Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap», sayfa 7

Yazı tipi:

Bazı zamanlarda yorgunluğum daha da artıyordu; birkaç gün boyunca hiç uyumadan intikali izlediğim olmuştu. Bu zamanlarda otele dönüşüm nasıl mutluluk vericiydi ama! Yatağa girdiğimde, atalarımızın sevdiği on yedinci yüzyıl ‘romanslarına’ konu olan cadılardan, büyücülerden nihayet kaçmış gibi hissederdim. O geceki uykumun ve miskin sabahının, büyüleyici bir peri masalından eksik kalır yanı yoktu. Büyüleyici olduğu kadar güzeldi de. Kendime, en şiddetli ızdırapların bile bir sığınağı olduğunu, her başarısızlıkta yaslanabilecek bir kişinin muhakkak olduğunu hatırlattım. Bu düşünceler beni alıp uzak diyarlara götürdü.

Saint-Loup’nun görevli olmamasına rağmen kışlada kalmak zorunda olduğu günlerde, sık sık onu ziyarete giderdim. Yolum uzundu; kasabanın dışına çıkmam ve her iki tarafından da muazzam bir manzaraya sahip viyadüğü geçmem gerekiyordu. Bu yüksek yerde neredeyse her zaman sert bir rüzgâr eser ve bir rüzgâr mağarası misali sürekli uğuldayan kışlanın üç tarafına inşa edilmiş binaları doldururdu. Robert’in -bir görevle meşgul olduğunda- odasının kapısında ya da yemekhanede bekler, pencereden üç yüz fit aşağısındaki yer yer çıplak, çoğu zaman yağan yağmurun ıslaklığının hâlâ olduğu, güneş ışınlarıyla aydınlanan, yakın zamanda ekilmiş tarlaların yarı saydam mine berraklığı ve parlaklığında yeşil şeritler hâlinde ışıldayan araziye bakıp beni tanıştırdığı bazı arkadaşlarıyla (ki daha sonra, Robert olmadığı zamanlarda bile ara sıra onları ziyarete gittim) sohbet ederken, Robert’in konusu açılırdı ve onun ne kadar sevildiğini çok geçmeden anlayabilmiştim. Diğer bölüklere mensup zengin iş adamlarının oğulları ya da yüksek aristokratik topluma yalnızca dışarıdan ve onun muhafazasına girmeden bakan birçok gönüllü, Saint-Loup’nun karakteri hakkında bildiklerinden dolayı hâliyle ona karşı sempati duyarlardı; cumartesi akşamları Paris’e geçtiklerinde, onu Café de La Paix’de Uzès Dükü ve Orléans Prensi’yle bir şeyler yudumlarken gören birkaç genç adamın söyledikleri de bu duyguyu pekiştirirdi. Bu nedenle, Robert’in yakışıklı yüzünde, gündelik yürüyüşünde, selam veriş tarzında, daima dağılan gözlüğünü düzeltişinde ve üniformasının -aşırı yüksek keplerinde, çok ince ve pembemsi tondaki bir kumaştan yapılma pantolonunda- etrafa saçtığı etkide bir ‘nüans’ bulurlardı; alaydaki en iyi subaylarda hatta kışlada kalmama ayrıcalığını borçlu olduğum görkemli Yüzbaşı’da bile bu gösteriş yoktu, Saint-Loup’ya kıyasla sıradan biri gibi duruyordu.

İçlerinden biri, Yüzbaşı’nın yeni bir at aldığını söyledi. “İstediği kadar at satın alsın. Pazar sabahı Akasya Caddesi’nden geçerken Saint-Loup’ya denk geldim; ata biniş tarzında bir asalet vardı!” diye yanıtladı öteki ve onun aslında neyi kastettiğinin de farkındaydı; çünkü bu genç arkadaşlar, aynı hanedanlığa mensup insanlarla görüşmeyip, para ve boş zaman sayesinde, paranın satın alabileceği her türlü zarifliği deneyimlemek konusunda asillerden pek de bir farkları yoktu. Her hâlükârda onların zarifliği, örneğin giyim konusunda, Saint-Loup’nun büyükannemin çok hoşuna giden o serbest ve umursamaz tarzından çok daha özenli, çok daha kusursuzdu. Bu büyük borsacıların, bankerlerin oğulları, tiyatro çıkışında istiridye yerken, hemen yanlarındaki bir masada astsubay Saint-Loup’yu görmek oldukça heyecan vericiydi. Ve hafta sonu izninin ardından, pazartesi gecesi kışlada anlatacak ne hikâyeler çıkmıştı ama: Robert’in bölüğünden birisini ‘aşırı kibarca’ selamlaması, başka bölükte olmasına rağmen bir diğer asker de kendisini tanıdığından emindi, her ne kadar monokl gözlüğünü iki üç defa düzeltip bakışlarını kaçırmadan ona bakmış olsa da Saint-Loup onu da tanımıştı.

“Evet, kardeşim onu Paix’de görmüş.” dedi. İzin gününü metresiyle birlikte geçiren bir başkası; “Ayrıca üzerine bol gelen, hiç uyumlu olmayan bir frak giydiğini de söyledi.”

“Yeleği nasılmış?”

“Yeleği beyaz değilmiş; mormuş; üzerinde palmiyelere benzer desenler varmış; hayret verici!”

‘Kıdemli olanlar’ (Jokey Kulübü’nü hiç duymamış ve Saint-Loup’yu ultra zengin astsubaylar kategorisine koyan, iflas etmiş olsun ya da olmasın, belli bir tarzda yaşayan, gelirleri ya da borçları birkaç haneli sayıları bulan ve askerlerine cömert davranan herkesi bu kategoriye koyan bu ülkenin evlatları), Saint-Loup’nun yürüyüşü, monokl gözlüğü, pantolonu, keplerinde herhangi bir aristokratik taraf göremeseler bile, yine de bunları anlamlı ve ilginç bulurlardı. Bu özelliklerde, alayın ‘çizgilileri’26 arasında oldukça popüler olan bir zamanlar niteledikleri karakteri ve tarzını buluyorlardı; eşi benzeri olmayan davranışları, üstlerinin ne düşündüklerine karşı sergilediği umursamazlığıyla astlarına, temiz yürekliliğin bir sonucu gibi görünüyordu. Askerî gazinodaki sabah kahvesi, öğleden sonra koğuşta ‘uzanma’, kıdemli bir asker aç, tembel bir mangaya Saint-Loup’nun geçit törenindeki kepiyle alakalı ilgilerini çekecek bir haber verdiğinde, bu aktiviteler daha keyifli hâle gelirdi.

“Bavulumun yüksekliğindeymiş.”

“Abartma sen de moruk! Buna inanmamızı beklemiyorsun herhâlde! Bavulun kadar olamaz.” diye araya girdi üniversite mezunu bir genç; böyle argo terimleri kullanarak ‘okumuş bir sünepe’ gibi görünmemeye ve bu çıkışı yaparak onu büyüleyen bir düşüncenin gerçekliğini teyit etmeyi umuyordu.

“Ne yani! Bavulum kadar büyük olamaz, öyle mi? Anlaşılan ölçmüşsün! Tabur komutanı onu disiplin koğuşuna atmak istercesine bakıyormuş diyorum sana. Fakat bu durum bizim şanlı Saint-Loup’nun hiç umurunda değilmiş; kafasını sağa sola hareket ettirerek bir aşağı bir yukarı gidiyor, bir yandan da yamulan monokl gözlüğünü düzeltiyormuş. Yüzbaşı duyunca kim bilir neler söyleyecek. Muhtemelen hiçbir şey söylemeyecektir ancak hoşuna da gitmeyecektir kesin. Aslında bu şapkası o kadar da muhteşem değil. Kasabadaki evinde otuzdan fazlası olduğunu duydum.”

“Bunu nereden duydun moruk? Komutanın yaltakçısı olan o onbaşından mı?” diye sordu genç mezun ukalaca bir tonda, yeni edindiği ve konuşmasını süslemekten gurur duyduğu yeni konuşma biçimiyle.

“Bunu nereden mi duydum? Emir erinden tabii, ne sandın!”

“Hah! Bana bunlarla gel. Onun da tuzu kuru tabii!”

“Onu bilemem! Cebinin benimkinden daha dolu olduğu kesin! Üstelik bütün eşyalarını ona veriyor, her şeyini. Yemekhanedeki en güzel yemekler ona veriliyor. Hatta Saint-Loup gidip aşçıya: “Emir erimin iyi beslenmesini istiyorum, parası umurumda değil, anlıyor musun?” demiş.

Kıdemli asker, üslubunun vurguladığı sözlerin önemsizliğini, muazzam bir başarıya sahip olan anlatıcının zayıf taklidiyle telafi ediyordu.

Kışladan çıktığımda ufak bir gezintiye çıkar, ardından güneş batar batmaz, Saint-Loup’yla arkadaşlarının her akşam yemek yediği otelde buluşana kadar birkaç saatim olduğundan dinlenerek ve kitap okuyarak zaman öldürmek için otelime geri dönerdim. Akşam güneşi meydandaki kalenin gözcü kulelerini kiremit rengiyle uyumlu küçük pembe bulutlarla donatıyor, ışığın kapladığı kiremitler tonunu yumuşatarak renk ahengini tamamlıyordu. Canlılık akımı sinirlerime öylesine nüfuz etti ki, benden kaynaklanan hiçbir hareket onu tüketemezdi; attığım her adım, kaldırımın bir taşına değdiği anda geri sekiyordu. Topuklarımda Merkür’ün kanatları varmış gibi hissediyordum. Çeşmelerden biri kırmızı bir parıltıyla ışıldarken, diğerindeyse ay ışığı çoktan suyu rengârenk bir hâle bürümeye başlamıştı. İkisinin arasında çocuklar tıpkı ebabiller veyahut yarasalar misali saate aldırış etmeden tiz sesleriyle çığlık atarak oyun oynuyorlardı. Otelin bitişiğinde, şimdi içinde Tasarruf Sandığı ve Kolordu Karargâhının bulunduğu Ulusal Mahkemeler ve XVI. Louis’nin serası gaz alevli lambaların soluk yaldızlı ışığıyla aydınlatılıyordu; dışarıda hâlâ berrak gün ışığı olmasına rağmen içeride yakılan lambalar, batan güneşin son ışıltıları henüz kaybolmadan, geniş, uzun, on sekizinci yüzyıl pencerelerine, kızıl bir başörtüsü üstüne işlenen sarı kaplumbağa motiflerinin yakıştığı gibi yakışıyor, beni şöminemin ve gaz lambamın başına geri dönmem için ikna ediyordu; otelin gölgeli cephesinde tek başına toplanan karanlığa direnmeye çalışan lambama, kurt gibi aç olduğum gün yemeğe son dakikada yetişmişçesine zevk içinde döndüm. Dışarıda hissettiğim duygu yoğunluğunu odama da taşıdım. Genellikle bize düz ve boş görünen yüzeylerin görüntüsünü, şöminede yanan sarı alevi, gün batımının resmini yapmak için elindeki bir parça kırmızı tebeşirle sarmal ve düz çizgiler karalayan bir okul talebesinin gökyüzünü çizdiği yoğun mavi kâğıdını, bir tomar müsvedde kâğıdı, mürekkep hokkası ve Bergotte’un bir romanıyla beni beklercesine üzerinde durduğu yuvarlak masanın ilginç desenli örtüsünü öylesine yamultuyordu ki o zamandan beri bütün bunların varoluşsal biçimde zenginleştiğini, eğer onlara yeniden bakmama izin verilirse onları bu içinde bulunduğu durumdan çıkartabilecekmişim gibi geliyordu bana. Az evvel ayrıldığım kışlayı ve kışlada esen her rüzgârla fırıl fırıl dönen rüzgârgüllerini hatırladıkça yüzümde mutluluk oluşuyordu. Suyun yüzeyine kadar yükselen borudan nefes alan bir dalgıç misali, benim için de yeşil emayla27 kaplı kanalların çevrelediği kırsal araziye hâkim, aşırı yüksek rasathanesi olan bu kışlaları konaklama yeri olarak görmek, bir anlamda sağlıklı, açık hava hayatıyla temasımı sürdürebildiğim bir yaşam merkezi olarak hissetmek, bu çeşitli binaların içine istediğim zaman, daima sıcak bir şekilde karşılanacağımdan emin olarak girmek sonsuza kadar sürmesini dilediğim paha biçilmez bir ayrıcalıktı.

Saatler yediyi gösterdiğinde giyinip Saint-Loup’nun yemek yediği otele gitmek için yeniden dışarı çıktım. Oraya yürüyerek gitmeyi severdim. Zifirî karanlık çökmüştü; ziyaretimin üçüncü gününden itibaren, gece çöker çökmez kar habercisi olan buz gibi bir rüzgâr esmeye başlıyordu. Yolda yürürken, açıkçası Mme. de Guermantes’ı düşünmeyi bir an bile bırakmamalıydım; Robert’in garnizonunu ziyaret etmemin tek sebebi ona daha fazla yakınlaşmaktı. Fakat hatıralar da kederler gibi geçiciydi. Bazı zamanlar öylesine uzağa giderler ki, onların varlığının bile farkına varmayız hatta sonsuza dek gittiklerini düşünürüz. Ardından başka şeylere odaklanmaya başlarız. Bu kasabanın sokakları henüz benim için, yaşadığımız yerde alıştığımız gibi bir yerle başka bir yer arasındaki bağlantıyı kuran yollardan ibaret değillerdi. Bu bilinmeyen dünyanın sakinleri tarafından yönetilen hayat, harika bir şey olmalıymış gibi gelirdi bana, hanelerin ışıklı pencereleri çoğu zaman, içine giremeyeceğim varoluşların gerçek ve esrarengiz sahnelerini gözlerimin önüne sererek karanlığın içinde uzun süre hareketsiz kalmama sebep olurdu. Burada ateşin sahip olduğu ruh, mora çalan renkler içindeki bir kestane satıcısının standını açığa çıkardı; palaskalarını sandalyenin arkasına asmış kâğıt oynayan birkaç astsubay, bir sihirbazın asasını kullanarak sahneyi aydınlatması gibi karanlığın içinden birdenbire belirivereceklerini hayal dahi edemezlerdi, bunu yoldan geçerken durup onlara bakan bir kişinin gözlerine yansıyan yüz ifadeleri gözler önüne seriyordu. Küçük bir antika dükkânında neredeyse dibine kadar inmiş bir mum, sıcak parıltısını gravüre yansıtarak kan kırmızısına boyuyordu, o esnada karanlığa karşı savaş açan büyük bir lambanın ışığı bir deri parçasını bronzlaştırıyor, bir hançere göz alıcı payetler işliyor, esasından kötü birer kopyadan ibaret olan resimlerin üzerine, zamanın pasıyla ya da bir ustanın kullandığı cila misali değerli bir yaldız tabakasıyla kaplıyor, velhasılkelam taklitlerle dolu çöplükten başka bir şey olmayan bu barakayı esrarengiz Rembrandt kompozisyonlarına dönüştürüyordu. Bazen bakışlarımı panjurları kapalı olmayan koskocaman, eski bir konuta yöneltirdim; burada amfibi28 erkekler ve kadınlar akşam karanlığının çökmesiyle birlikte lambanın haznesinden ardı arkası kesilmeden fışkıran, odaları taş ve camdan duvarların ağzına kadar dolduran, içindeki bedenlerin hareketiyle yaldızlı dalgalanmalar yaratan yoğun bir sıvının içinde yavaşça oradan oraya süzülüyorlardı. Yoluma devam ettim; çoğu zaman katedralin önünden geçen karanlık ara sokakta, tıpkı çok uzun zaman önce Méséglise yolunda olduğu gibi arzumun gücü beni ele geçirdi, durdurdu; bu arzuyu tatmin etmek için bir kadın bir anda beliriverecekmiş gibi gelirdi bana; karanlıkta bir elbisenin aniden yanımdan geçerken hafifçe sürtündüğünü hissetseydim, o an hissettiğim arzunun şiddeti bu temasın tesadüfi olduğuna inanmamı imkânsız hâle getirirdi ve korkmuş bu yabancıyı kollarımla sarıp sarmalamaya çalışırdım. Bu Gotik sokağın benim için o kadar gerçekçi bir yanı vardı ki, orada bir kadını kavrayıp arzularımı tatmin edebilseydim, bizi bir araya getiren kadim çağların cazibesine sahip bu yere inanmamak mümkün olmazdı; bu kadın her gece köşe başında duran bir hayat kadını olsa bile, yine de kış vakti, tuhaf, karanlık ve Orta Çağ atmosferinin hâkim olduğu bu yerde ona gizemli ihtişamı yansıtırdım. Hâlihazırda olabilecekleri düşündüm; Mme. de Guermantes’ı unutmaya çalışma fikri bile korkunç fakat mantıklı ve ilk defa mümkün, hatta belki de kolay geliyordu bana. Bu semtin mutlak sessizliğinde, sendeleyerek eve dönen eğlence düşkünü sarhoşların kahkaha ve konuşma seslerini duyabiliyordum. Onları görmek amacıyla durup sesin geldiği yöne doğru baktım. Ancak uzun süre beklemek zorunda kaldım çünkü etrafı saran sessizlik öylesine derindi ki hâlâ çok uzakta olmalarına rağmen sesleri net ve güçlü bir şekilde bana ulaşıyordu. Sonunda sendeleyen sarhoşlar ortaya çıktılar fakat beklediğim gibi önümden değil, arkamdan, çok uzaktan. Kâh ara sokakların kesişmesi, binaların iç içe geçmesinden kaynaklanan yankılanma akustik bir yanılmaya yol açıyor kâh geldiği yer bilinmeyen bir sesi bulmak çok zor olduğundan, yön konusunda olduğu kadar mesafe konusunda da yanılıyordum.

Rüzgâr şiddetini arttırdı. Yaklaşan karla tüyler ürperten, yoğun bir rüzgârdı. Ana caddeye çıktım ve bir subayın sahanlıktan,29 tam olarak kim olduklarını seçemesem de yüzleri soğuktan mosmor kesilmiş, yorgun argın kaldırımda yürüyen hantal askerlerin selamlarına karşılık verdiği küçük bir tramvaya bindim; sonbahardan kışın başlarına doğru ani bir sıçrayışla daha kuzeye taşınmış gibi görünen bu küçük kasabadaki suratlar, Breughel’in neşeli, yiyip içip âlem yapan, soğuktan büzüşmüş köylülerin al yanaklı suratlarını hatırlattı.

Saint-Loup ve arkadaşlarıyla buluştuğum otelde yakın zamanda başlayacak olan fuar nedeniyle dört bir yandan, yakından-uzaktan pek çok insan gelmişti; avluyu aceleyle geçerken, etrafa ışık saçan mutfaklarda şişe geçirilmiş tavuklar dönüyor, domuzlar fırında kızartılıyor, canlı ıstakozlar ev sahibinin tabiriyle ‘sonsuz ateş’in içine atılıyordu; akın akın gelen (eski Flaman ustalarının yaptığı Bethléem’de Nüfus Sayımı’na layık) yeni konuklar avluda gruplar hâlinde toplanıp ev sahibine ya da (görünüşlerinden hoşlanmadıysa, kasabanın başka bir yerinde kalacak yer tavsiye eden) çalışanlardan birine yemek ve konaklama için otelde kalıp kalamayacaklarını soruyorlardı; bütün bunlar gerçekleşirken, bir aşçı yamağı boynundan tuttuğu, çırpınan bir kümes hayvanıyla alelacele arkadan geçiyordu. İlk gün arkadaşımın beni beklediği küçük odaya ulaşmadan önce geçtiğim büyük yemek salonundaki görüntü, Flamanların tipik abartısı ve Orta Çağ’ın sadeliğiyle canlandırılmış İncil’den bir yemek sahnesi anımsatıyordu; sayısız balık çeşitleri, piliçler, keklikler, çulluklar, kumrular soğutmadan ve daha hızlı servis yapmak için cilalı zeminde âdeta kayıyormuşçasına acele eden ve nefessiz kalan üniformalı garsonlar tarafından işlemeli devasa masalara servis ediliyor, bir çırpıda yemeye hazır şekilde parçalara ayırılıyordu; fakat -ben geldiğimde çoğu insan yemeğini neredeyse bitirmek üzere olduğundan- kimse ağzına tek lokma atmıyordu; sanki yemeklerin bolluğu ve onları içeri taşıyanların telaşı yemek yiyenlerin ihtiyaçlarını karşılaşmaktansa, harfiyen ihtimamla uyulan ancak yöresel geleneklerden esinlenmiş ayrıntıların ilginç bir şekilde resmedildiği kutsal kitaba gösterilen saygıyı, yiyeceklerin bolluğu ve hizmetkârların cana yakınlığıyla festivalin ciddiyetini estetik ve dinî bir ihtişamla gözler önüne seriyordu. Hizmetkârlardan biri, odanın uzak ucundaki bir büfenin yanında düşüncelere dalmıştı; bana cevap verecek kadar sakin görünen tek kişi o olduğundan, masamızın hangi odada olduğunu sormak için, ‘geç kalanlar’ın yemekleri soğumasın diye yakılan ocakların arasından (Lakin salonun ortasındaki tatlılar, bazen bir ördeğin kanatları üstünde, kristal bir görünüşe sahip ama aslında buzdan yapılan, her gün heykeltıraş bir aşçı tarafından kızgın bir demir ve çekiçle Flaman tarzına uygun şekilde yeniden yontulan büyük bir mankenin elinin üstünde duruyordu.) dosdoğru bu hizmetkâra -diğer meslektaşları tarafından yere serilme riskini göze alarak- yürüdüm, bu tarz kutsal olaylarda geleneksel olarak mevcut olan bir karakteri tanıyormuş gibi hissettim çünkü keskin olmayan, özensiz ve kötü çizilmiş yüz hatlarını, ilahi bir varlığın mucizesinin henüz tam anlamıyla farkına varamamış, derin düşüncelere dalmış ifadesinin titiz bir kopyasıydı. Şunu da eklemeden geçemeyeceğim, yaklaşan festival göz önüne alınınca muhtemelen gösteriler, melekler ve ilahi gruplar arasından seçilmiş göksel bir kadroyla güçlendirilmişti. On dört yaşındaki bir yüzü saran açık sarı saçlarıyla meleği andıran genç bir müzisyen âdeta hiçbir enstrüman çalmıyor yalnızca bir gongun ya da tabak yığınının yanında düşüncelere dalmış duruyordu; bu esnada onun kadar çocuksu olmayan diğer melekler salonun engin genişliğini hızla boydan boya kat ediyor, ‘ilkel’ tablolardaki sivri uçlu kanatlar misali bedenlerinin bir parçası olan mendilleri kanat çırparcasına havayı ikiye ayırıyordu. Tam olarak tanımlanmamış, palmiyelerden yapılma çitlerle çevrelenmiş, hizmetkâr meleklerin bulunduğu, uzaktan bakıldığında semalardan yeryüzüne uzanmış gibi görünen bu bölgelerden kaçarak Saint-Loup’nun masasının bulunduğu küçük odaya varmayı başardım. Orada yemekleri daima birlikte yediği birkaç arkadaşına rastladım; bir iki tanesi haricinde hepsi soylu olan bu arkadaşlar okul yıllarından beri ayrım yapmadan dostluklarını sürdürmüşlerdi; böylece prensip olarak, cumhuriyetçi olsalar bile, dürüst ve ayinlere katıldıkları sürece orta sınıfa ait kimseye düşmanlık beslemediklerini kanıtlıyorlardı. İlk akşam, yemeğe oturmadan önce Saint-Loup’yu bir köşeye çektim ve herkesin gözünün önünde fakat beni duymayacakları şekilde şöyle dedim:

“Robert, şimdi söyleyeceğim şeyin ne yeri ne de zamanı fakat bir dakika bile sürmez. Kışladayken size sormayı unuttum; masanın üzerindeki fotoğraf Mme. de Guermantes’ın fotoğrafı değil mi?”

“Evet, sevgili yengemin fotoğrafı.”

“Tabii ya, ne kadar da aptalım; daha önce bana onun olduğunu söylemiştiniz; yengeniz olduğunu tamamen aklımdan çıkarmışım. Demem o ki, ah! Arkadaşlarınız sabırsızlanıyordur, çabuk olmalıyız bize bakıyorlar; ya da başka bir zaman konuşalım o kadar önemli bir şey değil.”

“Sorun değil, konuşmaya devam edin, onlar bekleyebilirler.”

“Hayır, hayır olmaz; onlara karşı kibar olmak istiyorum; çok iyi insanlar; zaten çok da önemli bir konu değil, gerçekten.”

“Kıymetli Oriane’ınımızla tanışmış mıydınız?”

‘Kıymetli Oriane’ demesi, Saint-Loup’nun Mme. de Guermantes’ı sadece güzel bulmadığı anlamına geliyordu. Bu örnekte, ‘kıymetli’, ‘mükemmel’, ‘iyi’ tarzındaki sıfatlar ‘Oriane’ınımız’ı tamamlayan bir ifadedir; bunlar, her iki tarafın da tanıdığı ama pek de samimi olmadığı bir kişi hakkında ne diyeceğini bilemediğinde kullanılan kelimeler. ‘Kıymetli’ sıfatı bir çeşit geçiş görevi görür ve bir sonraki cümleye geçerken zaman kazandırır: “Onunla çok sık görüşüyor musun?” ya da “Onu aylardır görmedim.” ya da “Onunla salı günü buluşacağız.” ya da “Biraz yaşlandı sanki.”

“Sizde onun bir fotoğrafının olması ne kadar komiğime gitti bilemezsiniz, çünkü şu anda, Paris’te, onun evinde oturuyoruz; onunla ilgili o kadar şaşırtıcı şeyler öğrendim ki (söylemekten utanacağım türden şeyler) onunla bu kadar ilgilenme sebebim de bu; tabii ki yalnızca edebî bir bakış açısından, -nasıl söylesem- Balzac’ın bakış açısından; gerçi siz o kadar zeki bir insansınız ki ne demek istediğimi çoktan anlamışsınızdır; detaylıca açıklama yapmama gerek yok; neyse artık geri dönsek iyi olur; kim bilir arkadaşlarınız benimle ilgili ne kadar kötü düşüncelere kapılmışlardır?”

“Hiçbir şey düşünmemişlerdir, merak etmeyin; onlara sizin ne kadar olağanüstü bir insan olduğunuzu anlattım bu yüzden onlar sizden daha çok çekiniyorlardır emin olun.”

“Çok naziksiniz. Size ne soracağım: Mme. de Guermantes sizinle arkadaş olduğumu bilmiyor, değil mi?”

“Hiçbir fikrim yok; yazdan beri kendisiyle görüşme fırsatı bulamadım, kasabaya döndüğünden beri de hiç iznim olmadı.”

“Demek istediğim şey şu: Benim çok aptal bir insan olduğumu düşünüyormuş, öyle dediler.”

“Sanmıyorum; sonuçta Oriane da bir dâhi değil fakat aptal da sayılmaz tabii.”

“Çok iyi bilirsiniz, genellikle benimle ilgili güzel şeylerin dile getirilmesini istemem, kibirli biri değilimdir. Bu yüzden buradaki arkadaşlarınıza benim hakkımda güzel şeyler söylemenize üzüldüm (birazdan yanlarına döneceğiz). Fakat Mme. de Guermantes farklı; ona benim hakkımdaki düşüncelerinizi -hatta biraz abartarak- anlatırsanız, bana çok büyük bir iyilik yapmış olursunuz.”

“Yapmamı istediğiniz tek şey buysa elbette yaparım; hiç de zor değil; ancak sizin hakkınızda ne düşündüğünün sizin için ne önemi var ki? Onun düşünceleri sizi bu kadar etkilememeli; her neyse, tüm istediğiniz buysa, herkesin önünde ya da baş başa kaldığımızda da konuşabiliriz; böyle ayakta konuşmaya devam ederek yorulmanızdan endişeleniyorum, bunları konuşacak çok fazla vaktimiz var, kendimizi rahatsız bir konuma sokmayalım.”

Bana Robert’le konuşma cesaretini veren işte tam da bu rahatsızlıktı; diğerlerinin varlığı sözlerimi kısa ve tutarsız bir şekilde söylemem için bahaneydi; arkadaşıma Düşes ile olan akrabalığını unuttuğumu söylerken, yalanımı örtbas etmem daha kolaydı; üstelik onun cevaplayamayacağım rahatsız edici sorular sormasına -Mme. de Guermantes’ın benim Saint-Loup’yla arkadaş olduğumu, zeki olduğumu ve daha fazlasını bilmesini isteme sebebime- zaman kalmıyordu.

“Robert, sizin gibi zeki bir adamın, arkadaşının hoşuna gidecek şeyleri tartışmak yerine, isteğini yerine getirmesi gerektiğini anlamakta güçlük çekmenize hayret ediyorum. Örneğin, siz benden bir şey isteyecek olsanız, ki benden bir şey istemenizi gerçekten çok arzularım, ne olduğuna bakmaksızın hiçbir açıklama beklemeden yerine getireceğimden emin olabilirsiniz. Şu anda istediğimden daha büyük bir şey isteyeceğim; Mme. de Guermantes’la tanışmak gibi bir arzum yoktu fakat sırf sizi sınamak için, Mme. de Guermantes’la bir yemek ayarlamanızı isteseydim; bu isteğimi kesin gerçekleştirmezdiniz.”

“Gerçekleştirirdim, hatta gerçekleştireceğim.”

“Ne zaman?”

“Bir sonraki Paris’e gelişimde, ki bu da sanırım üç hafta sonra oluyor.”

“Göreceğiz, zaten o da beni görmek istemeyecektir. Size ne kadar minnettar olduğumu anlatamam.”

“Rica ederim. Lafı mı olur!”

“Böyle söyleme; bu çok önemliydi çünkü artık ne kadar iyi bir dost olduğunuzu görebiliyorum; sizden yapmanızı istediğim şey önemli olsun ya da olmasın, nahoş olsun ya da olmasın, gerçekten istekli olsam ya da sırf sizi denemek için istesem de fark etmez; yapacağınızı söylüyorsunuz ve kalbinizin, aklınızın zarafetini gözler önüne seriyorsunuz. Ahmak bir dost olsa tartışma çıkarırdı.”

Tam olarak yaptığı şey buydu; ama belki de izzetinefsini göklere çıkarmak istiyordum; belki de bunu samimiyetten yapıyordum; benim gözümde liyakatin yegâne mihenk taşı, bir arkadaşın önem verdiğim tek şey konusunda yani aşkım konusunda benim için ne kadar yararlı olabileceğidir. Ardından, belki kurnazlıktan, belki de minnettarlık, beklenti ve Mme. de Guermantes’ın çehresinin kopyası olan yeğeni Robert’ten kaynaklanan gerçek sevgi artışıyla sözlerime şöyle devam ettim: “Fakat artık diğerlerini daha fazla bekletmememiz gerekiyor, oysa size sormak istediğim iki şeyden yalnızca birini, önemsiz olanı sorabildim; diğeri benim için daha önemli ancak izin vermezsiniz diye çok korkuyorum. Birbirimize sen diye hitap etmenin sizin için mahzuru var mı?”

“Mahzur mu? Sevgili dostum! Mutluluktan! Mutluluktan ağlayacağım! Hayallere bile sığmayacak bir mutluluk!”

“Çok teşekkür ederim size, yani sana. Önce siz başlayın! Bu benim için öylesine büyük bir mutluluk ki Mme. de Guermantes konusunda hiçbir şey yapmasanız bile olur, bana sen demeniz bile benim için yeterli.”

“İkisini de yapacağım.”

“Robert! Bir bakar mısın.” dedim yemek yerken. “Sürekli konuşmamızın kesilmesi ne kadar da saçma, nedenini bir türlü anlayamıyorum; sana sözünü ettiğim hanımı hatırlıyor musun?”

“Evet.”

“Kimi kastettiğimi anladın mı?”

“Hadi ama! Beni ne sanıyorsun, köyün delisi mi?

“Bana onun fotoğrafını vermek istemezsin herhâlde?”

Aslında sadece ödünç vermesini istemiştim. Fakat tam kelimeler dudaklarımdan dökülürken bir utangaçlık duygusu hissettim, isteğimi patavatsız buldum ve kafa karışıklığımı gizlemek adına sanki çok doğal bir şeymiş gibi dobra dobra ifade ettim.

“Olmaz, önce kendisinden izin almam gerekir.” diye cevapladı.

Konuşurken kızardı. Zihninde bir çekince olduğunu, bana itimat etmediğini, bazı ahlaki kısıtlamalar çerçevesinde bana yardım edebileceğini görebiliyordum, bu yüzden ondan nefret ettim.

Bununla birlikte, Saint-Loup’nun yalnız kalmadığımızda, arkadaşları da yanımızdayken bana ne kadar farklı davrandığını görmek beni incitti. Kasıtlı olarak böyle yaptığını düşünseydim artan nezaketi beni soğuturdu; fakat bunu yalnız kaldığımız zaman söylemeyip, genellikle benim olmadığım zamanlarda söylediği şeylerden dolayı, istemsizce yaptığını hissediyordum. Özel sohbetlerimizde şüphesiz benimle konuşmaktan mutlu olduğunu zannediyordum ama bu mutluluğunu neredeyse hiçbir zaman dile getirmezdi. Çoğunlukla, benim hakkımdaki düşüncelerini belirtirken, göz ucuyla kenardan arkadaşlarına bakardı, önceden sözünü ettiğine karşılık gelen bir etki yaratıp yaratmadığını görmek isterdi. Kızını sosyeteyle ilk kez tanıştıran bir annenin, kızının davranışlarını ve gelen tepkileri izlercesine yapıyordu bunu. İkimiz baş başayken söylediğim bir şeye yalnızca gülümseyecekken, diğerlerinin konuyu iyice anlamamış olacağının korkusuyla “Ne demek bu?” diyerek söylediklerimi tekrar ettiriyor, dikkat çekiyor, ardından hemen arkadaşlarına dönüp içten bir kahkaha atarak gözlerinin içine bakınca onların da gülmesine sebep oluyor, onlara sık sık ifade ettiği, benim hakkımdaki düşünceleri ilk bana da gösteriyordu. Bu durum üzerine, adını gazetede okuyan ya da kendisini aynada gören bir insan gibi kendimi birdenbire dışarıdan görmüştüm.

Bu akşamlardan birinde, Mme. Blandais’yle ilgili eğlenceli bir hikâye anlatma isteği doğdu ancak hemen peşine kendimi durdurdum, Saint-Loup’nun bunu çoktan bildiğini, geldiğim gün bu hikâyeyi anlatmak istediğimde: “Bunu zaten Balbec’te anlatmıştın.” dediğini hatırlamıştım çünkü. O yüzden, Saint-Loup’nun hikâyeyi bilmediğini, devam etmem için bana yalvardığını, çok eğlenceli bir hikâye olduğunu tahmin ettiğini söylediğinde çok şaşırdım. “Şu anda aklına gelmiyor ama anlatmaya başlayınca hatırlayacaksın.” dedim ona. “Hayır, gerçekten hatırlamıyorum; yanıldığına, bana daha önce hiç anlatmadığına yemin edebilirim. Hadi anlat.” dedi. Bunun üzerine ben anlatırken hikâye boyunca heyecanlı ve mest olmuş bakışlarını bir bana bir arkadaşlarına çevirip duruyordu. Ancak hikâyeyi bitirdiğimde, herkes kahkaha atarken şunu fark ettim ki bu hikâyenin arkadaşlarına benim nüktedanlığım hakkında iyi bir izlenim bırakacağını düşündüğünden bilmiyormuş numarası yapmıştı. Dostluk budur işte.

Üçüncü akşam, daha önce hiç konuşma fırsatı bulamadığım bir arkadaşı benimle uzun uzun sohbet etti; Saint-Loup’ya ne kadar eğlendiğini söylemesine kulak misafiri oldum. Gerçekten de neredeyse bütün akşam boyunca o kadar hararetli sohbet ettik ki önümüzdeki masanın üzerinde duran Sauternes şarabıyla dolu kadehlerimizden tek bir yudum bile almamıştık; insanlar arasındaki, herhangi bir fiziksel çekime dayanmayan, tamamen esrarengiz türden olan sezgisel samimiyetin ihtişamlı perdeleri bizimle etrafımızdaki insanların arasına çekiliyor, bizi onlardan soyutluyordu. Balbec’te, Saint-Loup’nun bana karşı hissettikleri de böylesine esrarengiz gelmişti bana; bu hissiyat sohbetlerimizin ilginçliğiyle karıştırılmamalı, herhangi bir maddi çağrışımdan arınmış, görünmez, soyut bir hissiyattı, yine de alevlendirici bir gaz misali bu duyguların varlığından haberdar olan Saint-Loup buna bir gülümsemeyle atıfta bulunacak kadar bilinçliydi. Hâl böyleyken, burada, tek bir akşamda, bu küçük odanın sıcaklığında birkaç dakika içinde tomurcuklanıp açılan bir çiçek misali doğan bu samimiyet muhtemelen daha şaşırtıcıydı. Robert Balbec hakkında konuşurken, Mlle. d’Ambresac’la evlenmeye gerçekten karar verip vermediğini sormaktan kendimi alıkoyamadım. Böyle bir kararın olmadığını aynı zamanda böyle bir birlikteliği hiçbir zaman düşünmediğini, onu bu zamana kadar hiç görmediğini hatta kim olduğunu bile bilmediğini söyledi. O anda, bu havadisi bana ileten sosyete dedikoducularından birini görseydim, muhakkak Mlle. d’Ambresac’ın Saint-Loup’dan başka biriyle, Saint-Loup’nun da Mlle. d’Ambresac’tan başka biriyle nişanlandığını söylerlerdi. Hâlâ çok yeni ve aslında tam tersi olan bu dedikodularını onlara hatırlatsaydım, çok şaşırırlardı. Bu küçük oyunun devam edebilmesi ve yalan haberlerin çoğalarak sırasıyla her isme mümkün olan en yüksek sayıda katlanarak ulaşması için tabiat, oyuncuları saftirik oldukları kadar zayıf bir hafızayla donatmıştır.

Saint-Loup’nun, kendisiyle çok iyi anlaştığı, bana da sözünü ettiği bir başka arkadaşı da o sırada aramızdaydı; çünkü etrafta ikisinden başka Dreyfus meselesinin30 yeniden yargılanmasını destekleyen kimse yoktu.

Tıpkı Schola Cantorum’da eğitim gören Saint-Loup’nun arkadaşının kardeşi, babasının, annesinin, kuzenlerinin, kulüpten arkadaşlarının bütün müzik eserleri hakkındaki düşüncelerine katılmak yerine, tam olarak Schola’da eğitim gören diğer öğrenciler gibi düşünüyorsa, (Bloch’a ondan söz ettiğimde, onunla ilgili fikri edindi çünkü kendisiyle aynı partiye mensup olduğunu duyunca duygulandı, yine de aristokrat bir ailede dünyaya gelmesi, dinî ve askerî bir insan olarak yetiştirildiğinden uzak bir ülkenin yerlisiyle aynı romantik çekiciliğe sahip olduğunu hayal ederdi.) bu soylu astsubay da genel olarak bütün Dreyfus sempatizanlarının, bilhassa Bloch’unkilere benzer bir ‘zihniyete’ sahipti, bu zihniyetin üzerinde, ailesinin geleneklerinden ve kariyerinin çıkarlarından en ufak bir etki yoktu. Benzer şekilde Saint-Loup’nun kuzenlerinden biri de Victor Hugo’nun ya da Alfred de Vigny’ninki kadar güzel şiirler yazdığı söylenilen, doğulu genç bir prensesle evlenmişti ve buna rağmen, böyle insanın doğal olarak farklı düşüncelere, Binbir Gece Masalları’ndaki gibi bir saraya hapsolmuş doğulu bir prensesin düşüncelerine sahip olması bekleniyordu. Onunla tanışma ayrıcalığına nail olan yazarlar, hayal kırıklığını daha doğrusu konuşmasını dinlemenin verdiği mutluluğu tadıyorlardı; konuşması Şehrazad’ın değil, Alfred de Vigny ya da Victor Hugo’nun tarzında bir dâhi olduğu izlenimini uyandırıyordu.

26.Burada çizgililer diyerek ordunun rütbe sınıfında en alt kademede bulunan onbaşı ve çavuşları kastetmiştir. (ç.n.)
27.Kimi maddeleri korumak, boyamak ve onlara belirli bir parlaklık kazandırmak için kullanılan, saydam ya da donuk, cama benzeyen bir cila. (ç.n.)
28.Hem karada hem suda yaşayabilen, iki yaşayışlı, yüzergezer canlılar. (ç.n.)
29.Tramvay aracının arka kısmında bulunan boşluk. (ç.n.)
30.1894 yılında Yahudi asıllı bir yüzbaşı olan Alfred Dreyfus asılsız iddialar sonucunda vatan haini ilan edilerek Şeytan Adası’na sürgüne mahkûm edildi. Suçsuzluğunu kanıtlayacak deliller olmasına rağmen 12 yıl süren sürgünün ardından beraat etse de bu olay Fransa halkını ikiye ayırma noktasına getirmiştir. (ç.n.)

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6865-69-3
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 4,7, 236 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 37 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 4,2, 732 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 4,8, 61 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 3, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 3 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre