Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı», sayfa 5

Yazı tipi:

Türklerden oldukça uzakta kalmayı hatırlatan bu sözün tadı, Vlad’ın kulağına değil, ruhuna yayıldı. “Çok doğru söyledin yavrum.” diyerek hemen atın başını çekti, kendi özel bölüğünden başka bütün askerlerini ileri geçirdi, “hücum” emrini verdi. O ve Yaksiç, bulundukları yerde “zafer” müjdesini bekleyecekler ve bu gecikirse geriye atılacaklardı.

Genç Macar, yapılan baskının Eflaklılar için ölüm olacağını kestiriyordu ve bozgun başlayıp da kendileri de kaçmaya yüz tutunca -bir sıra düşürerek- voyvodanın atını, söz gelimi bir kılıç darbesiyle hareketten alıkoymayı ve herifi arkadan gelecek Türklere tutturmayı tasarlıyordu. Bunu beceremezse eskiden düşündüğü gibi hareket edecekti, cellat Vlad’ı Macaristan’da kafese sokacaktı.

Bununla beraber heyecan içindeydi, üç bin metre ileride başlayan boğuşmanın sonunu merak ediyordu. Arkalarında hazırlanan kazıklardan kurtulmak için Türk yatağanına boyun uzatmayı göze alan büyük bir fırka Ulah, nihayet Türk karargâhına ulaşmışlardı, gözlerini saran kara ve derin bir ıssızlıktan şevke gelerek dalkılıç ileri atılmışlardı. Karşılarında ne kılıç ne mızrak yoktu. Bu onların yürek pekliğini arttırıyordu, bileklerini biraz daha kuvvetlendiriyordu ve keskin kılıçlara kolay bir işleyiş veriyordu.

Fakat karanlıkta durmadan işleyen kılıçların yarattığı ses, bir böğürme ve kişnemeden ibaretti. Ortada kolu düşen, budu parçalanan, yüreği delinen insanların çıkardığı inilti yoktu. Göz kızgınlığı ile ilkin bu tuhaflığın farkında olmayan baskıncılar biraz sonra atlardan yuvarlanmaya, boynuz veya çifte yemeye başlayınca Türk askerine değil, develere ve öküzlere baskın yaptıklarını anladılar, dört yana dönerek bu çıkmazdan kurtulmaya savaşır oldular. Rahatsız edilen obinlerce hayvan böğürerek, öğürerek dolaşıyorlardı, önlerine rast gelen baskıncıyı ısırıyorlardı, boynuzluyorlardı, çifteliyorlardı.

Bu kargaşalık sırasında Türk çadırları birden aydınlanmıştı, binlerce meşale gecenin karanlığını yırtarak iki tarafı birbirine göstermişti. Uykuda sanılan Türklerin ayakta ve hücuma hazır vaziyette görünmeleri baskıncıları büsbütün şaşırttığından hemen hepsi selameti kaçmakta arıyordu. Göz önündeki kılıç, uzaktaki kazıktan daha korkunçtu. Bundan ötürü de kaçmak, hiç durmadan kaçmak isteniliyordu.

Fakat bir akıncı fırkası, Mihal oğlu Ali’nin kumanda ettiği fırka, küreyi sessiz, gürültüsüz sarıveren bir gece gibi, o karanlıkta baskıncıları çevirmişti. Yeniçeriler de yatağanları ve palaları sıyırarak, ağırlıkları aşarak ilerliyorlardı. Kurtuluş güçtü, belki de mümkün değildi.

Durumun böyle bir biçim aldığını, kapana tutulan Eflaklıların çok gerilere yetişen vaveylalarından anlayan Vlad, saçını başını yolmaya başlamıştı. Gözyaşları içinde Yaksiç’e yalvarıyordu:

“Kaçalım, durmadan kaçalım!”

Aynı zamanda bir elinde pala, bir elinde meşale olduğu hâlde Eflaklılar arasında dört yana at koşturan bir genç, bizim küçük Mustafa, her yeniçeriye, her akıncıya şu dileği haykırıyordu:

“Voyvodayı bulan öldürmesin, Allah aşkına öldürmesin! Çünkü onunla görülecek hesabım var!”

Küçük akıncı, eli kolu bağlı adamları ateşe atan, şişte çeviren, kazığa vuran Vlad’ın, kendi ordusu başında bulunacak kadar cesur olduğunu sanıyordu ve bu sanışla fırıl fırıl dönerek düşmanını arıyordu. Hâlbuki atı alan Üsküdar’ı geçmek üzere bulunuyordu.

Gün doğarken baskıncıların işi bitmişti, ortada küme küme cesetten başka bir şey kalmamıştı. Fakat ne hünkâr ne de küçük Mustafa, bu gece savaşının sonucundan memnun değillerdi. Çünkü Vlad ele geçmemişti ve onun baskına iştirak etmeyerek geride kaldığı anlaşılmıştı. Bu durumda yapılacak tek bir iş vardı: Kovalamak. Hünkâr hemen emir verdi, bir akıncı fırkası ileriye atıldı, tozu dumana katarak, mesafeleri nal gürültüsü içinde silik ve sezinmez bir biçime sokarak Eflak topraklarına yayıldı. Dağları aştı, ovaları dolaştı, Moldavya sınırına kadar ulaştı, Vlad’ı bulamadı. Çünkü o, at üstünde at değiştirerek Macar toprağına can atmıştı, bir köye sığınıp Kral Matyas Korven’e kâğıt yollamıştı, yana yakıla başına geleni anlatarak yine yardım dileniyordu.

Fatih, Bükreş’in ilerisine kadar ordusuyla yürüdükten sonra akıncıların dönüşünü bekledi ve Vlad’ın kaçıp kurtulduğu haberini alarak son derece üzüldü.

Hele küçük Mustafa’nın dönen akıncılar arasında bulunmaması büsbütün canını sıktı, geriye dönme emrini verdi. Cellat voyvodanın şurada burada kurduğu kazık ormanlarını ordusuna seyrettiriyor ve yapılan seferin kime karşı olduğunu bu suretle askerin zihnine daha kuvvetli surette yerleştiriyordu. Ordu Tuna’yı aşmak üzere bulunurken bir Macar atlısı yetişti, Fatih’e bir kâğıt sundu. Bu, Demitriyos Yaksiç’tendi ve Voyvoda Vlad’ın, Macar kralı haşmetlu Matyas Korven Hazretleri tarafından Belgrad zindanına yollandığını müjdeliyordu.24

Fatih bu haberin Bükreş’te voyvodalık tahtına oturtturulmuş olan Radol’e bildirilmesine emir verirken Mahmut Paşa’ya şunları söylemekten geri kalmadı:

“İşte biri tahta çıkan, biri zindana giren iki kardeş ki karşılaştıkları gün birbirini öldürmekte tereddüt etmeyeceklerdir. Hocaların cife25 dedikleri dünya, hakikatte cife değil, vicdanları körleten, yürekleri karartan bir sihirbaz. Onun bizi de baştan çıkarmamasına dua edelim.”

Ve sonra dalgınlaşarak mırıldandı:

“Bizim küçük akıncı Allah vere de bir kazaya uğramasa. Yoksa şu amca oğlu zırıltısı büyüyüp can sıkan bir gürültü olacak!”

***

Laybah’ın bütün kilise çanları, korkulu ve ortaklaşa bir düş görmüşler gibi birden titremeye, birden haykırmaya başlamışlardı. Gece yarısından biraz sonra herkes uyurken bu haykırış Laybah halkını yataklarından sıçratmış, sokaklara fırlatmıştı. Herkes, İsa’nın oşehirdeki yirmi ağzını birden açarak bağırmaya koyulmasındaki sebebi araştırıyor ve gözlerini ovuştura ovuştura köşeden köşeye koşanların yüzlerinde tatlı uykularını sakatlayan bu gürültülü haykırışa karşı bir kızgınlık dolaşıyordu.

Bununla beraber halkın yüreği de titremiyor değildi, gece yarısı bağıran çan, ne İsa’nın gökten inmek üzere olduğunu müjdeleyen bir ağızdır ne de Meryem’in kendi tebessümünden bir demet çiçek yayıp ümmetine armağan ettiğini söyleyen bir dildir. Böyle titreye titreye haykıran çanlar ancak felaketi haber verir. Laybahlılar bunu bildikleri için korkuyorlardı, kelimesiz bir haykırıştaki anlamsızlıktan ötürü de ister istemez kızıyorlardı.

Yatak kılığıyla sokağa fırlayan kadınlar gecenin kara tülleri arasında uzun müddet kalmaktan utanç duyarak bir ayak önce kapalı bir köşe bulmak istiyorlar ve kiliselere doğru koşuyorlardı. Çıplak topuklar üzerinde beliren bu beyaz telaş, erkeklere de gidilecek yolu gösteren bir ışık oldu ve bütün halk, biraz sonra kilise avlularına doldu.

Çanlar yine haykırıyor ve bir kelime duymak ihtiyacıyla üst üste yığılan dişili erkekli yüzlerce Laybahlıya iç zelzelesi dağıtıp duruyordu. Papazlar ortada yoktu, kiliseler koyu bir karanlık içindeydi. İsa’nın, Meryem’in resimleri, Laybah kiliselerinde belki ilk defa olarak gece görüyorlardı, ışıksız kalıyorlardı. Hayat, hareket yalnız çanlarda idi ve onları böyle delice haykırtan eller de o karanlık içinde görünmüyordu.

Artık halkın sabırsızlığı, taşınılan korkudan da üstün çıkmak ve bu bir şey anlatmayan haykırışa karşı küfürler savrulmak üzere idi. İşte bu sırada bütün Laybah, alevden bir kucak içine alınmış gibi birden ışık içinde kaldı, her yer ve her taraf kızılla karışık bir beyazlıkla beliriverdi.

Bir saatten beri yalnız sesleri duyulup kendileri görünmeyen çanlar şimdi asılı oldukları yerde -şişkin birer dil gibi- göze çarpıyordu; kiliseler, evler ve ağaçlar kendilerini saran karanlıktan sıyrılarak uzun veya kısa boylarıyla pırıldayıp duruyorlardı. Sanki gece birdenbire silinmişti ve güneşsiz bir gündüz doğmuştu.

Halk, gözleri önünde beliren bu yarı kırmızı, yarı beyaz gündüzün bir mucize olduğuna inanmıştı. Yere kapanmaya, Laybah şehrini kucaklayan şu ilahi ışığı, sevinç yaşları döke döke kutlulamaya hazırlanıyorlardı. Fakat ellerin de haç, gözlerinde korku, birer birer meydana çıkan papazların titreye titreye haykırdıkları hakikat, secde için kıvrılan bütün dizlere bir dermansızlık getirdi, sevinçten ağlamaya hazırlanan gözlerin yaşı kurudu ve bütün ağızlarda aynı inilti dolaştı.

“Kurtlar geliyor!”

Papazlar bu kelimeleri söylemişlerdi. Halk da o kelimeleri tekrar ediyordu. Güzel bir yaz gecesinde Laybah şehrine geldiği söylenilen ve gelişleri kiliseleri haykırtan, binlerce adamı korkuya boğan kurtlar, akıncı Türklerdi. On dördüncü asırdan beri bütün Balkanlar, bütün Orta Avrupa, akıncıları kurt diye anıyorlardı. Fakat bu kurtlar, herhangi bir şehre yaklaştıklarını işte böyle ışıklı ve göz kamaştıracak kadar pırıltılı bir işaretle haber veriyorlardı. Onların seslerinden önce ışıkları geliyordu ve önlerinde geceler devrilerek gündüzler peyda oluyordu.

Laybahlılar ilk şaşkınlıklarını giderdikten, dermanı tükenmiş dizleri üzerinde durabilecek bir iç kudreti bulduktan sonra kiliselerin içine koşmuşlardı, aziz resimleri önünde alınlarını yerlere sürerek nuru kılavuz yapıp gelmekte olan Türklere karşı kendilerini korumaları için yalvarmaya koyulmuşlardı. Bir pulluk mumların ışığıyla aydınlanan bu aziz resimleri, ovaları, dağları ve şehirleri yekpare bir meşale gibi nur içinde bırakan Türklerin önünde ağız açacak, kımıldanacak şeyler miydi?.. Halk bunu düşünmüyordu, düşünemiyordu, kâğıt putlardan çelik bilekleri bükecek bir hareket bekliyordu.

Şehri saran o kızıllı beyazlı ışık şimdi esmer bir tül içine giriyordu. Gece, yine Türklerin yarattığı gündüzün içinde erimiş gibiydi. Bütün Laybah yine pırıltılı bir görünüşün kucağında yaşıyordu. Lakin o kızıllı beyazlı ışık belli belirsiz bir esmerliğe sarılıyordu. Kilisedekiler, kendilerinin sırtında kümelenen, aziz resimlerini de saran o iki renkli ışık gibi bu esmer örtünün de yürüdüğünü, üzerlerine aktığını seziyorlardı. Elle tutulmayan şu yürüyen örtünün kokusu da vardı ve bu koku Laybahlıların ciğerlerine kadar iniyordu.

Akıncıların kendilerini selamlamayan veya istenilen şeyleri -su, yem veya haber- vermeyen köyleri ateşe vermelerinden doğduğunu söylemeye lüzum görmediğimiz o ışık ve duman Laybahlıların yüreklerini ağızlarına getirmekle beraber beyinlerini de felce uğratmıştı. Kimse, ovaları ve dağları tutuşturarak gelmekte olan akıncılara karşı ne yapılacağını düşünmüyordu, düşünemiyordu. Yalnız aziz resimlerine yalvarmakla vakit geçiriliyordu. Halk, bütün kiliselere dağıldığı için toplu düşünmek ve el, dil birliği yapmak da o durumda mümkün değildi. Her kilise, ayrı bir Laybah demekti ve İllyrie’nin bu ünlü merkezi, Türk korkusuyla kendi kendine parçalanmış gibiydi.

Laybahlıları, içine düştükleri korku yüzünden gülünç görmek doğru olamaz. Çünkü papazların geldiklerini haber verdikleri kurtların, kendi şehirlerine ayak basacaklarını onlar, bütün ömürlerinde hatırlarına bile getirmemişlerdi. Böyle bir gelişe nasıl ihtimal verebilirlerdi ki, şu akın sırasında Türkler henüz Bosna’yı almamışlardı. Belgrad’ı da ele geçirmemişlerdi. Laybah’la Türk sınırı arasında en aşağı beş yüz kilometrelik bir yol vardı ve bu yolun aşılması için Hırvatistan’ı, Dalmaçya’yı geçmek, birçok suları ve dağları zorlamak gerekti. Alp Dağları’nın kazık adı verilen kolları bu beş yüz kilometrelik yol üzerindedir. Drava suyu yine bu yolu aşılmaz yapan engellerdendir, Gayl Nehri Drava’ya yardım için sağa sola koşup durur. Türklerin işte o koca ülkeleri, o dağları, o suları aşıp da Laybah’a ulaşmaları imkânsız bir şey sanılıyordu. Kimsenin hatırına gelmiyordu.

Şimdi o yapılamaz denilen şeyin yapıldığını görmek, hem de ansızın ve gece uykusu içinde görmek, Laybahlıları akılsız edip bırakmıştı. Korku ile şaşkınlık el ele vererek zavallıların beynini işlemez bir biçime sokuyordu. Fakat kurt dedikleri aslanların gelip çatmaları da gittikçe yakınlaşıyordu. Onlara karşı nasıl bir durum alınacaksa vakit geçmeden kararlaştırmak lazımdı.

Bunu, yine büyük kilisenin başpapazı hatırlayabildi, kendi mabedine toplanan halka şöyle bir söylev verdi:

“Felaket hiç ummadığımız bir dakikada kapımızı çaldı. Bizden çok uzakta olduklarını sandığımız Türkler işte karşımıza ve evimizin eşiğine geldi. Bu geliş ne sel gelişine benzer ne de kasırgaya. Hatta tufana da benzemez. Peygamber Nuh, Allah’tan yardım görüp bir gemi yaptı, yeryüzünü kaplayan yağmur akınından kurtuldu. Eğer o peygamberi saran Türk akını olsaydı kurtuluşa imkân bulunamazdı. Çünkü Türkler, denizden yüzen gemileri de atla kovalamaktan çekinmezler. Onların elinden kurtulmak için ne mağara kovuğu para eder ne orman ovuğu. Türk’ün gözü her yeri görür ve eli her yere uzanır.”

Dinleyenlerden biri bağırdı:

“Peki, ne yapacağız?.. Elimizi kolumuzu bağlayıp duracak mıyız?”

Başpapaz acı acı gülümsedi:

“Bizim elimizi kolumuzu bağlamamıza ne hacet. Bu işi Türkler yaparlar, hepimizi ipe geçirirler, önlerine katıp götürürler. Onun için tasalanmaya hacet yok. Ben bir kilise hizmetkârı sıfatıyla İsa evinin yıkılmamasını isterim. Halk, kilisenin koyun sürüsünden başka bir şeyi değildir. O sürü bugün azalırsa yarın çoğalır. Elverir ki kilise yıkılmasın. Bundan ötürü hepinizin bayramlık kostümlerinizi giymenizi, benimle bile Türkleri karşılamaya çıkmanızı doğru buluyorum. Türk, eteğine uzanan eli kesmez. Eğer dediğimi yaparsanız Laybah yanmaktan, şu düzinelerle kilise yıkılmaktan, halk da boğazlanmaktan kurtulur.”

Bir genç kadın yerinden fırladı, ağlayan bir sesle sordu:

“Biz de mi kurtları karşılamaya gideceğiz?..”

“Tabii değil mi ya? Sizin en önde bulunmanız lazım. Çünkü Türkler, kadını hiç incitmezler.”

“Ya bizi alıp götürürlerse?..”

“Bunu bir nimet sayıp iftihar edersiniz. Zira sizlerin götürülmesiyle Laybah yerinde kalacak ve kiliseler kurtulacak. Görüyorsunuz ya, siz, yurdun ve birkaç düzine kilisenin selametini temin eden mahluklar mevkisine yükseliyorsunuz. Bu, kolay kolay tekmelenir bir nimet midir?.. Hele Türk akıncılarının nezakette biraz daha ileri gidip de içinizden beş on kadına analık zevkini tattırmalarını düşünün. Böyle bir bahtiyarlığa karşı hepiniz, bütün Laybah kadınları yüreğinizi açmaz mısınız?”

Kiliselere ziyan gelmemesi için bütün bir halkı köleliğe, halayık-lığa doğru sürüklemek isteyen papazın son sözleri kadınlar arasında gürültülü bir fiskos uyandırdı, kulaktan kulağa birçok kelimeler dolup boşalmaya başladı. Başpapazın Laybah güzellerine sezdirdiği Türk’ten analık hazzı almak meselesi bütün kadınların taşıdığı korkuyu gidermiş ve yerine karmakarışık duygular getirmişti. Şimdi her kadın, dağ ve su tanımayarak, en geniş ülkeleri yorulmaz bir kuş kolaylığı ile aşıveren şu kurtlardan birer yavru peydahlamak hissiyle kıvranıyor gibiydi, böyle bir saadete ermek kudreti kendilerinden sıyrılmış olan ihtiyar kadınlar da kızlarının, gelinlerinin o bahtiyarlığa ermesini, için için diliyorlardı. Çünkü şu kilisede diz çöküp aziz resimlerinden yardım uman erkeklerle, simsiyah gecelerin böğründe güneşsiz gündüzler yaratan Türkler arasındaki engin farkı, her kadın, anlıyor ve görüyordu.

Erkekler, başpapazın sözlerinden bir iki cümleye mim koymuşlardı, kendi kafalarında onların anlamını süzgece vuruyorlardı. Akıncıların tufanlardan üstün bir hengâme yarattıklarını söyleyen başpapaz, kilisedeki erkeklerin içine dalga dalga kabaran bir ölüm korkusu aşılamıştı. Her erkek o korkunun zoru ile akın tufanından ömrünü kurtaracak bir bucak arıyordu. Bundan ötürü, onlar da papazın düşüncesini doğru bulmuşlardı. Türkleri, karşılamaya can atıyorlardı. Kadınlar için söylenen sözlerin ise o ruh buhranı, o korku buhranı arasında kulaklarında izi bile kalmamış gibiydi. Tek bir erkek, Türk akıncıları elinden analık hazzı almak hırsıyla kıvranan kadınların şu düşüncesine ilgi göstermiyordu.

İşte Türk’ü tarihten önce ve sonra kürenin efendisi yapan sebeplerden biri de budur. Türk, ölümü tabii bulurdu, korkmazdı ve bu korkusuzluktan dolayı da yeryüzünde aslanlar gibi dolaşırdı. Birçok milletler bu pervasızlığı göstermediler ve ölümden korka korka ölüme sürüklendiler.

Başpapaz kendi düşüncesinin kabul edildiğini gözü önündeki uysal sessizlikten sezerek hemen teşkilata girişti, öbür kiliselere adamlar göndererek milletçe alınmış bir karar adını verdiği düşüncelerini oradakilere de bildirdi, heyetler seçerek Türklerin karşılanması için çarçabuk programlar çizdirdi, bütün Laybah halkının büyük kilise önünde toplanması üzerine en öne geçti, savaşa ordu götüren bir kumandan heyecanıyla yürüdü, halkı da yürüttü, şehir haricine çıktı, henüz gün doğarken alayını sıraya koydu ve beklemeye koyuldu.

İlk safta kadınlar bulunuyordu. Manzaraya acındırıcı bir biçim vermek isteyen papaz, erkeklerin temiz elbise giymelerini istediği hâlde kadınların çan sesini duyarak sokağa fırladıkları sıradaki kılıklarıyla Türklere görünmesini istemişti. O, yarı çıplak bir kadının en katı yüreklerde acı ve acıyış uyandıracağını ileri sürüyordu, çelik bilekli Türklerin ise pek yufka yürekli olduklarını iddia ediyordu. Hâlbuki asıl maksadı, akıncılara cemile26 göstermek ve kendisiyle öbür papazlar için bağış kazanmaktı. Türklerin herhangi bir yolla gözlerine girerse kilise hazinelerinin yerinde bırakılacağını umuyordu.

Bununla beraber erkekler de kılıklarını değiştirmiş değillerdi. Onlar da yarı çıplaktı ve hemen hepsi don gömlekle alaya girmişlerdi. Bundan ötürü de Laybah dışında yer alan, Türkleri karşılamaya hazırlanan bu dişili erkekli kalabalık gerçekten bir dilenci sürüsünü andırıyordu. Onların başında bulunup büyük üniformasını, sırmalı cübbesini sırtına geçirmiş olan başpapaz da açlara yol gösteren tok bir adam gibi orada yakışıksız kalıyordu.

Herkesin gözü ileride, alevleri görünmez olup yalnız dumanları uçuşan geceki ışığın belirdiği yollardaydı. Bir yarım geceyi gündüze çeviren o ışığın doğduğu yerlerden şimdi Türkler doğacaktı. Onlar kendilerine yakışan bir tan yeri yaratmışlar ve doğmak üzere bulunduklarını saatlerce önce müjdelemişlerdi. Artık bu müjde gerçekleşmek üzere bulunuyordu.

Fakat nasıl?.. İşte dişili erkekli bütün Laybahlıların düşüncesi buydu. Hırvatistan’ı, Dalmaçya’yı, Alp Dağları’nın yalçın kollarını, Dravaları, Gaylları umulmaz bir hızla aşarak, gelişlerini ileriye haykıracak sesleri de geçerek buralara ulaşan Türkler ne biçim adamlardı?.. Onlara bütün Avrupa kurtlar diyorlardı. Fakat bu kurtların milyonlarca insanı küçük düşüren, küçüklüklere alıştıran yaman mahluklar olduğunu da yine o Avrupa pek iyi biliyordu. Laybahlılar aynı bilgiyi taşımakta ve işte o kurtlar önünde her küçüklüğü kabul etmeye hazırlanmış bulunmakla beraber, gene merak etmekten kurtulamıyorlardı. Çünkü Türklere kafalarında bir yüz, bir boy, bir kılık veremiyorlardı.

Orta Çağ’ın henüz kapandığı, kapalı ruhların henüz açılamadığı, Avrupa’nın koyu ve kara bir bilgisizlik içinde kıvranıp durduğu bir devirde Laybah halkının Türkleri insandan üstün bir mahluk gibi tanımalarını ve onlara kendilerinden başka bir yüz ve endam çizmeye çalışmalarını tabii görmek lazım gelir. O günün Fransa’sı Roland şarkılarını ırlamakla yiğitliğe özlemini açığa vurup duruyordu. Hâlbuki tek bir Türk’ün yüz Roland’dan üstün olduğuna yine Fransa inan getirerek yavaş yavaş Türklerden himaye aramak yollarına dökülüyordu. Laybahlıların Türk akıncılarını karşılamaya çıktıkları günden seksen yıl sonra Fransızların Kanuni Süleyman’a sığınmaları işte o inandan doğma bir harekettir. Yine o günlerde bütün Almanya Minezenger, Mister Zenger adı verilen şarkılardan başka ruha yiğitlik aşılayacak bir söz duymuyordu. O şarkılarda canlandırılmak istenilen bahadırların, şövalyelerin değeri ise Türklerin Laybah önüne kadar gelişleriyle belli olmuş bulunuyordu.

Demek ki onların Türk’ü başka bir biçimde zannetmekte hakları vardı. Çünkü Türk’ü görmemişlerdi ve Türk’ün yaptıklarını yapan insanlara tesadüf olunduğunu da duymamışlardı. O hâlde kuruntuya kapılmaları tabii idi.

Beklenen Türkler, güneş pek yükselmeden, sağlı sollu tepelerle makaslanan ovanın bir köşesinden göründüler. Belki ufak tefek taşları da göğsünde taşıyan direk direk tozlar, onların artık gelmekte olduklarını haber veriyordu. Bu tozlar, atların dörtnala yürüyüşünden ileri geliyordu ve toprağın yüreğinden kopan bir terleyişi andırıyordu.

Evet, toprak buram buram terliyor gibiydi, sarı ve uzun bir bulut gibi göğe yükselen bu ter kümesinin ardından da akıncılar geliyordu. Laybahlıların gözü dört açılmıştı. Merak, korkuyu yenmişti. Hele kadınlar, yere değil göğe göz dikerek bekleşiyorlardı. Türklerin oradan belireceklerini umuyorlardı. Hepsi, o zavallıların hepsi, gözlerinin önünde biraz sonra beş on bin güneşin birden sıralanıvereceğini sanıyorlardı ve adları Türk olan bu canlı kanlı güneşlerden kendi içlerine dökülecek ışığın sıcaklığı ile şimdiden baygınlaşıyorlardı.

Nihayet ilk atlı ve onun ardından bin atlı meydana çıktı, inanılmaz bir hızla süzülerek şehrin bir yanına ağdı, ikinci bin atlı aynı süzülüşle beri tarafa geçti, üçüncü müfreze Laybahlılara doğru geldi ve birden atlara çark yaptırarak düz bir sıra hâline girdi. Halk, kendilerine yan gözle bile bakmayarak şehrin sağına ve soluna ağan atlıların bu biçim davranışlarından şaşırmışlardı, toprağın göğsünden doğar gibi beliren bu aslan sürüsünün kendileriyle ilgilenmeyeceğini sanmışlardı. Kadınlar enikonu tasalanmışlardı. Çünkü umdukları ışıkta içlerinin yıkanmayacağını zannediyorlardı. Fakat üçüncü müfrezenin önlerinde yer alması üzerine bu tasa dağıldı, heyecanlı bir düş arayan gözler yeni baştan açıldı.

Laybah ve Laybahlılar ilk defa olarak Türk görüyorlardı. Gerçi beş yüz kilometrelik dağlı, ırmaklı ve sarp geçitli bir yolu ileriye ses duyurtmadan aşmış olan şu atlılar, onların umduğu biçimde çıkmamıştı. Türk de bilinen ve tanılan insanlar gibiydi. Orta Çağ masallarında yaşatılan şövalyeler kadar bile insanlıktan dışarı bir şekil taşımıyorlardı, hele korkunç denecek hiçbir tarafları yoktu.

Fakat bu tabiilik içinde yine bir başkalık vardı. Söz gelimi at üstünde oturuşları göz almaktan geri kalmıyordu. Bu, ne bir oturuş ne bir duruştu. At sırtında bir yarım ehramın yer alması gibi bir şeydi. Ondan ötürü de bin atlı bin yarım ehramın sıralanmasını andırarak göz kamaştırıyordu. Sonra bir yay gibi kıvrılarak kasıklara dayanan kollarda bir erkek belini iki kere saracak kadar genişlik seziliyordu. Kadınların bakışını yakan da işte bu çelik yaylardı. Hemen her kadın, kendi bellerini belki üç kere sarabileceğine inanıverdikleri bu kolların asılı durduğu vücutlarda dolaşan kanın coşkunluğunu düşünüyor ve garip bir sersemliğe düşüyordu.

İşte bu durumda akıncılar arasından biri ilerledi, Almanca haykırdı:

“Burada niçin toplandınız?”

Başpapaz cübbesinin önünü kavuşturarak koştu, yeri öpecek kadar eğildi:

“Sizi karşılamaya geldik. Laybah, candan bir dost gibi size kucak açıyor.”

“İyi davranıyorsunuz, keşiş efendi. Çünkü biz, bize açılmayan kolları koparmayı bilen adamlarız. Rodofsvert, Nöstatadel, İg, Hoflayn bunu sınadılar, yanıp kül oldular. Senin gibi düşünmeyen keşişler de haçın kılıca dayanamayacağını Sitiç Manastırı’nda denediler, yok olup gittiler.27 Laybah, akıllı çıktı, yanmaktan kurtulmak yolunu buldu.”

“Teşekkür ederim asilzadem. Bize canımızı bağışlamakla yüreğimizi kazanıyorsunuz.”

“Fakat biz, yorgunluğumuzun boşa gitmesini de istemeyiz. Kılıfında kalan akıncı palası pas tutar. O pası silmek için bizi isteklendirmelisiniz.”

“Ne yapmaklığımızı istiyorsunuz, asilzadem? İşte bütün Laybahlılar önünüzde. Dilerseniz hepsini götürün, dilerseniz bırakın. Biz, emrinize bağlıyız.”

“Biz, boyunlarına kefen sarıp ayağımıza düşenleri tutsak yapmayız. Laybahlıların mallarına da ilişmeyiz. Yalnız kimsenin olmayan veya şunun bunun elinde kalan malları alacağız…”

Başpapaz, kendi kadar düzgün Almanca konuşan bu heybetli Türk’ün ne dediğini anlamadı, sormaya da girişemedi, bön bön bakınmaya ve yutkunmaya koyuldu. Akıncı, karşısındaki adamın neden alıklaştığını sezdi, fikrini açtı:

“Laybah’ta mademki keşiş var, kilise de var demektir. Kilise, taştan veya ağaçtan bir sülüktür. Onun dili çan, emen hortumu da keşiştir. Bu dil durmadan homurdanır, o hortum doymadan emer. Biz, zavallı halktan emilen kanı bu sülüklere kusturmak isteriz.”

Başpapaz, iliğine kadar işleyen mal acısıyla ne dediğini bilmeyerek kekeledi:

“Halka ilişmeyip kiliseleri mi soyacaksınız?”

O kekelemesini henüz bitirmişti ki, akıncının yüzü bir buluta döndü ve dudaklarında bir gürleme belirdi:

“Soymak mı dedin soysuz, soymak mı dedin? Akıncı mal mı uğrular28 teres?..”

Ve papazı yakalayarak göğsünün hizasına kadar kaldırdı, boş bir çuval silker gibi hızlı hızlı salladı, sonra yere fırlatıp attı.

“Elindeki haç…” dedi. “Ya kılıç ya bıçak olmalıydı. O vakit dilini keserdim, parça parça sana yuttururdum! Sen de soymak nedir, soygun nedir, soyucu kimdir, anlamış olurdun!”

Başpapazın dili tutulmuştu, dizleri tutmaz olmuştu. Birkaç kemiği de belki kırıktı. Düştüğü yerde kıvranıp duruyordu. Almanca konuşan akıncı onunla ilgili görünmedi, atını biraz daha ileri sürdü, bütün Laybahlıların işiteceği bir sesle şunları söyledi:

“Bizi buralara getiren Kropa kontlarıdır. Biz Türklerde kont, dük, baron filan yoktur. Her Türk kendi evinin hünkârıdır ve birbirinin hizmetkârıdır. Lakin sizin bir sürü efendileriniz var. Kropa kontları da onlardan. Bu efendileriniz yine kendileri gibi halkın sırtından geçinen Frankipan kontları ile geçinemiyorlarmış, boğazlaşıp duruyorlarmış. Bize kâğıt ve adam yolladılar, buraları altüst etmekliğimizi dilediler. Çiftlik sahibi kendi korularında kuş, kendi sularında balık avlamaya izin verdikten sonra bunu fırsat saymamak alıklık olur, değil mi? Biz de alık sayılmamak için atlandık, Laybah’a kadar geldik.”29

Dükleri, baronları, kontları anarken uşakları, seyisleri dile alıyormuş gibi davranan, her Türk’ün bir hükümdar olduğunu söyleyen bu akıncı, başpapazı sırmalı cübbesi içinde tavşan ölüsüne çeviren bu adam, bütün Laybahlıların gözünde bir tanrı ululuğu alıvermişti. Çünkü bir dük, bir baron, bir kont, Allah’la insan arasında bir şeydi. Orta Çağ Avrupa’sında söz onlarındı, hüküm onlarındı, keyif onlarındı. Dük, baron ve şövalye olmayan bir Avrupalı nihayet bir köle olup, doğduğu günden ölüp kurtulduğu güne kadar sırtından asilzade kamçısı eksik olmazdı, bütün ömrü bir şatoyu şenlendirmek için didinmekle geçerdi. Yine bir Orta Çağ Avrupalısının yeryüzünde hiçbir hakkı, hatta sevmek hakkı yoktu. Onlar gerçi evlenirlerdi. Lakin aldıkları kadınların yalnız nikâhı kendi boyunlarında kalıp kolları asilzadelerin omuzlarında halkalanırdı. Bir dük, bir baron, asil olmayan herhangi bir yurttaşının ağzına bir dilim taze ekmek vermekte çok cimri davranırdı. Fakat aç ve çıplak yaşattığı o yurttaşa birkaç piç tedarik etmekte çok cömert hareket ederdi.

Şu akıncı işte bu asilzadeleri anarken tükürür gibi kelime kullanıyordu. Yalnız bu kadarla da kalmıyordu. Asaleti kutsileştiren, asilzadeyi yücelten kiliseyi de yumruklayabiliyordu. Kilise ve asalet evlenmiş, birbiriyle içli dışlı olmuş bir çift gibiydi. Papaz, asilin Allah’a yakınlığını söyler, asilzade de papazın göbek yapmasına, ense şişirmesine yardım ederdi. Haçla kılıcın el ele vermesinden kilisenin egemenliği, asaletin efendiliği doğmuştu ve halk bu içtimai piçlenmeyi kutlulamak için iki kapıya bağlı köle durumuna girmişti. Şimdi bir akıncı, bütün Avrupa’da kölelik yaşatan kiliseyi sülük olarak tarif ediyordu. Bu, Allah namına çan çalan kiliseden daha kudretli olmak demekti.

Halk, Almanca konuşan Türk’ü dinlerken böyle düşünüyordu ve çanları susturan bu sesteki ululuğa karşı içten gelen bir saygı ile diz çökmeye hazırlanıyordu. Akıncının kısa bir ara verdikten sonra gene söze başlaması, hazırlanan secdeyi yarım bıraktırdı ve kulaklar, gene ocesur ağıza dikildi.

“Evet, Laybahlılar! Biz buraya çağırıldığımız için geldik. Bir kez yola çıkmış bulununca atlarımızın dizginini bırakıvermemek elimizden gelmezdi. Onun için buralara kadar ulaştık. Eğer kapılarınızı kapalı bulsaydık, yuvalarınızı başınıza yıkardık. Bizi selamlamaya çıktığınız için canınıza, malınıza ilişmeyeceğiz. Yalnız kiliselerinizde ne varsa alıp götüreceğiz. Çünkü papazların topladığı altınlar, gümüşler, uğrulanmış mallardır. Onları Tanrı adına alıyorlar. Hâlbuki Tanrı ne yer ne içer. Bizim bildiğimize göre altın, gümüş de kullanmaz.

Demek ki keşişler yalan söylüyorlar, sizi dolandırıyorlar. Biz akıncılar haramilik, yolkesenlik, dolandırıcılık, uğruluk edenleri de uslandırmayı, şundan bundan çalınanları onların ellerinden almayı borç biliriz. Böyle yapmakla o gibilerin bir daha bu işi işlemesinin önüne geçmiş olacağımızı umuyoruz.”

Ve halka parmak ısırtan bir felsefe yürüttü:

“Kilise çıplak kaldıkça insanların sırtı açık kalmaktan kurtulur. Keşişin açlığı halkın doyumudur.”

Laybahlıların bir kısmı İslav’dır, çoğu Alman’dır. Fakat hepsi Almanca bilir. Böyle de olmasa akıncının sözleri, her kafada anlaşılacaktı. Çünkü onun durumu, bütün o halkın benliğinde bir değişiklik yapmıştı, idraklerini açmıştı. Hepsi, istisnasız hepsi, kilisede Latince okunan İncil’den ziyade bu Türk’ün dilini anlayacaklardı. Hâlbuki o, sözünün anlaşılmasını isteyen bir Tanrı gibi davranıp halka kendi dilleriyle söz söylüyordu.

Mallarına, canlarına ilişilmeyeceğine birkaç kere söz verilmesi, asilzadeler elinde canları yanmış, ellerinde avuçlarında bir şey kalmamış olan bu halka büyük bir ikram sayılmazdı. Onlar, ölmemek şartıyla, her eziyete katlanabilirlerdi. Fakat kendilerini soyan kiliseye ders verileceğinin söylenmesi onların yüreğine sevinç doldurmuştu. Her biri Tanrı heybeti taşıyan akıncıların, yüzü görünmeyen bir Tanrı adına doyup kanmadan soygun yapan papazları nasıl kusturacakları da halkın ayrıca merakını kımıldatıyordu.

Akıncı biraz düşündükten sonra halka şu emri verdi:

“Haydi yürüyün, güle güle evlerinize çekilin. Laybah’ı kuşattık ama hırpalamayacağız. Yalnız keşiş evlerini dolaşıp döneceğiz.”

Kadınlar, umdukları şeyin olmayışına, bir belki iki ve belki üç kere saracak kadar uzun görünen şu çelik kolların kendi bellerine dolanmayışına hayıflanıyorlardı. Başlarını arkaya çevire çevire yürüyorlardı. Yine yerinde kalan akıncı, şimdi başpapazla konuşuyordu:

“Ey, yattığın yeter. Kalk da bize kılavuzluk et, sizin çanlı sarayları görelim…”

Ve yüzünü, küçük bir kımıldanış göstermeden, sıra sıra durup sahneyi seyretmekte olan akıncılara çevirdi.

“Yoldaşlar!” dedi. “Laybah’ı şöyle bir dolaşıp çıkacağız. İleri, fakat çok yavaş!..”

Şimdi atların yürüyüşü, başpapazın adımına uydurulmuş gibiydi. Uçmaya alışkın hayvanların, yürümesini şaşıran şu sarsak keşişi çiğnemek şöyle dursun, geçmeyecek kadar dikkatle ilerleyişleri gerçekten görülecek bir manzaraydı.

24.Vlad, sanki büyülenmiş gibi ortadan kaybolduğundan Sultan Mehmet, Drakül’ün payitahtı üzerine yürüyerek Eflak içinde ilerledi. Bu şehirden biraz ileride bir nehrin suladığı ovanın başında kazıklardan bir orman dikilmiş olduğunu görünce tiksinmekten kendini alıkoyamadı. Yarım fersah uzunluğunda bir mesafe içinde -birtakımı kazığa vurulmuş, birtakımı çarmıha gerilmiş- yirmi bin insan görünüyordu. Bunların ortasında ve diğer kazıklardan daha uzun bir kazık üzerinde -ipek ve erguvan elbisesiyle- Hamza Paşa’nın cesedi hâlâ seçiliyordu. Ciğerleri açık annelerinin yanında çocuklar görülüyordu ki, kuşlar bağırsaklarının üzerine yuva kurmuşlardı.
25.Cife: İğrenç. (e.n.)
26.Cemile: Gönül alıcı davranış. (e.n.)
27.“İki kol akıncı Laybah ve Rodofsvert üzerine yürüdü. Üçüncü kol Kölpa Nehri kıyısında yer aldı. Kollardan biri sekiz bin, bütün Karniola’yı vuran ikinci kol ise İg kasabasıyla Sitiç Manastırı’nı yakarak yirmi bin esir aldı, Laybah önünde göründü.” (Hammer, On Altıncı Kitap) (y.n.)
28.Uğrulamak: Hırsızlıkla ele geçirmek, çalmak, sirkat etmek. (e.n.)
29.“Türkleri, Frankipan kontlarıyla daima muharebede bulunan Kropa kontları çağırmıştı. Bunun üzerine akıncılar, Hırvatistan’ı geçerek Karniola’ya girdiler, Laybah’a geldiler.” (y.n.)

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6865-88-4
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu