Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap», sayfa 8

Yazı tipi:

“O mu? Ah, o Saint-Loup gibi değildir, tam bir şeytandır.” dedi yeni arkadaşım; “Bu konuda bile dürüst olduğunu düşünmüyorum. İlk başta: ‘Biraz bekleyelim, tanıdığım çok iyi kalpli, dürüst, zeki bir adam var orada: General Boisdeffre; onun verdiği kararları sorgusuz sualsiz kabul edebilirsiniz.’ derdi. Ancak Boisdeffre’in Dreyfus’ü suçlu ilan ettiğini duyar duymaz, ondaki tüm saygınlığını yitirdi; kilise yanlısı oluşu, kurmayların yanında oluşu bütün önemini yitirmişti. Dine bağlılık konusundaysa (ya da en azından Dreyfus olayından önce) dünyadaki hiç kimse onun eline su dökemezdi. Daha sonra, artık gerçeklerin açığa çıkacağını, davanın Saussier’nin ellerinde olduğunu, cumhuriyetçi bir asker olan Saussier’nin (bu arkadaşımız son derece monarşi yanlısı bir aileden geliyor) çelik gibi sinirleri, sarsılmaz bir vicdanı olduğunu söylemeye başladı. Ancak Saussier, Esterhazy’nin masum olduğunu söylediğinde, kararın açıklanması için yeni nedenler buldu, bu nedenler Dreyfus’ün değil, General Saussier’nin aleyhineydi. Saussier’yi kör eden militarist ruhuydu (şunu da açıklamam gerek, bu arkadaşımız militarist olduğu kadar kilise yanlısıdır, yani en azından öyleydi; onunla ilgili artık ne düşüneceğimi bilmiyorum). Onun bu düşüncelere körü körüne bağlı olmasından ötürü ailesi çok üzgün.”

“Sence de.” diye söze girdim, kendimi konuşmadan soyutlamamak aynı zamanda Saint-Loup’yu da katmak için bir yarım ona diğer yarım arkadaşına dönük bir şekilde; “Çevreye atfettiğimiz etki özellikle entelektüel çevre için uygun değil mi? İnsan düşündüğünden ibarettir. Düşünce sayısı insan sayısından çok daha az olduğu için aynı düşünceye sahip insanlar benzerdir. Bir düşüncede maddi bir taraf olmadığından, düşüncesi olan kişinin etrafında sırf maddiyat için toplanan insanlar sahip olunan düşünceyi hiçbir şekilde değiştiremezler.”

Bu sırada Saint-Loup araya girdi; çünkü orada bulunan bir diğer genç delikanlı gülümseyerek beni gösterdi ve: “Duroc! Tepeden tırnağa Duroc.” diye haykırdı. Bunun ne anlama geldiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu; fakat utangaç gencin yüzündeki ifadenin samimiyetten de öte olduğunu hissedebiliyordum. Ben konuşurken, grubun beni tasdik etmesi Saint-Loup’yu rahatsız ediyordu; mutlak sessizlik istiyordu. Seyircilerden biri ses çıkarttığında batonunu kürsüye tıklatan orkestra şefi misali, rahatsızlık veren kişiyi payladı: “Gibergue, bir insan konuşurken sessiz olmalısın. Söyleyeceğin her ne ise bekleyebilir.” Ardından bana dönerek: “Lütfen devam et.”

Rahat bir nefes aldım; çünkü en baştan başlatacağından çok korkmuştum.

“Ve bir düşünce.” diyerek devam ettim. “İnsanların menfaatleri doğrultusunda kullanılamayacağı ve onların çıkarlarına herhangi bir katkısı olamayacağı için bir düşünce tarafından yönetilen insanlar maddi mülahazalardan etkilenmezler.”

“Bu da size ders olsun, beyler.” diye haykırdı cümlem bitince, gergin bir ipin üstünde yürüyormuşum gibi her anımı pürdikkat takip eden Saint-Loup. “Sen ne diyecektin Gibergue?”

“Arkadaşınızın bana Binbaşı Duroc’u anımsattığını söyleyecektim sadece. Âdeta o konuşuyormuş gibi geldi bana.”

“Bu benim de aklıma defalarca kez geldi.” diye yanıtladı Saint-Loup. “Pek çok ortak noktaları var; ancak bu dostumuzda, Duroc’un sahip olmadığı binlerce şey olduğunu kendi gözlerinizle şahit olacaksınız.”

Saint-Loup gelen tepkilerden pek memnun kalmamıştı. Arkadaşlarının önünde beni methederkenki hazzına şüphesiz eşlik eden coşkunluk hissi ve son derece akıcı bir konuşmayla, yarışta birinci gelen atı okşuyormuşçasına beni göklere çıkararak: “Tanıdığım en zeki insan sensin, bunu biliyorsun değil mi?” diyerek kendisini tasdikledi ve ekledi: “Sen ve Elstir. Onunla seni aynı kategoriye koymama darılmazsın umarım. Bilirsin ayrıntılara fazla takılırım. Şöyle ki, bir insanın Balzac’a söylediği gibi: ‘Siz yüzyılın en büyük romancısısınız, yani sen ve Stendhal.’ Aşırı takıntılı olmak böyle işte, aslına bakarsanız özünde büyük bir hayranlık duyuyorum. Değil mi? Sen Stendhal’i sevmez misin?” diye devam etti benim düşünceme duyduğu içten itimatla, bunu yaparken o yeşil gözlerindeki gülümseyen, etkileyici, âdeta bir çocuğun sorgulayıcı bakışlarındaki parıltı ifadelerinde ortaya çıkıyordu. “Ah, çok iyi! Demek benimle aynı fikirdesin; Bloch, Stendhal’a tahammül edemez. Bence bu çok ahmakça. Her şeye rağmen Parma Manastırı31 muazzam bir eser, sence de öyle değil mi? Benimle aynı fikirde olmana çok sevindim. Parma Manastırı’nda en çok neyi seversin, hadi söyle?” dedi çocuksu bir taşkınlıkla bana seslenerek. Fiziksel gücünün potansiyel tehdidi soruyu âdeta ürkütücü hâle getiriyordu. “Mosca mı? Fabrice mi?” M. de Norpois’yı biraz anımsattığından Mosca diye yanıtladım çekingen bir edayla. Bunun üzerine genç Siegfierd Saint-Loup kahkahalara boğuldu. “Fakat Mosca çok daha zeki, ayrıca hiç de ukala değil.” diye açıklama yaparken Robert “Bravo!” diyerek bağırıyor hatta alkışlıyor ve ardından nefessiz kalacak kadar kahkaha atıyor bir yandan da: “Mükemmel! Şahane! Tam anlamıyla inanılmazsın.” diyordu.

Bu genç adamla, hatta Robert’in tüm arkadaşları ve Robert’in kendisiyle de olduğu gibi, kışlaları, garnizon komutanlarını ve genel olarak ordu hakkında konuşmaktan özellikle çok hoşlanıyordum. Ne kadar küçük olurlarsa olsunlar, ortasında yemek yediğimiz, sohbet ettiğimiz ve hayatımızı idame ettiğimiz şeyleri son derece büyütülmüş bir ölçekte görürüz; böylesine büyümeleri sayesinde, bu dünyada var olmayan diğer şeyler onlarla rekabet edemez, etkisini gösteremez ve kıyaslandığında bir rüya kadar güçsüz bir hâle bürünür; bense kışladaki çeşitli şahsiyetlerle, Saint-Loup’nun yanına gittiğimde ya da erken uyanmışsam, penceremin altından geçen alayda gördüğüm subaylarla ilgilenmeye başlamıştım. Saint-Loup’nun büyük hayranlık duyduğu binbaşı ve “estetik açıdan bile” çekici gelebilecek askerlik tarihini anlattığı ders hakkında daha fazla şey bilmek istiyordum. Robert’in ağzından çıkan kelimelerin genellikle bir laf salatasından ibaret olduğunu biliyordum; fakat bu durum, bazı zamanlarda tamamen kavrayabildiği faydalı düşünceleri özümsemesinden kaynaklanıyordu. Ne yazık ki, askerî bir bakış açısına sahip Robert’in kafası şu anda sadece Dreyfus Davası ile meşguldü. Masadaki tek Dreyfus sempatizanı olduğundan dolayı pek konuşmuyordu; diğer tarafımda oturan yeni arkadaşım dışında herkes davanın yeniden yargılanması fikrine karşıydı, gerçi yeni arkadaşımın da fikirleri oldukça tutarsız görünüyordu. Olağanüstü yetenekli bir subay olarak kabul edilen ve Dreyfus sempatizanlarının bir karşıtı olarak itibar kazanmasına sebebiyet verecek askerî emirleriyle ordu aleyhinde kışkırtmaları kınayan Albay’ın sıkı bir hayranı olan yeni arkadaşım, komutanının Dreyfus’ün suçluluğu konusunda şüpheleri olduğunu ve Picquart’a32 olan hayranlığında hiçbir değişiklik olmadığını düşündürecek varsayımlarına kulak misafiri olmuş. Hiç olmazsa Picquart konusunda Albay’a atfedilen Dreyfus sempatizanlığı söylentisi tıpkı her büyük davada ortaya atılan ve kimin ortaya çıkarttığı bilinmeyen bütün söylentiler gibi asılsızdı. Çünkü kısa bir süre sonra, eski istihbarat teşkilatı başkanını sorgulamak için görevlendirilen bu Albay, kendisine o zamana kadar eşi benzeri görülmemiş gaddarlık ve nefretle muamele etmişti. Her hâlükârda (bilgi almak için doğruca Albay’a gitme izni doğal olarak verilmemişti), yeni arkadaşım Saint-Loup’ya, Albaylarının Dreyfus sempatizanlığı hususunda -en azından belli bir oranda- fanatik, dar görüşlü bir aleyhtar olmadığını -Katolik bir hanımın Yahudi bir hanıma, papazının Rusya’daki Yahudi soykırımını kınadığını ve bazı Yahudilerin cömertliğine açıkça hayran olduğunu söylerkenki ses tonuyla-söyleyerek iltifat etmişti.

“Pek de şaşırmadım.” dedi Saint-Loup; “Ne de olsa zeki bir adam. Fakat buna rağmen, içinde bulunduğu sosyal sınıfın vermiş olduğu ön yargı ve bilhassa kilise yanlısı olması onun gözünü kör etmişti.” Ardından bana dönerek: “Sana sözünü ettiğim askerlik tarihi dersini anlatan Binbaşı Duroc görüşlerimizi yürekten destekliyor, yani bana söylenen bu. Zaten öyle olmasa çok şaşırırdım çünkü o yalnızca zeki bir adam değil aynı zamanda bir radikal-sosyalist ve bir mason.”

Hem Saint-Loup’nun Dreyfus’e olan inancını açıkça ifade etmesinin üstüne rahatsız olan arkadaşlarına nezaketen hem de konu daha fazla ilgimi çektiğinden yanımdaki arkadaşıma, Binbaşı’nın verdiği hakiki bir estetik güzelliğe sahip olan askerlik tarihi gösterisinin doğru olup olmadığını sordum.

“Kesinlikle doğru.”

“Peki, bunu diyerek neyi kastediyorsunuz?”

“Aslında, bir askerî tarihçinin anlatısında okuduğun her şey, mesela en küçük gerçekler, en önemsiz olaylar, bunların hepsi yalnızca analiz edilmesi gereken bir fikrin işaretleridir; bu fikirler çoğu zaman başka fikirlere ışık olur, tıpkı yeni metinleri yazmak için eskisinin kazındığı Eski Çağ parşömenleri gibi. Böylece, ilgilendiğiniz herhangi bir bilim ya da sanat kadar entelektüel bir çalışma alanıdır bu, üstelik zihni de tatmin eder.

“Zahmet olmazsa bir iki örnek verebilir misiniz?”

“Açıklaması pek de kolay bir şey değil.” diye araya girdi Saint-Loup. “Diyelim ki bilmem neredeki kolordudan gelmiş bir iletiyi okuyorsun… Daha ileriye gitmeye gerek bile yok, kolordunun asker sayısı, oradan gelen harekât emri, hepsinin kendi içinde bir önemi vardır. Harekât ilk kez denenmiyorsa ve aynı harekât için başka bir kolordu devreye giriyorsa, bu muhtemelen önceki kolorduların söz konusu harekâtta yok olduklarını, ağır kayıplar yaşadığının ya da artık başarılı bir şekilde harekâtı devam ettiremeyecek durumda olmalarının bir işaretidir. Ardından, artık eylemsiz olan kolordunun nasıl bir birlik olduğunu araştırmalıyız; eğer olası büyük taarruzlar için hazırda bekletilen artçı birliklerden oluşuyorsa, onun başaramadığı harekâtı daha düşük nitelikli yeni bir kolordunun başarma olasılığı oldukça azdır. Üstelik bir savaşın eşiğinde değilsek, bu yeni kurulan kolordu, geri çekilen ve bozguna uğramış birliklerin karması olabilir; ki bu da savaşan tarafın hâlen elinde bulundurduğu güce, düşmanın sahip olduğu güç karşısında savunmasız kalacakları ana ışık tutar; bu ışığın doğrultusunda kurulan birliğin girişeceği harekâtın anlamı da değişir; çünkü artık kayıpları telafi edecek durumda değilse, başarıları onu matematiksel olarak nihai yıkımına yaklaştırmakta yardımcı olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Ardından, karşı karşıya oldukları birliğin sayısı daha az önemli olmaz. Örneğin, düşman kuvvetlerinin önemli birkaç birliğini yok etmiş zayıf bir birlikse, harekâtın tüm doğası değişir; çünkü savunan kuvvetlerin tuttuğu mevzinin kaybıyla sonuçlansa bile, bu mevziyi belli bir süre boyunca korumak, bir de koruyan azınlık birlik düşman kuvvetlerinin önemli birliklerini etkisiz hâle getirmişse, bu büyük başarı sayılabilir. Savaşan birliklerin araştırılmasıyla böyle önemli noktalar elde edildiği gibi, hâkim olunan yolların, demir yollarının, iletişim ağlarının korumasını sağlayarak da benzer noktalar elde edilir. Tüm coğrafi bağlam olarak adlandırabileceğim şeyleri incelemek gerekir.” diye ekledi gülerek. Doğrusu bu ifadeden o kadar memnun oldu ki onu her kullandığında, aylar geçse bile, hep aynı kahkaha eşlik ederdi. “Savaşan taraflardan biri harekâta hazırlanırken, devriye kollarından birinin mevzi etrafında düşman kuvvetler tarafından yok edildiğini okursan, bundan çıkarman gereken sonuçlardan biri, bir taraf, karşı tarafın saldırısını göğüslemek amacıyla yaptığı savunma çalışmalarını keşfetmeye çalışmasıdır. Belirli bir noktada meydana gelen beklenmedik saldırı, bu bölgeyi hâkimiyeti altına geçirme isteğini gösterebilir; fakat aynı zamanda düşmanı orada kontrol altında tutma arzusunu da gösterebilir, size saldırdığı noktada misilleme yapacağından değil; bu bölgedeki şiddetlenen saldırılarına destek olmak niyetiyle sadece bir aldatmacadan ibaret de olabilir. (Bu, Napolyon’un savaşlarında kullandığı klasik bir aldatmacaydı.) Öte yandan, yapılan herhangi bir intikalin önemini, muhtemel hedefini ve beraberinde ya da ardından yapılacak olan intikalleri anlamak, söz konusu ülkede kullanımda olan saha operasyonları yönetmeliklerini baz alarak olası kontrolleri uygulamak, düşmanı faka bastırmak için tasarlanmış yüksek askerî şuranın tasarlamış olduğu yönetmeliklerine danışmak hayati önem taşır. Bir ordunun yapmaya teşebbüs ettiği manevranın, mevcut mevzuattaki kurallara uygun bir şekilde gerçekleştirildiğini daima varsayabiliriz. Örneğin, yönetmelik, cepheden yapılan bir saldırının kanattan bir saldırıyla desteklenmesi gerektiğini emrediyorsa; kanat saldırısı başarısız olursa, yüksek askerî şura ikinci yapılan saldırının esas saldırıyla hiçbir bağlantısı olmadığını ve bunun sadece dikkat dağıtıcı bir saldırı olduğunu öne sürüyorsa, gerçeğin genel merkezin yayınladığı raporlarda değil yönetmeliklerde bulunma olasılığı çok yüksektir. Her orduyu idare eden şey yalnızca yönetmelikler değil, aynı zamanda gelenekleri, alışkanlıkları ve doktrinleridir; daimî eylemleri ya da askerî faaliyetlere tepkileri ile diplomatik faaliyetlerin incelenmesi de ihmal edilmemelidir. Görünürde önemsiz olan ve o zamanlar önemi anlaşılmayan olaylar, geri çekildiklerini ele veren desteğe güvenerek düşmanın stratejik planının sadece bir bölümünü nasıl gerçekleştirebildiğinin açıklamasıdır. Öyle ki, askerlik tarihinin satır aralarını okumayı başarabilirsen, sıradan okur için kafa karıştıran satırlar mantıklı bir hâle bürünür; tıpkı galeride oradan oraya koşuşturan bir ziyaretçi gibi baş ağrısına neden renk karmaşıklığının karşısında şaşkına dönerken, resmedilen kişinin ne giydiğini, elinde ne tuttuğunu görebilen sanatsever birisi için tablonun çok mantıklı gelmesi gibi. Ancak bazı tablolarda, resmedilen kişinin bir kadeh tuttuğunu gözlemlemenin yeterli olmadığı, ressamın neden bir kadehi bu kişinin eline koymayı tercih ettiğini, bunu yaparak neyi sembolize etmeyi amaçladığını bilmek gerektiği gibi, askerî harekâtlarda da dolaysız amaçlar haricinde, savaştan sorumlu generalin zihninde, daha eski savaşlarda kullanılan planlar muntazam bir şekilde örnek alınmak için canlanır, bunlara günümüz savaşlarının aristokrasisi, etimolojisi, eğitimi, edebiyatı, geçmişin tecrübesi de diyebiliriz. Söylediklerime dikkat edersen, şu andaki savaşların yerel, (nasıl desem) mekânsal kimliklerinden söz etmiyorum. Bunu da yok sayamam. Bir savaş alanı, yüzyıllar boyunca hiçbir zaman tek bir savaşın yapıldığı zemin olmamıştır ve olmayacaktır. Bir yer, savaş alanı olmuşsa, bunun sebebi, orayı iyi bir savaş alanı hâline getiren belirli coğrafi konumu, jeolojik koşulları hatta düşmanı engelleyecek türden dezavantajların (düşman kuvvetlerini ikiye bölecek bir nehir mesela) orada birleşmesidir. Bunca zaman böyle gelmiş, böyle de gidecektir. Bir ressamın kullanılmayan herhangi bir odayı atölyesi yapamadığı gibi herhangi bir toprak parçasından da savaş alanı yapılamaz. Savaş alanı olmak onların kaderidir. Her neyse, konumuz bu değildi; sözünü ettiğim konu savaşlarda yeri olan bir tür stratejik takip, taktiksel taklit: Ulm, Lodi, Leipzig, Cannae savaşlarındaki gibi. Bundan sonra bir savaş olup olmayacağını, hangi ulusların savaşa katılacağını bilemiyorum; fakat olursa, (ki bir komutan tarafından bilinçli olarak çıkarılacak) bir Cannae, bir Austerlitz, bir Rosbach, bir Waterloo’dan eksik kalır yanı olmayacağına emin olabilirsiniz. Bazı insanlar şunu açıkça dile getirmekten çekinmezler: Mareşal von Schieffer ve General Falkenhause Fransa’ya karşı bir Cannae Muharebesi hazırlatır; Hannibal tarzında, düşmanları ön cephede tutarak ordusunu her iki kanattan, özellikle Belçika üzerinden ilerletirken, Bernhardi, Cannae’den ziyade Leuthen’i, Ulu Frederick’in tek kanattan taarruz düzenini tercih etmişti. Diğerleriyse görüşlerini bu kadar açıkça açıklamıyordu; fakat şunu bilmeni isterim ki dostum, seni geçen gün tanıştırdığım bölük komutanı, önünde çok parlak bir geleceği olan Subay Beauconseil, gerçekleştirdiği Pratzen saldırısı üzerine çok çalıştı, en ufak ayrıntısına kadar bilir, bunu bir köşede saklı tutuyor, olur da bir gün bunu uygulamak için bir fırsat geçerse eline, en iyi şekilde değerlendirip bunu bizimle paylaşacaktır. Rivoli’deki merkezin dağılması mesela; ileride başka bir savaş olursa planları bir anda ortaya çıkacaktır. İlyada gibi o da yıllara meydan okuyordu. Şunu da eklemek isterim ki: 70’te yaptığımız hatayı tekrarlamamak için cephe saldırıları yapmaya fiilen mahkûmuz; saldırgan bir tutum sergilemekten başka bir şey yapmamalıyız. Bu konuyla ilgili beni tedirgin eden tek şey: Aramızdan bu muhteşem doktrine karşı çıkanlar olacaktır ve benim için hepsi eski kafalı budalalardan ibarettir, ancak genç hocalarımdan biri, dâhi olan biri, yani Mangin, bunun yerine, tabii geçici olarak, savunmaya odaklanılması gerektiğini savunuyor. Savunmanın saldırı ve zafer için yalnızca bir başlangıç adımı olduğu Austerlitz örneğinden bahsederken, onun bu yorumuna karşılık vermek hiç de kolay olmuyor.”

Bu teorilerin Saint-Loup tarafından dile getirilmesi beni mutlu ediyordu. Bu teoriler, Balbec’te kaldığım sırada artık yok denecek kadar küçülmüş görünen Okyanusya’nın Kral ve Kraliçe’sini, dört tane gurmeden oluşan küçük bir topluluğu, genç kumarbazları, Legrandin’in kayınbiraderini gözlerimde devasaymış gibi göstermesine yol açan, Doncières’deki yaşamımda, haklarında konuşulduğunu işittiğim bu subayların altın rengi ışıltısında yıkandığı Sauternes şarabını yudumlarken de ortaya çıkan hissiyatların hayatımın gidişatını raydan çıkartmasına engel olacak bir umut veriyordu bana. Belki de bana bugün zevk veren şeye, şimdiye kadar her zaman olduğu gibi, yarın kayıtsız kalmayacaktım; belki de şu andaki varlığım yakın zamanda yok olmaya mahkûm olmayacaktı çünkü Saint-Loup’nun savaş sanatıyla ilgili bana anlattıklarıyla, bu birkaç akşamdır askerî hayatla bağlantılı duyduğum her şeyin uyandırdığı ateşli ve geçici tutkuya, kalıcı ve entelektüel bir temel ekleniyordu; Kendimi aldatma girişiminde bulunmadan beni kendisine o kadar güçlü bir şekilde bağlayabiliyor ki, Doncières’den ayrıldıktan sonra bile oradaki arkadaşlarımın eserleriyle ilgilenmeye devam edeceğimi ve çok geçmeden tekrar ziyaretlerine gideceğimi düşündürtüyordu. Aynı zamanda, bu savaş sanatının kelimenin tam anlamıyla bir sanat olduğundan emin olmak için:

“Söyledikleriniz, affedersin, söylediklerin çok ilgimi çekti; fakat aklımı kurcalayan bir şey var.” dedim Saint-Loup’ya. “Strateji sanatına büyük heyecan duyabileceğimi hissediyorum; ancak bunu yapabilmek için ilk önce diğer sanatlardan çok da farklı olmadığından, kuralları bilmenin her şey demek olmadığından emin olmam gerekiyor. Savaş planlarının öncekilerinden kopyalandığını söyledin. Tıpkı senin de söylediğin gibi günümüzdeki bir savaşın altında daha eski bir savaşı görmenin ne kadar estetik bir şey olduğunu, kulağa ne kadar çekici geldiğini anlatamam. Peki, o hâlde, komutanın dehasının hiçbir önemi yok mu? Gerçekten de kuralları uygulamaktan başka bir şey yapmıyor mu? Yoksa bilimde olduğu gibi, aynı semptomlara sahip iki hastalık vakasında, son derece küçük bir şeyden, belki tecrübeden kaynaklanan fakat yeniden yorumlanmış bir şekilde, bir vakada şunu, diğerinde bunu yapmaları, birinde ameliyat etmeleri, diğerinde zamanın daha etkili olacağını hisseden büyük cerrahlar olduğu gibi büyük generaller de yok mudur?”

“Elbette vardır! Napolyon’un, tüm kurallar ona saldırmasını emrettiğinde saldırmadığı olmuştur, bazı belli belirsiz sezinlemeler bunu yapmaması için uyarmıştı. Örneğin Austerlitz’i ya da 1806’da Lannes’a verilen talimatları hatırlayın. Oysa bazı generaller, Napolyon’un hareketlerini körü körüne taklit ederek tam tersi sonuçlar almıştır. 1870’de bunun bir düzine örneği vardır. Düşmanın ne yapabileceğinin yorumlanmasında bile, yaptığı şey aslında çok farklı sayıda anlam ifade edebilecek bir semptomdur. Yalnızca mantık ve bilim baz alınırsa, bunların her birinin doğru olma olasılığı eşittir; tıpkı bazı zor durumlarda dünyadaki tüm tıp biliminin, görünmeyen bir tümörün kötü huylu olup olmadığına, ameliyatın yapılmasına gerek olup olmadığına karar vermede güçsüz kalması gibi. Büyük bir doktor gibi büyük bir generalin kararını belirleyen şey; -Mme. de Thèbes (anlıyorsundur beni) misali- onun içgüdüsü ve sezgisidir. Bir örnek vermek gerekirse, bir savaşın arifesinde yapılan araştırmanın ne anlam ifade edebileceğinden söz etmiştim. Fakat düzinelerce başka anlamlara da gelebilir, örneğin: Düşmana bir noktadan saldıracağınızı düşündürürken aslında başka noktadan saldırmak, gerçek harekât için yapılan hazırlıkları görmesini engelleyecek bir perde çekmek, yeni birlikler toplamaya, onları tutmaya, ihtiyaç duydukları yerden farklı bir yerde hareketsiz kılmaya zorlamak, emrindeki güçleri tahmin etmek, onları sezinlemek, elindeki kozları göstermeye mahkûm etmek. Hatta bazen bir harekâta çok fazla sayıda askerin dâhil edilmesi, asıl görevin bu olduğu anlamına gelmez; çünkü bu sadece bir şaşırtma bile olsa, bunu gerçekleştirirken gerçek amacına ulaşıp hakikaten aldatmış olunabilir. Napolyon savaşlarını bu bakış açısıyla anlatacak vaktim olsaydı, emin ol burada uyguladığımız, biz intikaldeyken gelip sırf eğlencesine izlediğin -hasta olduğunu biliyorum, özür dilerim- hareketlerin o kadar yalın kaldığını görürdün ki, bir savaşta yüksek askerî şuranın ihtiyatını, hükmünü ve derin araştırmaları hissedince etkilenmekten kendini alıkoyamazdın; yalnızca maddi bir ışıktan ibaret olan ancak gemileri olası tehlikelere karşı geniş bir alanı tarayıp uyarmak için dolaşan bir deniz fenerinin ışığı misali etkileniyor insan. Belki de sana yalnızca savaş literatüründen bahsederek hata yapmış olabilirim. Gerçekte, toprağın oluşumu, rüzgârın ve ışığın yönü, bir ağacın hangi yönde uzayacağını belirlediği gibi, bir savaşın hangi koşullarda yürütüldüğü, harekâtın yapıldığı ülkenin özellikleri de generalin seçim yapması gereken planları belirler ve sınırlar. Ki bu şu anlama gelir, sıradağlar boyunca, bir vadi yatağının içinde, kimi ovaların üzerinde gerçekleştirilen intikaller, çığın tam anlamıyla kaçınılmaz ve muazzam güzelliğiyle önceden tahmin edilebilir.”

“Komutanın seçim özgürlüğünü, planlarını öğrenmek isteyen düşmanın önsezisini az evvel savunurken, şimdi de inkâr ediyorsun.”

“Hiç de değil! Balbec’te birlikte okuduğumuz felsefe kitabını hatırla: Olasılıklar dünyasının gerçek dünyaya kıyasla zenginliği. Mükemmel. İşte, strateji sanatı için de durum aynıdır. Belirli bir durumda, generalin içlerinden birini seçmesi için dört farklı plan sunulur tıpkı bir hastalığın, doktorun izlemesi gereken çeşitli aşamalar yoluyla iyileşmesi gibi. İnsanoğlunun zayıflığı ve büyüklüğünün belirsiz nedenleri yeniden karşımıza çıkıyor. Varsayalım ki olası nedenlerden ötürü (kazanılmak istenen ikincil hedefler, zamanın kısıtlı olması, elde bulunan kuvvetlerin güç bakımından yetersiz olması, erzak ve teçhizat eksikliği gibi), general bu dört plan arasından diğerlerine kıyasla daha az kusursuz olan ama daha masrafsız, daha hızlı hareket olanağı sunan ve arazisi birliklerini beslemek için daha zengin bir ülke olan birinci planı tercih etti. Başta emin olamayan düşman plan yürürlüğe girdikten kısa bir süre sonra planı açığa çıkaracaktır, engellemek için çalışmalar başlatılsa da başarısızlıkla sonuçlanır (ben buna insanoğlunun zayıflığı diyorum) ve bu plandan vazgeçerek ikinci, üçüncü ya da dördüncü planı yürürlüğe koyar. Fakat aynı şekilde, birinci planı daha sonra gerçekleştirecek olan saldırının bir aldatmacası olarak dener (ben buna insanoğlunun büyüklüğü diyorum), düşmanın beklemediği bir anda gafil avlamak ve köşeye sıkıştırmak için uygulanır. Nitekim Ulm’da düşmanın batıdan ilerlemesini bekleyen Mack, tamamen güvende olduğuna emin olduğu kuzeyden kuşatılmıştı. Aslında bu çok da iyi bir örnek değil. Ulm Savaşı’nda olanlar gelecekteki bir savaşa kopyalanacak türden iyi bir kuşatma örneğiydi; çünkü sadece generallerin ilham arayacağı klasik bir örnek değil aynı zamanda bir tür kristalizasyon gibi bir noktaya kadar gerekli olan (çeşitlilik için, seçim için yer açan birkaç ihtiyaçtan biri) bir yöntemdir. Ancak bütün bunların pek de bir önemi yok çünkü bu koşullar nihayetinde yapay. Tekrar felsefe kitabımıza geri döneceğim; bu, mantık ilkeleri ya da bilimsel yasalar gibidir; gerçeklik aşağı yukarı ona intibak eder; fakat şunu aklından çıkarma ki, büyük matematikçi Poincaré bile matematiğin mutlak doğruluğundan şüphe ediyor. Sana sözünü ettiğim yönetmeliklere gelecek olursak da bunlar gerçekten de ikincil öneme sahiptir, ayrıca zaman zaman değiştirilirler. Örneğin biz süvariler, 1895 Sahra Hizmeti’ne göre hareket ederiz; süvari savaşının, saldırının düşmanda panik yaratmak gibi bir etkisi olduğunu öne süren eski ve modası geçmiş doktrine dayandırıldığı için bunun zaman aşımına uğradığını düşünebilirsin. Oysa en zeki hocalarımız, süvari birliğinin en iyi eğitimli askerleri, bilhassa sana sözünü ettiğim Binbaşı, aksine, zaferi belirleyecek olan şeyin kılıç ve mızrakla göğüs göğüse çarpışarak elde edilebileceğini, yalnızca korku ve panik yaratarak manevi açıdan değil maddi olarak da kazanılabileceğini düşünüyorlar.”

Yanımda oturan arkadaşım: “Saint-Loup oldukça haklı; bir sonraki Sahra Hizmeti’nde bu gelişmenin işaretlerini görmemiz muhtemeldir.” dedi.

“Beni desteklemene müteşekkirim çünkü senin fikirlerin arkadaşım üzerinde benimkilerden daha fazla etki yaratıyor.” dedi Saint-Loup tebessüm ederek, ya arkadaşıyla aramızda doğan samimiyetten biraz rahatsız olmuştu ya da resmî onaylama teşebbüsüne girerek nezaketini gözler önüne serdiğini düşünüyordu. “Belki de yönetmeliklerin önemini küçümsemiş olabilirim; bilemiyorum. Yönetmelikler değişir bunu inkâr edemeyiz. Fakat bu süreçte askerî durumu, yığınak ve harekât planlarını kontrol altında tutarlar. Eğer yönetmelikler yanlış bir strateji anlayışını yansıtırlarsa, yenilginin temel nedeni olabilirler. Bütün bunlar senin için biraz fazla teknik.” dedi bana. “Neticede, savaş sanatının gelişimini en çok hızlandıran şey savaşların kendileridir. Bir savaş eğer uzun sürerse, savaşan taraflardan birinin, düşmanın başarılarından ve hatalarından kendisine çıkarttığı derslerden yararlandığına, düşmanının yöntemlerini mükemmelleştirdiğine ve karşılığında kendisini geliştireceğine şahit oluruz. Ancak bunların hepsi geçmişte kaldı. Topçu taburunun muhteşem ilerlemesiyle, gelecekteki savaşlar, tabii hâlâ savaş olursa, o kadar kısa sürecek ki, ders çıkartıp üzerine düşünmeye vakit bile bulamadan barış antlaşmaları imzalanmış olacak.”

“Bu kadar da alıngan olma.” dedim Saint-Loup’ya, konuşmasının başındaki cümlelere istinaden. “Seni canıgönülden dinliyordum.”

“Bir anda parlayıp alınganlık yapmayacaksan.” diye söze girdi arkadaşı. “Az önce söylediklerine bir şey eklemek istiyorum, eğer savaşlar birbirini kopyalayıp birbiriyle çakışırsa, bu yalnızca komutanın düşüncesinden kaynaklanmaz. Komutanın kendisinden kaynaklanan bir hata askerlerinin aşırı fedakârlık yapmasına yol açabilir; bazı birliklerin yerine getireceği fedakârlık öylesine görkemli olur ki savaşta sahip oldukları roller başka bir savaşta başka bir birliğin üstlendiği role benzetilir; bu olaylar tarihte birbirinin yerini tutan örnekler olarak aktarılır: 1870’e yoğunlaşacak olursak, Saint-Privat’daki Prusya muhafız birliği, Froeschviller ve Wissembourg’daki Cezayirli piyade birliği.”

“Birbirlerinin yerini tutan ha! Çok iyi! Mükemmel! Çok zekice.” diye yorum yaptı Saint-Loup.

Bu son örneklerden, özelden yola çıkarak genelin anlatıldığı zamanlarda hep olduğu gibi etkilenmemiştim. Yine de beni ilgilendiren şey komutanın dehasıydı; bu dehayı neyin oluşturduğunu, belirli koşullarda dehadan yoksun komutan düşmana direnemezken, ilhamlara konu olacak bir komutanın içinde bulundukları tehlikeli konumdan çıkarmak için nasıl adımlar atacağını öğrenmek için can atıyordum; Saint-Loup’nun dediklerine göre, bu çok olasıydı ve Napolyon tarafından pek çok kez gerçekleştirilmişti. Askerî dehanın ne anlama geldiğini anlamak için, isimlerini tanıdığım çeşitli generaller arasından hangisinin belirgin bir şekilde liderlik vasfına sahip olduğunu, hangisinin taktiksel zekâsının daha iyi olduğunu soruyor, yeni arkadaşlarımı sıkma riskini göze alıyordum; gerçi hiçbir can sıkıntısı belirtisi göstermeden, bitmez tükenmez iyi bir mizaçla sorularıma cevap vermeye devam ediyorlardı.

Kendimi hem uzak diyarlara yayılan ve zaman zaman sadece içinde bulunduğumuz mekânda olmanın verdiği zevki daha da keskinleştiren bir trenin düdüğünü ya da bu genç adamların kılıçlarını kuşanıp gitmek zorunda kalacakları saate daha çok vakit olan bir saatin çınladığını duyduğumuz soğuk ama bir o kadar da güzel geceden hem de tüm dışsal takıntılarımdan, neredeyse Mme. de Guermantes’ın hatırasından soyutlanmış hissediyordum; sahip olduğum bu soyutlanmanın başmimarları Saint-Loup’nun ve onun arkadaşlarının samimiyetiydi, bu küçük yemek salonunun sıcak atmosferiydi, özenle hazırlanmış muazzam yemeklerin damakta bıraktığı tattı. İştahım kadar hayal gücümü de zevkle doldurdular; bazen içlerindeki yaşam formları çıkartılmış, içinde birkaç damla tuzlu su kalmış istiridye kabuklarıyla süslenmiş kaplar ya da bir üzüm salkımının sarı yapraklarıyla budaklı sapları bir manzara misali uzaktan ve şiirsel bir şekilde sarıp sarmalıyor, yemek boyunca farklı noktalarda sanki asma ağacının gölgesinde şekerleme yapıyormuş ya da sandalla denize açılıyormuş izlenimi yaratıyordu; diğer akşamlarda yemeğimizin kendine özgü özelliklerini bir sanat eseri gibi doğal düzenlemeler içinde gözler önüne seren kişi aşçıbaşı olurdu; şarapta pişirilmiş bir balık, uzun bir toprak çanak üzerinde servis edilirdi; mavimsi bitkilerden oluşan bir yatağın üzerine uzanmış gibi yerleştirilmiş, tek parça hâlinde; ancak canlı canlı kaynayan suya atıldığı için bükülmüş, kabuklu istiridyeler, yengeçler, karidesler ve midyelerden oluşan bir çemberle çevrelenmiş balık, Bernard Palissy’nin seramik tasarımlarının bir parçasıymış izlenimi uyandırıyordu.

“Kıskanıyorum, çok öfkeliyim.” diyerek dil uzattı Saint-Loup, yarım tebessüm yarım ciddi bir ifadeyle arkadaşıyla yaptığım bitmez tükenmez sohbeti ima ediyordu. “Onu benden daha zeki bulduğun için mi daha çok seviyorsun? Sanırım artık ondan başkasını görmüyorsun, tek düşündüğün o!” Kadınlara düşkün olunan bir toplumda yaşayan bir kadına aşırı derecede âşık olan erkekler, başkalarının o kadar da masum bulmadıkları ve asla cesaret edemeyeceği şakaları rahatça yaparlar.

31.La chartreuse de Parme, 1839 yılında Stendhal tarafından yayımlanan bir roman. (ç.n.)
32.Marie-Georges Picquart Fransız subay ve sonraki dönemde Fransa Savaş Bakanı. Dreyfus Olayı’ndaki kilit isimlerdendir. (ç.n.)

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6865-69-3
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 4,7, 207 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 4,2, 723 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,5, 24 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 4,5, 223 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 4,7, 43 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 3, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 3 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre