Kitabı oku: «Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap», sayfa 7
“Hmm… Evet, an azından bunu anlayabilirim, bu daha dürüst bir söylem.”
Bahçıvan savaş ilanının bütün tren seferlerini durduracağını sanırdı.
“Tabii! Kimse kaçmasın diye…” derdi Françoise.
Bahçıvan da “Elbette! Ne kurnazdır onlar!” diye onaylardı çünkü savaşın, devletin halkla oynamayı denediği bir oyun olduğunu ve eğer imkân verilse savaştan kaçmayacak tek bir insan olmadığı yönündeki inancını kimse değiştiremezdi.
Sonunda Françoise aceleyle halamın yanına, ben kitabıma dönerdim, hizmetkârlar ise askerlerin kaldırdığı tozun ve yüreklerin yatışmasını izlemek için tekrar kapının önüne yerleşirlerdi. Geçici bir sükûnet sağlandıktan çok sonra, alışılmadık bir kalabalık gezintiye çıkar, Combray sokakları yine karalara bürünürdü. Her evin, genellikle böyle bir alışkanlığın olmadığı evlerin önünde bile, oturmuş etrafı seyreden hizmetkârlar ve hatta efendiler, nakışlı tüllere benzeyen yosunlar ve deniz kabukları gibi, kapı eşiğini koyu renkli düzensiz bir şeritle süslerlerdi.
Bu günler dışında alıştığım gibi sessiz sakin okurdum kitabımı. Ama bir defasında ziyarete gelen Swann’ın okumama müdahalesi ve o sırada benim için yepyeni bir yazar olan Bergotte’un kitabı hakkındaki yorumu, uzun süre boyunca hayalini kurduğum kadınlardan birini artık kafamda allı morlu çiçeklerin sıra sıra dizildiği alçak duvarların önünde değil de bambaşka bir dekorda, Gotik bir kilisenin kapısının önünde tahayyül etmem sonucunu doğurdu.
Bergotte’tan ilk defa, benden yaşça büyük ve kendisini çok takdir ettiğim bir arkadaşım olan Bloch’un bahsettiğini duymuştum. Kendisine “Ekim Gecesi”ne olan hayranlığımdan söz ettiğimde bir trompeti andıran gürültülü bir kahkaha patlatmış ve “Musset beyefendiye duyduğun bu bayağı düşkünlüğünü bırak. Son derece zararlı bir tiptir ve zavallı herifin tekidir. Aslında itiraf etmeliyim ki o da Racine denen o adam da hayatları boyunca, oldukça ritmik tek bir mısra yazmışlardır, hiçbir şey ifade etmemek, ki bu da bence başarıların en büyüğüdür. Biri, ‘Beyaz Oloossone ve Beyaz Camyre’, diğeri de ‘Minos’la Pasiphae’nin Kızı’dır. O iki serseriyi aklayabilecek bu mısralara ölümsüz tanrıların sevgilisi, büyük üstat Leconte, bir makalesinde dikkatimi çekmişti. Yeri gelmişken söyleyeyim, bu müthiş adam, benim şu aralar okumaya vaktim olmayan bir kitabı tavsiye ediyormuş. Duyduğuma göre, yazarını, Bergotte denilen beyefendiyi, en usta heriflerden biri olarak görüyormuş; ara sıra savunulacak yanı olmayan bir hoşgörü sergilese de onun sözü benim için bir kâhinin kehaneti gibidir. Kısacası bu lirik nesirleri oku, eğer ‘Bhagavata’yı ve ‘Magnus’un Tazısı’nı’ yazmış olan muhteşem ritim ustası doğru söylüyorsa Apollon şahidimdir üstadım, Olympos’un nektarıyla yarışabilecek hazlar yaşayacaksın.” demişti bana. Bloch kendisine, “üstadım” diye hitap etmemi alaycı bir tonda istemişti, kendisini de bana hitap ederken aynı tonu kullanırdı. Ama aslında bu oyundan zevk alıyorduk çünkü insanın adını verdiği şeyi yarattığına inandığı yaşlardaydık daha.
Maalesef, Bloch’un, (bana gerçeği ifşa etmelerini beklediğim) güzel mısraların hiçbir şey ifade etmedikleri takdirde daha da güzel olduklarını söyleyerek bende yarattığı o karmaşayı, bir açıklamada bulunmasını istediğim hâlde dindiremedim. Bloch davet edilmedi bir daha evimize. Başlarda iyi karşılanmıştı. Gerçi büyükbabam, her seferinde, biraz samimiyeti ilerletip eve getirdiğim arkadaşlarımın hepsinin Yahudi olduğunu söylüyordu -tıpkı kendi arkadaşı Swann’ın Yahudi kökenli oluşu gibi- buna prensipte karşı değildi ancak ona kalırsa seçtiğim arkadaşlar, genellikle Yahudilerin en seçkinleri arasında olmuyordu. Bu yüzden eve yeni bir arkadaş getirdiğimde, sık sık “Yahudi Kadın”dan “Ey atalarımızın Tanrı’sı” veya “Yahudiler, kırın zincirlerinizi” mısralarını, sadece melodileriyle sözsüz (la-la-la diye) olarak mırıldanırdı ancak ben yine de arkadaşım melodiyi tanıyıp sözlerini hatırlayacak diye korkardım.
Büyükbabam, kendilerini görmeden önce, çoğu zaman tipik bir Yahudi ismi bile olmayan isimlerini duyar duymaz arkadaşlarımın Yahudi olduklarını anlar hatta bazılarının aileleriyle alakalı tatsız detayları dahi tahmin ederdi.
“Bu akşam gelecek olan arkadaşının soyadı ne?”
“Dumont, büyükbaba.”
“Dumont! I ıh! Hiç güven olmaz.”
Sonra şarkı söylemeye başlardı:
Okçular, dikkat!
Usulca, durmadan devam nöbete.
Dolaylı yoldan daha detaylı birkaç soru daha sorduktan sonra, “Dikkat! Dikkat!” diye haykırırdı veya işkence mahkûmu geldikten sonra, çaktırmadan onu sorguya çekerek farkına bile varmadan Yahudiliğini itiraf etmeye zorlamışsa hiçbir şüphesi kalmadığını göstermek için:
Bu utangaç Yahudi’yi, nasıl olur da
Tutup getirdiniz buralara!
veya:
Sevimli Hebron Vadisi, babamın tarlaları
veya:
Evet, ben seçilmiş ırktanım
mısralarının melodilerini belli belirsiz mırıldanarak bize bakmakla yetinirdi.
Büyükbabamın bu küçük alışkanlıkları, arkadaşlarıma karşı düşmanca bir tavrın nişanesi değildi asla. Ancak ailem başka nedenlerden dolayı Bloch’tan hoşlanmamıştı. Öncelikle babamı kızdırmıştı; babam onun ıslandığını görüp merakla neler olduğunu sorduğunda:
“Mösyö Bloch, dışarıda hava nasıl, yağmur mu yağdı yoksa? Barometre de havanın iyi olduğunu gösteriyor ama pek bir şey anlamadım bu işten.”
Babam sorusuna şöyle bir cevap almıştı:
“Beyefendi, yağmur yağıp yağmadığını size kesin olarak söyleyemem. Fiziksel koşulların dışında yaşamak konusunda o kadar kararlıyım ki duyularım bana bu konuda uyarıda bulunmak zahmetine katlanmıyor.”
“Ama evladım, senin bu arkadaşın bir geri zekâlı!” demişti babam Bloch gittikten sonra bana. “Nasıl olur! Havanın nasıl olduğunu bile söylemekten aciz! Bu kadar ilginç bir şey duymadım! Tam bir ahmak!”
Üstelik Bloch, büyükannemin de sempatisini kazanamamıştı çünkü öğle yemeğinden sonra büyükannem biraz ağrıları olduğunu söylediğinde Bloch hıçkırıklarını zor tutmuş, yanağından akan gözyaşlarını eliyle silmişti.
“Samimi olmasına imkân var mı?” demişti büyükannem. “Üstelik beni tanımıyor bile veya belki de gerçekten delidir!”
Ayrıca öğle yemeğine bir buçuk saat geç kaldığı yetmezmiş gibi bir de üstü başı çamur içinde gelip özür dileyeceği yerde, “Atmosfer değişikliklerinin ve keyfi zaman dilimlerinin beni etkilemesine asla izin vermem. Afyon çubuklarının ve Malezya kris’lerinin18 tekrar kullanıma sokulmasına hiçbir itirazım olmaz ama onlardan çok daha zararlı ve ayrıca yavan burjuva aletleri olan saat ve şemsiyeyi kullanmayı reddederim.” diyerek diğer herkesi kendinden soğutmuştu.
Bütün bunlara rağmen Combray’ye tekrar davet edilebilirdi. Oysa annemle babamın bana layık gördükleri bir arkadaş değildi; annemler, büyükannemin çektiği ağrılar nedeniyle döktüğü gözyaşlarının sahte olmadığına kanaat getirmişlerdi sonunda; yine de duyarlılığımızdan kaynaklanan coşkuların, davranışlarımızın tutarlılığı ve yaşama biçimimiz üzerinde pek etkisi olmadığını; ahlaki görevlere saygının, arkadaşlara karşı sadakatin, bir eserin ortaya çıkışının, bir perhizin uygulanmasının bu anlık, ateşli ve kısır taşkınlıklardan çok körü körüne uygulanan alışkanlıklar temeline oturduğunu içgüdüsel olarak veya tecrübeyle biliyorlardı. Benim Bloch’dan ziyade, burjuva ahlak kurallarına göre bana arkadaşlara verilmesi gerektiği kadarını verebilecek, bir gün sevgiyle beni düşünüp durup dururken bana bir sepet dolusu meyve göndermeseler de hayal güçlerinin ve duyarlılıklarının basit bir hamlesiyle dostluğun görev ve gerekliliklerinin dengesini benim lehime çeviremeyecekleri için aleyhime de çeviremeyecek olan arkadaşlar edinmemi tercih ederlerdi. Kusurlarımız bile, bu türden kişileri, bize karşı olan görevlerini yapmaktan kolay kolay alıkoyamazdı; buna en iyi bir örnekse büyük halamdı; yıllar önce bir yeğeniyle bozuşmuştu, onunla hiç görüşmüyordu ama yine de vasiyetnamesini değiştirmeyip bütün servetini ona bıraktı çünkü yeğeni en yakın akrabasıydı ve öyle yapması “gerekiyordu”.
Ben yine de Bloch’u seviyordum, annemle babam da beni hoş tutmak istiyorlardı; annem onunla olan sohbetlerimizi zararlı bulsa dahi, Minos’la Pasiphae’nin kızının anlamdan mahrum güzelliği hakkında yönelttiğim cevapsız sorularım, beni Bloch’la yapacağım konuşmalardan daha çok yoruyor ve üzüyordu. Bloch Combray’ye tekrar davet edilebilirdi ancak akşam yemeğinden sonra -hayatım üzerinde derin etkiler bırakacak, beni ilk başta daha mutlu, sonra ise daha mutsuz kılacak olan bir haberi- bütün kadınların aşktan başka bir şey düşünmediğini ve istisnasız hepsinin direncinin kırılabileceğini söyledikten sonra, büyük halamın çok fırtınalı bir gençlik dönemi geçirdiğinin ve metres hayatı yaşadığının herkesçe bilindiğini çok güvenilir bir kaynaktan duyduğunu da ekledi. Ben de kendimi tutamayıp bu söylediklerini annemle babama aktardım; evimize bir dahaki gelişinde Bloch’u kapının önüne koydular ve daha sonra sokakta görüp yanına yaklaştığımda bana çok soğuk davrandı.
Ama Bergotte konusunda doğruyu söylüyordu.
İlk günlerde, Bergotte’un üslubunun daha sonra çok seveceğim yanı, bayıldığımız ama henüz tam olarak kavrayamadığımız bir ezgi misali bana kendini göstermiyordu. Okuduğum romanını elimden düşüremiyordum ama âdeta, aşkın o ilk zamanlarında, çekiciliğine kapıldığımızı sandığımız bir kadını görmek için her gün bir davete, bir eğlenceye gitmemiz gibi, kitabın sadece konusuna ilgi duyduğumu sanıyordum. Sonra, gizli bir ahenk dalgasıyla, içsel bir prelüdle üslubunu yücelttiği bazı pasajlarda kullanmaktan hoşlandığı neredeyse arkaik sayılabilecek ender rastlanan ifadeler gözüme ilişti; “hayat denilen boş hayalden”, “tükenmek bilmeyen güzel görüntüler seli”nden, “anlamanın ve sevmenin, kısır ve leziz işkencesi”nden, “katedrallerin saygıdeğer ve büyüleyici cephesine daima asalet katan dokunaklı portreler”den söz etmeye koyulan da benim için yepyeni olan bir felsefeyi, sanki arpların o sırada yükselen ezgisini başlatan ve bu ezgiye bir yücelik kazandıran bu olağanüstü imgelerle ifade eden de yine bu pasajlardı. Bergotte’un bu pasajlarından biri, diğer bölümlerden ayırdığım üçüncü veya dördüncüsü, birincide bulduğum hazla karşılaştırılması mümkün olmayan, benliğimin en derinlerinde, sanki bütün engellerin, bütün ayrımların yok olup gittiği, dümdüz, uçsuz bucaksız bir bölgede karşılaştığım bir mutluluk yaşattı bana. Sebebi ise daha önceki pasajlarda yaşadığım ama benim daha önce hiç fark etmediğim bu hazzın kaynağı olan o ender kullanılan ifadeler için yaşadığım aynı zevki, aynı müzikal akışı ve aynı idealist felsefeyi bu defa tanıyıp artık Bergotte’un belirli bir kitabının zihnimin yüzeyinde tamamen doğrusal bir şekil oluşturduğu, belirli bir bölümünden ziyade, bütün kitaplarında bulunan ve buna benzer diğer bütün pasajların da gelip onda birleştiği, ona bir kalınlık, bir hacim kazandırdığı, dolayısıyla da zihnimi genişlettiği “ideal bir Bergotte pasajı”nın varlığıyla karşı karşıya olduğum izlenimine kapılmamdı.
Bergotte’un tek hayranı ben değildim; o aynı zamanda annemin çok kültürlü bir arkadaşının da en sevdiği yazardı; Doktor Du Boulbon, Bergotte’un son çıkan kitabını okumak için hastalarını bekletiyordu; günümüzde dünya çapında yayılmış olan, tipik ve yaygın meyvelerine Avrupa’nın, Amerika’nın, en ücra köylerine varıncaya kadar her köşesinde rastlanan ama o sıralar henüz nadiren görülen Bergotte merakının ilk tohumları, Doktor Du Boulbon’un muayenehanesinden ve Combray yakınındaki bir bahçeden atılmıştı. Benim gibi annemin arkadaşının ve aynı zamanda Doktor Du Boulbon’un da Bergotte’un kitaplarında özellikle hoşlarına giden şey, aynı melodik akış, aynı eski ifadeler, çok basit ve yaygın ama kullanıldığı yerlerden de anlaşılacağı üzere, kendisinin de özellikle sevdiği başka birtakım ifadeler, son olarak da acıklı pasajlardaki sertlik ve neredeyse boğuk vurguydu. Hiç şüphesiz, kendisi de en etkileyici özelliklerinin bunlar olduğunun bilincindeydi. Çünkü daha sonra basılan kitaplarında, hatırı sayılır bir gerçeklikten veya ünlü bir katedralin adından söz ediyorsa eğer, anlatımını yarıda kesiyor ve ilk eserlerinde bütünlüğün içinde yer alan o akışı, ilk eserlerindeki örtülü hâliyle, mırıltısının nerede başlayıp nerede bittiği tam olarak anlaşılamazken, sadece yüzeydeki dalgalanmalarla ayırt edilebilirken belki de daha hoş, daha ahenkli olan o akışı; bir yakarışa, bir isyana, uzun bir duaya dönüştürüyordu. Onun hoşlandığı bölümler, bizim en sevdiğimiz bölümlerdi. Ben ezbere bilirdim hepsini. Yazısına kaldığı yerden devam ettiğinde hayal kırıklığına uğrardım. O ana kadar güzelliği benim için saklı gizli kalan bir şeyden, çam ormanlarından, doludan, Notre-Dame Katedrali’nden, “Atalya”dan, “Phaidra”dan her bahsedişinde, bu güzelliği imgelerle etkisiz hâle getirip bilincimi ele geçirirdi. Bu nedenle, evrende, eğer kendisi bana yaklaştırmadıysa kendi cılız algılarımın duyumsayamayacağı ne kadar çok şey olduğunu hissedip her konuda, özellikle de bizzat görme fırsatı yakalayacağım şeyler hususunda onun fikrine, bir istiaresine sahip olmak isterdim; ki bunların arasında, eski Fransız yapıtları ve bazı deniz manzaraları da vardı çünkü bunları kitaplarında anmasındaki ısrarcılığı, onları anlam ve güzellik açısından ne kadar zengin bulduğunun bir kanıtıydı. Ama maalesef, neredeyse her konuda, fikrinden bihaberdim. Benimkilerden tamamen farklı olduğuna şüphem yoktu çünkü bu fikirler, benim yükselerek ulaşmaya çalıştığım kimliği belirsiz bir âlemden geliyordu: Benim düşüncelerimin bu kusursuz zihne aptallığın dorukları gibi görüneceğine emin olduğum için, hepsini kafamdan silerek zihnimi öylesine bir tabula rasa’ya19 dönüştürmüştüm ki kitaplarından birinde, tesadüfen benim de aklımdan geçmiş olan bir düşünceye rastladığımda sanki iyi yürekli bir tanrı, bu fikri meşru kılarak ve güzel olduğunu belirterek bana geri vermiş gibi yüreğim kabarırdı. Uyuyamadığım gecelerde büyükannemle anneme yazdığım şeylerin aynılarına, Bergotte’un bir sayfasında rastlardım birdenbire; öyle ki Bergotte’un bu sayfası mektuplarımın başında yer alabilecek bir önsöz niteliği taşırdı. Hatta daha sonraları, bir kitap yazma denemelerine başladığımda yazmaya devam etmemi sağlayacak kadar değerli bulmadığım cümlelerin neredeyse aynılarına Bergotte’ta denk geldiğim oldu. Ama bu cümlelerden yalnızca onun kitabında okuduğumda bir zevk alabiliyordum; o cümleleri yazan ben olduğumda düşüncemi tam olarak yansıtma kaygısıyla, zihnimde algıladığım şeye tam “benzetememe” korkusuyla yazdığım şeyin kulağa hoş gelip gelmediğini düşünmeye fırsat bulamıyordum ki! Hâlbuki aslında bir tek bu tür cümleleri, düşünceleri gerçekten seviyordum. Endişeli ve tatminsiz çabalarım, kendi içlerinde birer aşk belirtisi, hazdan mahrum ama derin bir aşkın belirtisiydiler. Bu yüzden de bu tür cümleleri ansızın bir başkasının eserinde, yani kaygılardan, sertlikten uzakken, kendime işkence etmeme gerek yokken bulduğumda tıpkı milyonda bir yemek yapması gerekmediğinde artık oburluk yapmaya vakti olan bir aşçı gibi, kendimi bu sevdiğim cümlelerin hazzına rahatça bırakıyordum. Bir gün, Bergotte’un bir kitabında bahsi geçen yaşlı bir hizmetçiyle ilgili olarak, yazarın o büyülü, o tumturaklı dilinin daha da alaylı kıldığı ama benim Françoise’dan bahsederken büyükanneme sık sık yaptığım esprinin aynısına rastladım; bir başka seferinde, gerçeğin birer aynası olan eserlerinin birine aile dostumuz M. Legrandin’le ilgili yorumlarıma benzer bir yorumu dâhil etmekten çekinmediğini gördüm (Oysaki Françoise ve M. Legrandin’le ilgili yorumlarım, Bergotte’un hiçbir şekilde ilginç bulmayacağından emin olduğum, özellikle feragat edeceğim yorumlardı.); ansızın benim mütevazı hayatımla gerçekler âleminin birbirlerinden zannettiğim kadar ayrı olmadıklarını hatta bazı noktalarda kesiştiklerini bile düşündüm ve duyduğum güvenle, mutlulukla, neden sonra kavuşulan bir babanın kollarındaymışçasına, Bergotte’un sayfalarının üzerine gözyaşlarımı döktüm.
Kitaplarına bakılacak olursa Bergotte, çocuklarını kaybetmiş ve asla teselli bulamamış, güçsüz, buruk bir ihtiyar olarak canlanıyordu zihnimde. Dolayısıyla metinlerini içimden, bir melodi gibi, yazdıklarından belki de daha dolce20 daha lento21 okuyor, en basit cümlede bile şefkat yüklü bir tını buluyordum. En çok da felsefesini seviyordum, kendimi sonsuza kadar onun felsefesine adamıştım. Bu nedenle kolejde felsefe adlı derse gireceğim yaşı, sabırsızlıkla bekliyordum. Ama bu derste, sadece Bergotte’un düşüncesine bağlı kalarak yaşamaktan başka bir şey yapılmasını istemiyordum; o sırada bana o derslerde bağlanacağım metafizikçilerin Bergotte ile en ufak bir benzerlik dahi taşımayacağını söyleseler, ömür boyu sevmeyi arzulayan bir âşığa ileride birlikte olacağı başka sevgililerden söz edilmiş gibi ümitsizliğine kapılırdım.
Bir pazar, bahçede kitap okuduğum sırada, annemle babamı ziyarete gelen Swann okumamı böldü.
“Ne okuyorsunuz, ben de bakabilir miyim? Aa, Bergotte mu? Size onun kitaplarını kim tavsiye etti?”
Ben “Bloch.” dedim.
“Ha, evet! Burada bir kere gördüğüm çocuk, hani şu Bellini’nin ‘Fatih Sultan Mehmet’ portresine benzeyen. İnanılmaz bir şey! Aynı yay gibi kaşlar, aynı kemerli burun, aynı çıkık elmacık kemikleri. Bir de keçi sakal bıraksa aynı olacaklar. Yine de zevkli çocukmuş çünkü Bergotte büyüleyici bir zekâya sahiptir.” Benim Bergotte’a olan büyük hayranlığımı görünce tanıdığı insanlardan asla bahsetmeyen Swann, iyi yürekliliğinden benim için bir istisna yaptı ve şöyle dedi:
“Onu çok iyi tanırım, sizi mutlu edecekse kitabınızı imzalamasını rica edebilirim.” Bu teklifi kabul etme cesareti bulamayıp Swann’a Bergotte hakkında sorular sordum. “En beğendiği erkek oyuncu kim, biliyor musunuz acaba?”
“Erkek oyunculardan kimi beğendiğini bilmiyorum. Ama hiçbirini, herkesten üstün tuttuğu Berma’yla eşit bulmadığını biliyorum. Berma’yı duydunuz mu hiç?”
“Hayır efendim, annemle babam tiyatroya gitmeme izin vermiyorlar.”
“Ne talihsizlik! Rica edin kendilerinden. ‘Phaidra’da, ‘El Cid’de Berma; eninde sonunda bir kadın oyuncudur diyebilirsiniz ama ben sanatta ‘hiyerarşi’ye pek inanmam aslında!” (Swann’ın daha önce büyük teyzelerimle sohbetlerinde de birçok kereler dikkatimi çeken bir huyunu, ciddi konulardan konuşurken önemli bir konuda fikir beyan ediyormuş izlenimi uyandırabilecek bir ifade kullandığında, bu ifadeyi, özel, mekanik, alaycı bir tonlamayla, tırnak içine alırmış gibi vurgulamaya özen gösterdiğini fark ettim; sanki ifadenin sorumluluğunu almak istemiyormuş, “gülünç insanların tabiriyle hiyerarşi” dermiş gibiydi. Peki ama gülünç bir ifadeyse eğer, neden hiyerarşi diyordu?) Hemen arkasından ekledi: “Berma’yı izlemek kutsal bir keşif olacak sizin için, tıpkı herhangi bir şaheser gibi, mesela, ne bileyim ben…” -gülmeye başladı- “ ‘Chartes Katedrali’nin Kraliçeleri’ gibi.” O ana kadar, Swann’daki bu görüşlerini ciddi biçimde ifade etme korkusu kültürlü ve Parisli olmanın bir gerekliliği, büyük teyzemlerin taşra dogmatizmine zıt bir şey gibi gelmişti bana; ayrıca bunun, Swann’ın yaşadığı muhitte yaygın bir tarz olduğunu ve bu çevrede, önceki nesillerin lirizmine tepki olarak, önceleri basit bulunan, sıradan, somut gerçeklere aşırı bir değer verildiğini, “cümle”lerin aşağılandığını varsayıyordum. Ama şimdi Swann’ın dünya karşısındaki bu tutumunu kaba buluyordum. Herhangi bir konuda fikir sahibi olmaya cesaret edemiyor, yalnızca kesin ve somut birtakım bilgiler verebildiği takdirde rahatlıyor gibiydi. Ama böylelikle, bu ayrıntıların önemli olduğu yönünde bir fikir, bir varsayım ortaya atmış olduğunu fark etmiyor gibiydi. Bunun üzerine, annem odama çıkmayacak diye üzüldüğüm, Swann’ın ise Léon prensesinin evindeki baloların hiçbir önemi olmadığını söylediği o akşam yemeğini düşündüm tekrar. Oysaki ömrünü bu tür zevklere harcıyordu. Bütün bunlarda bir tutarsızlık bulurdum. Çeşitli konularda fikrini ciddiyetle dile getirmeyi, tırnak içine almak zorunda kalmadan yargılarını ifade etmeyi, bir yandan gülünç olduklarını ileri sürdüğü meşguliyetlere aşırı hassas bir nezaketle kendini teslim etmekten vazgeçmeyi başka hangi hayata saklıyor olabilirdi? Swann’ın Bergotte’tan söz ediş şeklinde kendine özgü olmayan, aksine o dönemde annemin arkadaşından tutun da Doktor Du Boulbon’a kadar, yazarın bütün hayranlarında rastlanan bir şey de dikkatimi çekti. Swann gibi onlar da Bergotte’la ilgili “Büyüleyici bir zekâya sahip, nevi şahsına münhasır biri, anlatımı biraz zorlamalı ama çok hoş. İmzasını görmeye hiç gerek yok, ona ait olduğu hemen anlaşılıyor.” diyorlardı. Ama hiçbiri “Büyük bir yazar, büyük bir yetenek.” diyecek kadar ileri gitmiyordu. Hatta yetenekli olduğunu bile söylemiyorlardı. Söylemiyorlardı çünkü bilmiyorlardı. Genel fikirler müzemizde “büyük yetenek” diye adlandırılan bir kimseyi yeni bir yazarın çehresinde tanımamız çok uzun zaman alır. Tam da bu nedenle, bu çehre yeni olduğu için, yetenek dediğimiz şeye tam anlamıyla benzetemeyiz onu. Özgünlük, büyü, incelik, güç gibi nitelemeleri tercih ederiz; sonra bir gün, zaten yetenek denen şeyin bütün bunlar olduğunu fark ederiz.
“Bergotte’un, Berma’dan bahsettiği bir eseri var mı?” diye sordum M. Swann’a.
“Sanırım, Racine’le ilgili şu küçük broşüründe bahsetmişti ama tükenmiş olmalı. Yeni bir basımı da olabilir. Sizi bilgilendiririm. Ayrıca bütün istediklerinizi Bergotte’a sorabilirim, haftada bir mutlaka akşam yemeğine gelir bize. Kızımın çok yakın bir arkadaşıdır. Birlikte eski şehirleri, katedralleri, şatoları ziyaret ederler.”
Toplumsal hiyerarşi konusunda herhangi bir fikrim olmadığı için uzun süreden beri babamın Madam ve Matmazel Swann’la görüşmemize imkânsız gözüyle bakması, onlarla aramızda büyük mesafeler olduğuna kanaat getirmeme, onlarınsa gözümde itibar kazanmalarına yol açmıştı. Komşumuz Mme Sazerat’dan duyduğuma göre, Madam Swann’ın kendini kocasına değil, M. de Charlus’e beğendirmek için yaptığı gibi, annemin de saçlarını boyayıp dudaklarına ruj sürmesine hayıflanıyor, Madam Swann’ın bizi küçümsediğini düşünüyordum; bu da özellikle, çok güzel bir kız olduğunu duyduğum ve her seferinde aynı hayal ürünü büyüleyici çehreyi kafamda canlandırarak sık sık hayalini kurduğum Matmazel Swann açısından üzüyordu beni. Ama o gün Matmazel Swann’ın bu özel konumunu, bunca ayrıcalığın ortasında, doğal ortamındaymış gibi yaşadığını, annesiyle babasına akşam yemeğine misafirleri olup olmadığını sorduğunda onun için sadece eski bir aile ahbabı olan, o altın değerindeki konuğun adını, o sihirli heceleri, “Bergotte” cevabını duyduğunu, onun yemek sofrasında dinlediği samimi konuşmaların, yani benim için büyük halamın sohbetine tekabül eden sohbetin Bergotte’un kitaplarında ele alamadığı konulara ilişkin, benim Tanrı kelamı kabul edeceğim ve dinlemeyi çok isteyeceğim sözleri olduğunu, gezmeye gittiği şehirlerde yanında ölümlülerin arasına inen tanrılar gibi, bütün gösterişiyle, tanınmadan Bergotte’un yürüdüğünü öğrenince hem Matmazel Swann’ın ne kadar değerli bir varlık olduğunu hem de beni görse ne kadar kaba ve cahil bulacağını düşündüm; onunla arkadaş olmanın hoşluğunu ve imkânsızlığını öylesine yoğun bir şekilde hissettim ki içim aynı anda hem arzuyla hem de umutsuzlukla doldu. Artık onu düşündüğümde çoğunlukla bir katedralin giriş sundurmasının önünde, bana heykellerin anlamını açıklarken, beni onaylayan bir gülümsemeyle, arkadaşı sıfatıyla Bergotte’la tanıştırırken hayal ediyordum. Ve her defasında, katedrallerin bende bıraktığı düşüncelerin, Ile-de-France tepeleriyle Normandiya ovalarının büyüsü, Matmazel Swann’ın hayalimdeki çehresine yansıyordu: Bu onu sevmeye çok yaklaştığım anlamına geliyordu. Bir insanın, bilinmeyen bir hayatın parçası olduğunu ve ona olan aşkımız sayesinde bu hayatın içine işleyebileceğimizi varsaymak, bir aşkın doğmasındaki en temel unsurdur ve başka hiçbir şeyin önemsenmemesine yol açar. Bir erkeği sadece fiziksel görünüşüne bakarak değerlendirdiklerini iddia eden kadınlar bile bu görünümde özel bir yaşayışın yansımasını bulurlar. İşte bu yüzden askerlerden, itfaiyecilerden hoşlanırlar; üniforma, çehreyi beğenmeyi kolaylaştırır; zırhın altında farklı, maceracı ve şefkatli bir yüreği öptüklerini zannederler; genç bir hükümdarın, bir veliahdın, ziyaret ettiği yabancı ülkelerde, en çok arzu ettiği gönülleri fethetmek için, belki bir sarraf için şart olacak düzgün bir profile ihtiyacı yoktur.
***
Ben bahçede, büyük halamın (hafta içi günlerde, “Sen hâlâ kitap okuyarak eğleniyor musun, bugün pazar değil ki!” derdi, eğlenme kelimesini çocukluk ve zaman kaybı anlamında kullanarak) ciddi işlerle ilgilenmenin yasak olduğu, dolayısıyla kendisinin dikiş dikmediği pazar günleri dışında yapılmasına anlam veremediği kitap okuma faaliyetimi sürdürürken Léonie halam da Eulalie’nin geliş saatini beklerken Françoise’la laflardı. Françoise’a biraz önce Madam Goupil’i “şemsiyesiz, Châteaudun’de diktirdiği ipek elbisesiyle” geçerken gördüğünü söylerdi. “İkindi duasından önce uzak bir yere gidecekse elbisesi sırılsıklam olabilir.”
“Olabilir, olabilir.” (olmayabilir de anlamında) derdi Françoise daha olumlu bir alternatifin olma ihtimalini tam anlamıyla göz ardı etmemek için.
“Tüh!” derdi halam alnına vurarak. “Şimdi aklıma geldi, Madam Goupil’in kiliseye kutsal ekmekle şarap dağıtılırken mi vardığını öğrenemedim. Unutmadan Eulalie’ye sorayım… Françoise çan kulesinin arkasındaki şu kara buluta ve arduvazların üstündeki şu uğursuz ışığa bakın, belli ki bugün yağmursuz geçmeyecek. Böyle devam etmesi imkânsızdı, aşırı sıcaktı hava.” Vichy suyunun midesinden aşağı inişini hızlandırma isteği, Madam Goupil’in elbisesinin mahvolduğunu görecek olma korkusundan daha baskın olduğundan, “Yağmur ne kadar erken başlarsa o kadar iyi, çünkü fırtına patlamadıkça şu Vichy suyu da midemden aşağı inmeyecek.” diye eklerdi.
“Olabilir, olabilir.”
“Üstelik, yağmur yağınca meydanda sığınacak bir yer de olmuyor. Ne, saat üç mü oldu?” diye haykırdı birdenbire halam, yüzü bembeyaz kesilerek. “Demek ikindi duası başladı, pepsinimi unuttum! Vichy suyunun neden midemden aşağı inmediğini şimdi anlıyorum.”
Halam hemen mor kadife kaplı, yaldızlı dua kitabına sarılır, o telaşla, bayram günlerine ait sayfaların yerini işaret eden sararmış kâğıttan dantel şeritlerle çevrelenmiş resimleri düşürür, bir yandan damlalarını yutarken diğer yandan Vichy suyundan bunca zaman sonra alınan pepsinin, suyu yakalamayı ve midesinden aşağı indirmeyi başarıp başaramayacağını bilememenin yarattığı kaygıyla anlaması biraz zorlaşmış olan kutsal metinleri hızlı hızlı okumaya başlardı. “Saat üç, zaman nasıl da geçiyor!”
Camda bir şey çarpmış gibi ani bir ses, onu takip eden, sanki yukarıdaki bir pencereden aşağı kum atılıyormuş gibi gevşek, hafif bir dökülme sesi duyulur, sonra dökülme sesi yayılır, düzenli bir ritim kazanır, akışkan, titreşimli, melodik, gür ve evrensel bir hâl alırdı: Bu yağmurun sesiydi.
“İşte! Ben size demiştim değil mi Françoise? Nasıl da yağıyor! Ama bahçe kapısının çalınışını duyar gibi oldum, gidip bir bakın, böyle bir havada dışarıdaki kim olabilir?”
Françoise geri döndüğünde:
“Madam Amédée imiş.” (büyükannem) “Dışarıda biraz dolaşmaya çıkıyormuş. Yağmur da pek şiddetli ama…”
“Hiç şaşırmadım.” derdi halam gözlerini devirerek. “Başkalarına benzer bir yapısı yoktur onun. Şu an dışarıda onun yerinde ben dolaşıyor olmak istemezdim.”
“Madam Amédée, her zaman başkalarının yaptığının tersini yapar.” derdi Françoise tatlılıkla, büyükannemi biraz “kaçık” bulduğunu söylemek için diğer hizmetkârlarla yalnız kalacağı anı beklemeyi tercih ederek.
“İşte akşamüstü duasının saati de geçti! Eulalie gelmez artık!” diye iç geçirirdi. “Bu hava onu korkutmuş olmalı.”
“Ama saat beş olmadı Madam Octave, henüz dört buçuk.”
“Dört buçuk mu? Birazcık gün ışığı girmesi için küçük perdeleri açmak zorunda kaldım. Saat dört buçukta! Bereket Duası gününden sekiz gün önce! Ah, Françoise’cığım, belli ki yüce Tanrı bize sinirlenmiş. Günümüz dünyası da pek kötü! Sevgili Octave’cığımın da dediği gibi, biz Tanrı’yı unuttuk, o da bunun intikamını alıyor.”
Halamın yanakları Eulalie gelince aniden kıpkırmızı olurdu. Ne yazık ki o daha içeri yeni girmişken Françoise gelir ve dudaklarında sözlerinin halamda yaratacağından şüphe duymadığı sevince katıldığını gösteren bir gülümsemeyle, dolaylı anlatım kullanmasına rağmen, kusursuz bir hizmetkâr sıfatıyla ziyaretçilerinin sözlerini harfiyen aktardığını belirtmek üzere kelimeleri tek tek heceleyerek konuşurdu:
“Madam Octave eğer dinlenmiyorsa, kendisini kabul edebilirse, muhterem peder çok memnun olacakmış. Muhterem peder rahatsızlık vermek istemiyormuş. Muhterem peder aşağıda, kendisini salona aldım.”
Gerçekte, rahibin ziyaretleri halamı Françoise’ın sandığı kadar mutlu etmez, Françoise rahibin geldiğini her haber verdiğinde yüzünde takınmayı görev bildiği bir sevinç ifadesi, hastanın duygularıyla tam olarak örtüşmezdi. Rahip (sanattan hiç anlamamasına rağmen derin bir etimoloji bilgisine sahip olduğundan daha fazla sohbet etmemiş olmaktan pişmanlık duyduğum, üstün nitelikli bir insan olan) mühim ziyaretçilere kilise hakkında bilgi verme alışkanlığıyla (Hatta Comb-ray bölgesine ilişkin bir kitap yazmaya niyetliydi.) bitmek bilmeyen, üstelik hiç değişmeyen açıklamalar yaparak halamı yorardı. Ziyareti bir de böyle Eulalie’nin ziyaretiyle aynı ana denk geldi mi halamda su götürmez bir memnuniyetsizlik baş gösterirdi. Halam, Eulalie’nin ziyaretinden en iyi şekilde faydalanmaya, herkesi birden ağırlamamaya bakardı. Yine de rahibi kabul etmeme cesaretini bulamayıp Eulalie’ye rahiple birlikte kalkmamasını, o gittikten sonra kendisiyle baş başa biraz oturmayı istediğini işaret etmekle yetinirdi.
“Muhterem peder, bana söylendiğine göre ressamın biri şövalesini sizin kiliseye yerleştirmiş, bir vitrayı kopya ediyormuş diye duydum. Doğrusu bu yaşıma geldim, hayatımda hiç böyle bir şeye rastlamadım! Dünya ne hâle geldi! Üstelik kilisedeki en çirkin şey!”
“Bence kilisedeki en çirkin şey demek biraz abartılı olur çünkü Saint-Hilaire’de görülmeye değer bölümler bulunmakla birlikte zavallı bazilikamın bazı bölümleri de oldukça eski, bizim piskoposluk bölgesinde hiç restorasyon yapılmamış tek bazilika! Doğrusu giriş sundurması kirli ve eski ama yine de muhteşem bir yapı; Ester duvar halılarına gelirsek şahsen üstüne para verseler almam ama uzmanlar Sens duvar halılarından sonra ikinci sırada anıyorlar adını. Ayrıca biraz fazla gerçekçi bazı ayrıntıların yanı sıra, hayret edilecek bir gözlem yeteneğinin ifadesi olan ayrıntılar bulunduğunu da kabul etmek gerekir. Ama o vitrayların lafını bile duymak istemiyorum! Aynı hizada iki döşeme taşı bulamayacağınız bir kilisede gün ışığını içeri sızdırmayan hatta o adını koyamadığım renkteki yansımalarıyla gözü yanıltan pencereler bulundurmak akla mantığa sığar mı? Üstelik bu döşeme taşlarını, Combray başrahiplerinin ve Guermantes senyörlerinin, yani hem bugünkü Guermantes dükünün hem kendisi de bir Guermantes olan kuzeni ve eşi Guermantes düşesinin ataları, eski Brabant kontlarının mezarları olması bahanesiyle değiştirmeyi de reddediyorlar.” (Artık kimseyle pek ilgilenmeyen büyükannem, bütün isimleri karıştırmaya başlamıştı, Guermantes düşesinin adı her telaffuz edildiğinde düşesin Madam de Villeparisis’nin akrabası olduğunu iddia ederdi. Herkes kahkahalara boğulur, büyükannem ise almış olduğu bir davetiyeye istinaden kendini savunmaya çalışırdı: “O mektupta bir Guermantes sözü geçiyordu diye hatırlıyorum.” Ve ben bir seferliğine, diğerleriyle birlikte büyükannemin karşısında yer alır, onun yatılı okuldan arkadaşıyla Brabant’lı Genoveva’nın torunu arasında bir ilişki olabileceğini kabul etmezdim.)
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.