Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kadın Avcısı», sayfa 2

Yazı tipi:

Terzi kızı, hiddetini güçlükle yenebiliyordu. İhtiyar adamın itiraz kabul etmeyen bir katiyetle söylediği sözlerden fena hâlde sıkılmıştı. Ancak, tarihe istinat ettirilen bu hükümleri, alelade sözlerle, manasız tehevvürlerle13 reddetmeye kalkışmayı da kendi bilgiçliğine yakıştıramıyordu. Binaenaleyh kızara bozara, parmaklarını çatırdata çatırdata hayli düşündü ve nihayet bir müdafaa noktası buldu:

“Sel gider, kum kalır efendim. Biz de kendimizi kum sayarız.”

Nesimi Efendi, güldü:

“Kumu götüren sel de vardır, onların yerinde ancak çamur kalır!”

“Çamur olalım fakat güzel kokulu bir çamur! Rumların güzelliğine de diyeceğiniz yok a!”

Efendinin yüzünde küçümsemeye, hor görmeye benzeyen bir mana belirdi:

“Güzellikten bahsedilmek için güzelliği bilmek lazımdır. Bana ‘güzel’in tarifini yapar mısın?”

“Benim Türkçem kıt, söyleyemem ki, Biz ‘tokalon’ deriz, siz güzel diyorsunuz. Onu görürüz, sezeriz, anlarız, anlatamayız. Bizim Sokrat, ‘kalokagasiya’ için çok hoş şey söylemiştir. Biliyorum ama dilim dönmüyor, söyleyemiyorum.”

“Senin söylemene hacet yok. Sokrat’ın ne demek istediğini ben senden çok iyi bilirim. O adam, daha güzelle iyinin farkını anlamamış, ikisini birbirine karıştırmıştır. Güzel başka, iyi başkadır!”

Ve birdenbire kaşlarını çattı, sesini yükseltti:

“Sen, Rumların güzel olduğunu söylemekle aklınca güzelliğin sizde irsî olduğunu anlatmaya yelteniyorsun. Sizlerin, yani kendi kendilerine Rum diyen insanların güzelliği, şu bizim evlerde yüz çeşit parçadan yapılan bohçaların güzelliğine benzer. O bohçaların da birdenbire göze çarpmaması mümkün değildir. Fakat bu göz kapış, hakiki bir güzellikten ileri gelmiyor, birbirine uymayan renklerin yan yana dizilmesinden doğuyor. Şayet bugünkü Rumlarda bir güzellik tevehhüm14 olunuyorsa sebebi budur, ayrı ayrı ve birbirine karşı tamamen aykırı parçalardan yapılma bohçalara benzemelerindendir! Bu hakikat, münakaşaya değmez ama bazı zirzopların da senin gibi düşündüklerine yüz yılda, beş yüz yılda bir tesadüf olunmuyor değil. Mesela İngilizlerin Lort Byron’u! O da senin kafanda bir adamdı. İki bin sene evvel Atina’da, Sparta’da ‘güzellik’ bulunduğuna inanmış ve onu diriltmek için bir sürü çılgınlıklar yapmıştı. Mademki sen de benim huzurumda aynı saçma fikri ileri sürüyorsun, hakikat namına kuruntunu tashih edeyim:

Güzellik denilen şey, dört suretle tetkik olunur. Bir kere, güzelin ve güzelliğin vicdanlarda heyecan uyandırması nedendir, o cihete bakılır. Sonra ‘güzel’ dediğimiz şeyin niçin güzel olduğu, yani hangi şeklin, hangi vasfın bizde cazibe uyandırdığı düşünülür. Sonra, güzelliğin çeşit çeşit cilveleri, ansızın ayrı görünüp de bir gülün yaprakları, bir zincirin halkaları gibi gene bir bütün teşkil eden lemaları15 ayırt edilir. Sonra, güzelliğin nelerden doğup nelere bağlı olduğu derinleştirilir! Güzeli ve güzelliği böyle dört cepheden tetkik edebilen adamlardır ki ‘filan şey güzeldir’ demek hakkını kazanır. Her tesadüf ettikleri nesne karşısında ağızları sulananların, burunları gıdıklananların, ötesi berisi kaşınanların güzelden bahsetmeye salahiyetleri yoktur.

Sokrat, ‘kalokagasiya’ yani ‘güzel ve iyi’ demiş. Siz bu sözlerle yahut sekiz on numunesiz heykellerle o devir insanlarının ‘güzel’i anladıklarına ve ‘iyi’ye hürmet ettiklerine mi inanıyorsunuz? Eğer kendilerine zorla yamanmak istediğiniz o eski adamlar ‘iyi’ olsalardı bizzat Sokrat’ı öldürmezlerdi. Onların güzellikleri de iyiliklerde mütenasiptir.”16

Burada Nesimi Efendi’nin yüzüne bir azamet geldi, sesini birkaç perde kuvvetlendirdi: “Terzi kızı, terzi kızı!” diye haykırdı. “Güzel, ne Sokrat’ın ‘kalogasiya’sıdır ne Eflatun’un ‘Görülür, işitilir, koklanır!’ dediği maddedir! Eflatun Efendi de hocası gibi bu bahiste piyadedir. Bazen ‘Prostekala izafi güzellik’, bazen de ‘kala kasafta mutlak güzellik’ demiş, sapıtmış! Hâlbuki Türkler, bu hususta da bocalamışlardır. Güzelliği hem anlamışlar hem anlatmışlardır. Bizde güzellik, ‘yaratıcı, türedici ve mahvedici kuvvet’tir. Bizim bir Kudadgu Bilig’imiz var. Orada bak ne deniyor: ‘Yaratkan, tüzetken, yiğitken idim!’ İşte güzellik budur. Güzellik vicdanlarda heyecan, muhayyilede ilham yaratmalı; elemleri gidermeli, çirkin ve kasvetli düşünceleri, endişeleri söndürmeli, silip süpürmeli! Bu kuvveti taşıyan her şey, yalnız güzel değil, aynı zamanda ulvidir. Elbet anlarsın ki güzelliğe yakışan yüksekliktir, ulviyettir. Süfliyette güzellik olmayacağı gibi sefil güzel de olmaz. Binaenaleyh, yaşayışları sefil, düşünüşleri sefil ve tarihleri sefil olan kütlelerin kızına güzel, karısına güzel diyemeyiz. Anladın mı Matmazel Diplaraku?”

Aleksandra, bu coşkun talakat17 önünde âdeta küçülmüştü. Nesimi Efendi’nin başını kitaptan kaldırmaz bir adam olduğunu bilmekle beraber onun Sokratları, Eflatunları beğenmeyecek kadar kendine güvenen bir dilbaz olduğunu bilmiyordu. Kendisi bir “Kalokagasiya”dan bahsetmişken o, “Prostakala”lardan, “Kalakasafta”lardan dem vurmuştu. Bu sebeple ne diyeceğini şaşırmış ve ihtiyarla münakaşaya girdiğine pişman olmuştu.

Hacı Hafız Nesimi Efendi, terzi kızının hayran ve perişan sustuğunu görünce iltifat etti.

“Ben size acı bir hakikatten bahsettim. Hâlbuki siz; kendinizi hakikatle beslemezsiniz, sizin gıdanız hayaldir, masaldır. O hâlde üzülmeye mahal yok. Güzellik hakkındaki sözlerimden de yeise düşmenizi istemem. O derecede ki bir gün bizim memlekette de güzellik müsabakaları tertip olunursa ‘Rum güzeli’ sıfatıyla hemen iştirak etmenizi tavsiye ederim. Çünkü Lort Byron gibi ters düşünceli ve ters meşrepli insanlar henüz vardır ve onlar reylerini mutlaka sizin gibilere verirler. Şu takdirde somurtmak manasız. Güle güle git de dikişlere bak!”

Matmazel Aleksandra alı al moru mor, yerinden kalktı. Şu cüretkâr adama hiç olmazsa ağır bir kelime söylemek istiyordu. Bedenine tasarruf olunduğu hâlde eline ücreti verilmeyen bir fahişe gibi müteessirdi. Bu teessürünü karşısındaki erkeğin çehresine kusmak için müthiş bir ihtiyaç duyuyordu. İşte bu ihtiyacın şevkiyle kekeledi:

“Hepsi iyi, hepsi iyi, fakat karşınızda bir kadın bulunduğunu unuttunuz ve çok ağır şeyler söylediniz.”

Nesimi Efendi, yüzünü ekşitti:

“Hakikatin dişisi erkeği yoktur ve tarih, bildiğini söylerken erkeği ısırmak, kadını öpmek zaruretini duymaz. Bak, Fransa’nın kadınları mabut ittihaz etmeye yeltendiği yılların arifesinde gene bir Fransız filozofu o meşhur Voltaire ne diyor: ‘Kadınlara saygı göstermeli; çünkü layıktırlar. Fakat onları yükseltmemeli; çünkü liyakatleri yoktur!’ Saygı meselesi de mutlak değildir. Kadınların kabiliyetine, eğilimlerine göre değişir. Mesela ben seni fırsat elverirse hoşuna gidecek şekilde ağırlarım. Lakin benden soyunu sopunu büyütmemi beklemen doğru olamaz ve ben o haltı yapamam!”

Terzi kızı, bu son izah ve ihtar üzerine sersem sersem odadan ayrıldı, hanımların yanına girdi. Nesimi Efendi kimini üç, kimini dört köşeli bulduğu, bir kısmını daireye veya başka bir geometrik şekle benzettiği kafaların o vehmi hususiyetlerine göre hacmi istiabîlerini18 tayine başladı. Her kafa için elinde bulunan ölçü tek bir rakamdan ibaret iken o bu rakamlardan kıyas suretiyle çaplar, yükseklikler buluyor ve muhayyel rakamlarla bir üçgen veya karenin hacmini hesap eder gibi ev halkının kafalarına birer enginlik tespit ediyordu. Bu karışık hesaplar bittikten sonra, her kafanın kaç hardal tanesi alabileceğini tayin edecekti. Koca ihtiyar, bu derin meşgale arasında biraz evvel kendisine bir mektup getirildiğini hatırlamıyordu bile.

***

Hanımların odasında her çene bir çeşit düşünce öğütüyordu. Dürdane Hanım, şu ölçü işinin yeni bir başlık yaptırılmak maksadından doğduğunu, efendinin kendilerine mutlak bir külah giydireceğini iddia ediyordu:

“Bu yaştan sonra…” diyordu. “Konu komşuya maskara olacağız. Allah yokluğunu göstermesin, bel kemiğimizdir, evimizin temel taşıdır filan ama densizliklerine dayanmak da müşkül; aklına ne eserse yapıyor. Şimdi de başımızla uğraşmaya başladı.”

Nimetullah Efendi, yapma sakal takmış bir çocuk saflığıyla annesine cevap veriyordu:

“Babamın fikri, olsa olsa sizin başlarınızı dibinden tıraş ettirmek, bana da kulaç kulaç sakal bıraktırmak olacak. Zaten sokağa çıktığım yok ya… Fakat dört örgü saç sahibi olursam ele güne görünmeye hiç yüzüm kalmayacak.”

Karanfil Kalfa’nın endişesi daha büyüktü. Efendinin kafalar arasında bir değişiklik yapmaya kalkışacağından, bir çaresi bulunup kendi siyah tenine beyaz renkli bir baş geçirilmesinden korkuyordu. Yalnız Nevcivan aldırış etmiyordu, iradesine sahip olduğunu bilmekten gelme bir güvenişle bu işe ehemmiyet vermiyordu. Efendinin herhangi uygunsuz bir teklifini hiç düşünmeden reddedebileceğine kani idi. Beslemelik ettikten sonra ev köküne kıran düşmemişti ya, bu ev olmazsa başka evde çalışabilirdi.

Matmazel Aleksandra, enikonu heyecanlıydı. Hacı Hafız Nesimi Efendi’nin pervasız bir ısrar ve acı bir alay ile söylediği sözler, hele şahsi ve ırki güzelliğine karşı tevcih ettiği hücumlar, son derece sinirine dokunuyordu. Odadakilerin ne konuştuklarından âdeta bihaberdi. Zihninde bir sürü düşünce dönüp dolaşıyordu. Şu insafsız ihtiyardan insafsızca intikam almak için çareler arıyordu. Nesimi Efendi, erkeklik kuvvet ve harareti sönmüş bir bunak olmasa kendisini tuzağa düşürmek Matmazel için kolaydı. İki küçük tebessüm, minimini bir göz cilvesi, bu mühim maksadını temine kifayet ederdi.

Ne çare ki Nesimi Efendi kadın yüzünden gelebilecek her türlü sıkıntılara karşı artık sigortalı idi. Bütün dünya güzelleri bir yere gelse onun buz tutan yüreğine bir kıvılcım düşüremezlerdi.

Terzi kız, bu karışık düşüncelerle ve Nesimi Efendi hakkında beslemeye başladığı hınç ile ne yaptığını bilmiyordu. Büyük hanımın topuk döven çeşitten olması lazım gelen entarisini baldır açan şekilde biçmiş, Nimetullah Efendi’nin bedeninde bir kadın geceliği makaslamıştı.

Gerek o gerek diğer kadınlar, Nadire’nin aralarında bulunmadığını henüz anlamamışlardı. Sıra, şal hırkanın provasına gelince onun yokluğu gözlere çarptı ve hepsinin gözlerinde aynı sual parladı:

“Kız nerede?”

Nevcivan, hayli zamandan beri aralarından ayrılmış olan küçük hanımın babasından çaldığı mektubu okumaya gittiğini biliyordu. Fakat onun da içini kemiren kurtlar vardı. Mektup neydi, kimdendi, küçük hanımı neden alakadar etmişti ve bilhassa o, niçin hırsızlığa lüzum görmüştü? Güzel besleme de işte bu meçhulleri hal için kafasını yoruyordu.

Terzi Aleksandra’nın ihtarıyla Nadire’nin odada bulunmadığı anlaşıldıktan sonra Dürdane Hanım emir verdi:

“Nevcivan, koş, Nadire’ye bak. Vakitsiz uykuya mı daldı, ne oldu? Şayet uyumuşsa uyandır.”

Besleme odadan çıktı. Ayaklarından ses çıkarmamaya çalışarak yatak odasına, sandık odasına, misafir odasına, helaya ve her yere baktı, Nadire’yi bulamadı. Bu hâl, güzel beslemenin merakını büsbütün kımıldattığından çirkin kızın saklandığı yeri bulmak için evin üst katında bir duvara yaslandı, düşünceye daldı. Odalarda ve helada bulunmayan küçük hanım, dolaplara ve sandıklara saklanmamışsa evden çıkmış olması icap ederdi. Acaba, çalınan mektup böyle bir hadiseyi mi doğurmuştu?

Gerçi, komşulardan bir genç kızın, seviştiği delikanlıdan aldığı mektup üzerine bohçasını koltuklayıp evden kaçtığı, son günlerin en dağdağalı haberlerindendi. Fakat Nadire Hanım’ın evden kaçmaya hazır bulunduğu kabul edilse bile böyle bir davetname almasına imkân yoktu. Çirkinliği dillerde destan olan kalık kıza hangi bir erkek dönüp de bakar ve hele mektup yazardı?

Nevcivan, bir aralık, küçük hanımın kendisini kuyuya atmış olması ihtimalini düşündü. Çalınan mektubun acı bir haber getirmiş, Nadire’nin evlenme ümidini tamamen öldürmüş olması, onun da yeise düşerek canına kıyması mümkündü. Lakin bu ihtimal üzerinde de durmadı. Görenleri iğrendirecek kadar çirkin olmasına rağmen Nadire’nin kendisinde bazı güzellikler tevehhüm ettiği ve o vehmini kimseye kabul ettiremediğini sezince de, ‘Yüz güzelliği kalay gibidir, bir gün olur silinir, altından kızıl zehir çıkar. Asıl güzellik yürek güzelliği!’ diye kırıttığını biliyordu. Böyle düşünen bir kız, kolay kolay kuyuya atılmazdı. O hâlde neredeydi?

Besleme Nevcivan, bu müşkülü hal için derin derin düşünürken kulağına bir ses, yakından gelen bir inilti çarptı. Tavan arasından sızan bu acıklı seda, boğazı sıkılan bir kedinin ızdıraplı miyavlamasını andırıyordu. Fakat Nadire Hanım’ın sesine de pek benziyordu.

Nevcivan kulağını kabarttı ve ikinci bir inleyiş üzerine mırıldandı:

“Sansar gibi tavan arasına girmiş, gamlı gamlı ağlıyor. Bu işte büyük bir sır var!”

Ve hemen merdiveni tırmandı, orta boylu bir adamın emeklemeksizin yürüyemeyeceği kadar dar ve o nispette de kirli olan tavan arasına çıktı. Nadire, o daracık yerin biricik penceresi önünde tozlu tahtalar üzerine çömelmiş, başını ellerinin içine almış, ağlamaya koyulmuştu. Çaldığı zarfın içindeki kâğıtlar darmadağın, kucağında duruyordu. Ara sıra onlardan birini alıyor, ötesine berisine bakıyor ve müteakiben iniltili ağlamasını tazeliyordu.

Nevcivan bir müddet bu manzarayı seyrettikten sonra seslendi:

“Küçük hanım, anneniz sizi istiyor!”

Nadire vaziyetini bozmadı, gözyaşlarını silmedi, kâğıtlarını toplamadı, çirkin çehresini büsbütün berbatlaştıran tuhaf bir kişilikle beslemeye baktı ve birdenbire tüyler ürpertici bir çığlık kopardı:

“Nevcivan, gül yüzlü Nevcivan! Gel de beraber ağlaşalım.”

Genç kız, elleri dizlerine yapışık bir hâlde, küçük hanımın başı ucuna kadar sürüklendi:

“Nedir efendim!” dedi. “Ne oldu, böyle izbe yerlerde farelerle baş başa verip de ağlamanızın sebebi ne?”

“Ben ağlamayayım da kim ağlasın kız? Beni sevenler, boyuma bosuma vurulanlar, adımı ana ana inleyenler, hasretimden yüzleri limona dönenler varmış da haberim yok. Aslan gibi delikanlıların, kaleminden kan damlayan altın bilezikli kâtiplerin kanına girmişim de taş olası yüreğimde sızı bile duymuyorum. Ana kuzuları benim yüzümden verem döşeklerine düşüyor da ben burada salına salına geziyorum. Bu fenalıkların hesabı benden sorulmaz mı, uğrumda çekilen ahlar ayağıma dolaşmaz mı?”

Nevcivan, bu deli saçmaları, bu gülünç söyleniş karşısında alıklaştı:

“Bayılıp ayılanlar, ölüp de dirilenler kim? Rüya mı görüyorsun küçük hanım?”

Nadire, umulmaz bir bahtiyarlığın akıttığı gözyaşlarını kolunun tesiriyle sildi, inleyen kelimelerin gürültüsü ile örtmek istediği sevincini daha fazla saklamaya lüzum görmedi, çelimsiz göğsünün kemiklerini çatırdatarak kâğıtları gösterdi:

“İşte bir tanesi bu!”

Nevcivan, anlamamış göründü:

“Bunlar kâğıt, hanımım!”

“Evet kâğıt fakat içinde hasta bir yürek yatıyor.”

“Kimin yüreği bu?”

“Süruri Bey’in!”

“Tanımadım.”

“Ben de tanımıyordum ama şimdi tanıdım. Çocukluğumuzu beraber geçirmişiz, birlikte kaydırak oynamışız gibi kendini ayan beyan tanıyorum.”

“Peki, bu adam size ne yazıyor?”

“Ne yazacak kız? ‘Ölüyorum, merhamet!’ diyor.”

“Bu koskoca kâğıt yığınının içinde başka söz yok mu?”

“Çok şey var ama hülasası bu! Zavallı delikanlı evirmiş çevirmiş, sözü oraya bağlamış.”

“Darılma küçük hanım, bir şey zihnimi bulandırıyor. Süruri Bey bu mektubu nasıl göndermiş? Kapıya mı bırakmış, pencereden mi atmış yoksa aranızda postacı mı var?”

“Orasını sonra anlatırım. Şimdi sen otur da Süruri’mizin; şey, Süruri Bey’in neler yazdığını dinle. Hangi vicdanlı kız bu acıklı sözlere dayanır?”

“Aman küçük hanım, namenin okunacak sırası değil. Anneniz sizi bekliyor. Bana söylediğinizi çocukluk edip onlara da söylerseniz evin içinde kızıl kıyametler kopar. Siz bu kâğıtları toplayıp bir tarafa saklayın, terzi işini savın, geceleyin fırsat bulup birleşiriz, Süruri Bey’i dinleriz!”

Nadire Hanım isteksiz isteksiz kâğıtları topladı, zarfa koydu.

“Haklısın Nevcivan.” dedi. “Annemi birdenbire huylandırmayalım. Bu zarf sende kalsın. Terzi gittikten sonra bana verirsin. Herhâlde senin dostluğuna muhtacım. Beni dertli günlerimde yalnız bırakma. Bugün Süruri’nin sevdasını haber aldık. Yarın bir başkasının; öbür gün bir üçüncüsünün bana gönül verdiklerini öğrenmeyeceğimiz ne malum? Onun için seninle dertleşmek, senden yardım görmek isterim.”

Süruri Bey’in o uzun mektubu, şimdi Nevcivan’ın koynuna geçmişti ve iki kız tavan arasından iniyorlardı. Terzinin bulunduğu odaya yaklaştıkları sırada Nadire döndü, helecanlı bir sesle sordu:

“Mektup nerede?”

“Koynumda!”

“Öyle ise göğsünü aç da biraz koklayayım. Başka türlü yüreğimin çarpıntısı durmayacak.”

Nevcivan, ister istemez enterasinin düğmesini çözdü, küçük hanımın burnuna yumuşak göğsünde bir lahza yer verdi. Şu süreksiz temas besleme kızın tüylerini dikenlendirmeye, yüreğini tiksindirmeye kâfi gelmişti. Çirkin Nadire, benliğinin bütün hararetiyle mektubu ve dolayısıyla mektubun yaslandığı nazik deriyi koklarken besleme de, bu çirkinler çirkini mahluka “name” yazan erkeğin kör mü aptal mı yoksa deli mi olduğunu düşünüyordu.

Her iki kız dalgındı. Kendi düşüncelerine kapılmış bulunuyordu. Bu sebeple tavan arasından hayli toz ve hayli örümcek ağı getirdiklerini görmüyorlardı. Fakat bu kir yükleri, odadakilerin hemen gözüne çarptı. Entarisinde pençe pençe toz, başındaki oyalı yemenide salkım salkım ağ sırıtan Nadire’nin yüzü de kurumuş gözyaşlarından arta kalmış kirli izlerle çizik çizik olduğu için bilhassa hayretler uyandırdı. Karanfil, şaşkın şaşkın; terzi kız alaylı alaylı; Nimetullah Efendi bön bön bakışlarla bu kirli girişi karşılarken Dürdane Hanım cıyak cıyak bağırdı:

“Kız, bu ne hâl? Ucu bana dokunmasa kırlara kaçıp tozlara yuvarlanmışsın diyeceğim geliyor. Aynaya bak da utan.”

Nadire’nin kulaklarında lahuti teraneler uçuyordu. Süruri Bey’in mektubundan kafasında yerleşen birkaç cümle, baygınlık verici ılık bir fısıldayışla kulağına dökülüyor ve çirkin kız, bu kutsi zemzemenin uyandırdığı heyecanlar içinde hiçbir şey görmüyordu. Annesinin kaba sözleri bir nağme tufanı arasına karışan hasta bir öksürük gibi süreksiz bir gıcık uyandırmaktan başka bir tesir yapmamıştı. Yularsız sıpalara benzetilerek sözle aşağılanmak değil, ağzına gem, beline çul takılsa gene o mesut heyecandan kurtulamayacaktı. Binaenaleyh üstünde toplanan manalı bakışlara da annesinin sözlerine de aldırmadı, doğruca Aleksandra’nın yanına gitti:

“İşte geldi!” dedi. “Ne yapacaksan çabuk yap!”

Terzi kız, tuhaf bir değişiklik içinde, şal hırkasını prova ettirmek isteyen çirkin mahluku derin, çok derin bir nazarla süzdü. En basit dikiş işlerinde kılı kırk yararcasına titizlik gösteren huysuz kızın birdenbire gösterdiği değişiklik gözünden kaçmadı; daha bir saat evvel şu hırka için çeşit çeşit mülahazalar yürüten, yapılan şey gündelik bir hırka değil de sanki gelinlik entari imiş gibi türlü türlü fikirler geveleyen Nadire Hanım, şimdi tamamen değişmişti. Ne kumaşa bakıyor, ne biçimle alakadar oluyor, ne bir şey soruyordu. Bilakis sıkıntılı bir telaş gösteriyordu. Duruşundan, bakışından, bir an evvel oradan kurtulmak, kalabalıktan uzaklaşmak istediği apaçık seziliyordu.

Seviş ve seviliş işlerinde fıtri ve kisbi19 büyük bir bilgi taşıyan Matmazel Aleksandra, çirkin kızda beliren şu değişikliğin bir gönül heyecanından doğduğunu keşfetmekte güçlük çekmedi ve hemen hükmünü verdi:

“Yosmam gönlünü kaptırmış!”

Şimdi bu hükmün gerektirdiği teferruatı düşünüyordu. Yarım yamalak dikilmiş olan şal hırkayı Nadire’nin biçimsiz vücuduna geçirip çıkarırken zihninde hep o teferruat dolaşıyordu:

“Evet!” diyordu. “Sevilmeyeceğini düşünmeden, murdarlığını göz önüne getirmeden sevmiş. Fakat kimi sevmiş? Çöpçüyü mü simitçiyi mi, bakkal çırağını mı?”

Ve sonra hain bir düşünce ile titredi.

“Âlâ, çok âlâ! İhtiyardan hıncımı çıkarmak için güzel bir fırsat. Sersem kızı söyletir, bunak babasına iyi bir oyun oynarım.”

Nadire Hanım, provanın uzamasından sinirlenmişti. Gizli bir köşeye çekilip “Süruri’sinin” mektubunu bir daha okumak, o yanık mektubu Nevcivan’a ve kabil olursa Karanfil Kalfa’ya dinletmek için dayanılmaz bir ihtiyaç besliyordu. Aleksandra’nın basit bir işi uzattıkça uzattığını görünce dayanamadı:

“Ne yapıyorsun kız!” dedi. “Dikişi üstümde dikecek, hırkayı tenime yapıştıracak değilsin ya. Bu kadar prova yeter.”

Aleksandra, ikiyüzlü bir tebessümle cevap verdi:

“Güzelin giyeceği şey de güzel olmalı. Hırkanız size yakışmazsa emeklerim neye yarar?”

Başka bir zaman, bu sözler, belki Nadire’yi kızdırırdı. Çirkinliğinin yüzüne vurulması gibi kendisine güzel denilmesi de gücüne giderdi. Fakat şimdi, Aleksandra’nın sözlerinden büyük bir haz alıyordu. Terzi kızın bilmeye bilmeye Süruri Bey’in kanaatine iştirak etmesi, o dakikadaki buhranlı duygularına pek uygun düşüyordu. Bir erkek tarafından kendi güzelliği hakkında verilen hükmün, bir kadın ağzıyla da teyit olunmasında garip bir tatlılık buluyordu. Bu sebeple soğuk mavi gözlerinde sıcak bir neşe parladı:

“İnanayım mı Aleksandra?” dedi. “Beni sen de güzel buluyor musun?”

Çirkin kızın nasıl ruhi bir ihtiyaç ile böyle bir sorguda bulunduğu Aleksandra’nın gözünden kaçmadı. Vesvese, sevginin gölgesidir. Seven behemehâl20 vesveseli olur ve bu vesvese, sevilip sevilmemek keyfiyetinden ziyade sevilmeye layık bulunup bulunulmadığı noktasında tesirini gösterir. O sebeple sevenlerin gözleri aynadan ayrılmaz. Yine onlar sık sık dost ağzından teselli dilenirler. Tereddütsüz söyleyebiliriz ki sokaklarda gözlerini vitrinlere yapıştıranların yüzde sekseni eşyaya bakmazlar, kendilerini seyrederler ve bunların da yüzde sekseni sevdalıdır, âşıktır!

Aleksandra, bu hakikatleri daha beşikte iken öğrenmeye başlayan ezelî aşüftelerdendi. Çirkin kızın, içten kopan bir bağırış gibi dudaklarından dökülen suali üzerine hiç tereddüt etmedi:

“Siz..” dedi. “Örtülü bir güzelsiniz, her göze görünmezsiniz.”

Bu riyalı hüküm, Nadire Hanım’ın yalnız ağzını değil, yüreğini de salyalandırdı, haz ve gurur içinde kıvrana kıvrana hayalen Süruri Bey’e, lisanen terzi kıza teşekkür etti:

“Değerim yok ama iltifat ediyorsunuz.”

Karanfil Kalfa, için için, “Kâfirin piçi, beş kuruş fazla almak için yüze gülüyor. Bahçe korkuluğuna adam süsü veriyor, üstüne bir de güzellik konduruyor…” diye söylenirken Dürdane Hanım, kalık kızının gülünç endamını alık alık süzerek bahsolunan gizli güzelliklerden bir şeme arıyordu. Nimetullah Efendi, sağ elinin iri parmaklarını ustura değmemiş çehresindeki kıl külçe arasında gezdire gezdire tatlı bir mukayese yürütüyordu. Terzi ile besleme Nevcivan’ın bütün güzellikleri meydanda idi. Bu görünen ve pırıl pırıl parlayan güzellikleri bırakıp da ablasının gizli güzelliklerini aramaya heveskâr değildi. Mamafih, ablasının masum neşesini kaçırmaktan çekiniyordu. Babası gibi okumuş bir adam olmamakla beraber yine onun gibi sert ve hoyrat da değildi, mizaca hoş gelen yalanların yürek yaralayan doğru sözlere tercih edileceğini biliyordu.

Nadire Hanım, güzelliğine dair söylenen sözlerin umumi bir sükût ile karşılanması üzerine tahammül edemedi, “Karanfil…” dedi. “Terzinin şu yalanına sen ne dersin, benim nerem güzel?”

Müşkül bir imtihana girmiş gibi birdenbire şaşıran Arap aşçı, yakayı sıyırmak için atasözlerinin yardımına sığındı: “Gönül kimi severse güzel odur!”

Bu, yapılan sualin cevabı değildi. Fakat Süruri Bey’in aşkını sahih gösteren bir hükmü ihtiva ediyordu. Bu sebeple, alık kızı memnun etmeye kâfi gelmişti. Öyle ya güzelliğin en büyük semeresi “sevilmek”tir. Sevgi ise gönülde doğar. Mademki Süruri Bey onu seviyor, demek ki onun gönlü, kendisini güzel bulmuştur!

Zavallı Nadire, bu çocukça kıyası çarçabuk zihninde yürüttükten sonra anasına döndü:

“Anneciğim! Bari doğrusunu sen söyle. Terzi de Karanfil de yalan söylüyor.”

Biçare valide, meçhul sebeplerle güzelliği hakkında dört taraftan şehadet dilenen kızına acıdı. Kendi çehresinde de yaşayan o derin çirkinliğin acılığını içine sindire sindire cevap verdi:

“Kuzguna yavrusu güzel gelir. Sen benim için dünya güzelisin!”

Dünya güzeli! Bu, sevilen her kızın nefsinde gördüğü bir sıfattır. Nadire Hanım da Süruri Bey’in mektubunu okuduğu dakikadan beri dünyanın en güzeli ve hatta en mesudu olduğuna kanaat getirmişti. Annesinin sözü, bu kanaat dolayısıyla, malumu ilam gibi bir şeydi. Binaenaleyh dudaklarını tuhaf bir şekilde kıvırdı, “Bunlar hep laf!” dedi. “İstediğim şeyi hiçbiriniz söylemiyorsunuz. Ben de artık susuyorum.”

Fakat susmadı. Zihnine ansızın bir fikir doğmuştu. Besleme Nevcivan’la sırdaş olmaktan aşkı için tam bir fayda temin edemeyeceğini hesaplamış ve Süruri Bey’le mektuplaşmak, kabil olursa masum temaslar yapabilmek için Aleksandra’dan istifade etmeyi düşünmeye başlamıştı. Nevcivan, belki sadık bir sırdaş olurdu. Lakin sadakatini, yabancı erkeklere mektup götürmek ve hele onlarla kendi hanımını görüştürmek derecelerine getirmesi pek şüpheliydi. Bu işi ancak Aleksandra becerebilirdi. Şimdiye kadar başından böyle şeyler geçmemesine rağmen Rum kadınlarının az bir para için her şeyi, istisnasız her şeyi kabul edegeldiklerini biliyordu. Kulağına gelen aşk maceralarının hemen hepsinde Rum kızlarının, Rum kadınlarının parmağı görünüyordu.

İşte bu düşünce, Terzi Aleksandra’dan istifade etmek düşüncesi, Nadire Hanım’ın yeni baştan söze girişmesiyle sonuçlandı:

“Terzi hanımı bu gece bırakmayacağım. Sabaha kadar da uyutmayacağım. Ya sözünü geri alır benim çirkinliğimi yüzüme karşı söyler yahut neremin güzel olduğunu ispat eder. Başka türlü elimden kurtulamaz.”

Teklif, Aleksandra’nın canına minnetti. Gönül buhranı geçiren kızın sırrını almak için zaten telaş edip duruyordu. Fakat nazlanmayı elden bırakmadı. Anasıyla babasının merak edeceklerini ileri sürerek biraz kırıttı. Dürdane Hanım hakem vaziyetinde bulunduğu için müdahale gecikmedi, “Kızımı kırma, eve haber göndeririz…” diyerek bahsi kapadı ve bilmeye bilmeye Nadire’nin de Aleksandra’nın da emellerine hizmet etmiş oldu.

***

Nadire Hanım, annesini babasının yanına yolladıktan, kardeşinin yatağını gözden geçirip sürahisiyle şamdanını baş ucuna, gecelik bohçasını yorganın üstüne, terliklerini yerine koyduktan sonra kendi odasına can attı.

Dakikalar, kendisine uzun, çok uzun geliyordu. Beslemenin koynunda kalan mektup, o mübarek aşk vesikası bir an bile gözünden uzaklaşmıyordu. Nevcivan’ın teninden satırlara bir şey buluşması, bir kelimenin soluklaşması, bir noktanın silinmesi ihtimalini düşündükçe göz bebeklerinde yakıcı bir sızı canlanıyordu. Fakat anasını savmadıkça, kardeşinin odasını dolaşmadıkça aşk ile baş başa kalmak imkânı yoktu. Binaenaleyh, heyecanını yenerek, sabırsızlığını içine sindirerek birkaç saat oyalanmıştı.

Nihayet odasına girebildi, uzun bir nefes aldı. Ve kendisine refakat eden Nevcivan’ın üstüne atılarak haykırdı:

“Ver kız, mektubumu ver!”

Terzi Aleksandra, hain ve sessiz bir hızla bu çılgın telaşı gözden geçiriyordu. Tahmininde isabet ettiğini bir kere daha anlayarak seviniyor, insafsız ihtiyarın canevine kundak koymak için eline geçmek üzere bulunan fırsatı kaçırmamak azmiyle zekâsını seferber ediyordu. Nadire Hanım, bu yeni sırdaşına izahat vermeye lüzum görmedi. Beslemenin koynunda hayli ısınmış olan mektubu öpüp koklamakla meşguldü. Neden sonra, biraz aklını başına topladı, “Oturun…” dedi. “İkiniz de oturun, zavallı adamı dinleyin!”

Aleksandra, bir iskemleye oturdu, Nevcivan kilimin üzerine diz çöktü. Nadire Hanım, lambanın dibine bağdaş kurup titrek elleriyle kâğıtları çıkardı, kelimeleri okumaya başladı.

Mektup, “Nadire!” diye başlıyordu. Hülyalı delikanlı, meşhur Namık Kemal’in Abdülhak Hamid’e yazdığı bir mektupta “Sana hitap etmek için isminden büyük kelime bulamıyorum!” demesinden ilham almışa benziyordu.

Onun mektuba bu şekilde başlamakta isabet gösterdiğine de şüphe yoktu. Çünkü başlangıçtaki teklifsizlik, okuyanın da dinleyenlerin de ayrı ayrı alakalarını uyandırmıştı. Hacı Hafız Nesimi Efendi’nin çirkin kızı, kendi adını değil de kutsi bir kelime telaffuz ediyormuş gibi sesine bambaşka bir eda vermiş ve kelimeyi söyler söylemez de gözlerini kızlara çevirerek manalı bir istizah21 yapmıştı. Zihninde bir hayli mülahazalar dolaşan Aleksandra, ilk aşk mektubunun böyle sade bir hitap ile başlamasını büyük bir kabalık saymakla beraber Nadire’nin sesindeki heyecan ve başındaki sevinç hasebiyle hükmünü belli etmeyerek alkışladı:

“Güzel!”

Nevcivan, dudaklarını kıvırmıştı. Hanımının yüzünü görüp görmediği henüz belli olmayan şu yabancı erkeğin onu kırk yıllık dost gibi adıyla çağırmasını tuhaf bulmuştu. Mamafih o da bir şey söylemedi ve gülümsedi.

Nadire, başlangıcın kızlar üzerinde kuvvetli bir tesir yaptığı fikrine kapılarak satırları hecelemeye başladı. Süruri Bey, Kemal’den aldığı ilhamdan sonra alıntılarına devam ediyordu. O derecede ki her cümle bir muharririn veya bir şairin fikrini taşıyordu. Zavallı adam üst üste okumak kuvvetiyle hafızasına nakşettiği parlak sözleri, öz malı imiş gibi sayfalara sıralamıştı.

Fakat kelimeler çok çetrefil idi. Nadire, gülünç bir heceleyişle o garip terkipleri, o acayip lügatleri okumaya çalışıyor ve çoğunun manasını anlamadığı hâlde okumaktan gene bir haz alıyordu. Dinleyenlerin hissî vaziyetleri kendisinden çok farklı idi. Besleme Nevcivan, bu sözlerden ne zevk ne mana alabilmişti. Küçük hanımı tavan aralarında inleten, şimdi de ateşlendiren bu mektup, kendisine hiçbir şey ilham etmiyordu. Bir koyun melemesi, bir kedi miyavlaması, onun için şu çetrefil kelimelerden daha çok anlamlı gelecekti. Gerçi Süruri denilen yabancı adamın aşktan ve âşıklıktan bahsettiği anlaşılıyordu. Fakat sözleri deli saçmasına benziyordu.

Aleksandra, bilakis, muhabbetnameye gittikçe çoğalan bir alaka gösteriyordu. O, İstanbul’un çirkinler kraliçesine name yazan adamın ya aldanmış bir sersem yahut aldatmaya hazırlanmış bir sahtekâr olduğunu anlamıştı. Lakin onu dilbaz buluyordu. Arapça, Acemce kelimeler, onun da kafasında zevksiz bir gürültü yapmıyor değildi. Şu kadar ki bazı sözlerden gene bir şeyler idrak edebiliyordu. Okuyabildiği kitaplar, karıştığı sevdalı münakaşalar kuvvetiyle mektup sahibinin neler söylemek istediğine biraz intikal ediyordu. O sebeple, Nadire’nin hecelemesini bir aralık kesmekten de geri kalmadı; “Hızlı geçiyorsun!” dedi. “Sözlerin tadını adamakıllı alamıyoruz. Biraz daha yavaş okusanız fena olmaz.”

Bu alaka, çirkin kızın neşesini ve heyecanını artırdı. Artık kelimeleri üçer, satırları da ikişer defa tekrar etmeye başladı. Zaten uzun olan mektubun bu suretle üç kat daha uzaması, besleme Nevcivan’ın hiç hoşuna gitmemişti. Fakat Süruri Bey’in, “Güzellik gibi aşk da gizli kalmaya mütehammil değildir, tanınmak ve bilinmek ister!” girişiyle kendisini tarife tahsis ettiği sayfalar nispeten sade olduğu için, yavaş yavaş onun da merakı uyandı, esnemeyi bırakarak âşık efendiyi dikkatle dinlemeye koyuldu.

13.Tehevvür: Çok kızma, öfkelenme, köpürme. (e.n.)
14.Tevehhüm: Kuruntuya düşme. (e.n.)
15.Lema: Parıltı, ışıltı, parlamak, şimşek gibi çakmak. (e.n.)
16.Mütenasip: Orantılı, oranlı, uygun. (e.n.)
17.Talakat: Kolayca düzgün söz söyleme durumu. (e.n.)
18.Hacm-i istiabî: Bir şeyin içine alabildiği miktar. (e.n.)
19.Kisbi: Sonradan edinilen. (e.n.)
20.Behemehâl: Her hâlde, ne olursa olsun, ne yapıp yapıp, mutlaka. (e.n.)
21.İstizah: Herhangi bir konuda açıklayıcı bilgi isteme, bir sorunun açıklanmasını isteme. (e.n.)
₺76,32

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6865-70-9
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 5, 4 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre