Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Foma», sayfa 3

Yazı tipi:

“Sana göre arkadaş değil onlar, fazla yaklaşma! Sen efendisisin onların, onlar da senin hizmetçilerindir…”

Babasının bu sözleri geliyordu durmadan aklına.

Ve birdenbire tayfalara bir şeyler bağırmak, bir efendiye yaraşır cinsten tehdit dolu sözler savurmak, babasının yaptığı gibi küfretmek istedi. Uzun bir süre arandı. Nasıl bir söz fırlatabilirdi suratlarına? Hiçbir şey bulamadı… İki-üç gün daha geçti böyle ve Foma açıkça anladı ki, tayfalar artık onu sevmemekteydi. Sıkılmaya başlamıştı yavaş yavaş. Ve gittikçe daha sık bir şekilde, peri masalları, gülümseyişleri ve o kadife sesiyle Anfisa halanın okşayıcı hayali, yeni izlenimlerinin binbir renkli sisinden en umulmadık anda sıyrılıp gözlerinin önünde canlanır olmuştu. Bu hayalden yayılan ılık bir mutluluk ısıtıyordu çocuğun şimdi ruhunu. Peri masallarının dünyasında yaşıyordu daha o; ama gerçeğin amansız ve kıskanç eli, Foma’nın çevresindeki her şeye ardından baktığı, bir örümcek ağı kadar ince olan o güzel dantelayı şimdiden yırtmaya başlıyordu işte. Kılavuzla makinist olayı, çocuğun dikkatini etrafına çevirmesine yol açtı; daha bir keskinleşti gözleri, bakışlarında bilinçli bir merak belirdi: Babasına yönelttiği sorularda, insanların eylem ve fikirlerine kaynaklık eden nedenleri kavrama iradesi seziliyordu şimdi.

Günlerden bir gün, şöyle bir sahne geçti gözlerinin önünden: Odun taşıyordu tayfalar ve içlerinden biri, hem de kıvırcık saçlı o genç ve şen şatır Yefim, sırtında yüküyle güverteyi geçerken, öfkeli yüksek bir sesle söylenmeye başladı:

“Hadi canım, bu işi yapmak için insanın hepten şuursuz olması lazım! Odun taşımak için gelmedim ben buraya. Tayfayım ben! Ve tayfanın ne demek olduğu da açık! Üstelik bir de odun taşımaya ben yokum! Satılığa çıkarmadığım hâlde zorla alıp derimi mi yüzecekler yani… Ayıp denen bir şey var! İnsanları limon sıkar gibi sıkıp emmeyi gayet iyi biliyor, evet!”

Babasının söz konusu olduğundan adı gibi emindi Foma. Ve Yefim’in, bütün bu atıp tutmalarına rağmen, ötekilerden daha fazla odun yüklendiğini ve daha hızlı gittiğini de görüyordu. Tayfalardan hiçbiri katılmıyordu Yefim’in söylenmesine, hatta onunla çalışan tayfa bile susuyordu. Ama aynı tayfa, Yefim sırtına birazcık fazla odun yüklediğinde basıyordu itirazı.

“Yeter yahu!” diyordu suratını ekşiterek. “Beygir değil bu yüklediğin, bir adam!”

“Kapat çeneni!..” diye çıkışıyordu Yefim adama. “Beygirden beter olduğunu öğren artık, itiraz etmeden taşı işte… Kanını bile emseler susacaksın, anladın mı! Elinden başka ne gelir?”

Tam bu sırada İnyat peyda oluverdi önlerinde, Yefim’e yaklaşarak sert bir sesle sordu:

“Ne konuşuyorsun sen öyle bakayım?”

Kekeleyerek cevap verdi Yefim:

“Konuşuyorum işte, canım ne isterse konuşuyorum.. Mukavelemizde, ‘susacaksın’ diye bir madde yok ki…”

Sakalını sıvazlayarak yeniden sordu İnyat:

“Kanınızı emecek olan kimmiş peki?”

İşinin burada bittiğini ve kovulmaktan kurtulamayacağını anlayan tayfa, elindeki odun parçasını yere fırlatarak, avuçlarını pantolonunda temizledi ve bakışlarını İnyat’ın gözlerine dikerek cesur bir sesle, “Ne olmuş yani?” dedi. “Yalan mı söylüyorum yoksa? Yoksa kanımızı emmiyor musun?”

“Ben mi?”

“Sen evet, sen.”

Babasının kolunu kaldırdığını gördü Foma, o kadar. Sonra, ezilen bir şeyin gürültüsü duyuldu ve odunların üzerine yuvarlandı tayfa. Ama doğruldu hemen, tek kelime söylemeksizin işe koyuldu. Ezilmiş yüzünün kanı damlıyordu kayın kütüklerinin ak kabuğuna; gömleğinin yeniyle siliyordu kanını ve içini çekerek susuyordu. Sırtında yüküyle çocuğun önünden geçtiği zaman, iki iri yaş damlası vardı burun kökünde ve bunları gördü Foma…

Akşam yemeğinde düşünceliydi, ürkek gözlerle süzüyordu babasını. İnyat tatlı bir sesle sordu:

“Niye böyle suratın asık senin?”

“Hiiiç…”

“Hasta olmayasın sakın?”

“Hasta değilim, hayır…”

“Bir şey varsa söyle hadi, susma…”

Yine düşünceli bir edayla, birden konuştu çocuk:

“Nasıl da kuvvetlisin!..”

“Ben mi?.. Kuvvetliyimdir doğru… Tanrı o alanda da cömertlik etti bana.”

Başını önüne eğmişti Foma; alçak sesle ama haykırır gibi konuştu:

“Demin öyle bir vurdun ki ona!..”

Üzerine havyar sürülmüş bir dilimi ağzına atmak üzereydi İnyat ama oğlunun güç zapt edilmiş çığlığıyla yarı yolda durup kaldı eli; gözlerini, Foma’nın hâlâ eğik başına çevirerek sordu:

“Yefimka’yı kastediyorsun herhâlde?”

“Evet…”

Sesini büsbütün kısarak ekledi:

“Kanatıncaya kadar vurdun!.. Yürürken ağlıyordu…”

“Şuna bak hele…” dedi İnyat. “Şuna bakın bir!” Sustu bir süre, bardağına votka doldurdu, dikti ve ciddi bir sesle, “Ona acımanın yeri yok…” dedi. “Hiç için küfrediyordu, dersini aldı işte… Tanırı’m onu ben… Yiğit çocuktur, cesur ve güçlüdür, sonra akıllıdır da. Ama olup biteni yargılamak, şu bu hakkında hüküm vermek ona düşmez, benim işimdir o çünkü ben patronum. Ve patron olmak kolay değildir! Bir dişi kırıldı diye ölmez, merak etme; olsa olsa biraz daha akıllanır, dilini tutmayı öğrenir, anlıyor musun?.. Böyledir bu… Yaa Foma! Sen daha çocuksun, pek bir şey anlayamazsın olup bitenden. Hayatı öğretmek lazım sana, hayatı! Çünkü bu dünyada geçirecek fazla günüm kalmadı sanıyorum artık…”

Sustu İnyat. Bir bardak daha votka dikip, inandırıcı bir edayla devam etti:

“İnsanlara acımak gerekir, evet… Haklısın acımakta! Yalnız, ne yaptığını iyi bilerek acıman gerekir insanlara; önce karşındakine bakacaksın, kimdir… Ne çıkarabilirsin ondan, ne işe yarar, göreceksin! Baktın ki gücü kuvveti yerinde, eli ayağı tutuyor ve çalışabilir; ona acıyacaksın, yardımına koşacaksın hemen! Ama zayıf olana, işe gelmeyene tükür geç, anladın mı! Şunu iyice koy aklına: Her şeyden şikâyet eden, durmadan inleyip yakınan adam kalp akçeyle bile metelik etmez, merhamete layık değildir o adam, yardımına koşsan bile hiçbir faydan dokunmaz ona… Böyleleri, kendilerine acıdığın vakit büsbütün ekşir, kararır ve eskisinden bir kat daha fazla budalalık yapar… Vaftiz babanın evindeyken bol bol görmüşsündür bunları: Bütün o hacılar, o asalaklar, o bedbahtlar… Her cins ve her şekilden o pis böcek takımı… Unut onları anladın mı, unut! İnsan değil onlar, tortu… Kazıntı. Hiçbir işe yaramazlar çünkü bit gibi, pire gibi, tahtakurusu gibi şeylerdir… Tanrı için de yaşamaz onlar, yoktur tanrıları. Yalancıktan anarlar adını Tanrı’nın, göstermelik olarak; yufka yürekli ahmakları hâllerine acındırmak ve onların merhametinden çekecekleri şeylerle işkembelerini doldurmak için! İşkembeleri için yaşarlar çünkü. Ve yiyip içmenin, uyuyup inlemenin dışında hiçbir şey gelmez ellerinden… Onlarla ülfet etmek, ruh perişanlığına düşmek demektir; ayağını tökezletmeye yararlar ancak adamın. Onların arasına düşmüş namuslu bir adam, çürük elmaların arasında kalmış taze bir elmaya benzer; yani çürümeye mahkûmdur o da.. Ama daha küçüksün yavrum, tam anlayıp değerlendiremezsin dediklerimi… Felakete uğradığı vakit dimdik ayakta kalan kişiye yardım et, anlıyor musun! O senden belki yardım bile istemez; sezinleyip, yalvarılmadan yardımına koşmak sana düşer… Ama felaketin altında ezilmeyen adam, üstelik bir de mağrurdur ve senin yardımın bakarsın gücüne gider; böylesine gizlice yardım edeceksin… Sağduyuya uyarsan, işte böyle davranman gerekir oğlum!.. Bak sana bir örnek daha vereyim: Yolda, çamura düşmüş iki tahtaya rastladın diyelim ve diyelim ki tahtaların biri çürük, kurt yemiş, öbürüyse sapasağlam. Ne yaparsın bu durumda? Çürük bir tahta ne işine yarar ki? Olduğu yerde bırak gitsin onu, kalsın çamurun içinde; insanlar ayaklarını kirletmemek için üzerine basar da geçer hiç olmazsa… Ama sağlam tahtayı kaldır ve kurusun diye güneşe koy; sana değilse bile bir başkasına yarar… İşte böyle arkadaşım! Dediklerimi iyi dinle ve kafana kazı… Yefimka’ya gelince, ona acıman boşunadır çünkü kendi değerini bilen ciddi ve ağırbaşlı bir çocuktur o. Ve bir tokatla ölecek kadar da çürük değildir.

Aradan bir hafta geçsin, dümene koyacağım onu ben… Böylece kılavuz olacak… Kaptan da yapsan, becerikli bir kaptan olur eminim. İşte böyle büyür insanlar yavrucuğum! Ben de aynı yolları teptim, benim de çıraklık çağım oldu. Bugünküne benzemez ne hakaretleri yalayıp yuttum ben onun yaşındayken… Hayata müşfik bir anne derler, yalandır arkadaşım! Anne falan değildir hayat; amansız bir patrondur hepimiz için, o kadar…”

İki saat boyunca gençliğinden, çektiği eziyetlerden, insanlardan ve insanlardaki zaafların korkunç gücünden söz etti oğluna İnyat. İnsanların felaketten nasıl hoşlandıklarını ve başkalarının zararına yaşayabilmek için kendilerini felakete uğramış göstermeye nasıl bayıldıklarını anlattı ona. Sonra kendi hikâyesine döndü yine; basit bir işçiyken nasıl koskoca bir işin patronu olduğunu anlattı.

Dinliyordu çocuk. Babasına bakıyordu ve baktıkça, babasının kendisine doğru ilerlediği, her an biraz daha kendisine yaklaştığı duygusuna kapılıyordu. İnyat’ın anlattıklarında, Anfisa halanın masallarındaki zenginlikten eser bulunmadığı hâlde, yeni bir şey vardı; masallardan daha berrak ve daha kolay kavranabilir bir şey. Ve bu da ilgisini çekiyordu çocuğun. Küçük yüreğinde, onu babasına doğru çeken güçlü ve ateş gibi yakıcı bir şey çarpıyordu şimdi. Ve oğlunun duygularını gözlerinden anlayan İnyat aniden kalktı yerinden, Foma’yı kollarına alıp sımsıkı göğsüne bastırdı. Boynuna sarıldı Foma babasının, yanağını yanağına dayayarak hiçbir şey söylemeden öylece kaldı. Hiçbir zaman çarpmadığı gibi çarpıyordu yüreği.

“Küçük arkadaşım benim…” diye fısıldıyordu boğuk bir sesle. “İçimin sevinci, biricik yavrum!.. Ben henüz ölmeden öğren bunları.Yaşamak kolay değildir…”

Bu fısıltıyı dinlerken için için ürperdi çocuk, dişlerini sıktı ufalarcasına ve birdenbire sıcak yaşlar fışkırdı gözlerinden…

***

Dönüyordu gemi artık, yukarı doğru çıkıyordu Volga’yı. Boğucu bir temmuz gecesiydi, kalın simsiyah bulutlarla kaplıydı gökyüzü ve tekinsiz bir sakinlik dalgalanıyordu ırmağın üzerinde. Kazan’a yaklaşıyorlardı; Uslon dolaylarında, muazzam bir tren vapurunun kuyruğunda durmuşlardı. Atılan demirlerin gıcırtısıyla, tayfaların çığlıkları uyandırdı Foma’yı. Pencereden baktığında, uzakta, karanlığın bağrında, ufacık ışıkların parıldadığını gördü. Su siyahtı ve zeytinyağı gibi koyuydu, başka hiçbir şey seçilmiyordu. Birden, ezilir gibi ürperdi çocuğun içi ve kulak kabarttı. Güçlükle işitilebilen, nereden kopup geldiği belirsiz, hüzünlü bir şarkıydı bu. Bir ölüm duası gibi kahır dolu bir şarkı… Nöbetçiler haykırarak birbirlerini çağırıyordu katar boyunca, bir gemi öfkeyle düdüğünü öttürerek buhar salıyordu… Irmağın siyah suları gemilere yavaşça çarpıp çalkanarak kederle şıpırdıyordu. Karanlığa gözleri ağrıyıncaya kadar bakışlarını diken çocuk, siyah kitleler ve onların üzerinde zor zor seçilen ışıklar gördü. Salapurya olduğunu biliyordu bunların, ama bilmek yatıştırmıyordu onu, eşitsiz vuruşlarla atıyordu yüreği ve hayalinde karanlık ve korkunç sahneler canlanıyordu.

“Oooooh… Oh!”

Uzaklardan sanki sürünerek gelen çığlık, bir ağlayış gibi sona erdi. Ve aynı anda birisi, güverteyi koşarak geçip küpeşteye yaklaştı.

“Oooooo… Oh!..”

Bu sefer daha da yakından gelmişti ses. Güvertede birisi alçak sesle, “Yefim…” diye çıkıştı. “Kalksana be mübarek! Doğrul da bir kanca kap gel hemen…”

“Ooo… Oh!..”

Hemen burnunun dibinde inliyordu ses. Sıçradı Foma, uzaklaştı pencereden.

Acayip inilti, suyun üzerinde kayarak gittikçe yaklaşıyor, genişliyor, ağlayışa dönüyor ve gecenin karanlığında eriyordu. Güverteden, endişeli konuşmalar geliyordu:

“Yefimka! Fırla hadi, boğulmuş bir adam var suda…”

“Nerede?”

Telaşla söylenmişti bu soru. Çıplak ayaklar tökezledi güvertede, hızlı bir gidip gelme oldu, iki kanca Foma’nın hizasında sallanarak aşağıya indi ve gürültüsüz suyun karanlığına daldı…

“Boğulmuş bir adam vaaaaar!”

Garip bir şıpırtı yükseliyordu sulardan ve bu kederli çığlık korkuyla titretti çocuğu; ama ne ellerini pencereden ne de gözlerini sudan ayıramıyordu.

“Bir fener yakın hemen… Göz gözü görmüyor!” Soluk bir ışık lekesi düştü ırmağa… Suyun hafifçe dalgalandığını, canı yanıyormuş da ürperiyormuşçasına kırıştığını görüyordu şimdi Foma. Dehşet taşan bir ses güvertede fısıldıyordu:

“Şurada bak… Şurada işte!..

Aynı anda, beyaz dişlerini gösteren kocaman ve korkunç bir insan yüzü belirmişti ışık lekesinin ortasında. Suyla birlikte çalkalanıyordu bu yüz, dişleriyle bakıyordu sanki Foma’ya ve gülümseyerek, “Eee küçük oğlan, burası böyle soğuk işte!..” der gibiydi.

Çırpınıp havalandı kancalar bir an, sonra yeniden daldı suya: “İt de ileri doğru açılsın yazık!.. Dikkat et çarka kaktıracak…”

Suya dalıp çıkan kancalar, diş gıcırtısını andırır bir gürültüyle sıyırıyordu tekneyi. Güvertedeki ayak sürçmeler pupaya doğru uzaklaşıyordu… Ve o inleyerek eriyen haykırış bir kere daha koptu:

“Boğulmuş bir adam vaaaaar!”

“Baba!..” diye seslendi Foma. “Baba!” İnyat bir sıçrayışta kalkıp ona doğru seğirtti.

Foma bağırıyordu:

“Ne bu baba? Ne yapıyor bunlar?”

İnyat vahşi bir kükreyişle fırladı kamaradan. Bacakları üzerinde yalpalayıp etrafına bakınarak ilerleyen Foma, babasının kuşetine ulaşmadan İnyat geri dönmüştü. Oğlunu kollarına alıp sıkarak, “Seni korkuttular ama hiçbir şey yok!” dedi. “Gel benim yanımda yat.”

“Neydi o baba?” diye sordu Foma kısık bir sesle.

“Önemli değil yavrum, hiçbir şey değil… Bir adam… Boğulmuş bir adam, garip… Akıntıya kapılmış gidiyor… Korkma sakın, çoktan uzaklaştı zavallı…”

Korkusundan gözlerini yumup, babasına sımsıkı sarılmış olan çocuk yeniden sordu:

“Neden itiyorlardı onu?”

“İtmeleri lazımdı da ondan… Çarklardan birine kapılırdı yoksa, mesela bizimkine; yarın polis gördü mü de sorgu sual derken saatlerce alıkoyarlardı bizi. İşte bunun için itip uzaklaştırdılar… Onun bakımından ne önemi var artık itilmenin?.. Nasıl olsa ölmüş bir kere, canı yanmaz artık onun… Ama itmemiş olsalar, yaşayanlar eziyet çekerdi onun yüzünden.. Hadi uyu yavrum.”

“Suyun üzerinde hep böyle salınıp gidecek mi şimdi o adam?”

“Hep öyle gidecek, evet… Tabii bir yerlerde çıkartacaklar sudan… Ve gömecekler…”

“Balıklar yemez mi peki onu?”

“Balıklar insan yemez evladım, yengeçler yer…”

Foma’nın korkusu dağılmıştı; ama dişlerini gösteren o dehşet verici yüz, suyun üzerinde salınmaya devam ediyordu yine hayalinde…

“Kimdi o adam peki?”

“Allah bilir kimdi! Dua et onun için… ‘Tanrı’m onun ruhunu huzura kavuştur…’ de.”

Fısıltı hâlinde tekrarladı Foma:

“Tanrı’m onun ruhunu huzura kavuştur…”

“Tamam… Şimdi uyu ve hiç korkma!.. Uzaklaşıp gitmiştir çoktan! Uslu uslu salınmaktadır suda… Küpeşteye ihtiyatsızca yaklaşmaman gerekir, görüyorsun değil mi, yoksa Allah esirgesin sen de onun gibi düşersin suya…”

“Düşmüş mü yani o?”

“Gayet tabii düşmüş… Belki sarhoştu zavallı… Belki de kendiliğinden atladı suya. Böyleleri de vardır, kendilerinden atlayıverirler… Birden bir sıkıntı basar, dertlenir, anlıyor musun, atar kendini suya ve boğulur… Hayat böyledir işte yavrum. Yeri gelir, ölüm, ölen için bir şenlik olur; kimi zaman da arda kalanlar için bir şenlik!

“Baba…”

“Uyu yavrum…”

III

Çocuk oyunlarının ve haylazca muzipliklerin canlı ve amansız uğultusuyla okul hayatının daha ilk gününde şaşkına dönen Foma, sınıf arkadaşları arasında kendisine ötekilerden daha ilginç gelen iki öğrenci fark etti. Biri tam önünde oturuyordu. Şöyle göz ucuyla baktığında, oğlanın geniş sırtını, kızıl çillerle süslü kalın boynunu, kocaman kulaklarını ve parlak kızıl saç diplerinin serpili durduğu, özenle tıraş edilmiş ensesini görüyordu Foma.

Dazlak kafalı ve alt dudağı sarkık bir adam olan öğretmen “Smolin Afrikan!..” diye seslenmişti.

Ve kızıl saçlı çocuk hiç telaşa kapılmaksızın kalkmış, yaklaşıp gözlerini öğretmenin yüzüne dikerek problemin verilerini sonuna kadar dinledikten sonra, tahtaya kocaman yuvarlak rakamlar çizmeye koyulmuştu özenle.

“Güzel…” dedi öğretmen. “Yeter.. Yejov Nikola, sen devam et bakalım…”

Foma’nın sıra arkadaşlarından biri, kıpır kıpır, ufacık, fare gözlerine benzer simsiyah gözlü bir çocuk fırladı yerinden; sıraların arasından, üstü başı dört bir yana takılarak ve başını oradan oraya çevirip bakarak geçti. Tahtaya gelince tebeşire yapıştı ve ayaklarının ucunda yükselerek, küçük darbelerle ezdiği tebeşiri iyice gıcırdatmak ve üstünü başını kirletmek şartıyla, küçücük okunmaz işaretler sıralamaya koyuldu tahtaya.

Bıkkın bakışlı öğretmen soluk yüzünü azapla buruşturarak, “Yavaaaaş yavaş…” diyordu hep.

Ama Yejov, çın çın öten aceleci bir sesle devam ediyordu:

“Şimdi ilk işportacının on yedi kapik kâr ettiğini biliyoruz ve…”

“Yeter, dur!.. Gordeyev! İkinci işportacının kârını bulmak için ne yapmak lazım?”

Biribirinden öylesine farklı bu iki çocuğun tutumuna dalmış olan Foma gafil avlandı; sustu ister istemez.

“Bilmiyor musun?.. Smolin, anlat ona!” Tebeşire bulanmış parmaklarını tahta beziyle özene bezene silmiş olan Smolin, Foma’ya bir tek kere olsun dönüp bakmadan bitirdi problemi ve yeniden ellerini temizlemeye koyuldu. Yejov’sa yürümekten çok, sıçramayı andıran bir yürüyüşle yerine dönmüştü gülümseyerek. Foma’nın yanına otururken omuzuna vurup fısıldadı:

“Nasıl olur da bulamazsın bunu! Toplam kâr ne kadar? Otuz kapik. Ve topu topu iki tane işportacı var önümüzde. Bunların biri on yedi kapik alırsa, ötekine ne kalır?”

“Biliyorum…” dedi Foma kısık bir sesle. Mat olmuş hissediyordu kendini. Yavaş yavaş dönüp yerine oturmuş olan Smolin’in yüzünü incelemeye koyuldu. Tombul yanaklar arasında kaybolmuş mavi gözleriyle, çil serpili bu yuvarlak yüz hoşuna gitmiyordu, hayır… Bu arada Yejov, zalimce bacağını çimdiklemiş ve sormuştu:

“Kimin oğlusun sen? Delifişeğin mi?”

“Evet…”

“Hımm. Sana hep sufle edeyim ister misin?”

“İsterim.”

“Ne vereceksin buna karşılık bana?” Bir an düşündü Foma ve sordu:

“Peki ama sen biliyor musun bakalım bütün dersleri?”

“Ben mi? Sınıfın birincisiyim ben…” Bu sırada öğretmen bağırdı:

“Ne oluyor orada? Yejov, kes şu gevezeliği!”

Bir sıçrayışta ayağa fırladı Yejov ve utanmaz bir edayla, “Ben konuşmadım ki İvan Andreyiç,” dedi, “Gordeyev’di konuşan!”

Smolin’in sakin sesi girdi araya:

“İkisi de konuşuyorlardı.”

Yalancıktan ve gülünç bir şekilde suratını asan öğretmen, kalın dudağını acayip bir sesle şaplatarak hepsini azarladı. Ama bu, Yejov’un yeniden fısıltıya başlamasına engel olmadı:

“Görürsün sen Smolin! Gammazlığını ödetirim elbet sana…”

Başını çevirmeden cevap verdi Smolin:

“Ya sen niye yükleniyorsun yeni gelmiş acemiye?”

“Öyle olsun bakalım, ama sen görürsün!..” dedi Yejov yine ıslık çalan bir sesle.

Foma hep susuyor, fıkırdak sıra arkadaşına göz ucuyla bakmakla yetiniyordu: Hem hoşuna gidiyordu bu çocuk hem de biraz uzaklaşmak arzusu uyandırıyordu onda… Teneffüse çıktıklarında, Smolin’inin de zengin olduğunu öğrendi Yejov’dan. Bir deri sanayicinin oğluydu Smolin. Yejov’sa bir hazine muhafızının oğluydu, yani fakirdi. Gri kutnudan biçme, dizleri ve dirsekleri yamalı elbisesinden, açlıkla çökkün soluk yüzünden hemen anlaşılıyordu zaten yoksul olduğu. Küçücük, sert hatlı, kemikli bir yüzdü bu… Sözlerini daima mimik ve jestlerle pekiştirerek, madenî bir alto sesiyle konuşuyordu Yejov; sık sık da, sadece ona özgü ve anlamı sadece onun tarafından bilinen kelimeler kullanıyordu.

“Artık arkadaş oluruz ikimiz…” demişti Foma’ya. Ve Gordeyev, şüpheci gözlerle ona yan yan bakarak sormuştu:

“Madem öyle niye gammazladın beni biraz önce öğretmene?”

“Tuhafsın doğrusu! Hem yenisin hem de zenginsin sen. Öğretmen zenginlere hırlamaz… Bana gelince, muzipliğimden ötürü sevmez beni; üstelik yoksulluğumdan ötürü de sevmez, kendisine hediye getirmiyorum diye… Buradan çıkınca liseye gideceğim, biliyor musun?.. İkinci sınıfı bitirip hemen gideceğim… Bir üniversiteli var beni hazırlayan… Orada o kadar çok şey öğreneceğim ki şaşırıp kalacaklar burada! Kaç tane atınız var sizin?”

“Üç… Peki ama niye bu kadar çok şey öğrenmen lazımmış?”

“Çünkü fakirim… Fakirlerin çok ama çok okuması gerekir, ancak okuyarak zengin olabilir fakirler. Doktor çıkarlar, memur çıkarlar, subay çıkarlar… Ben de subay olacağım görürsün, pırıl pırıl bir subay… Belimde kılıç, topuğumda çın çın öten mahmuzlar!.. Ya sen ne olacaksın peki?”

Foma düşünceli bir edayla arkadaşını süzerek, “Bilmem ki…” dedi.

“Herhangi bir şey olmaya ihtiyacın yok senin, zengin olman yeter de artar bile… Güvercin sever misin?”

“Severim…”

“Amma nazeninsin yahu! Oooooo… oh!” Foma’nın kesik kesik ve ağır ağır konuşmasını taklide koyulmuştu şimdi Yejov. Sordu:

“Söyle bakalım kaç güvercinin var?”

“Hiç yok…”

“Amma da yaptın! Hem zenginim diyor hem de güvercin beslemiyor… Oysa benim bile üç güvercinim var: Biri hareli, biri tahtalı, biri de akman güvercin… Benim babam zengin olmuş olsa, tam yüz tane güvercin alır, her gün sabahtan akşama kadar uçururdum onları… Smolin de güvercin besliyor, hem de öyle güzel güvercinler ki! Tam on dört tane güvercini var onun, hareliyi bana o verdi zaten. Vermesine verdi ama, yine de tamahkârdır… Bütün zenginler öyledir zaten! Peki ya sen, sen de tamahkâr mısın?”

Kararsız bir sesle cevap verdi Foma:

“Bilmem, bilmem ki…”

“Smolinlere gel, üçümüz bir arada güvercin uçururuz, olur mu?”

“Olur ama izin verirlerse gelirim ancak…”

“Yoksa baban sevmiyor mu seni?”

“Niye? Çok sever.”

“Öyleyse izin verir gelmene… Ama sakın yanılıp benim de orada olacağımı söyleme, bakarsın sırf bunun için göndermez seni… ‘İzin verirsen, Smolinlere gideceğim, dersin, olur biter anladın mı?.. Hey Smolin!”

İri yarı çocuk ağır ağır yaklaşmıştı onlara.

Yejov kınayan bir baş işaretiyle, “Gel bakalım gammaz kızıl!..” dedi. “İnsan seninle arkadaş olacağına köpeklerle arkadaş olsun daha iyi!”

Smolin, hareketsiz gözleriyle Foma’yı sakin sakin inceleyerek sordu Yejov’a:

“Ne mırın kırın edip duruyorsun yine sen?” Yerinde zıp zıp zıplayarak karşılık verdi Yejov:

“Mırın kırın ettiğim falan yok, gerçeği söylüyorum… Koca porsuğun birisin ama neyse, dinle şimdi! Pazar günü ayinden sonra sana geleceğiz bununla.”

“Gelin tabii” dedi Smolin başını sallayarak.

“Tamam geleceğiz… Zil neredeyse çalar, vakit varken ben kanarya satmaya gidiyorum…”

Pantolonunun cebinden, içinde canlı bir şeyin çırpındığı bir küçük kâğıt paket çıkarmış ve parmakların arasından kayıp giden cıva gibi fırlamıştı okulun avlusundan…

Yejov’un canlılığı karşısında şaşkınlığa kapılan Foma, bakışlarıyla Smolin’i sorguya çekerek, “Ne tuhaf çocuk!..” diye mırıldandı.

“Anasının gözüdür…” dedi kızıl. “Hinoğluhindir tam…”

Foma ekledi:

“Ama eğlendirici de…”

“Eğlendiricidir evet…” dedi Smolin.

Sonra bir süre susup karşılıklı birbirlerini süzdüler. Nihayet kızıl saçlı sordu:

“Bize geleceksin değil mi onunla?”

“Geleceğim…”

“Gel tabii… İyi eğleniriz bizde…”

Foma cevap vermedi. Bunun üzerine yeniden sordu Smolin:

“Arkadaşın var mı çok?”

“Hiç yok.”

“Okula gelmeden önce benim de hiç yoktu… İki yeğenim vardı sadece… Ama şimdi bak, bir anda iki arkadaş birden kazandın, görüyor musun…”

“Evet!..” dedi Foma.

“İnsanın arkadaşı çok olursa, daha iyi eğlenir. Dersleri öğrenmesi de daha kolaydır sonra. Sufle verirler…”

“Sen iyi bir öğrenci misin?” Smolin sakin bir sesle cevap verdi:

“Ben her zaman ve her yerde iyiyimdir.” Zil, bir şeylerden ürkmüş de kaçıyormuş gibi hızla çalmaya koyuldu bu sırada…

Sınıfa girip oturduğunda daha bir rahatlamıştı Foma. İki arkadaşını öteki çocuklarla karşılaştırmaya girişti. Ve uzun süre düşünmek zahmetine katlanmadan anladı ki, her ikisi de sınıfın en iyileriydi. Hemen belli oluyordu bu; kara tahtada henüz silinmemiş duran 5 ve 7 rakamları kadar açıktı. Ve arkadaşlarının bütün öteki öğrencilerden daha çalışkan olduğunu görmek, müthiş bir zevk veriyordu Foma’ya.

Okuldan çıkınca üçü birlikte yürüdüler, ama Yejov çok geçmeden ayrılıp dar bir sokağa daldı. Foma’yı evine kadar götürdü Smolin ve ayrılırken, “Gördün mü,” dedi, “yolu birlikte gidip geleceğiz hep!”

Krallar gibi karşılandı evde Foma. Babası, üzerinde karmaşık bir rakam kazılı som gümüşten bir kaşık armağan etti ona; halası da kendi elceğiziyle ördüğü bir boyun atkısı… Yemeğe beklemişlerdi onu, en sevdiği yemekleri hazırlamışlardı. Soyunur soyunmaz sofraya oturduğunda, soru yağmuruna tuttular.

Önce İnyat girişti:

“Söyle bakalım, hoşuna gitti mi okul?” Oğlunun heyecandan kızarmış yüzüne sevgiyle bakıyordu.

“Sevdim…” dedi Foma. “Müthiş!”

Hemen duygulanmış ve içini çekmişti halası:

“Bir taneciğim!..” dedi. “Aman dikkat et de ezilme arkadaşlarına… İçlerinden birisi sana kötülük edecek olursa, hemen git öğretmene bildir… Hemen…”

“Hele şunun söylediğine bak!..” diye atıldı İnyat. “Sakın öyle bir şey yapayım deme haa! Kendi işini kendin gör. Kendi elinle cezalandır sana sataşanları!.. Arkadaşların nasıl peki, yaman şeyler mi?”

Yejov’u düşünerek gülümsemişti Foma. “Evet…” dedi. “Hele bir tanesi var, öyle gözü pek ki!.. Tam bir açıkgöz…”

“Kimin oğlu bakayım?”

“Bir muhafızın…”

“Açıkgöz, öyle mi?”

“Müthiş!”

“Tamam, onu bir yana bırak şimdi! Başka?”

“Başka… Bir de baştan başa kıpkızıl bir arkadaşım var, ismi Smolin…”

“Oldu! Mitri Ivaniç’in oğlu, anladım… Onu sıkı tut işte, arkadaşlığı ilerlet, zarar gelmez, faydası çoktur. Mitri aklı başında bir adamdır benim bildiğim, eğer oğlu da kendisine çekmişse tamam demektir! Ötekine, muhafızınkine gelince… Bak Foma, ne yapacaksın biliyor musun? Her ikisini de pazar günü buraya çağıracaksın. Ben size bir alay çerez alırım, mükellef bir ziyafet çekersin onlara… Nasıl kimselerdir, böylece görmüş oluruz…”

Foma, soran bakışlarını babasının yüzüne dikerek, “Bu pazar, Smolinlere davetliyim ben…” dedi.

“Hele şuna!.. Hadi öyle olsun bakalım… İnsanın insana alışması gerek, birbirini görüp tanıması… Tek başına yaşayamaz insan… Bak, örneğin ben, yirmi yıldan fazla zamandır vaftiz babanın dostuyum, çok yararlandım onun zekâsından. Sen de benim gibi yap! Senden daha zeki olanlarla dostluk kurmaya çalış… İyiye baka baka, sürtüne sürtüne sen de iyi olur çıkarsın, sana da bulaşır…”

Kendi söylediğine kendi gülerek ekledi sonra:

“Şaka ediyorum aldırma, ciddiye alma sakın. Kimseyi taklit edeyim deme haa, kendin bir kişilik ol!..” Az olsun varsın aklın, ama senin aklın olsun… Çok ders verdiler mi bakalım yarına?”

“Çok verdiler!..” diyerek içini çekti çocuk. Halasından, bunun yankısı hâlinde daha derin bir iç çekiş yükseldi…

“Verirler tabii! Hepsini öğreneceksin! Ötekilerden daha geride kalmak yok… İşin ucunda benim fikrimi sorarsan şudur: Okulda beş değil, yirmi beş sınıf da olsa sana sadece okumayı, yazmayı ve saymayı öğretebilirler. Yanı sıra da bir alay pislik öğretirler, Allah korusun! Bana bak, seni öldürünceye kadar kırbaçlarım… Eğer bir sigara içtiğini görüp işiteyim Foma, o dudaklarını parçalar yem diye köpeklerin önüne atarım bilmiş ol!”

“Tanrı’yı hiç hatırdan çıkarma Foma…” dedi halası. “Tanrı’mızı unutacak olursan, vay hâline!”

“Doğru! Tanrı’ya da büyüklerine olduğu gibi bağlanacak ve saygı göstereceksin! Bu arada sırası düşmüşken sana bir şey daha söyleyeyim: Ders kitapları insan için pek az şey ifade eder… Bir marangozun keseriyle rendesine ne kadar ihtiyacı varsa, senin de ders kitaplarına o kadar ihtiyacın vardır. Yani kitaplar da alettir ama nasıl kullanacağını söylemez onlar insana. Anlıyorsun, değil mi? Al sana bir örnek: Tut ki bir marangozuneline bir keser koydun ve yont bakalım şu kalası dedin… El ve keserle bitmez ki her şey, yontmasını dabilmek gerekir; bilmedin mi tahta diye parmaklarını yontarsın… Sonuç: Tek başına kitaplar büyük bir şey ifade etmez, onlardan faydalanmasını da bilmek gerekir… Ve işte bu bilgi, bütün kitaplardan üstündür, bu bilgi hakkında da kitaplarda tek satır bulamazsın yazılı… O bilgiyi hayatın kendisinden öğreneceksin Foma. Ölü bir şeydir bir kitap, istersen alır yırtarsın, paramparça edersin, gık demez, çünkü canlı değildir oğlum… Oysa hayat, sen yanlış bir adım atmaya gör, doldurman gereken yeri doldurmaya gör hele, binlerce ağızdan fışkıran haykırışlarla yüklenir üstüne, bununla da yetinmez indirir şamarını, seni amansızca yere devirir.”

Foma,masaya yaslanmış bir hâlde, babasını dikkatle dinliyor ve bu sert sesin büründüğü ifadeye göre, kimi zaman bir kalası yontmaya çabalayan bir marangoz hayal ediyor, kimi zaman da bizzat kendisini, bilmediği bir engebeli zeminde elleri ihtiyatla ileri doğru uzanmış, muazzam bir canlı cisme yaklaşır ve bu korkunç cismi kıskıvrak yakalamak için çırpınırken canlandırıyordu gözlerinde…

“İnsanın, yaratacağı şeyleri hesaba katarak kendini esirgemesi ve bu yaratışın yolunu yöntemini gayet iyi bilmesi gerekir, anlıyor musun?.. Gemilerdeki kılavuza benzer insanoğlu evladım… Gençken, açık denizde gibisindir, burnunun dikine git gidebildiğin kadar! Çünkü dört bir yanın, serapa yoldur… Ama dümeni nerede kıracağını da gayet iyi bilmek gerekir… Su birden alçalır bakarsın. Vay hâline kayalıklara çatanın, sığ yere düşüp kıyıya bindirenin!.. Limana sağ salim ulaşabilmek için işte bütün bunları hesaba katıp sakınmak gerekir…”

Mağrur ve güven dolu bakışlarını babasının yüzüne dikerek, “Limana ulaşacağım!..” dedi.

“Söz mü? Yiğitçe konuşmak diye buna derler işte!..”

Gülmüştü İnyat. Halası da gülmüştü hafifçe.

Birlikte çıktıkları Volga gezisinden beri babasının yanında daha cesur ve daha konuşkan olmuştu Foma; halasıyla ve Maya-kin’le de öyleydi. Ama sokakta ya da ilk defa girdiği bir yerde, hele yabancılar varsa, derhâl suratını asıyor ve çevresinde üzerine saldırmaya hazır bir düşmanlık hissetmiş gibi, şüpheci ve meydan okuyan bakışlar atmaya başlıyordu her yana.

Bazen geceleri birdenbire uyanıyor, uzun süre sessizliğe kulak kabartıyor ve sonuna kadar açık gözlerini karanlığa dikiyordu. Babasının anlattıkları, hayaller ve sahneler hâlinde canlanmaya başlıyordu önünde. Farkına varmadan, halasının masallarına katıştırıyordu bunları ve böylece, masal dünyasına özgü parlak çizgilerin gerçeğin katı renkleriyle iç içe geçtiği bir maceralar kaosu kuruyordu. Muazzam ve mantık dışı bir şey çıkıyordu bu kaostan; gözlerini yumuyordu çocuk, o iğrenç şekli kovalamaya ve hayalinin dehşet verici işleyişini durdurmaya çabalıyordu. Ama başaramıyor, uyuyamıyordu bir türlü; ve oda, gittikçe biraz daha hızla artan canavarlarla doluyordu. Alçak sesle, halasını uyandırıyordu çaresiz:

“Halacığım… Halacığım…”

“Ne var yavrum? Hazreti İsa korusun seni…”

Foma fısıldayarak soruyordu:

“Yanına gelebilir miyim hala?”

“Neden? Hadi uyu evladım, uyu benim küçücük aslanım…”

O zaman gerçeği söylüyordu Foma:

“Korkuyorum ama ben!”

“Hemen, ‘Tanrı dirildi’ duasını oku yavrum, korkudan eser kalmaz içinde…”

Yatağında yeniden uzanıp gözlerini yumarak, söylenen duayı okuyor Foma. Gecenin sessizliği, karanlık ve sınırsız bir su hâlinde şekilleniyor şimdi; hiç kımıldamayan, alabildiğine hareketsiz ama yine de her yere akan… akan… ve hiç kırışmadan, en ufak bir hareketin gölgesi düşmeden üzerine, dört bir yana yayılıp genişleyen ve dipsiz derinliğinden başka hiçbir şeyi belli olmayan bir su kitlesi… Bu ölü suya, karanlığın içinde tek başına gizlenip böyle yukarıdan bakmak pek korkunç oluyor… Ama Allah’tan gece bekçisinin çıngırağının sesi çınlıyor tam o sırada ve suyun yüzünde ufak bir ürperiş görüyor çocuk; yusyuvarlak ve ışıklı küçücük küreler suyu kırıştırarak sıçrıyor şimdi. Kilisenin kulesinden yükselen çan sesi ise bütün suyu, tek bir kudretli hareket içinde çalkanmaya zorluyor ve darbenin etkisi altında uzun bir süre sarsılıyor su, geniş dalgalar hâlinde sarsılıyor. Ve muazzam bir ışık lekesi aydınlatıyor şimdi suyun yüzünü; tam merkezde başlayıp belirsiz ve siyah bir uzaklığa doğru dağılıyor bu ışık, gittikçe solarak eriyor. Ve bu karanlıklar çölündeki boğucu, öldürücü sessizlik başlıyor yeniden.

₺35,98
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-605-121-946-2
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu