Kanaldaki Kadın

Abonelik
Seriler: Martin Beck #1
0
Yorumlar
Parçayı oku
Okundu olarak işaretle
Satın Aldıktan Sonra Kitap Nasıl Okunur
  • Sadece Litres Olarak Okuma “Oku!”
Kanaldaki Kadın
Yazı tipi:Aa'dan küçükDaha fazla Aa

Maj Sjöwall, Per Wahlöö

Kanaldaki Kadın

1

Cesedi temmuzun sekizinde, öğleden sonra saat üçü biraz geçe buldular. Kötü durumda değildi ve suyun içinde fazla kalmış olamazdı.



Aslında onu tamamen şans eseri bulmuşlardı. Bu kadar çabuk bulmuş olmalarının polis soruşturmasına yardımcı olması gerekirdi.



Borenshult’taki kanal havuzlarının aşağısında, göle girişi doğudan esen rüzgârdan koruyan bir dalgakıran vardı. O bahar, su yolu trafiğe açıldığında, kanal tıkanmaya başlamıştı. Tekneler manevra yapmakta zorlanıyor ve pervaneleri dipten sarımsı, yoğun çamur bulutları kaldırıyordu. Bir şey yapılması gerektiği açıktı. Kanal Şirketi ta mayıs ayında, Yol ve Su İşleri Müdürlüğü’nden bir tarak dubası talep etmişti. Belgeler, ne yapacağını bilmeyen memurlar arasında el değiştirdikten sonra, nihayet İsveç Ulusal Denizcilik ve Gemicilik İdaresi’ne havale edildi. Denizcilik ve Gemicilik İdaresi, bu işin Yol ve Su İşleri Müdürlüğü’nün kepçeli tarak dubalarından biri tarafından yapılmasını uygun buldu. Ama Yol ve Su İşleri Müdürlüğü, kepçeli tarak dubasının kontrolünün Denizcilik ve Gemicilik İdaresi’nde olduğunu gördü ve çaresizlik içinde Norrköping’deki Liman Komisyonu’na başvurdu. Liman Komisyonu’nun derhal Denizcilik ve Gemicilik İdaresi’ne geri gönderdiği belgeler bu kurum tarafından Yol ve Su İşleri Müdürlüğü’ne havale edildi. Tam bu noktada birisi telefonu eline alıp kepçeli tarak dubası konusunda bilgi sahibi bir mühendisi aradı. Bu mühendis, mevcut beş adet kepçeli tarak dubasından sadece birinin bu kanal havuzlarından geçebileceğini biliyordu. Bu geminin adı Griffon’du ama tabii ki ona Domuz diyorlardı ve tesadüf bu ya, Gravarne’deki barınakta yatıyordu. 5 Temmuz sabahı mahalleli çocuklarla Vietnamlı bir turistin bakışları altında, Griffon Borenshult’a demirledi.



Bir saat sonra Kanal Şirketi’nden bir temsilci projeyi konuşmak üzere gemiye çıktı. Görüşme tüm öğleden sonra sürdü. Ertesi gün cumartesiydi ve gemi dalgakıranda beklerken herkes hafta sonu tatili için evlerine gitti. Mürettebat, aynı zamanda tekneyi suya çıkarmaya yetkili kaptan da olan bir baştarakçı, bir kazı operatörü ve bir de miçodan oluşuyordu. Bu adamlardan son ikisi Göteborg’luydu ve Motala’dan kalkan gece trenine bindiler. Kaptan Nacka’da yaşıyordu ve karısı arabayla onu almaya geldi. Pazartesi sabahı saat yedide üçü de yeniden gemideydi ve bir saat sonra tarama işine başladılar. Saat on bire doğru ambar dolunca tarama gemisi çıkanları boşaltmak için göle açıldı. Dönüşte biraz yavaşlayıp batı istikametinden Boren kanal havuzlarına yaklaşan beyaz bir vapurun geçişini beklemek zorunda kaldılar. Vapurun küpeştesine üşüşen yabancı turistler, tarama gemisinde çalışan mürettebata heyecanla el salladılar. Yolcu vapuru Motala ve Vättern gölü yönüne doğru kanal havuzlarında yavaş yavaş yükseldi. Öğle yemeği saati geldiğinde tepe flaması en baştaki kanal kapağının ardında gözden kaybolmuştu. Saat bir buçukta adamlar tekrar dip tarama işine koyuldular.



Sahne şöyleydi: Hafiften rüzgâr esiyordu ve aylakça dolaşan yaz bulutlarıyla hava sıcak ve güzeldi. Dalgakıranın üzerinde ve kanalın kenarında insanlar vardı. Çoğu güneşleniyor, birkaçı balık tutuyor ve iki üç tanesi bu tarama çalışmalarını seyrediyordu. Tarak dubasının kepçesi Boren’in dibinden bir kepçe dolusu daha balçık yüklenmiş, suyun yüzeyine çıkıyordu. Kazı operatörü kabinindeki kollarla makineyi idare ediyordu. Baştarakçı geminin mutfağında kahve içiyordu ve miço dirseklerini küpeşteye dayamış, suya tükürüyordu. Kepçe hâlâ yukarı doğru çıkıyordu.



Kepçenin su yüzeyine çıkmasıyla birlikte iskele üzerindeki bir adam tekneye doğru birkaç adım attı. Kollarını havaya kaldırıp sallayarak bir şeyler bağırdı. Miço daha iyi duyabilmek için uzandı.



“Kepçenin içinde biri var! Durun! Kepçenin içinde biri var!”



Kafası karışan miço ilk önce adama, sonra içindekileri boşaltmak için ambarın üzerinde sallanan kepçeye baktı. Ambarın üzerinde havada asılı duran kepçeden gri pis sular akıyordu. Sonra diğer adamın gördüğü şeyi miço da gördü. Kepçenin ağzından beyaz, çıplak bir kol sarkıyordu.



Sonraki on dakika bitmek bilmez bir hengâmeydi. İskelede duran birisi, habire, “Hiçbir şey yapmayın, hiçbir şeye dokunmayın, polis gelene kadar her şeyi olduğu gibi bırakın…” diye bağırıyordu.



Operatör, neler olduğunu görmek için kabinden çıktı. İleriye doğru baktı, sonra aceleyle kumanda kollarının arkasındaki görece güvenli yerine geri döndü. Kendisi vinci havada asılı ve kepçeyi açık vaziyette tutarken, baştarakçı ile miço cesedi dışarı çıkardı.



Bir kadındı. Dalgakıranın üstündeki katlanmış bir tenteye sırtüstü yatırdılar. Hayretler içindeki bir grup insan etrafına toplanıp kadına baktı. Bazıları çocuktu ve orada olmamaları gerekiyordu ama kimsenin aklına onları uzaklaştırmak gelmedi. Oysa kadının görüntüsünü hiçbiri unutmayacaktı.



Miço, kadının üstüne üç kova su döktü. Çok sonradan, polis soruşturması açmaza girdiğinde, bunu yaptığı için onu eleştirenler oldu.



Kadın çıplaktı ve üzerinde hiç takı yoktu. Cildindeki izlerden bikiniyle güneşlendiği anlaşılıyordu. Kalçaları geniş, uylukları kalındı. Kasık kılları siyah, ıslak ve gürdü. Memeleri küçük ve sarkık, meme uçları büyük ve koyuydu. Belinden kalça kemiğine kadar kırmızı bir çatlak vardı. Cildinin geri kalanı pürüzsüzdü, leke ya da yara izi yoktu. El ve ayakları küçüktü ve tırnakları ojesizdi. Yüzü şişmişti ve hayattayken nasıl göründüğünü hayal etmek zordu. Kalın, siyah kaşları vardı ve ağzı geniş görünüyordu. Orta uzunluktaki koyu saçları başında dümdüz uzanıyordu. Boğazının üzerinde bir tutam saç vardı.



2

Motala, Vättern gölünün kuzey ucundaki Östergötland’da yer alan orta büyüklükte bir kasaba. 27.000’lik bir nüfusa sahip. En yüksek polis yetkilisi, aynı zamanda savcı da olan bir emniyet amiri. Altında çalışan ve hem polis merkezinin hem de kriminal polisin başında olan bir başkomiser var. Personeli ayrıca, dokuzuncu maaş kademesinden bir dedektif komiser, altı erkek ve bir kadın polis memuru da içeriyor. Erkek polislerden biri eğitimli bir fotoğrafçı ve tıbbi tetkik gerektiğinde, genellikle kasabadaki doktorlardan birine başvuruyorlar.



İlk alarmdan bir saat sonra, bu insanlardan birkaçı, Borenshult’taki iskelede, liman fenerinin birkaç metre uzağında toplanmıştı. Cesedin etrafı oldukça kalabalıktı ve tarama gemisinin üzerindeki adamlar artık neler olduğunu göremiyordu. Gemi pruvası dalgakırana yaslanmış vaziyette açılmaya hazır olmasına rağmen hepsi hâlâ güvertedeydi.



Köprü ayağındaki polis barikatı ardına toplanmış insan sayısı ona katlanmıştı. Kanalın öte yakasında dördü polise ait, biri de arka kapıları üzerinde kızıl haç bulunan beyaz bir ambulans olan bir sürü araç vardı. Beyaz tulum giymiş iki adam çamurluğun birine yaslanmış sigara içiyordu. Liman fenerinin orada birikmiş grupla ilgilenmeyen bir tek onlarmış gibi görünüyordu.



Dalgakıranın üzerinde doktor, malzemelerini toplamaya başladı. Larsson adındaki uzun boylu, gri saçlı başkomiserle konuşuyordu.



“Şu anda söyleyebileceğim pek bir şey yok,” dedi doktor.



“Burada böyle kalsın mı?” diye sordu Larsson.



“O senin bileceğin iş değil mi?” diye cevap verdi doktor.



“Burası pek de suç mahalli sayılmaz.”



“Tamam öyleyse,” dedi doktor. “Morga getirsinler. Ben önden telefon ederim.”



Çantasını kapatıp oradan ayrıldı.



Başkomiser dönüp, “Ahlberg, alanı çevirip kapalı tutacaksın, değil mi?” diye seslendi.



“Evet, öyle yapacağız, n’apalım artık.”



Emniyet amiri liman fenerinin orada bir şey dememişti. Genellikle soruşturmaların ilk evresine dahil olmazdı. Ama kasabaya giderlerken, “Beni bilgilendirirsin,” demişti.



Larsson tamam demek için kafa bile sallamadı.



“Ahlberg’e mi bırakıyorsun?”



“Ahlberg iyi adamdır,” dedi başkomiser.



“Evet, tabii.”



Konuşma bitmişti. Gidecekleri yere vardılar, arabadan indiler ve her biri kendi ofisine gitti. Emniyet amiri, “Sizden haber bekleyeceğim,” demekle yetinen, Linköping’deki ilçe idaresine telefon etti.



Başkomiser, Ahlberg’le kısa bir görüşme yaptı. “Kadının kim olduğunu bulmamız lazım.”



“Evet,” dedi Ahlberg.



Ofisine gitti, itfaiyeyi arayıp iki dalgıç istedi. Ardından limanda meydana gelen bir hırsızlık olayına dair raporu okudu. O mesele yakında çözülecekti. Ahlberg ayağa kalkıp nöbetçi memurun yanına gitti.



“Kayıp bilgisi var mı?”



“Hayır.”



“Hiç mi kayıp ihbarı yok?”



“Buna uyan yok.”



Ofisine geri dönüp bekledi.



Telefon on beş dakika sonra çaldı.



“Otopsi istemek zorundayız,” dedi doktor.



“Boğularak mı öldürülmüş?”



“Öyle olduğunu düşünüyorum.”



“Tecavüz var mı?”



“Olduğunu düşünüyorum.”



Doktor bir saniye durdu. Ardından ekledi: “Ve son derece sistemli biçimde.”



Ahlberg işaret parmağının tırnağını ısırdı. Cuma günü başlayacak olan tatilini ve karısının bundan dolayı ne kadar mutlu olduğunu düşündü. Doktor, sessizliği yanlış yorumladı.



“Şaşırdın mı?”



“Hayır,” dedi Ahlberg.



Telefonu kapatıp Larsson’un ofisine gitti. Sonra birlikte emniyet amirinin ofisine gittiler.



On dakika sonra, emniyet amiri ilçe idaresinden adli tıp otopsi muayenesi için izin istedi, onlar da Devlet Adli Tıp Enstitüsü’ne başvurdular. Otopsi yetmiş yaşında bir profesör tarafından yürütüldü. Stockholm’den gece treniyle geldi ve gayet dinç ve neşeli görünüyordu. Otopsiyi neredeyse aralıksız çalışarak sekiz saatte tamamladı.



Ardından şu ifadelerle bir ön rapor bıraktı: “Ağır cinsel saldırıyla birlikte boğularak öldürülme. Ciddi iç kanama gözlemlendi.”



O arada soruşturma belgeleri ve raporlar Ahlberg’in masasında birikmeye başlamıştı bile. Hepsi tek cümleyle özetlenebilirdi: Borenshult’taki kanal havuzunda ölü bir kadın bulunmuştu.



Şehir içi veya çevre polis merkezlerinin hiçbirinden kayıp ihbarı gelmemişti. Bu eşkâle uyan kayıp ilanı yoktu.

 



3

Saat sabah beş çeyrekti ve yağmur yağıyordu. Martin Beck ağzının içindeki kurşun tadından kurtulmak için dişlerini her zamankinden uzun fırçaladı.



Yakasını ilikledi, kravatını taktı ve aynadaki yüzüne umursamaz şekilde baktı. Omuz silkip koridora çıktı, oturma odasından devam etti, dün gece geç saatlere kadar üzerinde çalıştığı,

Danmark

eğitim gemisinin tamamlanmamış maketine şöyle bir özlemle bakıp mutfağa geçti.



Çok sessiz ve dikkatli hareket ediyordu, kısmen alışkanlıktan kısmen de çocukları uyandırmamak için. Mutfak masasına oturdu.



“Gazete hâlâ gelmedi mi?” dedi.



“Asla altıdan önce gelmez,” diye cevap verdi karısı.



Dışarıda hava tamamen aydınlanmış ama bulutluydu. Mutfağa giren gün ışığı gri ve kesifti. Karısı ışıkları açmamıştı. Kendince tasarruf ediyordu.



Martin ağzını açtı ama bir şey demeden tekrar kapattı. Dese tartışma çıkacaktı ve şimdi sırası değildi bunun. Onun yerine, mutfak masasının formika yüzeyinde yavaş yavaş parmaklarını tıkırdattı. Mavi gül desenli, ağız kenarında bir kırığı ve çentikten aşağı inen kahverengi bir çatlağı olan boş fincana baktı. Bu fincan evliliklerinin başından beri onlarlaydı. On yıldan uzun süredir. Karısı nadiren bir şey kırardı, kırdığında da tamiri kolay olurdu. Tuhaf olan, çocukların da aynı böyle olmasıydı.



Bu tür özellikler irsî olabilir miydi? Bilmiyordu.



Karısı ocaktan kahve demliğini alıp fincanını doldurdu. Martin Beck parmaklarıyla masayı tıklatmayı bıraktı.



“Sandviç istemez misin?” diye sordu karısı.



Martin Beck küçük yudumlar halinde kahvesini dikkatle içiyordu. Masanın bir ucunda, omuzlarını hafif devirmiş halde oturuyordu.



“Bir şey yemen şart ama,” diye ısrar etti karısı.



“Sabahları bir şey yiyemiyorum, biliyorsun.”



“Yine de yemen lazım,” dedi karısı. “Özellikle sen, miden yüzünden.”



Martin Beck parmaklarını yanağında sürtünce tıraş bıçağının kaçırdığı yerleri hissetti. Biraz daha kahve içti.



“Ekmek kızartabilirim,” diye önerdi karısı.



Beş dakika sonra Martin Beck kahve fincanını altlığa bıraktı, ses çıkarmadan kenara kaldırıp karısına baktı.



Kadın naylon geceliğinin üstüne yumuşak, kırmızı bir bornoz giymişti ve dirseklerini masaya yaslamış, çenesi avuçlarında oturuyordu. Sarışındı, açık tenliydi ve yuvarlak, hafif patlak gözleri vardı. Genelde kaşlarını koyuya boyardı ancak yazın rengi açılmıştı ve şu anda saçları kadar sarıydılar. Martin Beck’ten birkaç yaş büyüktü ve son birkaç yıldır epey kilo almış ve gıdısı sarkmaya başlamıştı.



Bir mimarlık ofisinde çalışırken on iki yıl önce kızları doğunca işten ayrılmış, o zamandan beri de tekrar çalışmayı düşünmemişti. Çocuk okula başlayınca Martin Beck karısına yarı zamanlı bir iş aramasını önermişti ama o buna değmeyeceğini düşünmüştü. Hayatından memnundu hem, ev hanımı rolünü seviyordu.



Martin Beck, “Tabii ya,” diye düşünüp ayağa kalktı. Mavi boyalı tabureyi sessizce masanın altına itti, pencerenin önünde dikilip dışarıda çiseleyen yağmura baktı.



İleride, park alanının ve çimenlerin aşağısında, otoyol dümdüz ve boş uzanıyordu. Metro istasyonunun arkasında kalan tepedeki dairelerden çok azının penceresinde ışık vardı. Alçak, gri gökyüzünde birkaç martı dönerek uçuyordu. Onların haricinde etrafta in cin top oynuyordu.



“Nereye gidiyorsun?” dedi karısı.



“Motala’ya.”



“Uzun mu kalacaksın?”



“Bilmiyorum.”



“Şu kadın mı?”



“Evet.”



“Sence uzun mu kalırsın?”



“Senden fazlasını bilmiyorum. Gazetelerde ne okuduysam o.”



“Neden trenle gitmek zorundasın ki?”



“Diğerleri dün yola çıktı. Normalde onlarla gitmeyecektim.”



“Her zamanki gibi arabada yanında olacaklar tabii ki, değil mi?”



Martin Beck sabırla derin bir nefes alıp camdan dışarıya baktı. Yağmur diniyordu.



“Nerede kalacaksın?”



“City Oteli.”



“Yanında kimler olacak?”



“Kollberg ve Melander. Onlar dün gitti.”



“Arabayla mı?”



“Evet.”



“Sen de trende oturup sarsıla sarsıla gitmek zorundasın yani?”



“Evet.”



Martin Beck karısının arkada ağız kısmı kırık, mavi güllü fincanı yıkadığını duydu.



“Elektrik faturasını ödemem lazım, ayrıca ufaklığın binicilik dersi bu hafta.”



“Yeterli paran yok mu?”



“Bankadan çekmek istemiyorum, biliyorsun.”



“Hayır, tabii.”



Martin Beck iç cebinden cüzdanını çıkarıp içine baktı. Ellilik bir banknot çıkardı, paraya baktı, geri koydu ve cüzdanı tekrar cebine yerleştirdi.



“Para çekmekten nefret ediyorum,” dedi karısı. “Bir kere başladın mı ipin ucu kaçıyor.”



Martin Beck banknotu tekrar çıkardı, katladı, evirip çevirdi ve mutfak masasına bıraktı.



“Çantanı hazırladım, Martin.”



“Sağ ol.”



“Boğazına dikkat et. Bu dönem çok riskli, özellikle akşamları.”



“Evet.”



“O berbat tabancanı da yanına alacak mısın?”



“Evet, hayır. Evet, hayır. Ne fark eder?” diye düşündü kendi kendine.



“Neye gülüyorsun?” diye sordu karısı.



“Hiç.”



Martin Beck oturma odasına girdi, konsolun kilitli çekmecesini açıp tabancayı çıkardı. Çantasına koyup çekmeceyi tekrar kilitledi.



Silah dokuz milimetrelik bildiğimiz Browning’di, lisanslı olarak Huskvarn’da üretilen 07 modeli. Çoğu durumda işe yaramıyordu, Martin Beck iyi nişancı da değildi zaten.



Koridora çıktı, yağmurluğunu giydi ve siyah şapkası elinde dikildi.



“Rolf ve ufaklığa hoşça kal demeyecek misin?”



“On iki yaşındaki bir kıza ‘ufaklık’ demek biraz komik.”



“Bence çok tatlı.”



“Uyandırırsam yazık olur. Gideceğimi biliyorlar zaten.”



Şapkasını taktı.



“Hoşça kal. Ararım seni.”



“Güle güle git ve dikkatli ol.”



Martin Beck istasyonda dikilip metroyu beklerken, Dan-mark maketinin kaplaması tamamlanmamış da olsa evden ayrılmayı sorun etmediğini düşündü.



Martin Beck, Cinayet Masası şefi değildi ve öyle bir hırsı da yoktu. Bu makama yükselmesini önleyecek tek şey ya ölmesi ya da görevini yaparken ağır bir kusur işlemesi olsa da bazen bir başkomiser olacağından bile kuşku duyardı. Ulusal Polis Teşkilatı’nda bir dedektif komiserdi ve sekiz yıldır Cinayet Masası’nda çalışıyordu. Onun ülkenin en becerikli adli soruşturma görevlisi olduğunu düşünenler vardı. Ömrünün yarısı emniyet teşkilatında geçmişti. Yirmi bir yaşında Jakob Polis Merkezi’nde işe başlamıştı ve Stockholm’ün merkezindeki farklı bölgelerde devriye memuru olarak altı yıl görev yaptıktan sonra Ulusal Polis Okulu’na gönderilmişti. Sınıfının en iyilerindendi ve kurs bitince komiserliğe atanmıştı. O zaman yirmi sekiz yaşındaydı.



Babası aynı yıl vefat etti ve Martin Beck şehrin merkezindeki dayalı döşeli evinden çıkıp annesine bakmak için Stockholm’ün güneyindeki aile evine geri taşındı. Aynı yaz karısıyla tanıştı. Karısı bir arkadaşıyla adalarda ev tutmuştu ve Martin de tesadüfen yelkenli kanosuyla oradaydı. Basbayağı âşık olmuştu. Derken, sonbaharda, karısı ilk çocuğuna hamileyken belediyenin nikah salonunda evlenmişler ve kadının şehir merkezindeki küçük dairesine taşınmışlardı.



Kızlarının doğumundan bir yıl sonra, Martin’in âşık olduğu o mutlu ve hayat dolu kızdan pek eser kalmamıştı ve evlilikleri sıkıcı bir rutine girmişti.



Martin Beck metro vagonunda yeşil koltuğa oturmuş, yağmurdan bulanıklaşmış camdan dışarı bakıyordu. Pek bir şey hissetmeksizin evliliğini düşünüyordu ama orada oturmuş kendi haline acıdığını fark edince yağmurluğunun cebinden gazetesini çıkardı ve editörden sayfasına odaklanmaya çalıştı.



Yorgun görünüyordu, güneşte yanmış cildi gri ışıkta sarımtıraktı. Yüzü inceydi, geniş bir alnı ve güçlü bir çenesi vardı. Kısa ve düz burnunun altındaki ağzı ince ve genişti, iki köşesinde iki derin çizgi vardı. Gülümseyince bembeyaz, sağlıklı dişleri görünüyordu. Siyah saçları dümdüz saç çizgisinden düzgünce geriye taranmıştı ve henüz beyazlamaya başlamamıştı. Mavi gözlerindeki yumuşak bakışları sakin ve berraktı. İnceydi ama çok uzun değildi, omuzları biraz yuvarlaktı. Bazı kadınlar onu yakışıklı bulsa da çoğunluğa göre sıradan bir tipti. Hiç dikkat çekmeyecek tarzda giyinirdi. Hatta giysileri özellikle göze çarpmayan cinste denilebilirdi.



Vagondaki hava çok basık ve boğuktu, Martin Beck metroya bindiğinde çoğu zaman olduğu gibi biraz rahatsızdı. Merkez istasyona gelince çantasıyla kapıdan kendini ilk dışarı atan o oldu.



Metrodan hoşlanmazdı. Ama trafikte tampon tampona yolculuk etmek daha beter olduğundan ve şehir merkezinde bir “daire hayali” hayal kalmaya devam ettiğinden şu anda başka seçeneği yoktu.



Göteborg ekspres treni sabah 7.30’da hareket etti. Martin Beck gazetesinin sayfalarını çevirdi ama cinayetle ilgili tek satır habere rastlamadı. Kültür sanat sayfalarını açıp antropozof Rudolf Steiner hakkındaki bir yazıyı okumaya başladı ama birkaç dakika sonra uyuyakaldı.



Hallsberg istasyonunda tren değiştirmek için tam vaktinde uyandı. Ağzının içindeki kurşuni tat geri gelmişti ve içtiği üç bardak suya rağmen gitmedi.



Sabah 10.30’da Motala’ya vardı, bu esnada yağmur dinmişti. Buraya ilk gelişi olduğu için istasyondan City Oteli’ne nasıl gidileceğini büfeye sordu ve bir paket sigarayla Motala gazetesi aldı.



Otel tren istasyonundan birkaç blok ötede, büyük meydandaydı. Bu kısa yürüyüş onu kendine getirmişti. Odasına girince ellerini yıkadı, çantasını açtı ve otel görevlisinden aldığı bir şişe maden suyunu içti. Bir saniye cam kenarında durup meydana baktı. Ortada bir heykel duruyordu, Baltzar von Platen’in heykeli olduğunu düşündü. Ardından polis merkezine gitmek üzere odadan çıktı. Polis merkezinin, sokağın karşı tarafında olduğunu bildiği için yağmurluğunu odada bıraktı.



Nöbetçi memura kim olduğunu söyledi ve hemen ikinci kattaki bir odaya götürüldü. Kapıda Ahlberg adı yazıyordu.



Masada oturan adam geniş yapılı, kalıplı ve hafif keldi. Ceketini sandalyesinin arkasına asmıştı, kâğıt bardaktan kahve içiyordu. İçi izmaritlerle dolu bir küllüğün köşesinde bir sigara yanıyordu.



Martin Beck’in kapıdan çaktırmadan girmek gibi kimi insanları sinir eden bir huyu vardı. Bir keresinde, “Öylesine hızlıca içeri süzülüp arkasından kapıyı kapatıyor ki hâlâ dışarda kapıyı tıklattığını sanırsınız,” demişti biri.



Masada oturan adam hafif şaşkın görünüyordu. Kahvesini kenara itip ayağa kalktı.



“Ben Ahlberg,” dedi.



Beklenti içinde bir hali vardı. Martin Beck bunu daha önce görmüştü ve nedenini biliyordu. Kendisi Stockholm’den gelen bir uzmandı, masada oturan adamsa taşrada çalışan ve soruşturmada tıkanıp kalmış bir polisti. Birlikte nasıl çalışacaklarını sonraki birkaç dakika belirleyecekti.



“İlk adın ne?” dedi Martin Beck.



“Gunnar.”



“Kollberg ve Melander ne yapıyorlar?”



“Hiç bilmiyorum. Aklımdan çıkmış galiba.”



“Yüzlerinde bir ‘hallederiz’ bakışı var mıydı?”



Taşra polisi parmaklarını seyrek sarı saçlarında gezdirdi. Ardından alaycı bir gülüşle sandalyesine oturdu.



“Gibi gibi,” dedi.



Martin Beck adamın karşısına oturdu, bir paket sigara çıkarıp masanın kenarına koydu.



“Yorgun görünüyorsun,” dedi Martin Beck.



“Tatilim suya düştü.”



Ahlberg kâğıt bardağını kafaya dikti, elinde buruşturdu ve masasının altındaki çöp kutusuna attı.



Masasının üstü karman çormandı. Martin Beck Stockholm’deki odasındaki kendi masasını düşündü. Genellikle tertipli tutardı.



“Peki o zaman,” dedi. “Nasıl gidiyor?”



“Pek gitmiyor,” dedi Ahlberg. “Bir hafta geçmesine rağmen doktorun söylediklerinden fazlasın