Sadece Litres'te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap», sayfa 3

Yazı tipi:

Üstelik Françoise, sık sık Düşes’e mektup getirmeye gelen Agrigente Prensi’nin uşağıyla arkadaş olduğundan sosyetede konuşulan, Saint-Loup Markisiyle Mlle. d’Ambresac’ın evliliğinin neredeyse kesinleştiği gibi büyük haberleri de ondan öğreniyordu.

Mme. de Guermantes’ın hayatının gidişatını aktardığı bu villaların, bu locaların, bana kalırsa, kendi evi kadar perili evlerden eksik kalır yanı yoktu. Guise, Parma, Guermantes-Bavyera isimleri, Düşes’in gittiği olası diğer tüm tatil yerleriyle, arabasının tekerlerinin arkasında bıraktığı izle konağa bağlanan günlük şenlikleri ayırırdı. Mme. de Guermantes’ın hayatının sırayla bu tatillerde, şenliklerde oluştuğunu bana bildirselerdi, onunla bağlantı kurmam konusunda beni böylesine aydınlatamazlardı. Bu isimlerden her biri Düşes’in hayatına farklı bir kararlılık katmış olsa da bu durum yalnızca onun gizemine farklı bir boyut kazandırmaktan başka bir işe yaramamıştı; dalgalanmakta olan kendi gizeminden kaçmaya çalıştığı ortaya çıkınca da kapağı kapatılmış bir kap misali dünya hayatı boyunca süregelen gelgite karşı dört bir yanını çevrelemişti. Düşes şenlik zamanında Akdeniz kıyılarına bakarak yemeğini yiyebilirdi fakat Mme. de Guise’in villasında yerdi, burada bulunan Paris sosyetesinin kraliçesi sayısız prensesin arasında giydiği o beyaz keten elbisesiyle diğer konuklardan bir farkı kalmıyordu ve bu nedenle bana kalırsa bu hâli daha dokunaklı, bulunduğu yeni hâliyle daha kendiydi, tıpkı yıldız bir balerinin akıp gitmekte olan büyüleyici bir gösteride peş peşe diğer balerinlerin yerine çıkması gibiydi; Düşes gölge oyunlarını izleyebilirdi fakat Parma Prensesi’nin vermiş olduğu davette de izleyebilirdi, opera ya da trajediyi dinleyebilirdi fakat Guermantes Prensesi’nin locasında da dinleyebilirdi.

Bir insanın hayatı boyunca sahip olduğu tüm imkânları, tanıdığı, az evvel yanından ayrıldığı ya da az sonra buluşacağı insanların hatırasını o insanın bedeniyle sınırlandırdığımız için, Françoise’dan, Mme. de Guermantes’ın yürüyerek Parma Prensesi’yle öğle yemeğine gideceğini duymuşsam, öğlen vakti, batmakta olan güneşin üzerinden yükselen bir bulut gibi, kıyafetiyle aynı tonda olan yüzüyle onu evden çıkarken gördüğümde, Saint-Germain banliyösünün bütün hazlarını pembe, sedef işlemeli parlak iki kapak arasındaki minik bir pusulada yaşamıştım.

Babamın bakanlıkta çalışan A.J. Moreau isminde bir arkadaşı vardı, kendisini diğer Moreaulardan ayırmak için, isminin önüne baş harflerini eklemeye her zaman özen gösterir, dolayısıyla insanlar ona kısaca ‘A.J.’ diye seslenirdi. İşte bu A.J. öyle ya da böyle Opéra-Comique’deki bir gala gecesine davet buldu, babama da bir bilet gönderdi; ilk hayal kırıklığımdan sonra bir daha hiç izlemediğim Berma’ya Phèdre’in bir sahnesi verildiğinden, büyükannem babamı bileti bana vermesi için ikna etti.

Doğruyu söylemek gerekirse, birkaç yıl önce beni böylesine darmadağın eden Berma’yı izleme fırsatının hiçbir önemi yoktu. Bir zamanlar sağlık, huzur, her şeyin uğruna tercih ettiğim şeye karşı kayıtsız oluşum gerçeğini hüzün dolu duygularla fark ettim. Hayal gücümün gafil avladığı bölük pörçük değerli gerçeklik parçacıklarını yakından seyretme imkânına olan arzumda herhangi bir azalma olmamıştı. Oysa benim hayal gücüm artık onları büyük bir aktrisin diksiyonuna yerleştirmiyordu; Elstir’e yaptığım ziyaretlerden beri, zamanında Berma’nın oyunundaki trajedi sanatına karşı duyduğum inancımı kâh bazı modern tablolara kâh bazı duvar halılarına aktarmıştım; inancım ve arzum artık Berma’nın tutumlarına ve diksiyonuna aralıksız tapınmak için ortaya çıkmadığından, kalbimde sahip olduğum suretleri tıpkı Eski Mısır’da ebedî hayatlarını sürdürmek için sürekli beslenmesi gereken ölülerin suretleri gibi yavaş yavaş yok oluyordu. Bu sanat zayıflamıştı, bayağılaşmıştı. Artık derinlerde yatan ruh yoktu.

O akşam, babamın arkadaşından aldığı bilet elimde operanın geniş merdivenlerinden çıkarken, karşılaştığım adamı ilk başta M. de Charlus sandım; çalışanlardan birine bir soru sormak için başını çevirdiğinde yanıldığımı fark ettim ancak yalnızca giyim tarzından değil aynı zamanda biletleri kontrol eden ve locanın kapısında duran adamla olan konuşma tarzından bu yabancıyı onunla aynı sosyal sınıfa koymakta hiç tereddüt etmedim. Çünkü kişisel teferruatların benzerliğinin yanı sıra, o dönemde soyluluğun bu kesiminin varlıklı ve akıllı erkekleriyle, ‘büyük işletmelerin’ ya da finans dünyasının varlıklı ve akıllı erkekleri arasında hâlâ çok belirgin bir fark vardı. Bu ikinci gruptan biri, soyluluğunu kanıtlamak için alt tabakadan biriyle konuşurkenki kibirli tonu, sevimli, nazik bir beyefendi gibi gülümsemesi, yalandan sergilediği tevazu ve tahammül duygusu, seyircilerden biriymiş gibi davranmasını, görgüsünün getirdiği bir imtiyaz olduğunu düşünürdü. O sırada Paris’te bulunan Avusturya İmparatoru’nun yeğeni olan Saksonya Prensi’nin son günlerde resimli gazetelerde çıkan portresine inanılmaz derecede benzemeseydi, muhtemelen onun bünyesinde barındırdığı küçük dünyasına hapsolmuş, dışarı taşmayı bekleyen gülümsemesinin arkasına saklandığı esnada tiyatro salonuna giren varlıklı bankacıların oğulları bu büyük beyefendiyi önemsiz birisi zannederlerdi. Onun, Guermantes’ların çok yakın arkadaşı olduğunu biliyordum. Görevlinin yanına geldiğim sırada Saksonya Prensi’nin (ya da benzettiğim kişinin) gülümseyerek: “Loca numaramı bilmiyorum; kuzenim, kendi locasını sormamı söylemişti.” dediğini duydum.

Belki de gerçekten Saksonya Prensi idi; belki de “Kuzenim onun locasını sormamı söylemişti.” dediği sırada gözünün önünde canlanan suret Guermantes Düşesi idi (ki bu durumda, kuzeninin locasında hayatının en hayal edilemez anlarından birini yaşamasına şahit olabilirdim); hatta şöyle ki, kendisine has gülümseyen bakışları, dudaklarından dökülen o yalın kelimeler, bir mutluluk ihtimaliyle ve belirsiz bir temayüzle kalbime (soyut bir düşünceye dalmaktan çok daha usulca) dokunuyordu. Görevliye söylediği her ne ise, benim sıradan hayatımın sıradan gecesini, yeni bir dünyaya açılması muhtemelen bir yola aktarmaya yetti; ‘loca’ kelimesini söyledikten sonra kendisine gösterilen, şu anda içinden yürüdüğü koridor nemli ve küflenmişti; su altında kalmış mağaraları, perilerin yaşadığı mitolojik krallıkları andırıyordu. Önümde takım elbise giymiş, benden uzaklaşmakta olan bir beyefendi vardı ama lambanın üzerine çok iyi sabitlenmiş bir reflektör gibi takip ederken doğrudan ona bakmamaya özen gösterdim, bunu yapmamın sebebi onun Saksonya Prensi olduğu ve Guermantes Düşesi’nin yanına gittiği düşüncesiydi. Yalnız olmasına rağmen, büyülü bir fener tarafından aydınlatılan gölge kadar istikrarsız, anlaşılmaz, uçsuz bucaksız, kendi kontrolü dışında oluşan bu fikir onun önünde gidiyor, savaş zamanında Yunanlı savaşçının yanında duran, diğer insanların göremediği ilahi bir güç gibi ona yol gösteriyordu.

Phèdre’in16 hatırlayamadığım birkaç dizesini zihnimin derinliklerinde arayarak yerime geçtim. Hatırladığım kadarıyla, uyak sayısında bir yanlış vardı; ancak saymaya çalışmadığım için sanki bana, beceriksizlikle klasik bir şiir dizesi arasında hiçbir ortak ölçü var olamazmış gibi geliyordu. Bu korkunç mısraları on iki hecelik bir dize hâline getirmek için en az yarım düzine heceyi çıkartmam gerektiğini öğrenseydim, buna hiç şaşırmazdım. Fakat aniden şu dizeyi hatırladım; İnsanlık dışı dünyanın tedavi edilemez güçlükleri sihirli bir şekilde kayboldu; dizenin heceleri bir an önce gerekli ölçüye dönüştürüldü, fazlalık olanlar, yükselip suyun yüzeyine çıkınca patlayan hava kabarcıkları misali yok oldu. Velhasıl, mücadele ettiğim bu fazlalık, tek bir heceden ibaretti.

Belirli sayıdaki ön koltuklar gişede satışa sunulmuş ve başka türlü yakından görme imkânı bulamayacakları insanları izlemek isteyen züppelik meraklısı insanlar tarafından alınmıştı. Aslında halkın önünde yaptıkları bu inceleme genellikle sakladıkları gerçek sosyete hayatının bir parçasıydı, çünkü Parma Prensesi arkadaşlarını kendi istediği gibi balkona, localara, koltuklara yerleştirmişti, geriye kalan salon ise sanki herkesin yer değiştiği, tanıdığı bir arkadaşını görünce gidip yanına oturduğu bir misafir odası gibiydi.

Yanımda, devamlı gelen aboneleri tanımayan, sırf hava atmak için tanıyormuş gibi yapıp yüksek sesle isimlerini bağıran kaba saba insanlar oturuyordu. Bu abonelerin sanki kendi oturma odalarında oturuyormuşçasına davrandıklarını, çalmakta olan şeye hiç saygı göstermediklerini ifade etmeyi de ihmal etmiyorlardı. Hâlbuki durum tam tersiydi. Berma’yı izlemek için bilet almış gelecek vadeden genç adamın tek düşündüğü, eldivenlerini kirletmemek, şans eseri yanına oturmuş olan insanları rahatsız etmemek hatta onlarla arkadaş olmak, kesik kesik atılan bakışları hafif bir tebessümle takip etmek, seyircilerin arasında karşılaştığı tanıdığının bakışlarından kibarca kaçmaktır; ardından binbir kararsızlıktan sonra yanına gidip konuşmaya karar verir ta ki sahneden yankılanan üç dong sesi buna engel olana kadar, ayağa kalkarken kaldırdığı, önlerinden geçerken elbiselerini yırttığı, ayakkabılarına bastığı seyircilerin arasından Kızıl Deniz’deki İbraniler gibi kaçmak zorunda kaldı. Oysa sosyeteye mensup insanlar (balkonun geniş terasının arkasında, tıpkı dördüncü duvarı olmayan küçük salonlar ya da insanın dertten tasadan uzak kalmak için gittiği altın çerçeveli aynaların, kırmızı pelüş koltukların olduğu Napolitan tarzında döşenmiş küçük kafeleri andıran) localarında oturduğu için, bu lirik sanatın mabedini ayakta tutan sütunların yaldızlı gövdelerine ellerini umursamazca koydukları için, localara doğru palmiye ve defne yaprakları uzatan bir çift heykelin âdeta onlara gösterdiği saygı karşısında istifini bozmadan kaldıkları için zihinlerini oyunu dinlemek için boşaltabilecekler yalnızca onlardı, tabii zihinleri olsaydı.

Başlangıçta belli belirsiz gölgeler dışında hiçbir şey görünmüyordu; karanlığın içinden bir anda -hiç rastlamadığınız değerli bir taşın ışıltısı gibi- bir çift ünlü bir göz ya da karanlık bir arka planda IV. Henry’nin madalyonu gibi bir parıltı beliriverdi, Aumale Dükü’nün eğik hâline benzeyen bir görünmez kadın silüeti: “İzin verin paltonuzu alayım, Lord’um.” diye haykırmasını duyan Prens: “Ah! Lütfen Mme. d’Ambresac olur mu hiç!” diye cevap verdi. Bu tatlı inatlaşmanın ardından hanımefendi paltoyu aldı ve nail olduğu şeref ile herkesi kıskandırdı.

Fakat diğer localarda, hemen hemen her yerde, o karanlık meskenlerde yaşayan beyaz tanrıçalar, gölgelenmiş duvarlara sığınarak görünmezliklerini sürdürmüşlerdi. Gösterinin devam etmesiyle birlikte, büründükleri belli belirsiz insan figürleri, süsledikleri karanlığın gölgesinden yavaşça birer birer ayrılıyor, kendilerini ışığa doğru yükselttikçe yarı çıplak bedenleri açığa çıkıyor ve seyirleri aydınlıkta son buluyordu; açtıkları ve hafifçe salladıkları tüylü yelpazelerin aralıklarından görünen, incilerle süslenmiş sümbül rengi bukleleri altındaki parlak yüzleri, yelpazenin gel gi-tine ayak uydururcasına karanlık ortamı aydınlatıyordu; ardından bu taraftaki ön sıra başladı; su perilerinin gözlerinden yansıyan berrak yüzeyin ağzına kadar dolan kısmını yer yer sınır olarak belirleyen karanlık, saydam krallıktan ebediyen ayrılmış ölümlüler diyarı. Köşesindeki açılır kapanır koltuklar ve koltuklardaki canavar şekilleri, optik yasalara ve onların geliş açısına göre basit bir sadakatle gözlerin yüzeyini tasvir ediyordu, dış gerçeklik iki bölümden oluşsa bile, ne kadar ilkel olursa olsun, bizimkine benzer bir ruha sahip olmadıklarını bildiğimizden, bir gülümseme ya da tanıyıcı bir bakışla karşılık verirsek kafayı yediğimizi düşünebiliriz; şöyle ki, bunlar madenler ve tanımadığımız insanlardır. Bu sınırın ötesinde, kendi bölgelerine çekilirken, denizin ışıltılı kızları her gülümsediklerinde, uçurumun çıkıntılarına yapışan püsküllü deniz salyangozlarına ya da akıntıların taşıdığı yumuşak deniz yosunuyla süslenmiş başı, cilalı bir taş gibi pırıl pırıl parıldayan gözleriyle suda yaşayan bir yarı tanrıya dönüşüyorlardı. Bu yaratıklara doğru eğilip şeker ikram ediyorlardı; bazen tufanlar, geçe kalmış, güler yüzlü ve mahcubiyetini belli eden, karanlığın derinliklerinden süzülerek gelen hayat dolu Nereid’in17 geçmesine izin vermek için duruluyordu; daha sonra gösteri sona erdiğinde, onları yüzeye çeken dünyanın melodik seslerini daha fazla duyma umudu kalmadığından kız kardeşler aniden geri çekilerek gecenin karanlığında kayboluyordu. Fakat tüm bu geri çekilmelerinin, insanlığın eserlerini görme konusundaki ılımlı tutkularının, onlara yaklaşmasına izin vermeyen meraklı tanrıçaların başlangıç noktası ve en ünlüsü, Guermantes Prensesi’nin sahne locası olarak herkes tarafından bilinen loş bloktu. Küçük tanrıların oyunlarını uzaktan yöneten güçlü bir tanrıça misali Prenses, kasıtlı olarak, locanın yan tarafına yerleştirilmiş mercan kırmızı koltuğun biraz gerisinde duruyordu, arka tarafındaysa muhtemelen bir ayna olan büyük, cama benzeyen su yansıması insana, denizin parıldayan berraklığında güneş ışığının böldüğü düşey, duru ve akıcı bir bölgeyi anımsatıyordu. Kimi su altı fidanları gibi bir anda filizlenip çiçek açan, bir kuşun kanadı kadar yumuşacık olan büyük beyaz bir çiçek Prenses’in alnından yanaklarına doğru sarkıyor, yanağını uysal, cilveli, tutku dolu, bir o kadar da canlı bir kıvraklıkla sarıyor, hatta bir iskele kuşunun yuvasındaki pembe yumurta misali yanağını neredeyse sarıp sarmalıyordu. Saçlarının üstünden kaşlarına kadar uzanan ve boyun hizasına kadar devam eden, güney denizlerindeki bazı sahillerden toplanmış beyaz deniz kabuklarından ve incilerden yapılma bir tül vardı, dalgalardan zar zor çıkmayı başaran bir deniz mozaiği kimi zaman karanlığın derinliklerine geri batıyordu, o zaman bile Prenses’in her yeri aydınlatan o ışıltılı gözleri bir insanın varlığını açığa çıkartmaya yetiyordu. Onu alaca karanlığın diğer kızlarından çok daha üstün kılan güzelliği, tam olarak boynunda, omuzlarında, kollarında, endamında yer almıyordu. Fakat zarif, henüz tamamlanmamış hatları tam bir başlangıç noktasıydı; gözler, karanlık bir perdenin üstüne yansıyan ideal bir görüntü gibi, kadının etrafında hayat bulan görünmez hatları görünür kılıyordu.

“Guermantes Prensesi bu.” dedi yanımda oturan kadın birlikte oturduğu beyefendiye, ‘prenses’ kelimesinin ne kadar saçma bir unvan olduğunu belirtircesine ‘p’ harfini vurgulayarak. “İncilerini de gözümüze sokmayı ihmal etmiyor. Benim onunki kadar incim olsaydı onları böyle sergilemezdim; bence bu yaptığı hiç hoş değil.”

Hâl böyleyken, seyircilerin arasında kimler olduğunu görmek için etrafa bakan herkes Prenses’i görünce, gönüllerindeki meşru güzellik tahtının yükseldiğini hissediyordu. Nitekim bir insanın, Lüksemburg Düşesi’nin, Mme. de Morienval’in, Mme. de Saint- Euverte’in ve diğer pek çoğunun yüzlerini tanımasını sağlayan şey, büyük kırmızı bir burnun tavşan dudakla ya da kırışık bir çift yanağın kaytan bıyıkla yakınlığıydı. Bu yüz hatları aslında kendi başlarına göze çarpmak için yeterliydi, çünkü ünlü ve etkileyici bir ismin insanda uyandırdığı duyguların kaleme alındığı yazılı belgelerin itibari değerine sahiptiler; ama aynı zamanda, çirkinliğin aristokratik bir şeyle ilgili olduğunu ve asil bir hanımefendinin yüzünün seçkin olması şartıyla güzel olup olmamasının pek bir önemi olmadığı fikrini insana aşılıyorlardı. Oysa, isimlerinin baş harfleri yerine, tuvallerine resmettikleri güzel bir figür, bir kelebek, bir kertenkele ya da bir çiçekle imzalarını atan bazı sanatçılar misali Prenses, locasının köşesinde sergilediği güzelliği atılan en asil imza olabilirdi; çünkü sair zamanlarda yalnızca yakın çevresindeki insanları tiyatroya getiren Mme. de Guermantes’ın varlığı, aristokrasi düşkünlerinin gözünde, locasının oluşturduğu, bir nevi prensesin Münih ve Paris’teki saraylarında sürdüğü sıradan özel hayatının bir sahnesini anımsatan tablonun gerçekliğinin en makul belgesiydi.

Hayal gücümüz, daima seçtiğimizin dışında bir şey çalan laternaya benzediğinden, Guermantes-Bavyera Prensesi hakkında bir şey söylendiğini her duyduğumda, zihnimde on altıncı yüzyıla ait bazı başyapıtların hatırası çalmaya başlamıştı. Şu anda kendisini smokin giymiş iri kıyım bir beyefendiye kristalize edilmiş meyve ikram ederken görünce bu çağrışımdan bir an önce kurtulmak zorunda kaldım. Kuşkusuz, Prenses’in ve misafirlerinin seyircilerin geri kalanı gibi birer insan olduğu sonucundan çok uzaktım. Orada yaptıklarının sadece bir oyundan ibaret olduğunu anlıyordum (Muhtemelen önemli kısımları yaşadıkları yer burası değildi.), önceden hazırlamış oldukları gerçek yaşamlarının rolüne giriş yaparken, benim aşina olmadığım dinî kurallar gereği, birbirlerine şeker ikram ediyor, ardından reddediyorlardı; durmadan parmak ucunda bir eşarbın etrafında dönen dansçının adımı gibi anlamını yitirmiş, sıradanlaşmış bir jeste dönüşmüştü. Kim bilir, belki de şekerleri ikram ederken tanrıça, alaycı bir ses tonuyla (çünkü gülümsediğini gördüm): “Almaz mısınız?” diyordu. Bunun benim için ne önemi vardı? Bir tanrıçanın bir yarı-tanrıya hitap ederken kullandığı, Mérimée ya da Meilhac tarzındaki sözlerinde çok hoş bir incelik bulabilirdim; her ikisinin de akıllarında bulunan yüce düşüncelerinin ne olduğunun bilincinde olan yarı-tanrı ise şüphesiz yeniden gerçek hayatlarını yaşamaya başlayacakları ana kadar oyunlarına dâhil olmayı kabul ediyor, aynı esrarengiz sertlikle: “Teşekkürler; kirazdan bir tane alırım.” diye cevaplıyordu.

“Şu şişman adam Ganançay Markisi.” dedi yanımda oturan adam, bilmişlik edasıyla, arka sırasından fısıldanan ismi pek doğru anlamamıştı.

Palancy Markisi, uzun boynundan öne doğru eğilmiş yüzü, monokl gözlüğüne yapıştırdığı iri, yusyuvarlak gözleriyle sakin sakin saydam karanlığın içinden yerini değiştiriyor, bir akvaryumun cam duvarının arkasında, kendisini izleyen meraklı bakışlardan bihaber bir balık gibi halkın oturduğu koltukları görmüyordu. Arada sırada durup hırıltılı solumasıyla soluklanıyordu; onu görenlerin onun acı mı çektiğini, uyuduğunu mu, yüzdüğünü mü, yumurtladığını mı yoksa sadece nefes mi aldığını anlamaları oldukça güçtü. Locaya kendi evi gibi alışık olması ve prensesin ona şeker uzatmasına kayıtsız kalmasından dolayı ona ettiğim kadar kimseye gıpta etmiyordum; o sırada Prenses âdeta bir çift elmas misali o güzelim gözleriyle ona bakıyordu, böyle anlarda zekâ ve samimiyet sanki eriyip gidiyordu, oysa aralarda, salt maddi güzelliklerine, madeni ışıltılarının yalınlığına dönüşüyorlar, en ufak yansıyan bir ışıkla karanlığı insanlık dışı ve görkemli parıltılarıyla tenvir ediyorlardı. Bu esnada, Berma’nın Phèdre’de oynadığı sahne başlayacağı için Prenses locanın ön tarafına geldi; bunun üzerine, geçtiği ışık alanı sanki bir tiyatro prodüksiyonuymuş gibi, yalnızca kıyafetlerin renginin değil aynı zamanda üstündeki süslerin dokusunun da değiştiğini gördüm. Artık sular diyarının bir parçası olmayan, kurumuş, su yüzeyine çıkmış, locasında oturan Prenses Nereid olmaktan çıkmış Zaïre hatta belki de Orosmane rolündeki inanılmaz trajedi oyuncusu gibi mavi beyaz bir türbanın içinde göründü; nihayet, ön sıradaki yerini aldığında, sedef pembesi yanaklarını şefkatle sarıp sarmalayan iskele kuşu yuvasının, yumuşak, göz kamaştırıcı, kadifemsi, muazzam bir cennet kuşu olduğunu gördüm.

Fakat artık bakışlarım, Guermantes Prensesi’nin locasından içeri giren, kötü giyimli, gözleri öfkeyle parlayan ufak tefek bir kadına ve peşinden gelen, benim de birkaç sıra önüme oturan iki adama çevrildi. Sonunda perde açıldı. Eski beslediğim arzularımdan artık hiçbir iz kalmadığını görünce üzülmekten kendimi alamadım, o zamanlar izlemek için dünyanın öbür ucuna kadar gidebileceğim bu olağanüstü olayın hiçbir anını kaçırmak istemediğimden, tıpkı astronotların bir güneş tutulmasını ya da bir kuyruklu yıldızı en ufak ayrıntısıyla gözlemleyip kayıt altına almak amacıyla Afrika’ya, Batı Hint Adaları’na yerleştirdiği levhalar gibi zihnimi hazırlıyordum; bir bulutun (sanatçının keyifsizliği ya da seyircilerdeki bir hadise) gösterinin en yoğun hâliyle sergilenmesini engeller endişesiyle tir tir titrerdim; bir sunak gibi Berma’ya adanmış olan bu tiyatroya gitmeseydim, gösteriyi en mükemmel koşullarda izlemiş saymazdım kendimi; daha sonra onun tiyatronun bir parçası olduğunu hissettim, Berma tarafından atanan beyaz karanfilli görevliler, berbat giyimli insanlarla dolup taşan kubbeli balkonlar, üzerinde Berma’nın fotoğrafları olan programları satan kızlar, dışarıdaki meydanın tam ortasında duran kestane ağaçları, bütün bu dostlar, bana Berma’yla ayrılmaz gibi görünen o günlerin izlerini taşıyan sırdaşlar, hepsi onun bir parçasıydı. O zamanlar Phèdre, ‘Beyan Sahnesi’, Berma benim için bir tür mutlak varoluşa sahiptiler. Kendi başlarına yaşadıkları mevcut deneyim dünyasından uzakta bizden ayrıydılar, onlarla yüz yüze gelmem gerekiyordu, onların iç yüzlerini anlayacak, gözlerimi ve ruhumu tamamen açsam bile çok azını özümseyecektim. Fakat hayat öylesine güzel görünüyordu ki bana; yöneticiliğini yaptığım kendi hayatımın değersizliğinin hiçbir önemi yoktu çünkü giyinmeye, dışarı çıkmaya hazırlanmak için harcadığımız zaman kadar önemliydi aslında, onun ötesinde, bütünüyle sahip olunması imkânsız, yaklaşılması zor aynı zamanda daha somut olan gerçekler, Phèdre ve Berma’nın kendi bölümünü okuma şekli mutlak bir biçimde vardılar. Dramatik sanattaki bu mükemmellik hayalleri (o zamanlar günün herhangi bir anında, hatta belki de gecenin bir vaktinde zihnimi çözümleme yapmaya maruz bırakarak hazırlayabildikleri bu güçlü ışıltı) devreye girseydi, kendi elektriğini biriktiren ve üreten bir pil gibi olurdum. Ve öyle bir zaman gelmişti ki, hastalıktan bitap düşüp öleceğimi düşünmeme rağmen gidip Berma’yı izlemem şart olmuştu. Fakat artık, uzaktan masmavi bir gökyüzü parçası gibi görünen ama yaklaştıkça sıradan görüş alanımızdaki şekline geri dönen bir tepe gibi, bütün bunlar da mutlak dünyayı terk etmiş, diğer şeylerden bir farkları kalmamıştı, tüm bunları idrak edebiliyorum çünkü oradaydım; oyuncular tanıdığım insanlarla aynı öze sahip insanlardı, artık yüce ve özgün bir öz oluşturmayan Phèdre’in bu satırlarını mümkün olan en iyi şekilde seslendirmeye çalışan insanlardı; dizeler ise her şeyden ayrı, bir parçası oldukları Fransız şiir külliyatına geri dönmeye hazırdı. İnatçı ve etkin arzumun nesnesi artık mevcut olmamasına rağmen, yıldan yıla değişen fakat sürekli ani dürtülerle etkisini gösteren aynı eğilimler, tehlikeyi umursamadan varlığını sürdürdüğü için derin bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Hasta yatağımdan kalkıp bir sayfiyeye ya da başka bir yere Elstir’in bir resmini ya da bir Orta Çağ halısını görmek için yola çıktığım gün, Venedik seyahatime başladığım güne ya da Berma’yı dinlemeye gittiğim güne ya da Balbec’e gitmek üzere yola çıktığım güne o kadar çok benziyordu ki, fedakârlığımın anlık nesnesinin kısa bir süre sonra hiçbir tesirinin kalmayacağını daha gitmeden hissediyor, şu anda uğruna saatlerce uykusuz kalıp acı çekmeyi göze aldığım bu duvar halılarının, bu tabloların yanından geçsem bile bakmak için durmayacağımı biliyordum. Nesnenin istikrarsızlığından çabamın ne kadar boş olduğunu, aynı zamanda daha öncesinde fark etmediğim kadar engin olduğunu anladım; tıpkı sinir hastası birisine yorgun olduğunu söyleyerek yorgunluğunun iki kat artması gibi. Bu arada düşlerim, onunla bir bağlantısı olan her şeyi ayırt ediyordu. Ve her zaman belirli bir tarafa çekilen, tek bir hayale odaklanan en dünyevi arzularımda bile harekete geçirici başlıca etken, bir fikirdi. Uğruna hayatımı ortaya koyacağım bu fikrin merkezindeyse bütün öğleden sonra Combray’deki bahçede oturup kitap okurken kurduğum hayallerde olduğu gibi mükemmellik düşüncesi yatıyordu. O zamanlar Aricie, Ismène ve Hippolyte’nin konuşma ve tavırlarındaki dikkatimi çeken sevgi ya da öfkenin kasıtlı ifadelerine karşı öncesinde beslediğim türden bir hoşgörüye artık sahip değildim. Oyuncuların istedikleri şey -bu arada yine aynı sanatçılar- yine aynı akıllı hareketleriyle, kâh önceden hesaplanmış belirsizlik ya da şefkatli ses tonlarıyla cümleleri dile getirmek kâh hareketlerine trajik çeşitliliği ya da yalvarıcı yumuşaklığı katmaktı. Tonlamaları çıkan sese: “Nazik ol, bir bülbül gibi şakı, okşarcasına, kur yaparcasına.” ya da “Şimdi öfkeden patla.” diye emirler veriyor ve ardından coşkun telaşlarıyla birlikte onları da alıp götürmeye çalışarak sesin üzerine hücum ediyorlardı. Ancak diksiyonlarından bağımsız, asi olan sesler, maddi kusurları ya da cazibesiyle, gündelik bayağılığı ya da yapmacık tavırlarıyla, değiştirilemez biçimde oyuncuların doğal sesi olmaya devam ediyor, tekrarladıkları dizelerde yer alan duygunun bile değiştirmeye gücünün yetmeyeceği bir akustik ya da sosyal olgu bütünlüğünü sahneliyordu.

Benzer şekilde oyuncuların jestleri de kollarına, elbiselerine: “Görkemli olun.” diyordu. Fakat bu emirlere itaat etmeyen uzuvların her biri, rol hakkında hiçbir şey bilmeyen omuzla dirsek arasındaki bir pazı ile hava atmasına izin veriyorlardı; günlük hayatın önemsizliğini ifade etmeye ve Racine’i anımsatan incelikler yerine kas bağlantılarını önemli hâle getirmeye devam ediyorlardı; kolların taşıdığı kumaş parçalarıysa, yer çekimi kanunlarına uygun olarak yeniden düşey çizgi üzerine yere düşüyordu. O sırada, yanımda oturan ufak tefek kadın haykırdı:

“Tek bir alkış bile yok mu! Hiç böylesini gördünüz mü? Gerçi çok yaşlanmış, bu rolü oynayamaz; yıllar önce emekli olmalıydı.”

Yanımda oturanların ıslıklı protestolarının üzerine, öteki iki genç adam, kadını sakinleştirmeyi başarmışlardı, artık öfkesi yalnızca bakışlarındaydı. Kaldı ki bu öfke yalnızca başarıyı, şöhreti teşvik edebilirdi; çünkü tonla para kazanan Berma borç içinde yüzüyordu. İş ya da sosyal randevularına gidemediğinden, Paris’in her sokağında özür dileklerini iletmek için koşturan habercileri, önceden ayırtılmış ancak hiçbir zaman kalmadığı otel odaları, köpeklerini yıkadığı okyanus esansları, tüm yapımcılarına sözleşmeyi ihlal ettiği için ödeyeceği yüklü tazminatları vardı, daha ciddi masrafları ve Kleopatra kadar şehvetli olmasa bile telgraflarda, iş adamlarının şehirlerinde ve krallıklarda varlığını israf etmenin yollarını bulurdu. Ancak ufak tefek kadın, hiçbir zaman başarıyı tatmamış bir aktristti ve Berma’ya karşı ölümcül bir nefret besliyordu. Berma sahneye yeni çıkmıştı. Ve o sırada -ne mucize ama- tıpkı tüm gece boyunca öğrenmek için boş yere çabaladığımız dersleri ertesi sabah uyandığımızda noktasına kadar ezbere bilmemiz gibi, tıpkı hatırlamak için bir hayli çaba sarf etmemize rağmen başarısız olduğumuz ve çabalamayı bıraktığımızda zihnimizde bütün canlılıklarıyla beliren ölü arkadaşlarımızın yüzleri gibi, Berma’nın, esas özelliklerini kavrayabilmek için hırsla uğraştığım zamanlarda benden kaçmak için kullandığı yeteneği, şimdi, unutulmanın üstünden yıllar geçtikten sonra, bu kayıtsızlık anında, doğrudan ortaya çıkan bir şeyin zorlamasıyla beni kendisine hayran bırakıyordu. Eskiden bu yeteneği soyutlama girişimlerimde, deyim yerindeyse, duyduklarımdan Phèdre’i oynayan bütün sanatçıların ortak paydası olan bu rolün kendisini çıkartabiliyordum; böylece geriye kalan Mme. Berma’nın yeteneğini öncesinden her detayıyla incelediğim için tortu hâlinde süzgeçten geçirebiliyordum. Fakat rolün dışında keşfetmeye çalıştığım bu yetenek onunla ayrılmaz bir bütündü. Böylelikle büyük bir müzisyen de (Vinteuil de piyano çalarken böyle görünüyordu.) öylesine müzik virtüözüdür ki gerçekte bir piyanist olup olmadığı bir muammadır, çünkü çalışı (yer yer parlak efektlerle taçlanan parmak hareketlerinin işleyişini, en azından nerede olduğunu tam olarak bilmeyen dinleyicilere somut, elle tutulur gerçekliğin ayırt edilebileceğini düşündürten tüm o nota yağmurlarını açıkça sergilemediğinden) öylesine şeffaf, öylesine yorumlarla doludur ki piyanistin kendisi geri planda kalır ve artık bir şahesere açılan pencereden başkası değildir. Aricie, Ismène ya da Hippolyte’nin taklitlerini ve seslerini, görkemli ya da narin bir kenar süsü gibi çevreleyen amaçları ayırt edebilmiştim fakat Phèdre bunu içselleştirip üstüne alınmıştı; zihnimse onun diksiyonundan ve tavırlarından sıyrılmayı, hiçbir işaret belirtmeden ortaya çıkan bu etkilerin, bu değerleri el değmemiş saflıkla kavramayı ve tamamen özümsemeyi başarmıştı. İçinde cansız ve zihne karşı gelen en ufak bir zerre tanesi olmayan Berma’nın sesi, Aricie ya da Ismène’nin soğuk sesinden akan, kendi içlerinde özümseyemedikleri için, herhangi birinin hissedebildiği o gözyaşı taşmasının etrafındakiler tarafından fark edilebilir olmasına fırsat vermiyordu, hatta bir kişi, müziğin güzel bir tınısı olduğunu söylerken aslında fiziksel özelliğini değil ruhuna dokunan meziyetini övdüğü usta bir kemancının enstrümanı misali Berma’nın sesi de, mükemmelliğin o narin etkisini dinleyenlerin en küçük hücresine kadar nüfuz ettiriyordu; tıpkı kaybolmuş bir su perisinin yerinde cansız bir su kaynağının bulunduğu klasikleşmiş bir manzarada olduğu gibi, açık ve somut olan bir niyet, tuhaf, olması gerektiği gibi ve soğuk berraklıktaki bir ruh hâline dönüşmüştü. Kelimelerin dudakları arasından dökülerek oluşturduğu mısralar misali Berma’nın kolları, taşan bir nehrin koparttığı yapraklar gibi göğsüne doğru yükseliyordu; gitgide geliştirdiği, daha da değiştireceği ve oyuncu arkadaşlarının jestlerinde izleri görülebilecek farklı derinliklerin muhakemelerine bağlı ancak düşünme kökenini kaybetmiş olan Berma’nın sahnedeki tavrı, içinde yarı-tanrıçaların çevresini, zengin ve karmaşık unsurlarını barındıran bir ışıltıya dönüşmüştü fakat onun bu tavırlarını hayranlıkla izleyenler bunu sanatsal bir zafer olarak değil Tanrı vergisi bir hediye olarak ele alıyorlardı; dar ve narin beyaz duvakları, canlı bir maddeye ya da çelimsiz, ürkek bir kovanın yanına yaklaşırken sergiledikleri hassasiyetle, acı çeken yarı Pagan, yarı Jansenci birisi tarafından örülmüşe benziyordu; bunların hepsi, ses, tavır, jestler, duvaklar mısra denen fikrin beden (insan vücudunun aksine, görüşümüzü engelleyen ışık geçirmez bir perdeyle değil, bünyemize nüfuz eden ve keşfettiğimiz ruh sayesinde arındırılmış, hayat bulmuş bir kıyafetle saran) bulmuş hâlinin etrafını sarmalayan, gizlemek yerine, asimile ettikleri ve içlerine yayılan ruhu daha ihtişamlı bir şekilde sergiledikleri ilave örtülerden ya da yarı saydam hâle gelmiş çeşitli özlerin katmanlarından başka bir şey değildi; bütün bunların birleşmesi durumunda, hepsinin içinden geçen, merkezî bir noktaya hapsolmuş ışığın kırılmasına sebep oluyor, daha varlıklı, daha geniş, daha değerli ve daha iyi bir hâle getirmesinde etkisi oluyordu. Dolayısıyla Berma’nın yorumu, Racine’in eseri içinde, dâhi bir soluğun hayat verdiği ikinci bir eserdi.

16.Aslen Phèdre et Hippolyte olan Jean Racine’in yazmış olduğu dramatik tiyatro eserinin ismi. (ç.n.)
17.Yunan mitolojisindeki su altı perilerine verilen isim. (ç.n.)

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
Hacim:
870 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6865-69-3
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Metin
Средний рейтинг 3 на основе 2 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 3 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок