Kitabı oku: «Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap», sayfa 2
Bir tüccar ya da bir hizmetçi bir paketle ya da haberle kapımıza geldiğinde, Françoise hiç aldırış etmiyormuşçasına yalnızca boş bir sandalyeyi işaret edip annesinin gelen adama bir cevap vermesini beklerken bir yandan da mutfakta geçirdiği birkaç dakikayı öylesine ustaca değerlendirirdi ki gelen yabancının “Bizde o tarz bir şey yoksa istemediğimizdendir.” görüşünü hafızasına kazımadan gitmesi neredeyse imkânsızdı. Başkalarının bizim paramızın olduğunu bilmesine, zengin olduğumuzu fark etmesine bu kadar önem vermesinin nedeni (Saint-Loup’nun bölümlü makaleler dediği eserler hakkında hiçbir şey bilmediğinden ve sadece “Param var. Hasılatı say.” dediğinden) onun gözünde yalnızca zengin olmanın, erdemli olmayan zenginliğe sahip olmanın hayattaki en yüce değer olması değildi fakat zenginlik olmayan erdemlilik de onun gayesi değildi. Zenginlik onun için, deyim yerindeyse erdemliliğin bir koşuluydu; onsuz erdemliliğin ne değeri ne de etkisi kalırdı. Aralarında yapmış olduğu ayrım o kadar ufaktı ki âdeta her birinin özelliklerini ötekine yükler olmuş, erdemlilikten maddi rahatlık bekleyip, zenginlikten ahlak dersi alma noktasına gelmişti.
Pencereyi kapatır kapatmaz, -aksi takdirde annemin ‘ağzına gelecek her türlü hakareti’ işitmek zorunda kalırdı- Françoise homurdanarak ve iç çekerek mutfak masasını toplamaya koyuldu.
“La Chaise Sokağı’nda kalan bazı Guermantes’lar var.” diye başladı söze babamın uşağı; “Onlarla birlikte kalan bir arkadaşım vardı; faytoncu yamağı olarak çalışıyordu. Bir tanıdığım da, yani tanıdığım dediysem benim değil arkadaşımın kayınbiraderi, Guermantes Baronu’nun saray uşağıyla birlikte askerlik yapmış. Aman sanki babamın oğlu!” diye ekledi uşak; dönemin revaçta şarkılarını söylercesine konuşmalarının sonuna popüler nükteleri de eklemeyi ihmal etmiyordu.
Yaşlı bir kadının yorgun ve hatta Combray dışındaki her şeyi buğulu gören gözleriyle Françoise, kelimelerin altında yatan nükteyi anlamasa da bunun nükteli bir şey olması gerektiğini fark etmişti çünkü konuşmanın gidişatıyla hiçbir bağlantısı yoktu ve şakacı bir insan olduğunu üstüne basa basa söylenmişti. Bu nedenle, “Victor işte, hep böyledir!” derken iyimser ama bir o kadar da şaşkın bir edayla gülümsedi. Bu tür espriler duymanın, -uzaktan olsa bile- toplumun her kesiminde, hatırı sayılır toplumsal zevkleri anımsattığını bildiği için aslında mutluydu; insanlar ellerinden gelenin en iyisini yapmak için acele eder, gerekirse bu yolda hastalanmayı bile göze alır. Ayrıca Françoise, uşağın çok iyi bir dost olabileceğine yürekten inanıyordu; çünkü uşak, Cumhuriyet’in ruhban sınıfına karşı uygulamak üzere olduğu dehşet verici tedbirleri kendisine öfkeli bir şekilde iletmekten asla vazgeçmezdi. Françoise, en acımasız düşmanlarımızın aslında bizle çelişen, bizi ikna etmeye çalışanların değil, bizi mutsuz edebilecek haberleri üreten ve abartanların olduğunu henüz öğrenememişti; bu haberlerde sıkıntımızı dindirebilecek herhangi bir mazeret belirtmemeye özen gösterirler ve muhtemelen bizi, yaptıkları işkenceyi tamamlamak için hem korkunç hem de muzaffer olduklarını göstermemeye çabaladıkları partilere az da olsa saygı duymaya zorlarlar.
“Düşes’in bunların hepsiyle bir bağlantısı vardır mutlaka.” dedi Françoise, bir parçaya andante tonunda girercesine konuşmayı yeniden La Chaise Sokağı’ndaki Guermantes’lılara getirdi. “Kimin söylediğini tam olarak hatırlamıyorum fakat şunlardan biri Dük’ün kuzeniyle evlenmiş. Bir şekilde akraba olmuşlar sonuçta. Ne kadar da harika bir aile şu Guermantes’lılar!” derken bir yandan ailenin ne kadar köklü olduğuna bir yandan da ne kadar görkemli bağlılıkları olduğuna saygıyla değinmiş oldu; tıpkı Pascal’ın,5 dinin doğruluğunu Akıl ve Kutsal Yazılara dayandırması gibi. Çünkü bu iki ifadeyi açıklamak için tek kelime kullanan ve o kelimeyi de “büyük”ten yana kullanan Françoise’ın gözünde bunlar yalnızca tek bir düşünceyi oluşturuyordu; zihninin girintilerindeki karanlığa ışık tutarak parçalanmış taş misali kusurlarını ortaya çıkartan türden bir kelime haznesine sahipti. “Merak ediyorum da Combray’den sadece birkaç mil uzaklıktaki Guermantes Kalesi’nin sahipleri bunlar olabilirler miydi? O hâlde bunlar Cezayir’deki kuzenleriyle de akrabadırlar.” Annemle ben uzun bir süre Cezayir’deki bu kuzenin kim olabileceğini düşünüp durduk; ta ki sonunda Françoise’ın Cezayir6 diyerek kastettiği şeyin aslında Angers7 kasabası olduğunu öğrenene kadar. Bazen uzaktaki şeyler yakında olanlardan daha tanıdık gelebilir bize. “Cezayir” adını yılbaşı zamanlarında hediye gelen tatsız hurmalardan bilen Françoise, daha öncesinde Angers’yi hiç duymamıştı. Onun lisanı da tıpkı Fransızca gibi hatalarla doluydu, özellikle yer adlarında. “Bu konuyu kâhyayla konuşmak isterim. Ne diyorlardı ona?” dedi. Muntazam yoldan soru soruyormuşçasına sözünü yarıda keserek, kendi cevabıyla da devam etti: “Ah, tamam, o Antoine idi!” Sanki bir unvanmış gibiydi Antoine. “Bana doğrusunu söyleyebilecek tek kişi oydu fakat o da tam bir çelebidir ama bir o kadar da bilgiçtir; görseniz sanki konuşmayı bilmediğini ya da dilini kesip attığını düşünürdünüz. Onunla konuşurken cevap bile vermiyor.” diye ekledi, tıpkı Mme. de Sévigné gibi “cevap” diyen Françoise. “Fakat.” diye konuşmasına devam etti asılsızca, “Tenceremde neyin kaynadığını bildiğim sürece başkalarının tabağına göz dikmem. Katolik olsun ya da olmasın. Zaten hiç cesur bir adam değil! (Bu eleştiri, Françoise’ın Combray’de yaşadığı günlerde sahip olduğu, fiziksel cesaretin erkekleri hayvanların seviyesine düşürdüğü hakkındaki fikrini değiştirebilirdi. Fakat öyle olmadı. Cesur sadece çok çalışan anlamına geliyordu.)”
“Bir saksağan kadar hırsız olduğunu da söylüyorlar fakat her söylenene inanmamak gerek. Kiracılar yüzünden hizmetçiler uzun süre orada kalamıyor, kapıcılar kıskanıyor ve Düşes’i onlara karşı dolduruyorlar. Amma velakin Antoine tam bir düzenbazdır, Antoinesse ise ondan da beterdir.” diyerek uşağın karısının tanımlayacak bir sıfat bulamadığından isminin sonuna eklediği kadınsı bir ekle bitirdi cümlesini Françoise; bu kelime yapısını bilinçsizce hafızasına yerleşmiş olan chaoine8 ve chanoinesse9 örneklerinden aldığı aşikârdı. Gerçi haksız da sayılmazdı. Hâlâ Notre-Dame yakınlarında Chanoinesse Sokağı adında bir sokak var; doğruyu söylemek gerekirse Françoise, bu ismi (Chaoinelardan başka kimse ikamet etmediği için) veren Fransızlar kadar çağdaştı. Buna ek olarak, aklına gelen bir başka kadınsı kelimeyi de söylemeyi ihmal etmedi: “Hiç şüphe yok Guermantes Kalesi, Düşes’e ait. Bu durumda oranın “mairesse”i10 de odur. Bu da bir şey.”
“Elbette bir şey.” diye bir hışımla söze daldı ironiyi anlamayan uşak.
“Sence bu bir şey midir, evladım? Onlar gibi insanlar için, belediye başkanı kadın olmuş erkek olmuş hiçbir önemi yoktur. Ah, Guermantes Kalesi benim olsaydı, beni bir daha Paris’e adım atarken göremezdiniz. Monsieur-Madame olarak soylarını devam ettirecek olan bir ailenin özgür kaldıklarında ve kimse engel olmadığında Combray’ye kaçmak yerine bu sefil kasabada kalmaları akıl kârı değil. Ne zamana kadar emekliliklerini erteleyecekler? Zaten istedikleri her şeye sahipler. Ölünceye kadar mı? Ah, yiyecek bir kuru ekmeğim, kışın beni ısıtmaya yetecek kadar çalı çırpım olsaydı, Combray’ye, kardeşimin yanına dönerdim. En azından orada yaşadığınızı hissedersiniz; dört tarafınız evlerle de çevrili değildir, gece vakti tek bir çıt çıkmaz, birkaç mil ötedeki kurbağaların şarkı söylercesine çıkardığı sesler dışında.”
“Kulağa çok güzel geliyor!” diye coşkuyla haykırdı genç uşak, gondolun Venedik’e özgü olması gibi bu son özellik de sanki Combray’ye özgüydü. Babamın hizmetkârından çok daha sonra eve katılan genç uşak, kendisi hakkında konuşmak yerine Françoise’ın ilgisini çekebilecek konular hakkında konuşurdu. Sırf aşçı muamelesi gördüğü zaman tiksintiyle yüzünü kırıştıran Françoise, kendisinden ‘kâhya’ olarak bahseden genç uşağa, kraliyet ailesine üye olmayan prenslerin, kendilerine ‘ekselansları’ diye seslenen iyi niyetli insanlara karşı duyduğu türden bir şefkat besliyordu.
“En azından insan orada neyle uğraştığını, yılın hangi zamanında olduğunu bilir. Burada Paskalya’da, Noel’de çiçek açan düğün çiçeklerine rast gelemezsiniz; ihtiyarlamış bedenimi yataktan çıkarırken tek bir dua çanı bile duymuyorum. Orada sürekli duyabilirsiniz; ufak tefektir fakat içinden: ‘Kardeşim şimdi tarladan dönmek üzeredir.’ deyip gün batımını izleyebilirsiniz, lambaları yakmadan önce o sırada toprağın bereketi kutlarcasına çalmakta olan çanlarını dinleyecek vaktiniz olur. Fakat burada bir gündüz oluyor bir gece ve sonra yatağa gidiyorsunuz dilsiz hayvanlardan hiçbir farkımız kalmıyor.”
“Méséglise’in11 çok güzel bir yer olduğunu duymuştum, hanımefendi.” diye araya girdi genç uşak, tahmin ettiğinden daha soyut bir hâle bürünen muhabbet, sofrada konuşma konusu hâline geldi.
“Ah, demek Méséglise, ha?” dedi Françoise; Méséglise, Combray, Tansonville isimlerinin herhangi birini dile getirirken sergilediği belirgin gülümsemeyle. Bu isimler hayatıyla öylesine özdeşleşmişti ki, dışarıda onlarla her karşılaştığında, bir konuşmanın içinde geçtiğinde takriben bir profesörün kürsüden, çağdaş şahsiyetlere atıfta bulunarak başladığı konuşmasına öğrencilerin hiç beklemediği bir anda isimlerinin okumasıyla yarattığı heyecana benzeyen bir neşe oluşuyordu. Böylesine bir sevincin oluşmasının sebebi, bu yerlerin başka hiç kimsenin hissetmediği şeyleri ona hissettirmesi, çok fazla şey paylaştığı dostlarını hatırlatmasıydı.
“Evet, öyle de denebilir, evladım, Méséglise çok güzel bir yerdir.” bıyık altı bir gülümsemenin ardından devam etti; “Fakat sen Méséglise’i nereden duydun?”
“Méséglise’i nereden mi duydun? Orayı kim bilmez, anlattılar; çok bahsettiler.” Bizim için önemli olan bir şeye başka insanların sahip olduğunu görünce yargılayıcı ifadeyle sorduğumuzdan suç işlemiş birisinin kendisini savunması misali cevap verdi.
“Şu kadarını söyleyeyim, oradaki kiraz ağaçlarının altında durmak, buradaki ateşin önünde tüm gün durmaktan iyidir.”
Onlara Eulalie hakkında bile güzel şeyler söylerdi. Çünkü Eulalie’nin ölümünden bu yana, Françoise’ın, ağza atacak tek bir lokması olmayan, açlıktan nefesi kokan, ardından, hiçbir işi beceremeyip zenginlerin cömertliği sayesinde ‘hava atan’ insanları sevdiği kadar onu sevdiği tamamen aklından çıkmıştı. Eulalie’nin pazardan pazara teyzemden ustalıkla ‘koparmayı’ başardığı paralar artık onun canını sıkmıyordu. Teyzem konusunda da Françoise her fırsatta methiyeler düzerdi.
“Peki Combray’deyken, hanımefendinin bir akrabasının yanında mı kalıyordunuz?” diye sordu genç uşak.
“Evet, Mme. Octave ile birlikteydim, ah çocuklar bir görseniz, âdeta melek gibi bir kadındı; evinde hiçbir şey eksik olmaz ve her şeyin de en iyisi olurdu; çok iyi kadındı; kekliklere, sülünlere, hiçbir şeye acımazdı; akşam yemeğine beş altı kişi çıkagelse, her zaman onların önüne koyabileceği en güzelinden eti, birinci kalite kırmızı ve beyaz şarabı, dilediğiniz her şeyi muhakkak bulundururdu.” (Françoise ‘acımak’ olarak dile getirdiği kelime, La Bruyère’in kullandığı türdendi.)12 “Aylarca, yıllarca kalan akrabalarından sarfiyatlar için tek kuruş para istemezdi. (Françoise bu ifadeyi kullanırken kelimeyi ağzında gevelemedi çünkü ‘sarfiyatın’ yalnızca resmî yerlerde kullanılmadığı, masraf anlamına geldiği bir döneme aitti.) “Ah, o evden kimse eli boş çıkmazdı. Papaz efendinin her zaman bize söylediği gibi, Tanrı’nın huzuruna erişebilecek bir kadın varsa o kadın Mme. Octave’dır. Zavallı hanımefendinin o tiz sesinde söylediği şu sözleri hâlâ aklımda: “Bildiğin üzere Françoise, artık hiçbir şey yiyemiyorum fakat sanki yiyormuşum gibi diğerleri için yemekler yapılsın isterim.” Yemekler onun için değildi elbette. Onu bir görseydiniz, bir torba kirazdan daha ağır değildi; öyleydi. Beni hiçbir zaman dinlemedi, doktora gitmeyi asla kabul etmedi. Ah, bir an önce yiyip sofradan kalkacağınız türden bir ev değildi orası. Hizmetçilerinin düzgün beslenmesini isterdi. İşte daha bu sabah olanlar, ağzımıza bir lokma atacak fırsat bulamadık; başımızı kaşıyacak vaktimiz yok.”
En çok da babamın parçalara ayırdığı peksimetler onun sinirini bozuyordu. Babamın bunu sırf zaman geçirmek ve Françoise’a bir ‘oyuncak’ olması için yaptığından emindi. “Doğruyu söylemek gerekirse, ben hiç böyle bir şey görmedim.” diye tasdikledi genç uşak. Bunu sanki her şeyi görmüş de bütün ülkeleri ve onların bin yıllık geleneklerini barındırdığı tecrübelerine dayanarak hiç böyle peksimet yeme şekline şahit olmamış gibi söylüyordu. “Peki, peki.” diye mırıldandı başuşak, “Fakat hepsi değişebilir; Kanada’da insanlar greve gidecekmiş hatta Bakan, geçen akşam beyefendiye bu iş için iki yüz bin frank aldığını söyledi.” Bunu söylerken ses tonunda herhangi bir kınama yoktu. Bakan son derece dürüst bir adamdı fakat bütün siyasetçileri güvenilmez olarak gördüğünden, zimmetine para geçirme suçuyla sakız çalmak onun gözünde denkti. Bu tarihî lafları doğru duyup duymama konusunda kendisini sorgulamadı bile, suçlunun bir bir anlattıklarını dinleyip hâlâ babamın onu evden kovmamasına da şaşırmıyordu. Ne var ki, Combray felsefesi, Françoise’ın Kanada’daki grevlerin peksimet olayına bir etkisi olur mu diye girdiği beklentiyi ortadan kaldırmıştı. “Dünya döndüğü müddetçe, bizi koşturmaya devam edecek olan efendiler ve onların emirlerini yerine getirecek hizmetkârlar var olacaktır.” Bu daimî hareket teorisini çürüten (muhtemelen Françoise’ın akşam yemeğinin süresini hesaplarken kullandığı zaman ölçülerini kullanmayan) annem, saatin son çeyreğinde şöyle söyledi:
“Ne yapıyorlar anlam veremiyorum? Tam iki saattir akşam yemeğindeler.”
Ardından çekingen bir edayla üç ya da dört kez zili çaldı. Zili duyan Françoise, onun uşağı ve başuşak, bu sesi kendilerine yapılmış ve cevaplamaları gereken bir çağrıdan ziyade, konser veren bir grubun bir sonraki eserlerini sahnelemeden önce akort ettiği enstrümanlarından çıkan, birkaç dakika içerisinde verilen aranın da biteceğini belirten bir ses gibi algıladılar. Zil sesleri tekrarlanıp daha da ısrarlı bir hâle büründüğünde, hizmetçilerimiz de dikkatlerini vermeye başladılar, yükselen zil seslerinden fazla zamanlarının kalmadıklarını ve çalışmaya devam etmeleri gerektiğini anladıklarında derin iç çekip işlerinin başına geçtiler; genç uşak kapının önünde sigara içmek için alt kata inerken, Françoise ise, bizimle ilgili; “Bugün yine formdalar.” tarzında kınayıcı birkaç fikrini belirttikten sonra çatı katındaki eşyalarını düzenlemek üzere yukarı çıktı, o sırada başuşak da özel yazışmalarını tamamlayabilmek için not kâğıdı almaya odama çıktı.
Uşakların bariz gerginliğine rağmen, Françoise en başından beri, Guermantes’ların çok eski zamanlardan beri bu konakta oturmadıklarını fakat yakın geçmişte kiraladıklarını ve ne tarafta olduğunu bilmesem de dairelerinin baktığı bahçenin tıpkı sokak boyunca uzanan diğer bahçeler gibi çok ufak olduğu konusunda beni bilgilendiriyordu; çok geçmeden anladım ki orada ne hendek ne darağacı ne müstahkem13 değirmen ne gizli oda ne sütunlu güvercinlik ne derebeyliğine ait bir fırın ne öşür ahırı, ne zindan ne asma köprü hatta ne gişeler ne imtiyazlar ne siperler ne de hatıra anıtları… Hiçbiri yoktu. Ama Balbec Körfezi, bütün gizemini kaybedip benim için, dünya üzerindeki tuzlu suların, diğerleriyle yer değiştirdiği sıradan parçalardan biri hâline geldiğinde, tıpkı Elstir’in, Whistler’ın Mavi ve Gümüş Armoniler adlı eserindeki opal körfezi Balbec’e benzeterek ona bir kişilik kazandırması gibi, Guermantes ismi, son yerleşkenin Françoise’ın çekiç darbeleriyle yok olduğuna şahit olduğunda, babamın eski dostu bize dönüp Düşes’ten söz ederken şunları söyledi: “Saint-Germain banliyösündeki ilk hanımefendi oydu; Saint-Germain banliyösündeki en önemli ev onunkiydi.” Kuşkusuz, Saint-Germain banliyösündeki en seçkin salon, önde gelen bu evin, hayalini kurduğum diğer konaklardan eksik kalır yanı yoktu. Yine de bu evin (muhtemelen son olacak) mütevazı olsa da maddi bileşenlerinin tamamen ötesinde gizli bir farklılığı vardı.
Mme. de Guermantes’ı sabahları yaya, öğlenleri de arabasıyla evinden çıkarken gördüğümde, ismini şahsından bulamadığımdan isminin sırrını arkadaşlarında, evinin oturma odasında aramayı kendime birincil hedef olarak belirlemiştim. Aslında daha öncesinde bir kez Combray’deki kilisede hanımefendi bana, göz kamaştırıcı bir başkalaşım şeklinde görünmüş, paramparça olmuş hayallerim yerini, Guermantes isminin ve Vivonne kıyısındaki öğleden sonralarının rengine bürünen göz ardı edilemeyecek kadar büyüleyici yanaklarına bırakmıştı; tıpkı kuğu ya da söğüte dönüşmüş ve artık tabiatın kurallarına boyun eğerek suyun üzerinde süzülmeye ya da rüzgârda savrulmaya mahkûm bir tanrı ya da peri misali. Oysa bu ışıltı neredeyse tamamen gözden kaybolduğunda, gün batımından sonra yansıyan pembe-yeşilimsi kızarıklığın, kürek darbeleriyle bölünmesinin ardından yeniden oluşurcasına ortaya çıkması gibi düşüncelerimin yalnızlığındaki o isim de çok geçmeden yüzümdeki ifadeyi sahiplenmişti. Fakat artık Mme. de Guermantes’ı sık sık penceresinin önünde, avluda, sokakta görüyordum; en azından ben, Guermantes ismini onunla bütünleştirmeyi başaramasaydım, gerçekleştirmek, bütün eylemleri başarmak uğruna suçu zihnimin güçsüzlüğüne atardım; fakat o da yani komşumuz da aynı hataları yapıyor gibiydi; dahası bu yaptığının bir hata olduğunu düşünmeden yapıyordu. Mme. de Guermantes kendisini diğer kadınlarla bir tutup, sıradan bir kadının şıklık konusunda kendisiyle boy ölçüşebileceğini hatta onu alt edebileceğini düşünüyormuşçasına kıyafetlerinin modaya uygun olması için büyük özen gösteriyordu; hâlbuki güzel giyimli bir kadın oyuncunun sokakta hayranlıkla onu izlediğine gözlerimle şahit olmuştum; sabahları yürüyüşe çıkmadan önce, erişilmez hayatının ortasında gösteriş yaparcasına içlerinden geçerken bayağılıklarını ortaya çıkardığı yoldan geçen insanların fikirleri sanki onu yargılamaya yetermiş gibi aynanın karşısında rol yapmasını izliyordum; bulunduğu statüden çok aşağıdaki şık kadın rolünü oynayışı bir saray gösterisinde hizmetçi kızı oynayan kraliçevariydi; somurtkan bir mizaç, kibirli bir tavır, alaycılık ve ikiyüzlülükten arındırılmış bir tutkuyla sergiliyordu gösterisini; doğuştan gelen ihtişamının mitolojik unutuşuyla, duvağını düzgün takıp takmadığına bakıyor, manşetlerini çekiştiriyor, paltosunu düzeltiyordu; kutsal-kuğu14 gibi sergilediği hareketlerle bir tanrı olduğunu unutarak, bir üyesi olduğu hayvan türünün doğasında bulunan bütün hareketleri sergilemesi, gagasının iki yanında bulunan parıltılı hayatından hiçbir esinti içermeyen gözleriyle bakması ve aniden fırlayıvermesiyle âdeta bir kuğu gibiydi. Fakat gittiği farklı bir şehirde ilk görüşte hüsrana uğrayan bir gezgin, yılmayıp müzeleri ve galerileri gezerek şehrin büyüsünü hissedebileceğini düşündüğü gibi, ben de Mme. de Guermantes’ın evine girsem, onun arkadaşlarından biri olsam, hayatının bir parçası olsam, işte o zaman, parlak turuncu-kahverengimsi zarfın içindeki isminin aslında ne anlama geldiğini, etrafındaki insanlara tarafsızca ne ifade ettiğini öğrenebileceğimi düşünüyorum; ne de olsa babamın arkadaşı, Guermantes’ın, Saint-Germain banliyösü için önemli olduğunu söylemişti.
Orada yaşadıklarını varsaydığım hayat, deneyimlerimde olanlardan öylesine farklı bir kaynaktan meydana geliyor ve öylesine özel olması gerekiyormuş gibi geliyordu ki, Düşes’in davetlerinde benim de daha önceden tanıştığım insanları gerçekte orada görmeyi hayal dahi edemiyordum. Bir anda mizaçlarını değiştiremeyeceklerinden, konuşmaları benim bildiğim türden konuşmalar gerçekleştirirlerdi; karşılarındaki kişiler de belki de aynı insani şekilde cevap verirlerdi; Saint-Germain banliyösünün en önde gelen evinde geçirilen akşam boyunca daha öncesinde yaşadığım anların birebir aynısı gerçekleşirdi. Ki bu imkânsızdı. Böylece zihnim belli zorluklarla mücadeleye tutuşurdu; Tanrı’mızın varlığını konakta hissetmek, bana banliyölerdeki, nehrin hemen kıyısında bulunan aynı zamanda her sabah yatağımdan bile duyabildiğim halı dövme seslerinin geldiği en seçkin evlerden artık daha muallak geliyordu. Fakat beni, Saint-Germain banliyöleriyle ayıran sınır çizgisi tamamen gerçek olmakla birlikte son derece kusursuzdu. Ekvator’un ötesine yayılan ve kapılarının açık olduğu bir gün, tıpkı benim gibi annemin de gözüne ilişip söylemeye cesaret ettiği, Guermantes’ların paspaslarını gördüğümde açık açık banliyölere ait olduğunu düşünüyordum. Bazen mutfak penceremizden görebildiğim yemek salonları, kırmızı pelüşlerle döşenmiş loş koridorları nasıl olur da esrarengiz Saint-Germain büyüsüne sahip olamıyor, zoraki modanın bir parçası olamıyor, coğrafi konum olarak bu muhitte yer alamıyordu? Bu yemek salonunda misafir ağırlamak, Saint-Germain banliyösüne gitmek, o havayı solumak, sofraya geçmeden önce koridordaki deri kaplı koltukta oturan Mme. de Guermantes’ın yanında oturan insanlar Saint-Germain banliyösünde oturmuyor muydu? Hiç şüphe yok ki, banliyö dışındaki bazı davetlerde basit giyimli insan topluluğunun ortasında kral gibi tahtta oturan, yalnızca isimden ibaret olan ve çeşitli varsayımlarda bulunan, zihninizde canlandırmaya çalıştığınızda ya bir müsabakada yarışan ya da asil bir ormanda avcılıkla uğraşan birileri zaman zaman belirirdi. Fakat burada, Saint-Germain banliyösünün önde gelen evinde, seçkin salonunda, loş koridorunda onlardan başka kimse yoktu. Onlar, tapınağı ayakta tutan, değerli malzemelerle işlenmiş sütunlardı. Aslında aile arasında verilen davetlerde bile Mme. de Guermantes davetlilerini onların arasından seçebilirdi; on iki kişilik yemek davetlerindeyse, göz kamaştırıcı peçete ve tabaklarla donatılmış masanın etrafında bir araya geldiklerinde, kutsal sütunların çevrelediği sunağın önündeki sembolik, Saint-Chapelle Kilisesi’ndeki altından yapılma havari heykellerine benzerlerdi. Evin arka tarafında kalan, yüksek duvarların arasından uzanan, yaz akşamları Mme. de Guermantes’ın akşam yemeğinden sonra likör ve portakal şurubu içtiği ufak bahçeye gelince, akşam dokuzla on bir arasında -deri koltuk kadar etkili bir güce sahip olan- demir sandalyesinde Saint-Germain banliyölerine özgü esintileri teneffüs etmeden oturmasının, Figuig vahasında siesta yaparken Afrika’nın havasını hissetmemesi kadar imkânsız olduğunu nasıl olur da anlayamazdım? Bazı nesneleri, bazı kişileri diğerlerinden ayırmayı, yeni bir atmosfer yaratmayı ancak hayal gücü ve inanç yapabilir. Vah! Saint-Germain banliyölerinin sanat eserleri, yerel güzellikleri, beklenmedik doğa olayları, resmedilmeye değer manzaraları arasında dolaşmak muhtemelen ömrüm boyunca hiç nasip olmayacaktı. Olağanüstü bir minare, toprakta yeşeren ilk palmiye, kıyısındaki yıpranmış paspas, egzotik gayretin ya da bitki örtüsünün ilk işareti gibi uzanan derin bir deniz misali (karaya çıkmak konusunda hiçbir zaman umut kırıntısı sahip olmadan) görünen ben ise titrek bir ürpertiyle yetinmek zorundaydım.
Oysa benim gözümde salon kapısından başlayan Guermantes Konağı’nın uzantıları, Dük’ün gözünde çok daha geniş bir alana uzanıyor olsa gerek; diğer tüm kiracıları, fikirlerinin hiçbir önemi olmayan çiftçiler, köylüler, miras kalan arazileri satan insanlar olarak gören Dük, her sabah geceliğini çıkarmadan pencerenin önünde tıraşını olur, havanın sıcaklığına bağlı olarak gömlekle, pijamayla, korkunç renklerle işlenmiş tüylü, ekoseli ceketle, ceketlerinden daha kısa olan açık renk paltosuyla avluya inip yakın zamanda satın almış olduğu atlardan birinin seyisle dolaşmasını izlerdi. At birden fazla kez Jupien’ın dükkânının camını kırınca, Jupien, Dük’ten tazminat isteyerek onu çok kızdırdı. “Sırf Düşes Hanımefendi’nin konakta ve mahallede yapmış olduğu iyilikleri düşünürsek.” diye söze giren M. de Guermantes; “Bu vatandaşın bizden tek kuruş talep etmesi rezilliktir.” Fakat Düşes’in bu zamana kadar yaptığı ‘iyi’ bir şeyin ne olduğuna dair en ufak bir fikre sahip olmayan Jupien sözlerinin arkasındaydı. Yine de Düşes iyi şeyler yapmıştı -fakat herkese aynı anda iyilik yapamayacağından- ancak bir kişiye yaptığı faydaların hatırasını başkalarına yardım etmek konusunda çekimser olmamıza sebebiyet verir, bundan mütevellit hoşnutsuz olan insanın siniri daha da güçlenir. Zaten Dük’e göre mahalle -ki bu hatırı sayılır bir mesafe- hayır işleri yapılan bir yer olması dışında avlunun bir uzantısı ve atların dörtnala koşabileceği uzun bir alandan ibaretti. Yeni satın aldığı atın kendi başına nasıl tırıs gittiğini gördükten sonra ata koşumu takıp15 tüm komşu sokaklarda gezdirdi, dizginleri elinde tutup arabanın yanında koşan seyis Dük’ün önünden atı bir aşağı bir yukarı geçirdi; heybetli, açık renk kıyafetleri, dişlerinin arasında duran purosu, başı hafif havada, monokl gözlüğüyle kaldırımda dimdik duran Dük atı denemek için bir aşağı bir yukarı sürdükten sonra Champs-Élysées’deki metresiyle buluşmaya gitti. M. de Guermantes avludan ayrılmadan takriben kendi statüsüne yakın olan bir çifte selam verdi: İşçi sınıftaki ailelere benzeyen bu çiftten birisi onun kuzeniydi, hiçbir zaman çocuklara bakmak için evde durmazlardı; kadın her sabah kontrpuan ve füg öğrenmek için Shola’ya, kocasıysa odun yontmak ve deri işlemek üzere atölyesine giderdi; onlar dışında Norpois Baronu ve Barones’ine selam verirdi; karısı kilisede yer gösteren, kocasıysa cenazeyi gömen kişiler gibi her zaman siyahlara bürünmüş bir hâlde günde birkaç kere kiliseye gitmek üzere dışarı çıkarlardı. Aslında babamın merdivenden inerken ayaküstü karşılaştığı ama nereden geldiğini anlamadığı, bizim de eski dostumuz olan eski büyükelçinin yeğenleriydiler; çünkü babam, Avrupa’nın en seçkin adamlarıyla temas kuran ve muhtemelen boş asalet unvanlarını umursamayan böylesine önemli bir şahsın, bu muğlak, ruhani ve dar görüşlü soylularla hiç selamlaşmadığını sanıyordu. Buraya taşınalı çok uzun zaman olmamıştı; az evvel M. de Guermantes’a selam veren adamla avluda karşılaşan Jupien, nasıl hitap edeceğini bilmediğinden adama ‘M. Norpois’ demiş.
“Bay Norpois mı, gerçekten mi! Bu gerçekten inanılmaz! Yok artık! Bu adam yakında size Yoldaş Norpois da der!” diye haykırdı M. de Guermantes, Baron’a dönerek. Kendisine “Saygıdeğer Dük” demek yerine “bay” diye hitap eden Jupien’a karşı duyduğu hıncı sonunda dile getirebilmişti.
M. de Guermantes’ın babamın mesleki bilgilerine ihtiyaç duyduğu bir gün kendisini ona büyük bir nezaketle tanıtmıştı. O günden sonra, babama komşuluk adı altında sık sık bir şeyler danışırdı ve zihni tam anlamıyla işine odaklanmış, hiçbir şeyin onu bölmesini istemeyen babamın aşağıya indiğini görür görmez, Dük seyislerinin yanından ayrılıp avludaki babamın yanına gelir, yüzyıllardır kraliyet ailesine hizmetkârlık yapan kişilerin nezaketiyle babamın devasa paltosunun yakasını düzeltir, elini tutar ve Guermantes Dükü de olsa değerli tenini ondan esirgemediğini ispatlarcasına, bir saray nedimesinin utangaçlığıyla elini okşar, bundan sinir olan ve bu durumdan nasıl kurtulacağını kara kara düşünen babamı sokağın başındaki girişe kadar götürürdü. Bir gün karısıyla beraber arabayla çıkarken karşılaştığımızda coşkulu bir şekilde selam vermişti; ismimi karısına söylemiş olsa gerek fakat nasıl biri olduğumu ya da simamın neye benzediğini bilme ihtimali var mıydı ki? Üstelik kiracılarından biri olarak tanıtılmak ne kadar da kötü bir şeydi! Düşes ile Mme. de Villeparisis’nin salonunda tanışmak çok daha değerli olabilirdi; aslında kendisini gidip görmem için büyükannemle haber göndermiş ve edebiyata da ilgili olduğumu düşünerek birkaç yazara daha aynı şeyi yapmıştı. Oysa babam sosyeteye girmek için henüz genç olduğumu düşünüyordu, zaten sağlık durumum da onu bu konuda tedirgin ettiğinden, bana faydası olmayacak emsalleri oluşturmaktan kaçınıyordu.
Mme. de Guermantes’ın uşaklarından biri Françoise’la sürekli sohbet ettiğinden, Düşes’in sık sık ziyaret ettiği birkaç konağın ismine aşinaydım fakat hiçbiri zihnimde canlanmıyordu; hayatımın bir parçası oldukları andan itibaren yalnızca zarfın içinde görebildiğim isimlerin hayatları akla hayale sığar mıydı?
“Bu gece Parma Prensesi’nin verdiği büyük davette gölge oyunları sahnelenecek.” dedi uşak. “Ama biz gitmeyeceğiz çünkü hanımefendi beş treniyle Chantilly’e, birkaç gününü Aumale Dükü’yle geçirmeye gidecek; hanımefendinin başhizmetkârı ve yardımcısı da ona eşlik edecek. Ben burada kalıyorum. Bu durum Parma Prensesi’nin hoşuna gitmeyecek, Düşes’e yazdığı mektupların sayısı çoktan dördü geçti.”
“O hâlde bu sene Guermantes Kalesi’ne gitmeyeceksiniz?”
“İlk defa oraya gitmeyeceğiz; Dük’ün romatizmaları yüzünden, doktor kalorifer yapılana kadar oraya gitmememizi söyledi ancak bu zamana kadar her yıl oraya gider ocak ayına kadar kalırdık. Kalorifer hazır olmazsa hanımefendi birkaç günlüğüne Cannes’a, Guise Düşesi’nin yanına gidecek fakat henüz hiçbir şey kesin değil.”
“Peki, tiyatroya gider misiniz?”
“Arada sırada operaya gidiyoruz, genellikle Parma Prensesi’nin locasının olduğu akşamlarda; yani haftada bir; orada sergiledikleri oyunlar çok hoşmuş, tiyatrolar, operalar ve dahası. Hanımefendi abone olmayı istemedi fakat ne olursa olsun biz gidiyoruz ya hanımefendinin arkadaşlarının locasına ya da bir başkasının locasına, en çok da Dük’ün kuzeninin karısı olan Guermantes Prensesi’nin locasına gidiyoruz. O Bavyera Dükü’nün kız kardeşidir. Sanırım şimdi tekrar yukarı çıkmanız gerekiyor, değil mi?” dedi her ne kadar Guermantas’lılarla özdeşleşmiş olsa da genellikle efendileri siyasi bir zümre olarak gören uşak, bunu yaparken de Françoise’a bir düşesin hizmetindeymişçesine saygılı davrandı. “Sağlıklı olmanın tadını çıkarıyorsunuz, hanımefendi.”
“Ah bir de şu lanetli bacaklarım olmasaydı! Düzlükte yine iş görüyorlar da (‘düzlük’ten kastı: Françoise’ın yürümekten hiç şikâyetçi olmadığı avlu ya da sokaklar, diğer bir deyişle ‘düz alanlar’) merdivenlerden çıkarken beni öldürüyorlar. Hoşça kalın beyefendi, akşama belki yeniden görüşürüz.”
Uşak, Françoise’a düklerin oğullarının genellikle babaları ölünceye dek prens unvanı taşıdıklarından bahsettiğinden beri Françoise uşakla olan sohbetini sürdürmeyi daha çok istiyordu. Açıkça görülüyor ki, Fransız topraklarından kalıtımsal olarak aktarılan, soyluluğa karşı bir tür isyan ruhuyla harmanlanmış ve uyum sağlamış olan bu asillik kültü, halkının içine çok güçlü bir şekilde yerleştirilmiş olmalı. Çünkü Napolyon’un dehasından ya da kablosuz telgraftan söz edildiğinde tamamen kayıtsız kalan ve şöminedeki küllerini temizlerken ya da sofrayı hazırlarken yapmış olduğu hareketleri bir an için olsa bile yavaşlatmayan Françoise’a bu isimlerin yapısal özellikleri basitçe anlatılsaydı, Guermantes Dükü’nün en küçük oğluna genellikle Oléron Prensi denildiğinde: “Çok güzel, harika!” diye haykırırdı ve sanki kilisenin camından dışarı bakıp derin düşüncelere dalıyormuşçasına hayran kalırdı.