Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Foma», sayfa 5

Yazı tipi:

“Niçin ama?”

“Bir insan varlığı satılır mı hiç?”

“Vahşiliktir gerçi, kabul ederim ama…”

“Üstelik de bir kız çocuğu! Ben olsam, gösterirdim ona on ruble ne demektir!..”

Hoş olmayan bir jest yaparak susmuştu memur. Bu hareket Foma’yı isyana sürükledi. Masadan kalkarak parmaklığa doğru yöneldi ve neşe içinde çalışan insanlarla dolu olan şalupanın güvertesini seyretmeye koyuldu. Sarhoş gibi oluyordu uğultudan ve varlığında oradan oraya dolanan o bulanık duygu, birden, müthiş bir kendi elleriyle çalışma arzusu hâlinde belirdi; baş edilmez bir kuvvete sahip olduğunu göstermek ve bütün bu insanları büyülemek için yüz buğday çuvalını muazzam omuzlarına tek seferde yüklemek isteğiyle kavruldu bir an.

“Davranın!..” diye haykırdı aşağıya, olanca sesiyle. “Elinizi çabuk tutun biraz!”

Birkaç kişi başını kaldırıp baktı ona; birtakım çehreler gördü ve bu çehreler arasında siyah gözlü bir kadın yüzü, okşayıcı ve kışkırtıcı bir şekilde gülümsedi Foma’ya. Göğsünde bir alev parladı birden bu gülümseyişle ve yakıcı bir alev dolaştı bütün damarlarını. Yanaklarının kıpkırmızı kesildiğini hissetti ve parmaklıktan aniden ayrılıp döndü masaya.

“Dinleyin…” dedi memur. “Babanıza bir telgraf çekin de lütfen, hasarı dengelemek üzere bir miktar buğdayı hesaptan düşsün! Akıp telef olan şu buğdaya bakın ve bilirsiniz ki bu insanlar için her avuç değerlidir! Anlamanız lazım bunu!..”

İğneleyici bir edayla yüzünü buruşturarak devam etti memur:

“Siz bari anlayın… Çünkü babanız, öyle bir babanız var ki, siz de bilirsiniz ya…”

Foma, güven dolu, aşağılayan bir sesle sordu:

“Ne kadar düşmek lazım hesaptan? Bin beş yüz kilo yeter mi? Üç bin kilo?”

“Yani… yani çok teşekkür ederim!” diye haykırdı memur, sevinç taşan bir sesle. “Eğer yetkiniz varsa…”

Foma kesin bir sesle “Patron benim!..” dedi. “İşin babamla ilgili yanına gelince, onun hakkında böyle alaycı bir şekilde konuşamazsınız!..”

“Özür dilerim! Ve tam yetkili olduğunuzdan katiyen şüphe etmiyorum artık. Samimi olarak teşekkür ediyorum size, bütün bu insanlar adına teşekkür ediyorum; tabii yalnız size değil, babanıza da…”

Foma, elini yakalamış kuvvetle sıkmakta olan memurun sözlerini yüzünde bir gurur ifadesiyle dinlerken, Yefim, ileri uzattığı dudaklarını şaklatarak, korkuyla bakmaktaydı genç patrona.

“Üç bin kilo! Rus cömertliği diye buna derler işte delikanlı! Durun, hediyenizi bu zavallı insanlara hemen müjdeleyeceğim… Ve gözlerinizle göreceksiniz nasıl size minnettar olacaklarını…” Çın çın öten bir sesle bağırdı aşağıya: “Hey çocuklar! Patron üç bin kiloyu hesaptan düşüyor.”

Foma’nın sesi yükseldi yeniden:

“Dört bin beş yüz!”

“Dört bin beş yüz kilo! Teş… çok teşekkürler!.. Dört bin beş yüz oldu, çocuklar!”

Ama bunun köylüler arasında yarattığı etki zayıftı: Köylüler başlarını kaldırmış ve tek kelime söylemeksizin işlerine dönmüşlerdi yine. Aralarından sadece birkaçı, tereddüt ederek ve âdeta istemeye istemeye, “Sağol…” diye mırıldandı. “Ulu Tanrı sana fazlasıyla geri verir inşallah!..”

Birisi neşeli bir sesle bağırdı bu sırada:

“Buğday da neymiş! İyilik etmek isteyen, şimdi her birimize küçük birer kadeh rakı dağıtsın! Asıl cömertlik budur! Buğday bizim değil ki, il meclisinin!..”

İyice canı sıkılmıştı memurun. “Ah!..” diye içini çekti. “Anlamıyorlar, anlamıyorlar bir türlü!.. Gidip de anlatayım onlara..”

Ve aşağıya yöneldi. Ama Foma’yı asıl ilgilendiren, köylülerin, hediyesine karşı takındıkları tavır değildi. O pembe tenli kadının siyah gözlerini görüyordu sadece Foma; tuhaf bir şekilde bakıyordu bu gözler; teşekkür ediyor, okşuyor, çağırıyordu… Şehir modasına göre giyinmişti bu kadın: Ayağında kısa çizmeler vardı, üzerinde bir bluz, siyah saçlarını ise orijinal bir fularla toplayıp sarmıştı. Uzun boylu ama son derece yumuşak hareketliydi; bir odun yığınının üzerine oturmuş, çuvalları tamir ediyordu orada. Dirseklerine kadar çıplak olan kolları ustalıkla işliyordu ve durmadan gülümsüyordu Foma’ya.

“Foma İnyatiç!..” Yefim’in kınayan sesiydi bu…

“Cömertliğin de bir sınırı vardır…” diyordu. “Yedi yüz elli kilo bağışlamış olsaydın, neyse ne! Ama biraz fazla hızlı gidiyorsun arkadaşım! Ve bu hızla ikimizin de yaya kalmamızdan korkarım…”

“Yeter!” dedi Foma kesin bir sesle.

“Beni ilgilendirmez aslında, susmasını bilirim ben… Ama henüz genç olduğundan, bana, ‘Oğlanı gözet!’ dediler. Fazla boşlayacak olursam, bilirsin ki bana yüklenir işin sorumluluğu…”

“Merak etme, babama söylerim.”

“Canın ne isterse yap, burada patron sensin.”

“Git başımdan Yefim, beni rahat bırak!” Göğüs geçirerek susmuştu Yefim. Foma ise kadına bakıyor ve düşünüyordu kendi kendine:

“Gelip de bana, ‘Böyle bir kadını satın al,’ deselerdi! Bir deselerdi böyle bir şey…”

Gittikçe biraz daha hızlı çarpıyordu yüreği. Bakirdi henüz, ama tanıklık ettiği konuşmalardan, kadın-erkek arası ilişkilerin sırrını biliyordu. Kaba ve ayıp terimler içinde tanıyordu bu sırrı ve bu kelimeler onda, utanç verici ama kavurucu bir merak uyandırıyordu. İnatla işlemekteydi hayal gücü, ama yine de bütün bu ilişkileri açık sahneler hâlinde canlandıramıyordu gözünde; içinden bir ses, kadın-erkek arası ilişkilerin ona söylendiği kadar basit ve kaba olmayacağını fısıldıyordu. Hatta ona, biraz da dalga geçerek, bu ilişkilerin öyle olduğunu ve başka türlü de olamayacağını tekrarladıklarında, birden şaşırıp aptalca gülümsemişti; ama yine de bu ilişkilerin herkes için bu derece utanç verici bir şekle bürünemeyeceğini ve insanlar açısından daha saf, daha az kaba ve daha az küçültücü bir yanının da bulunması gerektiğini düşünmüştü kendi kendine.

Ve siyah gözlü işçi kadını hayranlıkla seyrettiği şu anda, o inanmadığı kaba arzuyu duyuyordu Foma. Utanç verici bir şeydi bu, korkunç bir şeydi! Yefim de yanına dikilmiş, durmadan kışkırtıyordu onu:

“Tamam, şimdi de bir kıza takıldın işte! Görüyorsun ki susmama imkân yok… Tanımıyorsun bile kızı, ama sana baygın baygın bakıyor ya; sen artık biraz da gençliğin verdiği heyecanla öyle bir cömertliğe kaptırırsın ki kendini, ayağımızdakileri vermeksizin ırmak boyunca yayan dönebilirsek babanın yanına, hâlimize şükredelim…”

Utançtan kıpkırmızıydı Foma, kekeledi:

“Ne istiyorsun sen?”

“Ben mi?.. Hiiiç… Ama sen biraz beni dinlemelisin arkadaşım… Kadın konusunda epeyce şey öğretebilirim sana. Kadınlarla işi en basit yanından alıp yürütmek gerek: Bir şişe votkayla biraz yiyecek alırsın, sonra bir-iki bardak bira sunarsın hararet kesmecesine; bir de yirmi kapik sıkıştırdın mı avucuna, olur biter. O fiyata bütün aşkı senindir artık ve o kadar güzel sevişir ki seninle, daha iyisini dört dönüp arasan bulamazsın azizim!”

“Baştan sona yalan!..” dedi Foma, inanmak isteyen bir sesle. “Maval okuyorsun bana.”

“Maval mı okuyorum?… Bu dediğim işi belki de yüz kere yaptım ben, ne borcum var ki yalan söyleyeyim!.. Zaten uzatmaya lüzum yok, sen bu işi bana bırak, tamam mı? Hop der bir araya getiririm sizi!”

“Pekâlâ…” diyebildi Foma.

Bir şeyler boğazını sıkıyordu sanki, soluk alamayacakmış gibi geliyordu.

“Güzel… Akşama gözünden vur turnayı, getiriyorum.”

Foma akşama kadar, köylülerin saygı dolu bakışlarını fark etmeksizin, bir bulutun içinde gezer gibi dolandı ortalıkta. Ezilmiş hissediyordu kendini, birisine karşı bir suç işlemiş gibiydi ve kendisine hitap eden herkese alçakgönüllü bir sesle cevap veriyordu.

Akşam bastırdığında, işçiler kıyıda yaktıkları büyük bir ateşin çevresinde toplanıp yemeklerini hazırlamaya koyulmuşlardı. Ateşin yansımaları, kırmızı ve sarı lekeler hâlinde ırmağa düşüyor, sanki suyun yüzünde ve Foma’nın köşedeki divanda oturmuş beklediği kıçüstü güvertesinin camlarında titriyordu. Pencerelerin perdesini çekmiş ve lambayı yakmamıştı; ateşin zayıf ışıltısı perdelerden sızarak, masaya, duvarlara uzanıyor ve kimi zaman canlı, kimi zaman sönük ürperişlerle parıldıyordu. Ortalık alabildiğine sakindi; kıyıdan gelen belirsiz bir konuşma uğultusuyla, geminin teknesini yalayan suların belli belirsiz şıpırtısı işitiliyordu sadece. Karanlığın içinde, hemen yanı başında biri saklanmış da onu gözetliyormuş gibi geliyordu Foma’ya… Gelenler var işte nihayet!.. Telaşlı ayaklar, gemiyi kıyıya bağlayan kalasları gıcırdatıyor; sesli, kızgın şamarlarla suyu tokatlıyor kalaslar… Kamaranın kapısında kısa bir gülüş ve boğuk bir ses işitiyor Foma, haykırmak istiyor, “Hayır! Girmeyin, olmasın bu iş!..” diye. Haykırmak için ayağa kalkıyor hızla ama haykıramıyor, kapı açılıyor tam o sırada çünkü ve uzun boylu bir kadın silüeti eşikte beliriyor.

İçeri girip kapıyı sessizce kapadıktan sonra, kısık bir sesle konuştu kadın:

“Bu ne karanlık ya Rabbi… Canlı birisi yok mu burada?”

“Var…” dedi Foma tatlı bir sesle. “Güzel!.. Öyleyse, merhaba!..”

İhtiyatla ilerlemişti kadın. Foma kesik bir sesle, “Lambayı yakayım…” dedi.

Ama yine divanın üzerine bıraktı kendini ve köşeye sığınıp büzüldü.

“Zararı yok…” diye fısıldadı kadın. İnsan dikkatli bakarsa, karanlıkta da görür elbet…”

Foma güçlükle konuştu:

“Otursanıza…”

“Oturalım hayhay…”

Ve divana oturdu, hemen iki adım ötesine. Gözlerinin parıltısını, dudaklarının gülümseyişini görüyordu Foma. Ama gündüzki gibi değil de bir başka şekilde, neşesiz, sanki acılı bir gülümseyişle gülümsüyormuş gibi geldi ona. Ve bu ürkek gülümseyiş biraz cesaret verdi Foma’ya ve kadının gözlerinin kendi gözleriyle karşılaşır karşılaşmaz bütün parıltısını yitirdiğini de görünce daha rahat nefes almaya koyuldu. Ama ne söylemesi gerektiğini kestiremiyordu bir türlü, ikisi de susuyordu; insana yük olan cinsinden, beceriksizce bir susuştu bu… Nihayet kadın konuştu.

“Böyle yapayalnız sıkılmıyor musunuz kuzum burada?”

“Sı… sıkılıyorum…” dedi Foma. Kadın, sesini daha da alçaltıp sordu:

“Bizim buralar hoşunuza gidiyor mu bari?”

“Güzel bir yer evet! Çok. Bir sürü orman var…” Yeniden sustular.

“Sonra… sonra bu ırmak, belki Volga’dan bile güzel…” dedi Foma, büyük bir çaba harcayarak.

“Volga’yı ben de bilirim. Simbirsk bölgesinde bulunmuştum da eskiden…”

“Simbirsk…” diye tekrarladı Foma.

Ve artık, bir tek kelime bile söyleyemeyeceğini hissetti. Ama kadın, karşısındakinin acemiliğini anlamış bulunuyordu; kışkırtıcı bir sesle fısıldadı aniden:

“Peki ama beni böyle aç mı bırakacaksın patron!..”

“Nasıl!..” diye sıçradı Foma yerinden. “Doğru tabii!.. İyice tuhaflaştım vallahi!.. Buyrun, rica ederim buyrun…”

Karanlıkta telaşla oradan oraya seğirtiyor; eline bir şişe alıp bırakıyor, bir başkasına yapışıyor şaşkınlıkla; sonra her iki şişeyi de suçlu bir havayla gülerek yerlerine koyuyordu… Kadın bu arada iyice yaklaşmıştı ona, yanında ayaktaydı; yüzüne ve titreyen ellerine bakıyordu gülümseyerek. Aniden fısıldadı yine:

“Yoksa utanıyor muyuz?”

Kadının soluğunu yanağında duymuştu, fısıldayarak cevap verdi o da:

“Galiba…”

Ve işte o zaman kadın, ellerini omuzlarına koyup kendine doğru çekti onu, göğsüne sımsıkı bastırdı ve güven verici bir sesle fısıldayarak, “Utanma ne olur…” dedi. “Kötü bir şey yok ki bunda. İnsan bunsuz yapamaz ki… Güzel delikanlım benim, aslanım, nasıl da ürperiyorsun!..”

Ve Foma ağlamak istiyordu; garip bir yorgunluk içinde eriyor gibiydi yüreği. Ve başını kadının göğsüne yasladı birden; tutarsız, kesik, kendisinin de ne anlama geldiğini bilmediği birtakım şeyler fısıldayarak sımsıkı sarıldı ona…

İri iri açtığı gözlerini duvara dikerek, boğuk bir sesle konuştu Foma:

“Git artık, git!..”

Yanağını öptükten sonra uslu uslu kalktı kadın ve “Peki öyleyse, hoşça kal…” diyerek kamaradan çıktı.

Kadın yanındayken dayanılmaz bir utanç duyuyordu ama o kapıyı kapar kapamaz bir sıçrayışta doğrulup oturdu divana. Sonra yeniden kalktı. Bacakları titriyordu. Canı kadar değerli bir şeyi heder ettiği duygusuna kapılmıştı birden. Heder ettiği ama heder etmeden önce de katiyen varlığını fark edemeyeceği bir şey… Aynı anda, yepyeni ve erkekçe bir gurur duygusu uyandı Foma’da. Biraz önceki utancı eritti bu gurur ve o utancın yerine içinde, mayıs gecesinin ayazında tek başına kim bilir nereye yollanan kadına karşı bir merhamet büyüdü. Güverteye koştu hemen: Yıldızlı ama aysız bir gece… Serinlik ve karanlık karşıladı Foma’yı… Kıyıda, akşamki ateşten kalma közlerin kırmızı sarı lekesi hâlâ parlamaktaydı. Ortalığı dinledi bir an: Ezici bir sessizlik uzanıyordu havada; hiçbir ayak sesi gelmiyor, demirin zincirine çarparak kırılan suyun şırıltısı işitiliyordu sadece. Seslenip çağırmak istedi kadını ama ismini bilmiyordu. Taze havayı hırsla çekti geniş göğsüne; birkaç saniye öylece, güvertede ayakta bekledi ve birden, kamaranın arka tarafında birisinin hıçkırır gibi göğüs geçirdiğini işitti. Sıçradı önce ve ihtiyatla oraya doğru ilerledi. Kadın olduğunu anlamıştı iç çekenin.

Parmaklığa yaslanıp oturmuştu, bir halat yığınına dayamıştı başını, sessizce ağlıyordu. Çıplak bembeyaz omuzlarının sarsıldığını görüyordu Foma, derin derin göğüs geçirdiğini duyuyordu.

Bir keder boğdu içini, kadına doğru eğilerek ürkek bir sesle sordu:

“Neyin var?”

Başını salladı kadın, cevap vermedi.

“İncittim mi yoksa seni?”

“Git buradan!..” dedi sadece.

Şaşırmış ve telaşlanmıştı Foma, eliyle kadının başını okşayarak, “Peki ama niçin ağlıyorsun?” diyordu. “Öfkelenme ne olur!.. Kızma bana…”

“Kızmadım…” diye mırıldandı kadın, sesini yükselterek. “Sana neden öfke duyayım? Rezil değilsin ki sen, pırıl pırıl saf bir yüreğin var! Öyle değil mi küçük şahinim benim, göçmen kuşum, öyle değil mi! Gel otur şöyle yanıma biraz…”

Ve Foma’yı elinden tutarak, bir çocuk gibi dizlerinin üzerine oturttu; göğsüne doğru çekti başını ve eğilip, ıslak dudaklarıyla uzun uzun öptü.

Bir eliyle kadının yanağını okşayarak, öbürüyle boynuna sarılarak sordu Foma:

“Niçin ağlıyorsun peki?”

“Kendi hâlime ağlıyorum işte… Niçin yolladın beni?”

Şikâyet taşan bir sesle sormuştu bunu. Foma başını önüne eğerek cevap verdi:

“Utanıyordum da ondan.”

“Küçük sevgilim benim. Gel şu işin doğrusunu söyle: Hoşuna gitmedim değil mi?”

Gülerek sormuştu bunu ama Foma’nın açık göğsüne sıcak iri gözyaşları dökülüyordu bir yandan…

“Ne saçmalıyorsun sen öyle!..” diye haykırdı delikanlı.

Çok üzülmüştü birden; kadına güzelliği hakkında ateşli sözler sıralamaya başladı art arda; ne kadar iyi olduğunu, ona ne kadar acıdığını ve önünde nasıl utanç duyduğunu anlattı… Durmadan yanaklarını, boynunu, saçlarını ve açık göğsünü öperek dinliyordu kadın, Foma’yı.

O sustuğunda, bir ölüden söz edermişçesine üzgün ve kalın bir sesle kadın başladı:

“Tamamıyla başka şeyler düşünmüştüm ben. ‘Git artık!’ dediğin vakit, hemen kalktım ve gittim. Ve bir keder boğdu içimi sözlerinden ötürü… ‘Bir zamanlar herkes gözümün içine bakardı, bir kerecik gülümseyeyim diye bıkıp usanmadan yalvarırlar, şımartırlardı beni, ufacık bir okşayışım için istediğim her şeyi yaparlardı,’ diye düşündüm kendi kendime. Bütün o eski günler geçti gözlerimin önünden ve ağlamaya koyuldum. Kaybolan gençliğime yanmamaya… Otuz yaşındayım şahinim, öğren. Bir kadın için son mürüvvet günleri demektir bu! Ah, Foma İnyatiç ah!..”

Şarkı söyler gibi konuşuyordu şimdi ve hafif hafif şırıldayan suyun sesi, sesinin bir yankısı gibiydi:

“Beni iyi dinle: Gençliğini koru! Bu dünyada gençlikten daha güzel, daha değerli hiçbir şey yoktur! Genç misin, tut ki cebinde dolu altının var, canın neyi çekerse yaparsın. İhtiyarladığın vakit, gençlik yıllarından iyi bir şeyler hatırlayacak şekilde yaşa. Bak ben demin ağlamış olduğum hâlde gençlik yıllarımı hatırlar hatırlamaz ısınıverdi içim… Ve bir yudum abıhayat içmiş gibi tazelenip genceldim! Tatlı çocuğum benim! Eğer beni beğendiysen, boşuna vakit geçirmeyelim ne olur, olanca gücümüzle yaşayıp sevişelim!.. Mademki alev aldım bir kere, kül oluncaya kadar yanıp tutuşmak isterim seninle…”

Ve kollarının olanca gücüyle delikanlıya sarılıp, büyük bir açlıkla dudaklarını öpmeye koyuldu.

“Her şey yolundaaaaa!..” diye haykırdı şalupalardaki nöbetçilerden biri.

“Daaaaa”sı uzaklaşırken, bir demir levhayı çekiçle dövmeye başlamıştı. Madenin sert titreşimleriyle parçalandı gecenin törensel sessizliği.

Birkaç gün sonra şalupalar boşalmış bulunuyordu. Harekete hazırdı römorkör. Bir atlı arabanın rıhtıma yaklaştığını gördü Yefim umutsuzluk içinde. Arabada bir denk ve bir alay çıkınla, o siyah gözlü kadın Pelajya vardı.

Başıyla kıyıyı işaret ederek, “Eşyaları almak için bir tayfa gönder!..” diye emretti Foma.

Ayıplayan bir edayla başını salladı Yefim, öfkeyle yerine getirdi emri, sonra da sesini alçaltarak sordu:

“Yani, şimdi o da bizimle mi geliyor?”

“Benimle geliyor.”

“Gayet tabii seninle, hepimizle olacak değil ya. Hey Allah’ım, sen bilirsin!”

“Ne söyleniyorsun öyle?”

“Büyük bir şehre gidiyoruz Foma İnyatiç… Bu cinsten bir sürü kadın buluruz orada diyorum, yoksa yalan mı?”

“Kes!..” dedi Foma, itiraz kabul etmeyen bir sesle.

“Tamam, kesiyorum… Ama bu yaptığın doğru bir iş değil!”

Foma suratını asıp iyice ciddileşmişti. Kelimelerini oldukça sert telaffuz ederek konuştu:

“Yefim, şunu iyi bil ve burada herkese de söyle, bu kadın hakkında bir tek kötü söz işitecek olursam, kütüğü kaptığım gibi ezerim kocaman kafalarınızı!”

“O kadar da değil!..” dedi Yefim.

Alaycı bir sesle söylemişti bunu, söylerken de genç patronun yüzüne baktı. Ve bakar bakmaz bir adım geriledi. İnyat’ın oğlu kurt gibi dikilip dişlerini çıkarmıştı ortaya, göz bebekleri büyümüştü:

“Nasıl, nasıl!..” diye kükredi. “Hele bir tekrarla da göstereyim sana, küstah!”

Bütün korkusuna rağmen renk vermedi Yefim:

“Foma İnyatiç, patron sizsiniz ama bana da bir emir verdiler, ‘Ona göz kulak ol,’ dediler bana ve burada da kaptan benim…”

Sapsarı kesilmişti Foma, tepeden tırnağa titreyerek, “Kaptan mı?..” diye haykırdı. “Ben kimim peki?”

“Niye bağırıyorsunuz kuzum? Basit bir kadın hikâyesi için değer mi?”

Foma’nın soluk yüzünde kırmızı lekeler belirmişti şimdi; kesik hareketlerle sallandı bacaklarının üzerinde, ellerini ceketinin ceplerine soktu ve kesin bir sesle, “Sen!” dedi. “Sen kaptan! Bana karşı tek kelime daha söyleyecek olursan, derhâl kovarım seni! Derhâl! Rıhtıma! Ve limana kılavuzla dönerim. Anlaşıldı mı? Bana hükmedemezsin sen! Oldu mu?”

Afallayıp kalmıştı Yefim. Patronun yüzüne bakıyor ve cevap bulamaksızın aptalca göz kırpıyordu.

“Anlaşıldı mı dedim?”

“Anlaşıldı…” dedi Yefim. “Ama ne lüzum var bir kadın için bu kadar gürültüye…”

“Kes!”

Foma’nın vahşice yanıp sönen gözleri ve altüst olmuş çehresi, mutlu bir fikir ilham etti kaptana: Sessizce uzaklaştı.

Elinden gelse bir kaşık suda boğardı Foma’yı, öylesine kızgındı. Yok yere hakarete uğramış sayıyordu kendini; aynı zamanda da gerçek bir efendinin elini, bütün ağırlığıyla üzerinde hissediyordu. Yıllardan beri baş eğmeye alışmıştı ve kendi üzerinde bir otoritenin ortaya çıktığını görmekten gizli bir haz duyuyordu. Nitekim kamaraya girip de ihtiyar kılavuzun karşısına geçince, sesinden zevk taşarak anlattı sahneyi.

“Görüyor musun?” diye sonuçlandırdı. “Cins bir köpek yavrusu mübarek, daha ilk avda değerini meydana koyuyor… Oysa şöyle bir baksan, bu da adam mı der geçersin. Başında kavak yelleri esen bir delikanlı nihayet! Aslında kadın meselesinin hiçbir önemi yok tabii, olamaz da… Bırakacaksın sevsin, sevilsin doyuncaya dek. Onda bu karakter sağlamlığı varken başına hiçbir şey gelmez. Ama görsen ne küfretti birader! Borazan gibi ötüyordu mazallah! Otoritenin hapı varmış da içmiş gibi, birden şekilleniverdi…”

Ve doğru söylüyordu Yefim. Bütün bugünler boyunca birtakım köklü değişiklikler belirmişti Foma’da. İçinde alev alan tutku, bir kadının hem ruhunun hem de vücudunun mutlak hâkimi hâline getirmişti onu. Ve bu iktidarın tatlı ateşini içiyor, içiyor ama doymuyordu. Ona biraz da safdil, hastalıklı bir çocuk havası veren bütün o beceriksizliğini ortadan yok etmişti bu ateş ve yüreğini taptaze bir gururla, kendi kişiliğinin bilinciyle doldurmuştu. Ve erkeğin kadına duyduğu aşk, daima verimlidir. Bu aşk, ne olursa olsun, hatta yalnız ızdırap getirse bile, daima paha biçilmez bir şeyler katar bize. Hasta ruhlar için şiddetli bir zehir rolü oynayabilir aşk; ama sağlam ruhlar için, çelik olmaya hazırlanan demir bakımından ateş neyse, aşk odur…

Foma’nın, bir delikanlının öpüşlerinde kendi gençliğinin son ve acı şenliğini kutlayan otuzluk kadına duyduğu bu aşırı bağlılık, iş hayatından koparamamıştı yine de onu. Ne okşanmak sarsıyordu onu ne de çalışmak; her iki yana da bütün varlığını koyuyordu. Kadın, ondaki çalışma susuzluğunu da, sevişme susuzluğunu da, iyi bir şarap gibi aynı kudretle kamçılamaktaydı. Ve delikanlının her okşayışında, kadın da biraz daha gençleşiyordu.

Perm’de vaftiz babasının bir mektubu bekliyordu Foma’yı. Mektupta, İnyat’ın oğluna tasalanıp kendini içkiye verdiği ve bu yaşta böyle içmenin sağlığa son derece zararlı olduğu bildiriliyor ve işleri bir an önce halledip hemen dönmesi öğütleniyordu. Foma bir endişe hissetmişti bu öğütte ve içindeki şenlik kararır gibi olmuştu; ama bu karanlık, bir yandan iş hayatının kaygıları, bir yandan Pelajya’nın okşayışlarıyla çabucak dağılacaktı. Irmaktaki dalgaların hızıyla akıyordu delikanlının hayatı; her geçen gün yeni duyumlar getiriyor ve bu yeni duyumlardan da yeni düşünceler doğuyordu. Pelajya, hayat kadehinin son damlalarını yudumlaya yudumlaya içmek azminde olan kadınların bütün o müthiş sevgi gücüyle sarılmıştı Foma’ya. Ama kimi zaman, delikanlıya, bir o kadar güçlü başka bir duyguyla bağlanıyordu. Oğlunu hatalara karşı uyarmak, ona yaşamak sanatını öğretmek isteyen bir ananınkine benzer bir duyguydu bu. Ve geceleri güverteye oturduklarında Foma’ya sımsıkı sarılır, hüzün taşan bir sevgiyle konuşurdu hep:

“Ablan yerine koy ve öyle dinle beni. İnsanları tanırım ben, hayatımda neler neler görmüşüm!.. Arkadaşlarını seçmeden önce iki kere yokla çünkü hastalık gibi bulaşıcı insanlar vardır… Eğer başlangıçta ne biçim bir adam olduğunu anlamayacak olursan karşındakinin, hop! Onun bitleri sana da geçer… Benim cinsimden kadınlarla, Meryem Ana seni şerlerinden korusun, temkinli ol. Daha pek körpesin henüz, yüreğin sınanmamış. Senin gibi delikanlılara doymak bilmez kadınlar: Güçlü kuvvetli, yakışıklı ve zenginsin… Çıtkırıldımlardan kork asıl, sülük gibi yapışırlar adama; içlerinde en şefkatli, en iyi yürekli olanı bile son damlasına kadar emer kanını. Bütün gücünü sömürür alır senden ve kendini en ufak bir tehlikeye atmaz; ceremesini çekmemek şartıyla koparır senin yüreğini… Daha çok gönlünün sesiyle yola çıkanları seç, benim gibi olanları mesela! Keselerini doldurmaya bakmadan yaşar çünkü benim gibi olanlar…”

Gerçekten de çıkar gözetmeyen bir kadındı Pelajya. Perm’de ona birçok ziynet ve öteberi almıştı Foma; müthiş sevinmişti önce, mutlu olmuştu, sonra bir süre düşünmüş ve kaygılı bir sesle, “Avuç dolusu harcıyorsun parayı…” demişti. “Dikkat et baban kızmasın! Ve beni hiç düşünme, ben seni karşılıksız seviyorum…”

Kazan’da evli bir kız kardeşi olduğunu ve onunla birlikte ancak Kazan’a kadar gelebileceğini önceden söylemişti Foma’ya. Ama Pelajya’nın kendisini terk edip gideceğine inanmıyordu Foma ve Kazan’a bir gün kala Pelajya kararını tekrarlayınca, birden karardı, kendisini bırakmaması için ona yalvarmaya başladı.

“Dereyi görmeden paçaları sıvamayalım…” dedi kadın. “Daha önümüzde koskocaman bir gece var. Elveda demek ağır geliyorsa, o zaman düşünürüz!”

Ama Foma dinlemiyor, devam ediyordu; sonunda, onunla evlenmeye hazır olduğunu söyledi. Gülmeye başlamıştı Pelajya:

“Şuna bakın hele, neredeyse baştan çıkaracak beni!.. Seninle evlenmek, öyle mi?.. Peki ya kocam varsa?.. Benim tatlı bebeğim, nasıl da safsın sen!.. Demek evliliğe susadın birdenbire? Ama benim cinsimden kızlar evlenmeye yaramaz pek!.. Benim gibi bir sürü metres tutarsın önce… Bütün zevkleri tadıp kurtlarını iyice döktükten sonra, şöyle bir başını dinlemek isteyince evlen, anlıyor musun! Sıhhatli bir adam rahatını güdüyorsa, genç evlenmemeli derim; tek kadın doyurmaz genç adamı çünkü, gider başkasına dadanır… Sözün kısası sevgilim, kendi mutluluğun adına, ancak bir tek kadının sana yeteceğini fark ettiğin an evlenmelisin…”

Pelajya konuştukça Foma biraz daha ısrar ediyor, ondan ayrılmamak için ayak diretiyordu.

“İnadı bırak da beni dinle…” dedi kadın sakin bir sesle. “Eğer elinde bir fener varsa ve fenersiz de önünü görebiliyorsan, ne yaparsın? Fırlatır atarsın feneri hemen suya. Çünkü böylelikle hem elin yanmaz hem de o pis yanmış yağ kokusunu çekmemiş olursun…”

“Ne demek istediğini anlamıyorum ki!..”

“Daha açık söyleyeyim öyleyse; sen bana kötülük etmedin, dolayısıyla ben de sana kötülük etmek istemem… Bunun için de çekip gidiyorum işte!”

Eğer hiç beklenmedik bir olay zuhur etmeseydi, bu tartışmanın nasıl sona ereceğini söylemek zor olurdu; Kazan’da, Maya-kin’den bir telgraf aldı Foma. Yakob Tarasoviç, vaftiz oğluna şu kısa ve kesin emri veriyordu: “Derhâl bir yolcu gemisine atla ve gel.” İçini bir acı bürüdü. Birkaç saat sonra da, soluk ve suratı asık bir hâlde, yolcu gemisinin güvertesindeydi. Ve gemi hareket ettiğinde, dişleri kenetlenmiş, parmaklığa sımsıkı yapışmış, hareketsiz, gözlerini kırpmadan, sevgilisinin rıhtım ve kıyıyla birlikte uzakta silinmekte olan yüzüne bakıyordu. Mendilini sallıyordu Pelajya ve gülümseyişi devam ediyordu, ama Foma biliyordu ki kadın ağlamaktaydı. Delikanlının gömleğinin ön kısmı, gözyaşlarından ıslanmış durumdaydı şimdi; bu yaşlar, soğuk ve ağır bir kuşkuyla doldurmuştu yüreğini. Kadının silüeti, erir gibi, gittikçe biraz daha küçülüyordu. Foma, gözlerini bir an bile ayırmaksızın bakıyordu ve babası için kaygılı veya bu kadından ötürü üzgün olmak yerine, şiddetli ve kemirici yepyeni bir duygunun doğduğunu hissediyordu içinde. Tam adlandıramıyordu ama isyana yakın bir duyguydu bu.

İskeledeki kalabalık sanki eriyor ve çehresiz, şekilsiz, hareketsiz, siyah ve yekpare bir leke hâlini alıyordu. Foma güvertede bir aşağı bir yukarı yürümeye koyulmuştu.

Yolcu konuşmalarının uğultusu kaplamıştı artık güverteyi. Herkes çay içmek üzere iskemlelere yerleşiyor; küçük garsonlar, büyük bir telaş içinde tek ayaklı yuvarlak masalar taşıyordu. Aşağıda, kıç tarafta bir yerde, üçüncü mevkide yani, bir çocuk gülüyor, bir akordeon inliyordu; aşçıbaşının durmadan çalışan satırının sesi, kap kacak şıngırtısına karışıyordu. Dalgaları yara yara, köpükler saçarak ve sürekli sarsılarak, akıntıya karşı hızla ilerliyordu koca vapur… Pupada, bölünüp parçalanan azgın dalgaların geniş şeritlerine baktı Foma ve birdenbire vahşi bir arzu kapladı içini: Ne olursa olsun kırmak, yırtmak ve akıntıyı göğüsleyip paramparça ederek gitmek istedi…

“Kaderi…” dedi yanından doğru yükselen boğuk ve yorgun bir ses.

Tanıyordu Foma bu sözü. Anfisa hala, sorularına bu kelimeyle cevap verirdi çoğu zaman. Ve bu ufacık söz, Foma’nın gözünde, Tanrı’nın kudretine benzer bir kuvveti temsil ederdi… Konuşanlara bir göz attı: Birisi nur yüzlü, zeki, ufak tefek bir ihtiyardı. Biraz daha gençti öteki, bıkkınlık taşan kocaman gözleri ve iki sivri uç hâlinde biten siyah bir sakalı vardı; iri burnu, çökük ve solgun yanaklarıyla, vaftiz babasını hatırlatıyordu… “Kader, evet!..”

Karşısındakinin sözünü alıp inanmış bir edayla tekrar ederken, bıyık altından gülmüştü ihtiyar. Devam etti:

“Irmakta avlanan balıkçı gibidir kader hayatta: Bir olta atar telaşımıza; acizdir, hemen kaparız ve çeker oltasını sudan; yüreğimiz paramparça kıvranır dururuz artık toprağın üzerinde… Böyledir işte kader, sevgili dostum…”

Güneş ışınları sanki suratına vuruyor gibi, gözlerini yumdu Foma ve başını sallayarak yüksek sesle, “Doğru! Çook doğru!” dedi.

Konuşanlar gözlerini ona dikmişlerdi: Zarif ve zeki bir gülümseyişle bakıyordu ihtiyar; kocaman gözlü adamsa biraz ürkek, biraz kızgın ve göz ucuyla… Utandı Foma, kızararak uzaklaştı onlardan. Kaderi düşünüyordu. Niye iyi davranmıştı sanki ona kader, niye okşayıp şımartmıştı onu birden ve hakaret edercesine çekip geri alacağı bir kadını niye armağan etmişti sanki!.. İçini kemiren o bulanık duygunun, kendisine oyun yapan kadere karşı derin bir hınç olduğunu anlamıştı şimdi. Henüz diktiği kadehteki zehirli bir damlayı itirazsız kabul edemeyecek kadar şımartmıştı onu hayat. Yirmi dört saatlik yolculuğu hiç uyumadan geçirdi; ihtiyarın sözlerini düşünerek hıncını biliyordu. Ama kaderin bu hakareti ne çöküntü yaratıyordu onda, ne de üzüntü; bir öfke ve bir intikam arzusu uyandırıyordu…

İskelede vaftiz babası karşıladı Foma’yı. Endişe dolu soru yağmuruna, arabaya bininceye kadar cevap vermedi Mayakin; nihayet vaftiz oğlunun yanına yerleştiğinde, sarımtırak gözlerini kırpıştırarak, “Baban aklını kaybetti…” dedi telaşlı bir sesle.

“Çok mu içiyor?”

“İçmekten besbeter! Tamamıyla çıldırdı.”

“Ne diyorsunuz! Aman Allah’ım!.. Anlatın…”

“Birdenbire bir kadın peydah oldu yanında, anlıyor musun?”

Kendi Pelajya’sını hatırlayan ve bundan da yeni bir sevinç duyan Foma haykırdı:

“Peki sonra?”

“Sonrası, yapıştı babana, emiyor!”

“Nasıl bir kadın? Çıtkırıldım mı yoksa?”

“Ne çıtkırıldım hem de bilsen!.. Yere bakan yürek yakan cinsinden… Tam yetmiş beş bin rublesini çekip aldı da cebinden, seninki gık bile demedi; üstelik memnun bir şekilde sırıtıyor!”

“Allah Allah! Kim bu peki?”

“Sofya Medinski… Mimarın karısı…”

“Hem de o! İmkânı yok, olamaz… Sakın kadını metres tutmuş olmasın babam?”

Boğuk ve şaşkın bir sesle sormuştu Foma bunu. Vaftiz babası ondan şöyle bir açılıp, gözlerini gülünç bir şekilde devirerek baktı ve sonra tedirgin bir sesle, “Görüyorum ki sen de pusulayı şaşırmışsın evladım!” dedi. “Sen de kaybetmişsin aklını! Evet. Toparla kendini hemen!.. İnsan yetmiş üç yaşında, metres mi tutarmış!.. Üstelik de yetmiş beş bin rubleye!.. Nereden çıkardın bunu, aman ya Rabbi?.. İnyat’a anlatacağım dur hele!..”

Keçi sakalını ufak hoplayışlarla titreten kesik ve ince bir gülüşle gülüyordu Mayakin. Ve Foma, işin aslını anlayıncaya kadar bir hayli çabaladı. Hiç âdeti olmadığı hâlde, tedirgin ve heyecanlıydı ihtiyar; daima dengeli olan konuşması darmadağındı bu sefer ve hikâyesini birden kesip, küfretmeye ve balgam atmaya koyulmaktaydı. Meseleyi zoru zoruna kavradı Foma: Çok zengin bir mimarın karısı olan ve bütün şehir tarafından, her çeşit hayır kurumu için yorulmak nedir bilmeden çalışıp didinmesiyle tanınan Sofya Pavlovna Medinski, bir düşkünler yurdu, okuma salonu ve bir halk kitaplığı kurmak üzere İnyat’ı yetmiş beş bin ruble vermeye razı etmişti. İnyat çoktan toka etmişti parayı; bu yetmezmiş gibi gazetelerin de diline düşmüştü. İki günden beri bütün gazeteler, bu cömertliğin, yani budalalığın övgüsüyle dolup taşıyordu…

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺35,98
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-605-121-946-2
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu