Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kadın Avcısı», sayfa 3

Yazı tipi:

Mektup, hakikaten incelmişti. Süruri Bey, nefsini tasvir etmekte aşkı ve güzelliği tariften daha büyük bir kudret göstermişti. Saçlarından başlayarak topuğuna kadar kendisini mükemmelen resmediyordu.

Bu tasviri yalnız dudaklarında değil gözlerinde de canlandıran ve okuyuş tarzına şimdi yayvan bir öpüş şekli bulaşan Nadire Hanım gibi Aleksandra da, Süruri Bey’i âdeta karşısında görüyor gibi oluyordu. Koyu siyah saçlarıyla, gür kaşlarıyla, kara gözleriyle, kıvrık bıyıklarıyla, buğday rengiyle, uzunca ve ince boyuyla mektup sahibi onların da karşısında canlanıyor ve tebessüm ediyordu!

Şimdi sıra aşkın dileklerine gelmişti. Süruri Bey, bu pek nazik ve pek tehlikeli noktayı da cesur bir hamle ile apaçık izah edivermişti. Onun pervasız bir açıklıkla yaptığı açıklamaya göre “sevgililerin yekvücut olması” lazımdır. Bununla beraber o, sadece yekvücut olmak gerekliliğini ileri sürmekle yetinmiyordu, ezeli bir güzelliğin gerektirdiği bedenî birleşmenin âşık ve maşuk arasında “ayniyet” teşkil etmesi icap edeceğini de söylüyordu.

Sonra, iki sevgili arasında “ayniyet”in ne demek olduğunu anlatıyordu. Nadire Hanım, şevk ile hecelediği bu çok üryan tahlillerden iliklerine kadar tat almakla beraber kızarmaktan geri kalmıyordu. Yanındakilerden de utandığı için bir ağız yapmak istedi, mırıldandı: “Kalbi gibi kalemi de hasta. Ne yazdığını bilmiyor. Fakat aşağı tarafları daha usluca!”

Çirkin kızın “aşağı tarafları” dediği sayfalar hicran ve arzu terennüm eden basmakalıp sözlerle dolu idi. Âşık efendi, hicran gecelerinin tükenmek bilmeyen uzunluğunu anlatırken ayları, yıldızları söyletiyor; sevgilisini bazen aya bindirerek meçhul ufuklarda dolaştırıyor, bazen yıldızların başına geçirerek zeybek oyunu oynatıyordu. Bu gevezelikler arasında rüyalarını hikâye etmeyi de unutmuyordu. Alelade sekiz, on saat uzayıp giden geceler, Süruri Bey’in tarifine nazaran, binlerce sene uzunluğunda olduğu için o geceler içinde görülen rüyalar da sonu gelmeyen masallar gibi bir şey oluyordu.

Nadire Hanım, kendi yüzünden uzayıp giden gecelerin hikâyesini, mektubun hayli ağdalı olan diğer sayfalarından daha iyi anladığı için hecelemeyi bırakmıştı. Kelimeleri artık kekelemeden okuyor ve satır başına biraz daha sarhoş oluyordu.

Nihayet mektubun sonu geldi ve Nadire Hanım, dinlediği tatlı masalın biteceğini anlayarak yüzünü buruşturan bir çocuk acınışıyla içini çekti, “Artık bitiyor.” dedi. “İki yaprak kaldı!”

Bu iki yaprak, garip bir tavsiye ve hazin bir feryat taşıyordu. Sayfa sayfa aşktan, güzellikten, hicrandan, rüyadan bahseden Süruri Bey, şimdi sevgilisine tuhaf bir tavsiyede bulunuyordu:

“Güzel mahluk!” diyordu. “Seni yordum, sinirlerini oynattım. Bu günahımı tamir için sana bir zevk, lahuti bir zevk takdim etmek isterim. Hemen kalk, soyun! Mektubumu gümüş göğsüne bas, yatağına gir, gözlerini kapa ve beni düşün! ‘Gönülden gönüle yol var’, demezler mi? İşte, göze görünmez perilerin eliyle yapılan bu yoldan benim yanına geldiğimi göreceksin. Fakat acele etme. Gözlerin gene kapalı dursun. Ta ki orada, senin ayaklarının ucunda uzun bir neşide okuyayım! Aşkımın azametini, hicran günlerinin elemlerini sana dilimle anlatayım. Beni dinledikten sonra emir senindir. Dilersen evindeki kedi gibi başımı göğsüne koyarak sana yoldaşlık ederim. Dilersen okuduğu ilahilere rağmen sadaka alamayarak eli boş dönen bir dilenci gibi sesimi kesip geri dönerim. Bu zıt neticeler, sana takdim etmek istediğim zevki ihlal edecek değildir. Beni yanında alıkoysan da geri göndersen de sesimin aksi kulaklarında titreyecek ve göreceğin rüya gene benden ibaret kalacaktır. Rica ederim, çok rica ederim, bu büyük rüyayı elde etmek fırsatını kaçırma!

Ve sonra, çığıra filan lüzum görmeden bir sürü çığlıklar sıralıyordu:

“Nadire, güzel Nadire, güzeller güzeli Nadire, ezeliyetin kızı Nadire, ebediyetin kızı Nadire! Seni seviyorum, çıldırasıya seviyorum, ölesiye seviyorum, ağlaya ağlaya seviyorum, güle güle seviyorum, düşüne düşüne seviyorum, çırpına çırpına seviyorum, seviyorum, seviyorum.”

Mektup bitmiş, Nadire Hanım’ın da kuvveti tükenmişti. O sıra sıra “seviyorum”ları tekrar ederken önce kızarmış, sonra sararmış ve müteakiben bembeyaz kesilmiş, nihayet ıspazmoz22 geçirir gibi zangır zangır titremeye başlamıştı. Son kâğıdı elinden bırakırken acınacak bir hâlde idi. Sanki bizzat aşkını haykırmış, hüsranını inlemiş, merhamet dilenmiş gibi yorgundu. Mavi gözlerinde donuk bir ızdırap, dudaklarında soluk bir titreyiş vardı, önüne bakıyordu.

O, iki kelimenin kulaklarında çınladığını duyuyordu: “Kalk, soyun!” Şu odada bir aşk mektubunu tahlil etmek için toplanıldığını hemen hemen unutmuştu. Kalkmak, soyunmak ve bu suretle Süruri Bey’in emrini biihtiyar23 fakat bahtiyar yerine getirmek istiyordu.

Şüphe yok ki bu dilek, bu istek, o kelimelerin vücuda getirdiği bir telkin neticesi idi. Basit dimağların en göze çarpan hususiyeti, telkine kabiliyettir. Herkes, az veya çok telkine kabiliyetli olmakla beraber bu yetenek, Nadire ayarındaki kadınlarda son derece yüksektir. Bununla beraber terzi kızla Nevcivan da ayrı ayrı tesirler altında düşünüyorlardı.

Bin dereden su getirdikten sonra bir mitralyöz silsilesi ve şiddetiyle muhabbetini püsküren meçhul erkeğin yaptığı bu bombardıman, onları da şaşırtmıştı. Nevcivan, birer ateşli tane gibi arka arkaya kulağına çarpan o “seviyorum” kelimelerinden garip bir eza duymuş; Aleksandra, yanlış bir hedefe tevcih edilen bu aşk kurşunlarının taşıdığı tatlılıkla sarsılmıştı.

Hülasa: Üçü de dalgındı. Ani bir yaylım ateşine uğradıktan sonra sığındıkları yerde heyecanlarını gidermeye çalışan askerler gibi karışık bir hâletiruhiye geçiriyorlardı. Sinirlerine ağır bir bulut sarılmış gibiydi. Dakikalardan sonradır ki bu bulut çözülmeye ve kızlar kendilerini toplamaya başladılar. İlk uyanıklığı gösteren gene Aleksandra idi. Evvelce eğlene eğlene dinlemek istediği mektubun yüreğinde uyandırdığı kıskançlıkla sarsılıyordu ve yine ikiyüzlü konuşuyordu:

“Tebrik ederim, Nadire Hanım! Değerli bir âşık bulmuşsunuz.”

Çirkin kız, tatlı bir uykudan uyanır gibi silkindi ve mırıldandı: “Ben onu bulmadım, o beni buldu!”

“Seviştikten sonra hepsi bir kapıya çıkar. İster siz onu bulun, ister o sizi bulsun, ne farkı var?”

“Sevişmeyi de birdenbire nereden çıkardın? Süruri Bey beni sevdiğini söylüyor, bakalım ben onu sevecek miyim?”

“Nazlanıyorsunuz, böyle bir delikanlıyı sevmeyip de kimi seveceksiniz. Sözü güzel özü güzel bir adam.”

“Sözünü güzel buldun diyelim. Özünün güzelliğini nasıl anladın?”

“İyi söz, iyi özden çıkar. Öyle değil mi, Nevcivan?”

Nevcivan, dalgın dalgın cevap verdi:

“Siz, düş görüp el çırpıyorsunuz. Kendi kendinize dernek yapıp gerdeğe giriyorsunuz. Bir kere işi kökünden taraklasanıza!”

Nadire de, Aleksandra da sordular: “Neyi kökünden taraklayalım?”

“Süruri Bey mi, Süruri Efendi mi, nedir, işte o adam küçük hanımı nerede görmüş?”

Aleksandra, Nadire’den evvel atıldı: “Elbet bir yerde görmüş. Bu kadar bilgili, görgülü bir delikanlı, görüp tanımadığı kızlara mektup yazacak değil a.”

“Hayır! Mektupta hanımı gördüğünü söylemiyor yahut söylüyor da ben anlamıyorum.”

Sual, mühimdi. Süruri Bey’in Nadire Hanım’ı şahsen görüp beğendiği tahakkuk etmedikçe24 iddia ettiği aşkın doğruluğuna inanmak safdillik olacaktı. Gerçi onun Nadire’yi tanıdığına delalet eden emareler yok değildi. Mesela kızın, babasının isimlerini, mahallelerini, sokaklarını, evlerinin numarasını biliyordu. Demek ki Nadire Hanım’ın pek de yabancısı mevkisinde bulunmuyordu. Fakat hanımı nerede gördüğünün bilinmesi gene lazımdı. Aksi takdirde onun muziplik yaptığından, alay olsun diye böyle bir mektup yazdığından gerçekten şüphe edilebilirdi.

Nevcivan, sualinin uyandırdığı tereddütten cüret alarak fikrini izah etti:

“Dost var, düşman var… Komşulardan birinin eğlenmek için böyle bir düzen kurmadığı ne malum? Bunu düşünmek lazım değil mi?”

Besleme kız, kendi de bilmediği hâlde, hakikatin bir kısmına temas etmişti. Filhakika Tatlıdil mecmuasına Nadire imzasıyla gönderilen kupon, komşu kızlardan biri tarafından doldurulmuştu. “Çirkinlerin bahtı iyi olur!” kanaatini besleyen bu komşu çocuğu, Nadire’ye söylemeye lüzum görmeden bilmece kuponuna onun imzasını koymuş ve tesadüf de kanaatini tasdik edivermişti. Bu zararsız hileyi yapan kız, Nadire namına verilecek hediyeyi bile almıştı ve hilesini çirkin komşusuna söylemeyi hatırına getirmiyordu. Şu hâle göre, Nevcivan, kısmen bir hakikate temas etmiş oluyordu.

Aynı zamanda Aleksandra’nın da zihninde lemalar uyanmıştı. Mektup sahibinin her şeyden bahsettiği ve kendi şahsını uzun uzun tasvire kalkıştığı hâlde Nadire’nin ne saçı ne kaşı için tek bir kelime yazmamasını şimdi garip buluyordu. Süruri Bey, hakikaten mevcut ve Nadire Hanım’a da söylediği gibi tutkun ve bağlanmış ise onun boyuna bosuna dair bir hayli şeyler söylemesi, sevgilisinin nesine ve neresine gönül verdiğini anlatması icap ederdi. Böyle bir kızın sevilmesi esasen mümkünsüz olduğuna ve mektubun da en mühim bir noktayı sessiz bırakmasına göre işin içinde tatsız bir latife, hain bir alay bulunduğu açığa çıkıyordu.

Terzi kızı, bu umulmaz âşığın zaten bir sersem veya sahtekâr olduğuna kani idi. Lakin iki surette de Nadire’yi şahsen tanıdığını sanıyordu. Şimdi bu sanı sarsılıyordu. Besleme Nevcivan, dürüst bir görüşle parmağını hadisenin en canlı yerine basmıştı. Eğer Nadire Hanım, beslemesinin fikrini kabul ederek bu aşk oyununu başlangıcından bozarsa Aleksandra için büyük bir fırsat, intikam fırsatı heder olacaktı. O takdirde, meseleyi sıkı yakalamak, pişmek üzere bulunan aşa su katılmasına mâni olmak gerekti.

Terzi kız, bu düşünce ile sahte bir ciddiyet takındı:

“Nevcivan!” dedi. “Kısa düşünüyorsun. Eğlence için düzinelerle kâğıt doldurulmaz. Sonra, mektuptaki iniltilere baksana! Boş yürekten bu yanık sesler çıkar mı? Ben, işin doğru olduğuna hiç düşünmeden yemin ederim. Süruri Bey’i tanımıyorum. Fakat şu mektup sahibinin küçük hanıma gönül verdiğine işte istavroz çıkarıyorum.”

Besleme kız, ısrar ediyordu: “Peki ama küçük hanımı bu adam nerede görmüş?”

“Ne bilelim biz! Belki çarşıda, belki sokakta gördü, belki bir evde rastladı da anahtar deliğinden gözetledi. Dünya bu, olmaz olmaz ki?”

Nadire Hanım, yüreği sıkıla sıkıla konuşmayı dinliyordu. Utanmasa beslemeyi azarlayacak, odadan kovacak, terzi kızı da kucaklayıp dudaklarından öpecekti. On beş yaşına girdiği günden beri için için doğumunu beklediği muhabbet güneşi, işte otuz yaşına ayak bastıktan sonra ilk nurunu yüreğine dökmüştü. Besleme Nevcivan, bu mukaddes doğumu âdeta söndürmek, o mübarek ve sıcak ziyayı henüz yüreğine yayılırken söküp atmak istiyordu. Aleksandra ise bu zalim taarruzu defe çalışıyordu. Besleme, bir gaddar; terzi kız, müşfik bir dost görünüyordu.”

Fakat ne ötekini azarlamaya ne berikini okşamaya bir müddet cesaret edebildi… Derin bir eza içinde, münakaşanın neticesini bekledi, Aleksandra’nın son sözü üzerine ise artık dayanamadı:

“Mektup…” dedi. “Bana yazılıyor, tasası Nevcivan’a düşüyor. Ben bu işe inandıktan sonra başkasının şüpheye düşmesi saçma olmaz mı?”

Nevcivan, saffetli bir inat ile hanımına da karşılık vermekten çekinmedi:

“Ben sizin için tasalanıyorum, işin sonunda bir maskaralık çıkar da el diline düşerseniz iyi mi olur? Ortada dönüp dolaşan zaten bir avuç kâğıt. Onu da kimin yazdığı belli değil. Hele biraz ağır olun. Suya yanaşmadan paçaları sıvamayın, çorbayı görmeden kaşığı hazırlamayın.”

Şimdi münakaşa hararetlenmişti. Süruri Bey’in mevcut bir şahsiyet mi yoksa muhayyel bir şey mi olduğu esası üzerine görüşler, düşünceler üretiliyordu. Nadire Hanım, kelimelerinde abıhayat dalgalanan âşığının varlığına ve yokluğuna dair söylenen sözleri, müthiş bir azap içinde dinliyordu. Sözün uzadığını görünce bağırdı:

“Ben sizi değil gönlümü dinliyorum. Süruri Bey’i de düpedüz karşımda görüp duruyorum. Zaten Halep orada ise arşın burada! Kendisine kısa bir cevap yazar, göndeririz. Karşılığını alırsak kimsenin diyeceği kalmaz.”

Nevcivan, gene bir müşküle işaret etti:

“Yazacağınız cevabı nereye göndereceksiniz? Süruri Bey, sarı çizmeli Mehmet Ağa gibi bir şey. Evi belli değil, yeri belli değil!”

Aleksandra, bu noktayı deminden beri zihninden geçirip duruyordu. Sayfalar dolusu yazı yazan meçhul erkeğin adres göstermemesi dikkatinden kaçmamıştı. Fakat o, garip görünen bu eksikliği, âşık efendinin ihtiyatperverliğine yormak istiyordu. Nadire’nin böyle bir teşebbüsten kızarak ters bir cevap vermesi, hatta mektubun Nadire’den evvel babasının eline geçerek polise yollanması muhtemeldi. Süruri Bey, şüphe yok ki, bu ihtimalleri göz önüne almış ve ihtiyat gösterip adresini vermemiş olacaktı. Nadire Hanım’ın birdenbire gösterdiği çılgın sevince nazaran lüzumsuzluğu meydana çıkan şu ihtiyatın şimdi zararı da hissolunmaya başlıyordu. Kızcağız, hemen cevap vermeye hazır fakat bu emeli tatmin etmek vasıtasından mahrum bulunuyordu.

Terzi kız bütün bu noktaları çarçabuk tahlil ve terkip etti:

“Sarı çizmeli Mehmet Ağa’mızı…” dedi. “Bulmak kolay!”

Nadire coşkun bir arzuyla, Nevcivan da gizli bir alay ile sordular:

“Nasıl?”

“Beklemekle!”

“Anlamadık!”

“Anlaşılmayacak bir şey yok. Sevdalanan yürek, ateş püskürmeye başlayan dağlara benzer. İçini adamakıllı boşaltmadıkça, lavlarını dökmedikçe dinmez, rahat etmez. Süruri Bey de, sade bu mektubu göndermekle susmayacaktır. Bir daha, bir daha yazacak, derdini anlatıncaya kadar çalakalem inleyecektir. Bu mektupların birinde olmazsa öbüründe adresini görürüz.”

Aleksandra planını çizmişti. Nevcivan’ın zannettiği gibi bu mektup, komşulardan birinin muzipliği eseri olsa bile, kendisi o latifeyi uzatacaktı. Aynı imza ile aynı vadide mektuplar gönderecek, kızın masum zevkini körükleyecek ve icap ederse bir de erkek kiralayarak bu oyunu dilediği noktaya kadar götürecekti. Süruri Bey’in hakikaten mevcudiyeti hâlinde ise bu külfetlere hacet kalmayacaktı. Oyun, kendiliğinden ve pek kolaylıkla cereyan edecekti.

Nadire Hanım’la Nevcivan, Aleksandra’nın neler düşündüğünü bilmedikleri için, ortaya attığı fikrin yalnız görünüşüne bakıyorlardı. Daha doğrusu Nevcivan, bu fikri sadece doğru buluyordu. Nadire Hanım ise doğru bulmakla yetinmiyor, Süruri’nin sık sık kâğıt yazacağını düşündükçe istiğraklar geçiriyordu. Şimdiye kadar kimsenin dikkatini celbetmeyen güzellikleri için kibar bir delikanlının her gün bir kaside göndereceğini düşünmek, zavallı kızcağızı kabına sığmaz bir hâle getiriyordu.

Bu coşkun sevinç arasında ani bir düşünce kafasında titredi. Şu kutsi aşk vesikasını ne suretle elde ettiğini ilk defa olarak hatırlamak mecburiyetinde kaldı. Babasının meşguliyeti sırasında âşığının mektubunu çalabilmişti. Bundan sonra gelecek mektupları o suretle elde etmek imkânı yoktu. O hâlde sevgilisinin ikinci, üçüncü, dördüncü mektupları babasının eline geçecek, kendisi o güzel sözleri, o ateşli çığlıkları, o tatlı iltifatları, o sarhoşlatan tavsiyeleri işitemeyecekti.

Babasının mektuplara karşı alacağı vaziyeti hiç düşünmüyordu. Onları görememek, okuyamamak ihtimaliyle ruhunda uyanan azap, yüreğinde kıvranmaya başlayan ızdırap o kadar büyüktü ki diğer ihtimallerin yaratacağı elemler için benliğinde yer kalmıyordu. Çirkin kız, işte bu azap ve ızdırapla inledi:

“Mektuplar gelecek diyelim. Biz nasıl alacağız? Bunu bile nasılsa gördüm, babamın yanından hırsızlama aldım.”

Aleksandra, bu büyük mahzura da hemen çare gösterdi:

“Evinize gelenlere ya Nevcivan kapıyı açar ya Karanfil. Onlar bundan sonra bütün mektupları getirsinler, siz de kendinizinkileri alınız.”

Nadire, dalgın ve mahzun başını salladı:

“Nevcivan bu işi hatırım için belki yapar. Fakat Karanfıl’e güvenemem.”

Çirkin kızın acıklı bir sıkıntı içinde söylediği bu söz biter bitmez odanın kapısı açıldı. Zenci aşçı içeriye girdi, ellerini kalçasına dayadı, “Vay!” dedi. “Benim neyimi gördün de için bulandı? Rabb’im yüzümü karaya buladı ama yüreğimi gümüşle kapladı. Nevcivan daha dün geldi, ben senin beşiğini salladım, bezlerini yıkadım, hâlâ tırnaklarımda çocukluğunun kirleri duruyor. Ona bel bağlayıp da benden işkillenmekten utanmıyor musun?”

Karanfil Kalfa, hayli zamandan beri başını eşiğe koyup içerideki muhavereyi25 dinliyordu. Yatak komşusu Nevcivan’ın birkaç saat küçük hanımın yanında kalışı kendisinde şüpheler uyandırmış, şu üç kızın baş başa verip neler konuştuklarını anlamak emeliyle kapı dibine gelmişti. Mektubun ancak sonuncu sayfalarını işitmekle beraber vaziyeti tamamıyla kavramıştı. O da, Süruri Bey isminde birinin küçük hanıma name yolladığını, terzi kızla Nevcivan’ın bu sevda işinde müşavirlik rolü yaptıklarını artık biliyordu.

Bu öğrenişin zenci kızda ilk hasıl ettiği intiba, derin bir yürek ezintisi olmuştu. Nadire’nin ayıla bayıla okuduğu mektubun sevgiye taalluk eden parçaları, onun da doktor eli değmeyen sıtmalı yüreğinde ani bir sarsıntı uyandırmıştı. Irkına has olan ebedî kan iltihabı, yeni baştan kıvılcımlanmıştı. Mektuptaki o sürekli “seviyorum”lar, kömür kümelerini çarçabuk ateş hâline getiren kuvvetli bir yelpaze gibi zavallının siyah tenini alevli bir mangala çevirmişti!

Terziye, besleme Nevcivan’a yürek sırrını açmakta mahzur görmeyen küçük hanımın kendisini yabancı tutmasına canı sıkılmıyor değildi. Fakat küçük hanım gibi bir maskaraya bahtın layık gördüğü bu aşkın kendisine nasip olmayışını düşünüp üzülmekten, o sıkıntıyı pek de hissetmiyordu. Nadire’nin, mahremiyet kadrosuna kendisini asla sokmak niyetinde olmadığını anlayınca düşüncesi değişmiş, bu mahremiyeti cebren kazanmak için odaya atılarak sitemlere girişmişti.

Sevilmeyenler, sevilenlerin sırdaşı olmaktan zevk alırlar. Başkalarının aşk yolunda elde ettikleri hazlar, onların hüsranını sanki tedavi eder. Aynı ihtiyaç, Karanfil’in ruhunda da uyanmıştı. Küçük hanımın aşkına mahrem olmakla kendi mahrumiyetine merhem sürmüş olacaktı!

Terzi kızı, sahnenin yeni bir aktör kazanmasından memnundu. Zihnindeki hıyanet tohumu gittikçe büyüyor, filizleniyordu. O, fasit planını yürütmek için Karanfıl’den de istifade etmeyi tasarlıyordu.

Bu sebeple kendisini okşadı:

“A, güzel bacı!” dedi. “Küçük hanım sana saygı gösterdi de o sözü söyledi. Birdenbire celallenme, ya!”

Saygı! Beşeri duyguların en renksizi veya en çok renklisi saygıdır. Bazen korkudan, bazen sevgiden, bazen şaşkınlıktan, bazen de hilekârlıktan doğan bu duygu, insan ruhunda yaşayan hakiki bir bukalemundur. Saygının en garip bir hususiyeti de kavilerle zayıfların müştereken işlerine yaramasıdır. Gün olur ki zayıflar saygı maskesine bürünerek kavilerin zekâsına gem vururlar. Gün olur kaviler, isyan etmek temayülü gösteren zayıfların taşkınlığını boğmak için aynı boyunduruğu kullanırlar. Karanfil de, küçük hanımın kendisine saygı gösterdiği söylenilince yumuşadı:

“Var olsun ama…” dedi. “Söylediği söz yutulur şey değil. Nevcivan’a güvenirmiş de bana güvenemezmiş. Hâlbuki ben ser veririm de sır vermem. Bakalım, Nevcivan’ın ağzında bakla ıslanır mı?”

Kızların anlaşması uzun sürmedi. Meselenin mahiyeti Karanfil’e anlatıldı. Bu vesile ile mahut mektubun en oynak parçaları bir daha okundu ve sonunda müzakereye, münakaşaya girişildi.

Bahsi idare eden hep Aleksandra idi. Kendi planına uymayacak düşünceleri seri bir zekâ darbesiyle hemen çürütüyor, Süruri Bey’le Nadire arasında mektuplaşma vukua gelmesi için hummalı gayretler gösteriyordu. Nadire’nin iradesi zaten erimiş gibiydi. Kafasında, hep meçhul âşığının, “Kalk, beni düşün!” emri dolaşıyordu. Besleme Nevcivan’ın saf fakat zayıf bir dil açıklığıyla ortaya sürdüğü namus önermesi, haysiyet meselesi, kulağına bile girmiyordu.

Bu işten nihayet bir düğün çıkacağını, bu suretle de evlenme işine ait olarak evde yerleşip giden uğursuzluğun ortadan kalkacağını, binaenaleyh kendisine de sevilmek fırsatı, evlenmek imkânı elvereceğini düşünen Karanfil de, olanca saffetiyle düzenci terzi kızına yardakçılık ettiği için, Nadire’nin düşünme kabiliyeti kökünden kırılıyordu. Nihayet Aleksandra’nın fikirleri kolaylıkla galebe etti. Süruri Bey tarafından takdim olunan aşkın kabulüne ekseriyetle karar verildi ve vazifeler şu suretle taksim edildi:

Nadire Hanım, ilk fırsatta gönderilmek üzere Süruri Bey’e cevap hazırlayacak.

Aleksandra, her gün eve uğrayıp maceradan malumat alacak. Süruri Bey’in adresi öğrenilir öğrenmez Nadire’nin cevabını eliyle götürecek.

Karanfil, kulağını kapıdan ayırmayacak, gelen mektupların Hacı Hafız Nesimi Efendi’den evvel küçük hanımın eline geçmesini temin edecek.

Besleme Nevcivan, “Ben bu işi beğenmiyorum, sonunun kötü çıkacağından korkuyorum. İçinizde sanki yokmuşum sayınız, beni hesaba katmayınız…” diyerek bu aşk alışverişinde vazife deruhte etmeyeceğini26 söylemişti. Şu kadar ki işittiklerini unutacak, büyük hanıma ve efendiye bir şey sezdirmeyecekti.

***

Süruri Bey, pek nefis bir sanat eseri olduğuna kuvvetle kani bulunduğu mektubun müsveddesini koynunda taşıyor, fırsat buldukça arkadaşlarına okuyup duruyordu.

“Ağlayanı tanıdık, ağlatan kim?” diyenleri çalımlı çalımlı süzerek kısa bir cevap veriyordu: “İstanbul’un gülü, sarı bir gülü!”

Meçhulün meçhul ile tarif olunmasından huylanarak izahat isteyenlere sükût ile karşılık veriyordu.

Hayalinde yarattığı uzun boylu, sarı saçlı nefis kadın hakkında fazla söz söylemekten çekiniyordu. Daha doğrusu sevgilisini, kendi eseri olan sevgilisini herkesten kıskanıyordu. Lakin mektubunun Nadire Hanım’a varıp varmadığını takdir edemediği için üzülmekten de geri kalmıyordu. Rüyalarında yaptığı sorgular ve aldığı müspet cevaplar, kendisini tatmin etmekten çok uzaktı.

“Evet. Bugün için erkekliğin cazibeleri, tüccar zümresinde toplanıyor. Herhangi bir kadın yüreğine emniyetle ve kolaylıkla girebilmek için bir ticarethane firması göstermek lazım. Evvelce yanık bir şiir, parlak bir mahmuz, tumturaklı bir unvan Havva kızlarının yüreğini oynatabiliyordu. Şimdi moda yahut hayat değişti. Aşk mektuplarının banknotlara yazılması ve hiç olmazsa yazılabileceğinin ihsas olunması icap eder.”

“Ya şu kızcağız, aklına uyup da ticarethaneni görmek isterse?”

“Yazıhanem Konya’da! Ben, getirdiğimi satmak, götüreceğimi almak için burada bulunuyorum. Bu hanımı nasılsa görüp taaşşuk27 ettim. İşimi komisyoncularıma gördürüyorum. Kendim de aşk tezgâhında bahtiyarlık kumaşı dokumak istiyorum.”

“Kızı nasıl buldun, adresini nasıl öğrendin?”

“Bu basit bir tesadüften ibaret.”

Delikanlı, bir çayhanede oturduklarını henüz hatırlamış gibi etrafına göz gezdirdi, lakin sesini tamamen hafifletmeye lüzum görmeden devam etti:

“Bir gün postanede ayaküstü mektup yazıyordum. Masanın yanıma tesadüf eden kısmına minyon bir kızcağız geldi. Elindeki zarfın arka tarafına, gönderici sıfatıyla adresini yazmaya başladı. Kız hoşuma gitmişti, hele masaya abanarak ve harflere tuhaf tuhaf kıvrıntılar vererek yazı yazışı içimi gıcıklamıştı. Yan gözle yazdığını okudum ve… Belledim!”

“Sonra?”

“Sonrasını keşfedemiyor musun?”

“Belki anlıyorum, fakat senin söylemeni istiyorum. Sözlerin, pek tatlı!”

“Tat, sözümde değil hikâyede. Onun için mersi demeye lüzum görmüyorum.”

“Canım, bahsi değiştirme. Kızın adresini belledikten sonra ne yaptın?”

“Ne mi yaptım? Aklın emrettiği şeyi yaptım. Sıcağı sıcağına bir mektup yazdım. Ertesi gün bir daha, iki gün bekledikten sonra bir daha… Mektupları fasılasız göndermekte büyük bir hikmet vardır! Hücuma uğrayan kız veya kadın, aşk taarruzunun ardı arkası kesilmediğini görünce şaşırır, düşünmeye kudret bulamaz. Bununla beraber ben, hücumlarıma ara da versem gene muzaffer olacağıma kani idim.”

“Bu kanaat nereden geliyor?”

“Çünkü kızın hâlinde, tavrında tuhaf bir şey vardı. Nasıl tarif edeyim bilmem ki. Bakışlarında ümit veren bir parıltı, dudaklarında ‘Beni öpün!’ diyen bir haykırış seziliyordu. Böyle bir kızın önüne atılan yürekleri çiğneyip geçeceğini ummuyordum. Sonra, ilk mektubumda da öbürlerinde de kızın gözünü, kaşını, dudaklarının inceliğini, hatta boynundaki beni uzun uzun tasvir ettiğim için kendisini yakından tanıdığıma şüphe edemeyecekti. Benim bilinmeyişimin hasıl edeceği tereddüdü de halı tacirliği giderecekti. Tüccardan bir âşık! Şu para darlığı sırasında herhangi bir kız için bundan büyük ikramiye mi olur? Nitekim tahminlerim doğru çıktı ve üçüncü mektubuma cevap geldi.”

“Sen kendin için neresini adres göstermiştin?”

“Beyoğlu’nda Şule Gazinosu’nu! Fakat kız evine mektup yazılmasını istemiyor, yeni bir adres veriyor: ‘… Postanesi Postrestant Nermin!’ diyor. Bu uydurma çekingenlik umurumda değil. Benim yapacağım şey muayyendir.”

“Ne yapacaksın?”

“Onun izdivaç teklifini ümitsizlik vermeyecek şekilde atlattıktan sonra kendisini parkta bir gezintiye çağıracağım.”

“İlk ağızda gezinti teklifi ürküntü vermez mi?”

“Aman azizim! Sen hâlâ klasik muhabbetler, köhne usuller sayıklıyorsun. Paranın her şey olduğuna inanılan bir zamanda vaktin kıymeti bilhassa nakitleşmiştir. Küçük hanımlar, bu büyük hakikati erkeklerden daha iyi anlamışlardır.”

“Diyelim ki davetini kabul etti. Parka gelince seni nasıl tanıyacak?”

“Gayet kolay. Gelecek salı günü saat üçte musiki barakasının karşısındaki kanepede kendisini bekleyeceğimi, elimdeki ‘Hüsnü Niyet’ gazetesinden beni tanıyabileceğini yazdım. Bu, fazla bir tekellüftür. Onu aramak zevkine meylettirmek için ihtiyar ediyorum. Yoksa kendisini tanıdığım için yalnız oturacağım yeri söylemek de kâfi! Ben, sevgilimi görür görmez eteklerine kapanmayı bilirim.”

Muhaverenin büyük bir kısmı, Süruri Bey’in kulağından kaçmamıştı. Ortadaki mektubun -sersem bir sanıya kapılıp da şüphelendiği gibi- Nadire Hanım’dan gelmediğini anlayarak sevinmiş, “… Postanesi Postrestan Nermin” adresine gönderilecek herhangi mektubun güzel, genç ve minyon bir hanım tarafından alınacağını öğrenmiş, bu genç adamın yaptığı gibi sahte bir isim ve sahte bir sıfat takınarak kendi maşukasına bir adres göndermediğine de yeni baştan pişman olmuştu.

Çayhaneden çıktığı vakit, zihninde küme küme düşünceler bulutlanıyordu. Şu tesadüften ne şekilde ve kaç türlü istifade edebileceğini dalgın dalgın tasarlamaya uğraşıyordu. Nadire Hanım’a bir daha ve bir daha mektup yazmayı kararlaştırmakla beraber minyon kızı da düşünüyordu. Kızlardan aldığı mektupları tıpkı gazete okur gibi çayhanelerde yüksek sesle okumaktan, sevmek ve sevilmek hakkındaki fikirlerini konferans verir gibi bağıra bağıra anlatmaktan çekinmeyen o gence bir ders vermek için “Minyon Nermin Hanım”a bir nasihatname yazmayı elzem buluyordu.

Süruri Bey, bilhassa bu nasihatname meselesine ehemmiyet veriyordu. Evceğizinde işiyle dikişiyle uğraşan masum bir kızı baştan çıkarmak, kırlarda, bayırlarda gezdirip dolaştırdıktan sonra yüzüstü bırakmak isteyen delikanlıya fena hâlde kızmıştı. Kendisi de gerçi Nadire Hanım’a hatta yüzünü görmediği hâlde mektup yazmıştı ve yine yazacaktı. Fakat bu harekette ahlaksızlık addolunacak bir nokta yoktu. Bütün emeli, hayalinde canlandırdığı o nefis kızı sevmekten ve onun tarafından sevilmekten ibaretti!

Hâlbuki o adam, o meçhul delikanlı, efsaneler devrinin bazen öküz, bazen yılan, bazen keçi şekline girerek bütün küre üzerindeki kızları ana yapan namussuz Jüpiterlerine benziyordu, isim ve sıfat değiştire değiştire İstanbul’un dört köşesinde kız ve kadın ağlatıyordu. Bu, göz yumulur cüretlerden değildi! Süruri Bey, “Minyon Nermin Hanım”ın felakete uğramasını istemiyordu. Duyduğu sözler, damarlarında galeyan uyandırmıştı. Aldatmaya hazırlanan erkeği teşebbüsünde hüsrana uğratmak, aldanmaya namzet kızcağızı düşmekten, incinmekten, berelenmekten korumak istiyordu. Erkeklik haysiyeti, kendisine böyle bir vazife yüklüyordu!

Şimdi onun yüreğinde iki büyük duygu çalkalanıyordu: Nadire Hanım için derin bir arzu, Nermin için nihayetsiz bir merhamet! Zihninde ise bu duyguların uyandırdığı çiçekli fikirler ve o fikirlere yakışık alan parlak cümleler dalgalanıyordu. Bu vaziyette sinirleri gevşediği için evine kadar gidemedi, Beyazıt’taki kahvehanelerden birine girdi, kuytu bir köşeye çekilerek kâğıt ve zarf getirtti, bir şeyler çiziktirmek istedi.

O, Minyon Nermin Hanım’ın nasihatnamesini öbür mektuptan evvel yazmak azminde idi. Çünkü masum kızcağızı baştan çıkarmak isteyen hain erkeğin zalim teşebbüsüne karşı önce davranmayı lazım görüyordu. Fakat kendisine arz olunan muhabbeti esas itibariyle kabul etmiş, evlenme teklifinde bulunmak suretiyle bu ciheti apaçık bildirmekten de çekinmemiş olan o zavallı kızı tehlikeden haberdar etmek için iyi bir yol bulamıyordu. Maksat, sade bir ilanıaşk olsa hafızasında sıralanan beylik sözlerden istifade edebilirdi. Lakin ona, o facialara namzet yavruya muhabbetname değil, nasihatname yazacaktı. Bu sebeple iyi, çok iyi cümleler bulmak istiyordu.

Süruri Bey bıyıklarını kıvırdı, başını kaşıdı, çenesini okşadı, karihasını28 harekete getiremedi. Gözlerini yeis içinde tavana dikerek yıllanmış sinek kirlerinden, nargile ve sigara kokan duman kümelerinden ilham aradı ve birdenbire mırıldandı:

“Buldum!”

Bulduğu şey, Beyazıt’taki umumi kütüphaneye gitmek, birkaç kitap karıştırıp emeline uygun numuneler toplamaktı. Hemen, ağzına koymaya lüzum görmediği kahvenin parasını vererek çıktı, hızlı hızlı yürüyerek kütüphaneye girdi.

Bütün masalar işgal olunmuştu. Orta mektep talebesinden oldukları önlerine koydukları kasketlerdeki sırmalardan anlaşılan on beş, on altı yaşlarındaki çocuklar tatil günü olmadığı hâlde koca kütüphaneye sıralanmışlar, tatlı tatlı roman okumaya koyulmuşlardı. Güneşli gök altında dolaşmak zevkini seve seve feda ederek kütüphanenin serin ve nemli salonlarında kendilerini -yine kendi istekleriyle- hapseden bu bilgi toplayıcıların hemen hepsi toy mekteplilerdi. Yalnız bir iki efendi, üç beş ciltlik eski kolleksiyonlara kapanarak not topluyorlardı.

Zamanımız matbuatının sermayesini işte bunlar, bu eski mecmualar ve kitaplar temin ediyor. Geçim buhranının midelerde yaptığı boşluk, kafalara da sirayet etmiş olmalıdır ki gazete sütunlarının çoğu kütüphanelerden getirilen malzeme ile doluyor! Bu zahmetsiz yazıcılık, okuyucuların yaşlı kısmına bir nevi temcit pilavı yemek zevkini veriyor. O pilav, beş on kere ısıtılıp da sofraya konurmuş. Yaşlıca okuyucular da birçok hikâyeyi, muhtelif başlık ve muhtelif imza altında sekizer onar defa okumak zevkine eriyor!

Bu noktadan düşünülünce bizim kütüphanelerimizi satıcısı ölü, alıcısı diri bir fikir borsasına benzetebiliriz. Üzerlerinde hakiki sahiplerinin adı yazılı olmasına rağmen bütün tahviller, bu borsadan bedelsiz toplanmakta ve başka pazarlarda pervasız satılmaktadır; işte yazı âlemindeki ölüm kokusunun sırrı!

22.Ispazmoz: “Aşırı titreme, kasılma.”
23.Biihtiyar: Elinde olmadan. (e.n.)
24.Tahakkuk etmek: Gerçekleşmek. (e.n.)
25.Muhavere: İki kişi arasında karşılıklı olarak yapılan konuşma. (e.n.)
26.Deruhte etmek: Üstlenmek. (e.n.)
27.Taaşşuk: Âşık olmak. (e.n.)
28.Kariha: Düşünme gücü. (e.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6865-70-9
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu