köprü, yaya askerle topların geçmesi için göğsünü açmıştı, suyun üzerinde neşeli bir yüzle uzanıp duruyordu.
Sadrazam Mahmut Paşa da hünkâr da erkenden otaklarından çıkmışlardı, at üstünde bu geçişi seyre gelmişlerdi. Çünkü sahne, pek seyrek görülen bir manzaraydı. On binlerle alemcinin at sırtında büyük bir suyu aşması her gün veya her yıl görülebilen bir şey değildi. Bunda, bu geçişte dalgayı at ayağına çiğneten Türk gücünün göz kamaştırıcı ululuğu, yüceliği vardı. Bütün ordu gibi vezirle hünkâr da bu ululuğun, büyük bir nehir üzerinden silaha bürünerek akışını görmek istiyorlardı.
Akıncıların o devirdeki başbuğları, o ünlü beyler atbaşı beraber hünkârın yanına gelerek fırkalarının suyu geçmeye hazır bulunduğunu söylemişler ve son emri alıp geri dönmüşlerdi. Artık orada, o iki yüz binden fazla askerin, binlerce atın, öküzün, koyunun toplanmış olduğu geniş mıntıkada derin bir sessizlik başlamıştı. Hayvanlar bile böğürlerini, melemelerini bırakmışlardı, büyük geçişi seyre hazırlanmışlardı. Yalnız akıncıların atları ön ayaklarıyla toprağı eşiyorlar, sabırsızlık gösteriyorlar ve bu hareketle o derin sessizliği taklit olunmaz bir ahenkle işliyorlardı. Güneş, doğudaki beşiğinden fırlamıştı, Türk akıncılarının dalgaları nallara nasıl çiğnettiklerini görmek için ufuktan boynunu uzatıyordu.
İşte bu sırada, bu heyecanlı anda karşı yakadan iki kişi belirdi. Bunlardan biri önde yürüyordu, arkadakini yedekliyordu. Su kıyısına gelir gelmez öndeki biraz durakladı, ardında bulunanı omuzladı ve o yükle Tuna’ya atıldı, yüzmeye başladı. Şimdi akıncılar yürümekten geri kalmışlardı, ordunun gözü akıncılardan ayrılarak ağır bir yükle ırmağı aşmaya savaşan cesur yüzgece kaymıştı. Vezirle hünkâr dahi ister istemez bu gelişe, bu yüze yüze gelişe bakıyorlardı.
Suya atılışı uzaktan şöyle böyle seçilebilen yüklü yüzgeç, Tuna’nın köpüklü akışı arasında bozuk düzen bir tulum gibi görünüyordu ve güçlükle seçiliyordu. Ara sıra onun sularla örtüldüğü, akıştaki hızı yenemeyerek aşağıya doğru sürüklendiği seziliyordu. Fakat yüzgeç, sırtındaki yüke rağmen ne yapıp yapıyordu, yolundan geri kalmıyordu, beri yakaya doğru kulaç atıp geliyordu.
Akıncılar kendilerini yoldan alıkoyan bu kim olduğu belirsiz yüzgece karşı kızgınlık değil, sevgi duyuyorlardı, atlarının dizginlerini bırakarak ve elleriyle gözlerine siper alarak onun yüzüşünü beğene beğene seyrediyorlardı. Fatih Mehmet başta olmak üzere bütün orada bulunan ve manzarayı gören adamların içinde hem heyecan hem merak vardı. Ağır bir yükle Tuna’yı aşmaya savaşan adamın nereli ve neci olduğunu anlamak ihtiyacıyla kıvranıyorlardı. Fakat herkes bunun bir Türk olduğuna inan taşıyordu. Tuna’yı, bir yük altında yüze yüze geçmeyi Türk’ten başkasının başarmasına imkân mı vardı?
İki yaka arasındaki açıklık bin metreye yakındı, suyun akışındaki hız bu açıklığı bir yüzgeç kolu için üç misline çıkarıyordu, dalgalı yolu aşılmaz bir biçime sokuyordu. Fakat yüklü yüzgeç, yaman bir inatla suyu yarıyor, köpükleri sağa sola atıyor ve ilerliyordu.
Nihayet galebe yüzgeçte kaldı, Tuna bu geçişe boyun eğdi ve bütün ordu, çocuk denilecek yaşta bir delikanlının pos bıyıklı bir herifi sırtında taşıyarak karaya ulaştığını gördü. Artık yerden göğe doğru bir alkış gürültüsüdür yükseliyordu, binlerce ağızdan çıkan “Yaşa!”lar Tuna’nın homurtusunu susturuyordu.
Yüzgeç, Fatih’le sadrazamın bulundukları yere yakın bir yerde karaya yaklaşmıştı. Yüküyle birlikte ayağa kalkar kalkmaz şöyle bir silkindi, silah pırıltısı içinde göz alıcı bir azamet gösteren kalabalıkla, ocoşkun alkışlarla ilgilenmedi, sırtındaki adamı yere indirdi ve onun boynuna sarılı ipin ucunu eline aldı, üzerinden şırıl şırıl su aktığı hâlde etrafına bakındı, hünkârla veziri gördü, mırıldandı:
“İyi bir karşılaşma. Şu ağıl kokan yükü hünkâra götüreyim, dilini kerpetenle o açsın!”
Ve yürüdü, taşıdığı yedeği de yürüttü. Ordunun gözü onu adım adım takip ediyordu. Artık herkes bu delikanlının Türk olduğunu ve bir tutsak getirdiğini anlamıştı, yalnız kendini bilen ve tanıyan yoktu. Bu bilgisizlikten ilk önce kurtulan gene Fatih oldu ve genç yüzgecin kıyıdan beş on metre uzaklaşmasıyla beraber derin bir sevinçle haykırdı:
“Bizim küçük akıncı! Biz çapkını yerde arıyoruz. O, sudan çıkıyor!”
Gerçekten de oydu, Kara Murat’ın kardeşiydi ve şiş üstünde çevrile çevrile kebap edilirken küçük bir inilti çıkarmayan o yiğit adamın kardeşi olduğunu apaçık gösteren bir adım atışla ilerliyordu. Sanki ağır bir yükle engin ve coşkun bir suyu aşan o değilmiş gibi çevikti, dimdikti, damarlarındaki alevli kan, Tuna’dan üzerine bulaşan ıslaklığı kurutmuşa benziyordu, görünüşü o kadar tabiiydi.
Küçük akıncı, Fatih’in önüne kadar geldi, eğilmeden selamladı.
“Ulu hünkâr!” dedi. “Sana bir tutsak getirdim. Voyvodanın kafasını getirecektim ama olmadı, herif mızraktan bir ormanın ta ortasında yatıyor. Bir türlü süzülüp yanına varamadım, kelleyi boş yere kaptırmamak için de o çelik ormanın kıyılarında çok kalamadım, şu pos bıyığı yakaladım, döndüm.”
Fatih sordu:
“Voyvodanın bulunduğu yere kadar vardın mı?”
“Varmaz olur muyum hiç?.. Aklım, fikrim zaten onda. Belki boş bulunur da yakasını bana kaptırır sandım ama umudum boşa çıktı.”
“Peki, o teres nerede?”
“Bükreş’e yakın bir yerde duruyor, başında hayli kalabalık var.”
“O kalabalık kaç kişi ola?”
“Belki yirmi bin, belki kırk bin baş. Fakat daha iyisini bu pos bıyık bilir.”
Fatih biraz düşündükten sonra Küçük Mustafa’ya şunları söyledi:
“Malkoçoğluyla, öbür beylerle görüştük, Eflak topraklarında akın yapılmamasını doğru bulduk. Çünkü bu ülke benimdir, hırpalanmasını istemem. Onun için savaş yapacağız, akın yapmayacağız. Voyvoda teresini bu suretle belki daha kolay yakalarız. Sen de yanımda kal, savaş yoldaşı olalım. Bakalım hangimiz daha iyi at oynatıyoruz.”
Bu söz, küçük akıncının gururunu okşadı, akıncıların düz savaş yapacaklarına göre de ayrılık kaygısına yer kalmıyordu. Bundan ötürü padişahın pek nazik bir dille yaptığı teklifi kabul etti.
“Başüstüne ulu hünkâr!” dedi. “Akın başlayıncaya kadar yanında kalırım. Tanrı fırsat verirse birbirimizi deneriz de.”
Ve sırtında taşıyarak koca Tuna’dan geçirdiği tutsak adamı gösterip sordu:
“Bu pos bıyık ne olacak?
“Onu Mahmut Paşa sorguya çeksin, bir bildiği varsa öğrenip bana söylesin. Sen hele beri geç de yoldaşların suyu geçişine bak!”
Görünmesi geciken sahne şimdi bütün ululuğuyla, yüceliğiyle açılıyordu. Verilen işaret üzerine akıncılar kol kol Tuna’ya atılmışlardı, atla suyu aşmaya başlamışlardı. Ordu yeni baştan nefesini tutmuştu, serdengeçti doğup serdengeçti yaşayan ve öyle de ölen akıncıların akışına bakıyordu.
Türkler “At süvarisini tanır.” derler. Eğer “At Türk’ü tanır.” deselerdi daha doğru söylemiş olurlardı. Çünkü ata birçok okuryazar insanlardan daha ince bir seziş aşılayan Türklerdir. Hele bir akıncı altında at, tepeden tırnağa kadar duygu olmuştur. Bu Tuna geçişinde de o hakikat canlanıp duruyordu. Her at, tabiatı yenmek hırsıyla hareket eder gibi görünerek Tuna’yı göğüslüyordu. Su ile at arasındaki bu mücadelede akıncıların rolü ancak düzeni, sırayı bozmamaktan ibaretti. Onar kişilik birer dizi hâlinde ve fakat yan yana on iki ayrı dizi olarak suya giren akıncıların art arda teşkil ettikleri sıralar düzineleri geçiyordu. Öyle iken ne yan yana ne de art arda sıralanan dizilerde küçük bir düzensizlik göze çarpmıyordu. Yan yana yürüyenlerin arasındaki açık azalıp çoğalmadığı gibi arkadaki atların başları öndekilerin kuyruğunu bir santim geçmiyordu, su içinde ve yüzen hayvanlar üstünde çizilen bu hendesi22 nizam, bu pergelleri imrendirecek tenasüp Tuna’nın sırtında, yürüyen bir tablo güzelliği yaratıyordu.
Almanların yaya ve atlı askerlerine temin ettikleri yürüyüş birliği bütün dünyaya örnek olmaktadır. Asker yaratılmamış milletlerin de onları taklit ederken ne kadar gülünç olduklarını ara sıra sinemalarda görüyoruz. Eğer on beşinci asırda fotoğrafla resim veya film alınabilseydi akıncıların atla su geçişlerindeki nefis ve estetik nizam, Alman ordu yürüyüşünü de belki bize gülünç gösterirdi.
Bu geçişin zevkini iliklerine kadar tadanlar gene Türklerdi. Geride kalan ordu, düz bir çimenlik üzerinde ağır ağır yürür gibi sırayı ve sıra aralıklarını bozmadan suyu aşan akıncıların ne yaman bir hüner gösterdiklerini pek iyi anlıyordu ve kardeş ruhunda, kardeş bileğinde beliren bu hüneri seyrederken yüksek bir kıvanç duyuyordu. Suyu böyle geçen bu kahramanların dağları da aynı biçimde aşacaklarını düşünmek o kıvancı yükselttikçe yükseltiyordu. Akıncıların karşı yakada karaya çıkışları da seyrine doyulmaz bir sahne teşkil ediyordu. Boyunlarına kadar suya gömülü atların toprağı görür görmez gerdanlarını uzatışları, boylarını yükselterek karaya adım atışları, yenip geçtikleri suya “Geçmiş olsun!” der gibi başlarını döndürüp bakışları, neşeli neşeli kişneyişleri ayrı ayrı birer güzellikti. Venüs’ün denizden doğuşunu heykeliyle canlandıran ve o efsaneyi gerçekleştiren sanatkâr, eğer şu akıncıların sudan karaya çıkışlarını görseydi mutlaka yaptığı heykeli kırardı, bu hakikati mermerleştirmeye savaşırdı.
Saatlerce süren bu nefis manzara nihayet kapandı ve ordunun ağırlıkları, topları da aynı zamanda köprüden beri tarafa geçirildi, çadırların, otakların kurulmasına başlandı ve sıra yeniçerilere geldi. Hünkâr, artık çekiliyordu, bir sayvan altında dinlenmeye gidiyordu. Bir aralık gözü, saray adamları arasında ve yaya yürüyen Mustafa’ya ilişti, gülerek sordu:
“Bu nasıl akıncılık babayiğit. Ne atın var ne ipin. Yoldaşların uçarken sen taban çalarak mı onlara erişeceksin?”
“İpimi bizim pos bıyığa doladım, palam işte belimde. Atım da Vidin’de. Düşmanın tek başına böğrüne sokulup dil (esir) alan adam yaya yürür. Fakat akına başlarsak Allah kerim. Elbet ben de sırtına atlanacak bir küheylan bulurum.”
Ve sonra hünkârdan izin istedi:
“Devletlu vezir benim tutsağı aldı, götürdü. Onu söyletirken ben de bile bulunmak isterim. Belki işime yarar haberler verir. Onun için beni biraz bırak. Olmaz mı ulu hünkâr?”
Kendisiyle bir arkadaş gibi konuşan bu küçük adam, gittikçe Fatih’in gözüne giriyordu. Eski Türk töresinden, âdetinden yavaş yavaş uzaklaşan, Bizans törenlerini benimsemeye başlayan hünkâr, Türk dili kesecek ve Türk boynunda kılıç bileyecek kadar almış yürümüş değildi. O güne kadar yalnız küçük kardeşini ve bir de Sadrazam Halil Paşa’yı öldürtmüştü. Henüz gelişigüzel Türk kanı dökmüyordu, hele akıncı, sipahi, yeniçeri gibi kellelerini koltuklarında taşıyan savaş erlerini incitmekten büsbütün çekiniyordu. Bundan ötürü küçük Mustafa’nın kendisine ulu orta söz söyleyişini hoş görüyordu, hatta bundan zevk alıyordu. Onu büyük ve çok büyük bir işte kullanmak isteyişi de bu hoş görüşü ayrıca gerekleştiriyordu. O sebeple yiğit delikanlının dileğini gülerek kabul etti:
“Hayhay, küçük.” dedi. “Mahmut’un yanına git, sorguda bulun, ne duyarsan gel, bana anlat.”
Biraz sonra Mustafa, sadrazamın sayvanında idi, yere bağdaş kurup ta Bükreş önlerinden yakaladığı ve yedeğinde buraya kadar getirdiği tutsağa yapılan soruyu dinliyordu. Ulahlı esir, gerçekten ağıl kokan bir adamdı. Ömründe gömlek değiştirmemişe, su yüzü görmemişe benziyordu. Fakat yaman bir inadı da vardı. Adının Mihal olduğunu, Praşova köylülerinden olup son günlerde voyvoda tarafından silah altına sürüklendiğini ve birçok çocuğu ile yirmi domuzu, elli koyunu bulunduğunu söyledikten sonra dilini kilitleyivermişti. Sadrazamın ne tatlı ve ekşi sözleri ne gösterdiği falaka, topuz ve satır, herifin diline vurduğu kilidi gevşetemiyordu, ağzından tek bir kelime çıkmıyordu.
Ondan öğrenilmek istenilen voyvodanın nerede bulunduğu, yanındaki askerin sayısı, topu filan varsa nerelerde bulundurulduğu gibi şeylerdi. Praşovalı Mihal, bütün bu meselelere karşı derin bir kayıtsızlık ve sessizlik muhafaza ediyordu, bilmem filan demeye lüzum görmeyerek sağır ve dilsiz gibi davranıyordu. Bir aralık Mahmut Paşa kızdı, herifi işkenceye sokmak istedi. Fakat küçük Mustafa araya girdi:
“İtme devletlu vezir!” dedi. “Bir de ben sorayım.”
Ve sadrazamın cevabını beklemeden soruya girişti:
“Be herif, dilini niye yuttun? Bildiğini söylesene. Bak ulu paşa kızıyor. Olur ki derini yüzdürür. Yazık değil mi sana?”
Mihal kendini savaş gürültüsünden, Türklerle silah silaha çarpışmak felaketinden kurtarmış olan küçük akıncıya şükran dolu bir bakış attı, içini çekti.
“Söyleyemem ağa!” dedi. “Hiçbir şey söyleyemem. Ne anlamak istediğinizi anlıyorum, sorulan şeyleri de biliyorum. Fakat söylemek elimden gelmez.”
“Niçin?”
“Çünkü yerin kulağı vardır. Bir gün olur da bana yaptırmak istediğiniz gevezelik voyvodanın kulağına giderse beni kazıklar.”
“Biz de kazıklarız. Bunu düşünmüyor musun?”
Mihal güldü.
“Siz…” dedi. “Eli kolu bağlı bir adamı öldürmezsiniz, öldüremezsiniz. Çünkü Türk’sünüz. Fakat voyvodanın ne dini vardır ne de imanı. Beni söyletmeden kazığa vurur yahut ateşte çevirte çevirte öldürür.”
Küçük Mustafa bu karşılık üzerine sadrazama döndü, yalvardı:
“Bunu artık sıkıştırmayalım, bırakalım. Çünkü bizim kendini incitemeyeceğimizi biliyor, kafa tutuyor. Zaten ne öğreneceğiz ki? İşte voyvoda Bükreş’e yakın bir yerde duruyor. Gözümle gördüm. Yanında yirmi otuz bin adam var. Bunu da gördüm. Yarın yürüyüş başlarsa ya kaçacak ya bizimle boy ölçüşecek. Mihal’in vereceği haberle bizim bileğimiz mi sağlamlaşacak, atımız mı yüğrükleşecek? Son sözü kılıç söyler devletlu. Bırak şu miskinin yakasını.”
Ve birden kaşlarını çattı.
“Hem…” dedi. “Bu benim tutsağımdır. Onu dil diye getirdim ama incitilmesini istemem. Kendini at uşağı yapacağım, yanımda gezdireceğim.”
Mahmut Paşa, hünkârın “bizim küçük” dediği, günlerden beri arattığı ve karşılaşınca candan sevinç gösterdiği yiğit bir delikanlıyı kolay kolay kıramazdı. Aynı zamanda Mihal’in sözleri onun da içine bir acıyış getirmişti. Bu sebeple sorguyu bıraktı, Mihal’i alıp götürebileceğini Mustafa’ya söyledi, kendi de ordu işleriyle uğraşmaya koyuldu.23
Küçük akıncı, at uşağı yapacağını söylediği pos bıyık tutsakla hünkârın bulunduğu yana yönelince orada da göçün başladığını gördü, Fatih de artık karşı yakaya geçiyordu. Mustafa büyük bir kalabalık arasında hünkârın atlanıp yürüyüşünü seyre daldı ve mırıldandı:
“Hem beni konuk yapmak ister hem başını alır, savuşur. Binbir ayağın bir topuk üstünde döndüğü bir yerde ben kendimi nasıl hatırlatırım?”
Fakat Fatih onu unutmamıştı. En yakın adamlarından birine ısmarlamıştı. Nitekim küçüğün kendi kendine söylenmesi henüz bitmeden o saraylı boy gösterdi.
“Mustafa Bey!” dedi. “Öbür yakada çadırın hazırlanıyor. Ulu hünkârın misafirisin, orada kalacaksın.”
O, bir saat sonra kendi çadırındaydı. Hünkârın yolladığı güzel bir palayı gözden geçiriyordu. Mihal de karşısında el pençe divan duruyordu. Pala, ne altınla bezenmişti ne elmasla süslenmişti. Bir akıncıya yarar biçimde olup bütün güzelliği demirine iyi su verilmiş olmasında ve keskinliğindeydi. Mustafa, öpen bir gözle bu nefis armağanı evirip çeviriyordu.
Hünkâr ona bir de at yollamıştı. Genç, dinç ve kıvrak bir at. O da çadır kapısında bağlı duruyordu. Mustafa bir akıncı için cihan değer şeyler olan bu armağanlardan dolayı büyük bir sevinç içindeydi, hünkârın kendine yaptırmak istediği işi artık benimsemeye başlamıştı.
“Evet!” diyordu. “Bu adam yüreğimi çeldi. Kardeşimin öcünü aldıktan sonra onun dediğini yapmalıyım. Çünkü beni borç altına düşürdü.”
Bir aralık palasıyla atı hakkında Mihal’in de düşüncesini öğrenmek istedi. Böyle şeylerden zevk almadığına inan beslediği şu tutsağın göstereceği bilgisizlikle ve savuracağı sakat mülahazalarla eğlenecekti. Bu emelle başını ona çevirdi ve birden kaşlarını çattı. Çünkü Mihal’in kendine dikilen gözlerinde acıyan bir bakış sezmişti.
Acınmaya layık görülmek bir Türk’ü çıldırtır. O anlamı taşıyan bir bakış ise herhangi bir akıncının ciğerini deler. Zira kendine başkalarını acındıran adam, acze düşmüş demektir. Hâlbuki Türk, acze düşmemek kudretini taşıyarak yeryüzüne inmiştir ve akıncılar ancak bu kudrete dayanarak yeryüzüne yayılmışlardır.
Küçük Mustafa da anadan doğma bir akıncı idi, kendine acıyarak bakılmasına dayanamazdı. Bundan ötürü sert sert sordu:
“Bre ağıl kokan, ne diye bana böyle bakıyorsun?”
Herif, biraz düşünür gibi davrandı, sonra içten gelen yanık bir sesle karşılık verdi:
“Sana acıyorum delikanlı. Ölüme doğru kör körüne gidiyorsun…”
Gözün yapmaya çalıştığı hakareti dilin apaçık haykırması Mustafa’nın sinirlerini oynattı ve genç akıncı, pos bıyık tutsağın yakasına yapışarak onu köksüz bir ağaç gibi salladı, ürkütücü bir sesle haykırdı:
“Bre ağıl çocuğu! Sen kim oluyorsun ki bana acıyasın! Üstelik önüme ölüm koyasın?..”
Herif, böbreklerini yerinden koparıp ağzına getirecek kadar sert olan bu tartaklamanın acısıyla inlerken fikrini de kekeliyordu:
“Voyvoda size pusu kuruyor, siz ayağınızla o pusuya doğru gidiyorsunuz. Ben bunu söylemek istedim.”
Voyvoda ve pusu sözü küçük akıncının pençesini gevşetti, Mihal de böbreklerini kusmaktan kurtuldu. Fakat Mustafa onun yakasını henüz koyuvermemişti, soruyordu:
“Demin Mahmut Paşa’nın önünde ağız açmıyordun, şimdi gevezeliğe kalkışıyorsun. Voyvoda korkusunu beni korkutmak için mi unuttun?”
“Hayır yiğit Türk, hayır. Voyvoda korkusu içimden çıkmadı. Fakat onun sana kıymasını istemediğim için bildiğimi söylemeye kalkıştım.”
“Demek onun bize pusu kuracağını biliyorsun?”
“Ben orta çorbacısı gibi bir şeyim. Eğer yakalanmasaydım, üç beş yüz kişiye başbuğluk yapacaktım.”
“Bu kılıkla mı?
“Sen kılığa bakma, çıplaklar içinde don giyen bey sayılır. Körler arasında şaşıların hünkâr tanılması gibi. Sonra ben bir boyarım. Sen beni pek kolay yakaladın. Kim olduğumu tanımadın. Eğer beni işkenceden, belki de ölümden kurtarmasaydın, kendimi gene belli etmezdim. Yaptığın iyilik içime bir değişiklik getirdi. Kurulan pusuda senin de ölüvereceğini düşünüp acıdım, bildiklerimi ortaya döktüm.”
“İyi yaptın ama bir aksak tarafın var.”
“Nedir bu aksaklık yiğidim?”
“Bizi pusudan korkar sanışın!.. Voyvoda pusu değil, adım başına ağ kursa bize vız gelir. Bunu sen bilmiyorsun galiba.”
“Öyle deme yiğidim. Pusu, yaman şeydir. Daha dün Vidin paşası pusuya düşürülüp kazıklanmadı mı?”
Küçük akıncının göz bebeklerinde sevgili kardeşinin yanık, dökük ölüsü belirdi, içine taze bir yanış yayıldı, dudakları titredi:
“O…” dedi. “Pusu değil, büyü idi. Kızıl cinli (şarap) yutturdular, saz çalıp köçeklere göbek attırdılar, dost görünüp kancıklık yaptılar, Vidin paşasına da ağama da kıydılar. Voyvoda bizim hünkâra da akıncı beylerine de böyle bir büyü yapamaz ya. Olsa olsa derede, boğazda, ormanda, uçurumda pusu kurar. Biz böyle pusuları kolay kırarız pos bıyık.”
“Anlamadın yiğidim, anlamak da istemiyorsun. Kurulacak pusu, bildiğin tuzaklardan değil. Voyvoda sizi uyurken bastırmak istiyor.”
“Şuna baskın desene be herif. Sen daha tasarladığınız işin adını bilmiyorsun.”
“Baskın ama pusulu!..”
“Voyvoda düş görüp sayıklamış ama sen bildiğini söyle: Bizi nasıl basacaktınız?”
“Tuna’yı geçip de yürüyüşe başladığınızın üçüncü günü gece yarısında…”
“Biz alık alık yatacaktık, siz de üstümüze çullanacaktınız, öyle mi?”
“Biz bir ormanda saklanacaktık, oyuklar, kovuklar içinde gizlenip izimizi belli etmeyecektik. Siz de önünüzde, yanınızda ne in ne cin görmediğiniz için gelişigüzel yayılacaktınız. O vakit pusudan çıkıp baskın yapacaktık. Voyvoda böyle düşündü ve öyle davranacak.”
“Bunu niçin Mahmut Paşa’ya söylemedin?”
“Dedim a, voyvodadan korktum. Lakin senden gördüğüm iyilik o korkudan üstün çıkıp yüreğimi değiştirdi.”
“Demek sen, iyilik kadri biliyorsun?..”
“Biz de insanız yiğidim, bizim de yüreğimiz var.”
“Hoşuma gitti pos bıyık. Böyle davranırsan seninle kolay anlaşırız.”
“Ben de öyle istiyorum. Sana dost olmak, senin dostluğunu kazanmak diliyorum.”
“Bu gidişle dileğin yerine gelecek pos bıyık. İşte ben ilk dostluğu gösteriyorum, seni at uşağı yapmaktan vazgeçiyorum. Artık yoldaşız, bile gezeceğiz. Şu voyvoda işi biter bitmez seni çoluğuna, çocuğuna kavuştururum, yolum düşünce evine konuk gelirim. Şimdi şurada otur. Ben hünkârı göreyim.”
İşte her tarih kitabında yazılı olan “Voyvoda Baskını” hadisesini Türk ordusu vukusundan önce bu suretle haber almış oldu. Türk’ün adından bile ürken ve bütün ümidini Macar ellerinden gelecek yardıma bağlayan Vlad, nasıl olur da böyle bir baskını düşünebilirdi? Bunun sırrı gene Demitriyos Yaksiç’in içindedir ve onun öz benliğini anlatmak sırası da gelmiştir:
Küçük Mustafa’nın Fatih’le ilk görüştüğü gün kısaca söylediği, hünkârın da daha önce sezinsediği üzere Demitriyos Yaksiç yaman roller oynuyordu. Dört yüz hemşehrisinin ateşe atıldığı gün bir zekâ hamlesiyle kendini kurtaran Yaksiç, Voyvoda Vlad’dan öç almaktan başka bir şey düşünmüyordu. Bu uğurda namusunu da feda etmişti, Vlad’ın odalığı olmaktan çekinmemişti. Fakat ülküsünden bir an vazgeçemiyordu. Onun çizdiği plan çok genişti. Bir taraftan voyvodayı sık sık cinayet işlemeye sürüklüyordu, hemen her gün beş on adam öldürttürüyordu. Bundan maksadı, Ulahlar arasında nefret, kin uyandırmaktı. Sonra onu Macar kralıyla dost yapmaya çalışır görünerek boyuna Budapeşte’ye mektuplar, adamlar yolluyordu. Bunun sebebi de voyvodayı Türklere karşı kışkırtırken elde bir tutamak bulundurmaktı. Çünkü Vlad, tek başına Türklerle savaş yapamazdı. Macarların yardımı ona yürek pekliği verebilirdi.
Yaksiç, Macar kralına yazdığı gizli mektuplarda ise bambaşka bir dil kullanıyordu, Vlad’ın Türkler tarafından ezilmesine göz yumulmasını telkin ediyordu. Onun Matyas Korven’e gösterdiği kazanç şuydu: Vlad’ın ezilmesi bir iştir, bu iş başarılıncaya kadar yıllar geçecektir. Macaristan bu arada kendine çekidüzen verebilir, müttefikler ve yardımcılar bulur, Türklerin Belgrad yoluyla yapacakları ileri hareketini karşılamak imkânını elde eder, aynı zamanda Vlad’ın yıkılmasıyla Eflak’ta başlayacak yeni bir anarşi o ülkenin de Macarlar tarafından alınmasını kolaylaştırır. Ulahlar da voyvoda adı taşıyan şerirlerin şirretiyle Türklerin onları gidermeyi bahane tutarak yaptıkları saldırışlardan bıkıp usandıkları için Macarlara kucak açmaktan çekinmeyeceklerdir.
İşte Yaksiç, Eflak voyvodasını Türklere karşı amansız bir düşman gibi davranmaya zorlarken ve onu Macaristan’dan yardım geleceğine inandırırken Matyas Korven’e de böyle bir yol gösteriyordu. Sözün kısası bu delikanlı, bir yandan Vlad’ı Türklere ezdirerek kendinin ve ateşe atılan hemşehrilerinin öcünü almak, bir yandan da Macaristan’a kazanç temin etmek istiyordu.
Vlad’ı bir baskın yapmaya zorlayan da yine oydu. Macar ordusu gelmeden önce bir zafer ve bir şeref kazanmaya çalışmasını ileri sürerek voyvodayı kandırmıştı. Böyle bir davranışın tatsız bir son vermesi hâlinde gerilere çekilmek, Macar sınırına yakın bir yerde Matyas Korven ordusuyla birleşmek öğüdünü vererek de Vlad cenaplarını her türlü tereddütten uzaklaştırmaya muvaffak olmuştu. Yaksiç, şu baskın işinde Vlad’ı ya Türklere yakalatmayı yahut Macarlara teslim etmeyi amaç edinmişti. Onun bir düşüncesi daha vardı: Fatih’in gözüne girmek ve Çakırcı Paşa işindeki rollerini unutturmak. Çünkü Balkanlar’ın, Macaristan’ın, Lehistan’ın, Eflak’la Boğdan’ın siyasi durumunu çok karışık buluyordu ve Osmanlı hükümdarının gözüne girerek bu karışık durumdan kendine büyük kazançlar çıkarmak kuruntusunu güdüyordu. Yalnız bir şeyi unutuyordu: Küçük Mustafa’nın hıncı!.. Eğer bu genç Türk’ün kendini ele geçirmeye ant içtiğini bilse ve daha doğrusu onun yaşayan bir tehlike olduğunu sezse belki planlarında hayli değişiklik yapardı. Bunu sezmediği için Fatih’le uyuşmayı kâfi buluyordu, ara sıra jurnaller gönderiyordu.
Yaksiç’in içini dışını aydınlattık. Şimdi baskına geçelim:
Mihal’in dediği gibi, Tuna kıyılarında ileriye doğru yürüyüşe girişildikten üç gün sonra başlayan gece, bütün Türk ordusu çadırlarına çekilmişti. Yalnız akıncılar, kendi kanunlarına göre davranarak atlarının yanı başlarında uzanmışlardı, açıkta uyuyorlardı. Fakat ordunun mola tertibi o gece için değiştirilmişe benziyordu. Ağırlıkların gerilerde bulundurulması âdetken bu gece onlar öne geçirilmişti. Develer, öküzler, mandalar da ağırlıklarla beraberdi, ordudan hayli ileride bulunuyorlardı.
Fatih’in, gün battıktan sonra verdiği bir emir üzerine bütün ateşler söndürülmüştü. Çadırlarda ne mum ne çıra yanıyordu. Mehtap da olmadığı için o büyük ordu, ovanın üstünde hemen hemen belirsizleşmişti. Uzaktan bakılınca toprağın yer yer kabarmış, düzlüğünü kaybetmiş olduğuna inanılırdı. Bu engin kabarıklıktan, karmakarışık girintiler, çıkıntılardan başka göze bir şey çarpmıyordu.
Vlad, işte bu derin sessizlik içinde hırsızlama bir şeref elde etmek, uykuda yakalayacağı Türk ordusunun dalgınlığından istifade ederek bir zafer çalmak istiyordu. Fatih’in askerlerini konaklattığı yerden iki saat kadar uzakta ve balta değmemiş bir orman içinde pusu kurmuştu, bekliyordu. Baskın için seçtiği gecenin başlamasıyla beraber o da subaylarını, boyarlarını topladı. Vidin valisini ne kadar kolaylıkla ele geçirdiğini anlatarak Osmanlı sultanının da o biçimde avlanacağını söyledi, bu zaferden Hristiyanlık âleminin nasıl kıvanç duyacağını uzun uzun hikâye etti ve gece yarısından iki saat önce yürüyüş emrini verdi.
Arkada, gene orman önünde bir alay asker bırakmıştı ve bunlar, baskına girmekten kaçınarak geriye dönecekleri yakalayıp kazıklamaya memur edilmişlerdi.
Yaksiç, Vlad’ın yanındaydı, en önde ve atbaşı beraber yürüyorlardı. İkisi de neşeli görünüyorlardı, yakalanacak Türklerin, hele Fatih’in ne biçim öldürülmesi kendi şereflerine uygun düşebileceği hakkında münakaşalar yapıyorlardı.
Fakat orman uzaklaşıp Türk karargâhı yakınlaştıkça onların ve hele Vlad’ın neşesi azalmaya yüz tuttu, yüzü ekşidi, ağzı kapandı. İlk safta saldıracak süvarilerin, önceden kararlaştığı üzere, Türklerin sezilmeye başladığı bir yerde durarak atlarının ayaklarına -ses çıkarmasın diye- keçe sarmalarından ve saldırışa hazırlanmalarından sonra ise voyvodada yaman bir telaş yüz gösterdi, atını yürütmez bir hâle geldi. Yaksiç, tehlike yaklaştıkça sıfırı tüketmek alametleri gösteren voyvoda ile için için eğleniyordu. Artık planının en nazik safhası başlıyordu ve ateşte yakılan dört yüz Macar delikanlısının öcü alınmak üzere bulunuyordu. O ümitle derin bir heyecana kapılan Yaksiç, felakete mahkûm ettiği adamı, şu son demde elden kaçırmamak kaygısıyla da kıvranıyordu. Onun telaşını görünce ileriye gitmekten vazgeçmesinden korktu, böyle bir ihtimalin önünü almak için ortaya bir fikir attı:
“Bakın…” dedi. “Başlamak üzere asaletmeap. İsterseniz siz burada durun, askerinizi ileri saldırın!”
Kalkondil, Mahmut Paşa’nın, Eflaklı esiri bir türlü söyletememesi üzerine tehdide kalkışmakla beraber “Bu adam bir ordu başında bulunsaydı büyük bir şan kazanırdı.” diye herifi takdir etmekten de geri kalmadığını yazmaktadır. (y.n.)
“Türk süvarileri, karşısında dövüşecek düşman bulamadıklarından, Eflak topraklarında gelişigüzel dolaşıyorlardı. Drakül, Moldaviye sınırı üzerinde ilkin sığındığı yeri bırakarak Macaristan’a geçmişti. Kendisi Matyas Korven’den yardım istemiş ve ümitle oraya gitmiş olduğu hâlde Macar kralı, onu zindana konulmak üzere Bulgarlara yolladı. Sultan Mehmet, iki kardeş muharebesi demek olan bu seferden yorularak gözdesi Radol’ü Eflak tahtına oturtmak emriyle akıncı kumandanı Ali Bey’i bırakıp kendisi İstanbul’a döndü.” (y.n.)