Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Polis Katili», sayfa 2

Yazı tipi:

3

Havaalanı tam bir rezaletti ve adının çıktığı kadar vardı. Stockholm’deki Arlanda Havaalanı’ndan uçuş sadece elli dakika sürmüştü fakat uçak şu anda, bir buçuk saattir ülkenin güney bölgesinin üzerinde daireler çiziyordu.

Bunun kısa ve öz bir açıklaması vardı: Sis.

Bu da beklenilen bir şeydi çünkü havaalanı, orada ikamet edenler boşaltıldıktan sonra, İsveç’in en sisli noktalarından birine inşa edilmişti. Bu da yetmezmiş gibi, meşhur bir göçmen kuş rotasındaydı ve şehre oldukça uzak bir mesafedeydi.

Üstelik kanunlar tarafından korunması gereken doğal güzellikler de tahrip edilmişti. Kapsamlı, tamiri imkânsız bir hasardı, ağır çevre suçuydu bu. Kendini İnsani Toplum denilen şeyle açığa vuran, insanlık düşmanı sinizm için tipik bir durum. Bu insani toplum ifadesi, öyle tuhaf bir ifadeydi ki sıradan vatandaşın idrak etmesi mümkün olamıyordu.

Pilot nihayet yoruldu, sis olsun olmasın, uçağı indirdi ve bir avuç beti benzi atmış, terli yolcu terminal binasına girdi.

Terminalde dikkat çeken gri ve safran sarısı renkler buradaki yozlaşma ve beceriksizliği tam yansıtıyordu.

Martin Beck’in önünde daha saatler vardı. Uçmaktan her zaman nefret ederdi ve bu yeni uçaklar da durumu iyileştirmiyordu. Bindiği jet DC-9’du. Hızlı bir şekilde, ortalama bir insanın kavrayamayacağı bir yüksekliğe ulaştı. Soyut bir hızda kırsal üstünden geçip tekdüze bir duruşa ulaştı. Kâğıt bardaklardaki sıvıların kahve olduğu söylendi ve anında mideleri bulandırdı. Kabinin içindeki hava yapış yapış ve zehirleyiciydi, Martin Beck’in birlikte yolculuk ettiği insanlar acelesi olan teknoloji uzmanları ya da iş adamlarıydı, durmadan saatlerine bakıyor, evrak çantalarındaki kâğıtları karıştırıyorlardı.

İç hatlar geliş salonuna rahatsız bile denemezdi: Korkunçtu, bir tasarım felaketiydi, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdeki tozlu bir otobüs durağı bile buraya nazaran daha canlı, daha insancıldı. Bir sosisli sandviç standından, yenilemez, besin değerinden yoksun, yemek demeye bin şahit isteyen şeyler servis ediliyordu, ayrıca kondomları ve dergileri sergilemiş bir gazete bayisi, bavullar için birkaç boş konveyör, kemerler ve İspanyol Engizisyonu’nun altın çağında tasarlansa yeridir denecek biçimde koltuklar yer alıyordu. Bunların üstüne, hiçbiri kendi iradesiyle orada olmayan, esneyen bir düzine polis, sıkıntıdan patlayan gümrük memuru ve sürücüsü direksiyonun üstünde bir porno dergisi açık kalmış halde uyuklayan bir taksi ekleyin, işte manzara tamamdı.

Martin Beck akıl almayacak derecede uzun bir süre küçücük valizini bekledikten sonra, valizi kemerin üstünden aldı ve sonbahar sisine adımını attı.

Bir yolcu taksiye bindi ve taksi uzaklaştı.

Geliş terminalinde hiç kimse bir şey demedi ya da onu tanıdıklarını belli edecek bir şeye yeltenmedi. Duygusuz görünüyorlardı, sanki konuşma yetisini ya da bu yetiyi kullanma isteklerini kaybetmiş gibiydiler.

Cinayet Büro şefi gelmişti ama kimse bu olayın ehemmiyetinin bilincinde değil gibiydi. En açgözlü çaylak gazeteciler bile, hayatlarını kart oyunları, aşırı haşlanmış sosisler ve petrokimyasallarla dolu meşrubatlarla zenginleştirmek için buraya gelme zahmetine katlanmamıştı. Neyse, sözde ünlüler asla burada görünmezdi.

Terminalin önünde iki turuncu otobüs duruyordu. Plastik tabelalarda gittikleri istikamet yazıyordu: Lund ve Malmö. Sürücüler sessizce sigaralarını içiyordu.

Gece ılık, hava nemliydi. Lambaların etrafını puslu haleler sarıyordu.

Otobüslerden biri boştu, diğeri de tek bir yolcuyla hareket etti. Diğer yolcular uzun süreli park alanına doğru aceleyle yürüdü.

Martin Beck’in avuçları hâlâ terliydi. Tuvalete girdi. Klozetin sifonu bozuktu. Pisuvarda yarısı yenmiş bir sosisli sandviç ve boş bir votka şişesi duruyordu. Lavabodaki yağlı kir tabakasının arasına saç telleri sıkışmıştı. Kâğıt havluluk bomboştu.

İşte Malmö’deki Sturup Havalimanı böyle bir yerdi. O kadar yeniydi ki daha tamamlanmamıştı.

Martin Beck burayı tamamlamanın bir anlamı olacağını düşünmüyordu. Bir bakıma daha şimdiden tam da mükemmel bir fiyaskonun canlı timsaliydi.

Martin Beck kumaş mendiliyle ellerini kuruladı. Tekrar dışarı çıkıp bir an karanlıkta dikildi, kendini yalnız hissetti. Elbette iç hatlar geliş salonunda polis bandosunu ya da yerel emniyet amirinin onu at üstünde karşılamaya gelmesini beklemiyordu.

Yine de bir hiçten fazlasını bekliyordu.

Cebinde bozuk para aradı ve ahizeyle arasındaki kablo kesilmemiş ya da bozuk para atma bölmesine ciklet tıkılmamış bir ankesörlü telefon aramayı düşündü.

Sisin arasından ışıklar belirdi. Siyah beyaz bir devriye aracı yavaşça rampayı çıkıp safran sarısı devasa kutunun giriş kapısına doğru yaklaştı.

Araba yavaş hareket ediyordu ve yalnız başına duran yolcuyla aynı hizaya gelince durdu. Yan cam açıldı ve kısacık favorili, kızıl saçlı bir adam ona soğuk soğuk baktı.

Martin Beck hiçbir şey demedi.

Bir iki dakika sonra adam elini kaldırıp parmağıyla onu işaret etti. Martin Beck arabaya doğru yürüdü.

“Burada ne diye takılıyorsun böyle?”

“Araç bekliyorum.”

“Araç mı bekliyorsun! Yok canım!”

“Belki sen bana yardım edebilirsin.”

Devriye memurunun nutku tutulmuştu.

“Yardım etmek mi? Ne demek istiyorsun?”

“Uçağım rötar yaptı. Belki senin telsizini kullanabilirim.”

“Sen kim olduğunu sanıyorsun?”

Gözlerini Martin Beck’in üstünden ayırmadan omzundan arkaya doğru yorum yapmaya başladı.

“Duydun mu? Bizim telsizi kullanabilirmiş, öyle düşünmüş. Bizi herhalde pezevenklik servisi falan sandı. Duydun mu sen de?”

“Duydum,” dedi diğer polis bitkin bir şekilde.

“Kimliğini gösterebilir misin?” dedi birinci polis memuru.

Martin Beck elini arka cebine soktu ama vazgeçti. Kolunu indirdi.

“Evet,” dedi. “Ama göstermesem daha iyi.”

Topuğunun üstünde arkaya dönüp bavuluna doğru yürüdü.

“Duydun mu?” dedi polis gene. “Göstermese daha iyiymiş. Kendini kabadayı sanıyor. Ne dersin?”

Öyle bir dalga geçiyordu ki sözleri yere tuğla gibi düşüyordu.

“Ah, boş ver gitsin,” dedi arabayı süren adam. “Bu akşam başka dertle uğraşmayalım, tamam mı?”

Kızıl saçlı polis Martin Beck’e uzun süre baktı. Sonra bir mırıltı oldu ve araba yavaşça uzaklaşmaya başladı. Yirmi metre ötede araba gene durdu ve içindeki polisler onu dikiz aynasından izledi.

Martin Beck başka tarafa bakıp derin bir iç geçirdi.

Şu anda orada öylece dikilirken herkese benzetilebilirdi.

Son bir yıldır, bazı polis tavırlarından kurtulmayı başarmıştı. Artık durmadan ellerini arkada birleştirmiyordu mesela, kısa bir süre aynı noktada dikilebiliyor, ille de topuklarının üstünde sallanmıyordu.

Azıcık kilo almış olmasına rağmen, elli bir yaşında, hâlâ uzun boylu, zinde, yapılı bir adamdı, çok hafif kambur duruyordu. Ayrıca eskisinden daha rahat giyiniyordu, artık giysi seçiminde özellikle genç işi parçalar yani sandalet, Levi’s kot, boğazlı kazak ve mavi bir Dacron ceket seçiyordu. Öte yandan, polis teşkilatındaki bir başkomisere göre yine de aykırıydı.

Devriye arabasındaki iki polis memuru için bunları yutmak zordu. İkisi hâlâ bu duruma kafa patlatadursun, domates rengi bir Opel Ascona terminal binasının önüne yanaşıp aniden fren yaptı. İçinden bir adam inip arabanın etrafından yürüdü.

“Nöjd?” dedi.

“Beck.”

“Genelde herkes buna sırıtır.”

“Sırıtır mı?”

“Yani genelde Nöjd dediğimde buna herkes güler.”

“Anladım.”

Martin Beck öyle her şeye kahkahalar patlatan biri değildi.

“Bir polis için komik bir isim olduğunu kabul etmek lazım. Herrgott Nöjd. Dolayısıyla kendimi genelde böyle tanıtırım, soru soruyormuş gibi. Nöjd? İnsanlar bir acayip olur.”

Bavulu arabanın bagajına tıktı.

“Geç kaldım,” dedi. “Uçağın nereye ineceğini kimse bilmiyordu. Her zamanki gibi Kopenhag olur diye şansımı orada deneyeyim dedim. Bu yüzden buraya indiğini öğrendiğimde çoktan Limhamn’daydım. Kusura bakma.”

Martin Beck’e soru sorar gibi baktı, sanki bu yüce misafirinin bu duruma bozulup bozulmadığını anlamaya çalışıyordu.

Martin Beck omuz silkti.

“Önemli değil,” dedi. “Acelem yok.”

Nöjd devriye aracına doğru baktı, motor rölantide, aynı noktada duruyordu.

“Burası benim bölgem değil,” dedi sırıtarak. “Onlar Malmö’den. Tutuklanmadan evvel gitsek iyi olur.”

Adam resmen her an her şeye gülmeye hazırdı, dahası gülüşü içten ve bulaşıcıydı.

Yine de Martin Beck tebessüm etmedi. Hem gülecek pek bir şey olmadığından, hem de karşısındaki adam hakkında bir fikir edinmeye çalıştığından. Bir nevi ilk izlenimini edinmeye çalışıyordu.

Nöjd kısa boylu, çarpık bacaklı bir adamdı, yani polis olmak için kısaydı. Yeşil lastik botları, griye çalan kahverengi takım elbisesi ve başının arkasındaki, güneşten rengi solmuş safari şapkasıyla bir çiftçiye ya da kendi arsası olan bir adama benziyordu. Yüzü kavruktu, güneş yanığıydı ve hayat dolu kahverengi gözlerinin etrafında kahkahadan oluşan çizgiler vardı. Yine de kırsal bölge polisini iyi temsil ediyordu. Yeni konformist stile uyum sağlayamamış, dolayısıyla nesli tükenen ama daha tamamen yeryüzünden silinmemiş bir türe aitti.

Martin Beck’ten muhtemelen yaşça büyüktü ama daha sakin ve daha sağlıklı bir ortamda çalışmanın avantajını taşıyordu. Elbette böyle bir ortamda çalışmak her zaman sakin ve sağlıklı oldukları anlamına gelmiyordu.

“Yaklaşık yirmi beş yıldır buradayım. Ama benim için bir ilk. Böyle bir dosya için Stockholm’den Emniyet Genel Müdürlüğü Cinayet Büro şefi geliyor.”

Nöjd başını iki yana salladı.

“Eminim her şey güzel geçecek,” dedi Martin Beck.

“Yoksa…”

Cümleyi sessizce kendi kendine tamamladı: Yoksa hiç öyle geçmeyecek.

“Aynen,” dedi Nöjd. “Siz Cinayet polisleri, bu tür dosyaları iyi bilirsiniz.”

Martin Beck kibarlık olsun diye mi siz diye hitap ettiğini, yoksa sahiden ikisini mi kastettiğini merak etti. Lennart Kollberg arabayla Stockholm’den yola çıkmıştı ve ertesi gün orada olması bekleniyordu. Uzun yıllardır Martin Beck’in sağ koluydu.

“Haber yakında basına sızar,” dedi Nöjd. “Bugün kasabada iki kişi gördüm, muhabirler galiba.”

Yine başını iki yana salladı.

“Biz böyle bir duruma alışkın değiliz. Yani bu kadar ilgi odağı olmaya.”

“Birisi ortadan kaybolmuş,” dedi Martin Beck. “Bunda sıra dışı bir şey yok.”

“Hayır, ama meselenin can alıcı noktası o değil ki. Hem de hiç değil. Olayı anlatmamı ister misin?”

“Şu anda değil, teşekkürler. Yanlış anlamazsan.”

“Ben hiçbir şeyi yanlış anlamam. Tarzım değil.”

Yine kahkahayı patlattı fakat kendine hâkim olup ciddileşerek, “Ama ben zaten bu soruşturmada görevli değilim,” diye ekledi.

“Belki kendiliğinden ortaya çıkar. Genelde öyle olur.”

Nöjd üçüncü kez olumsuz anlamda başını salladı.

“Sanmıyorum,” dedi. “Fikrimin bir önemi varsa yani. Neyse, dava dosyası açılıp kapandı. Herkes öyle diyor. Muhtemelen haklılar. Tüm bu saçmalık… yani, kusura bakma ama Cinayet’i çağırmak falan, sırf olağan dışı koşullar görüldü diye.”

“Kim diyor?”

“Şef. Amirimiz.”

“Trelleborg’daki Emniyet Amiri mi?”

“Aynen. Ama haklısın, şimdilik boş verelim. Yeni havaalanı yolundayız. Malmö’den Ystad’a otoyoldan çıkıyoruz. Orası da yepyeni. Sağ taraftaki ışıkları görüyor musun?”

“Evet.”

“Orası Svedala. Hâlâ Malmö Bölgesi’nin bir parçası. Sırf büyüklük olarak da esaslı bir bölge.”

Sisli alandan dışarı çıkmışlardı, belli ki sadece havaalanı çevresi pusluydu. Gökyüzü yıldızlarla doluydu. Martin Beck yan camı indirdi, dışarının kokusunu içine çekti. Petrol ve dizel ama aynı zamanda verimli bir humus ve gübre karışımı. Ağır ve doygun bir kokuydu. Besleyiciydi. Nöjd otoyolda sadece birkaç yüz metre gitti. Sonra sağa sapınca kırsal hava iyice yoğunlaştı.

Özellikle bir koku belirgindi.

“Anız ve pancar küspesi,” dedi Nöjd. “Aklıma gençliğimi getiriyor.”

Otoyolda etraflarından düzenli bir trafik akışıyla yolcu arabaları ve kocaman konteynerli tırlar geçiyordu ama burada yapayalnız gibiydiler. Gece karanlık ve kadifemsiydi, önleri dümdüz bir ovaydı.

Nöjd’ün bu yolda daha önce yüzlerce kez araba kullandığı belliydi ve resmen her bir virajı avucunun içi gibi biliyordu. Hızını koruyordu ve yola bakmıyordu bile.

Bir sigara yakıp paketten ikram etti.

“Hayır, teşekkürler,” dedi Martin Beck.

Son iki yıldır içtiği sigara sayısı beşi geçmezdi.

“Doğru hatırlıyorsam, motelde kalmak istemişsin,” dedi Nöjd.

“Evet, bu iyi olur.”

“Neyse, sana bir oda ayırttım.”

“Güzel.”

Önlerinde küçük bir kasabanın ışıkları belirdi.

“Geldik zaten,” dedi Nöjd. “Burası Anderslöv.”

Sokaklar boştu ama iyi aydınlatılmıştı.

“Burada gece hayatı yoktur,” dedi Nöjd. “Sessiz ve huzurlu. Hoş. Bütün ömrüm boyunca burada yaşadım ve en ufak bir şikâyetim olmadı. Şimdiye değin.”

Tıpkı ölü bir kasaba gibi, diye düşündü Martin Beck. Ama belki de sadece öyle görünüyordu.

Nöjd yavaşladı ve alçak, sarı tuğlalı bir binayı gösterdi.

“Polis merkezi,” dedi. “Tabii ki şu anda kapalı. İstersen açabilirim ama.”

“Benim için açma.”

“Motel hemen şu köşede. Az önce yanından geçtiğimiz bahçe motele ait. Ama restoran bu saatte açık değil. İstersen benim evime gideriz, sandviç yer, bira içeriz.”

Martin Beck aç değildi. Uçak yolculuğu iştahını kapatmıştı. Kibarca bu teklifi geri çevirdi. Sonra şöyle dedi:

“Deniz kıyısına uzak mıyız?”

Yanındaki adam bu soruya hiç şaşırmadı. Belki de Nöjd kolay kolay şaşırtılan bir adam değildi.

“Hayır,” dedi. “Pek uzak denemez.”

“Arabayla gitmek ne kadar sürer?”

“On beş dakika. En fazla.”

“Sakıncası yoksa gidebilir miyiz?”

“Hiç yok.”

Nöjd arabayı ana caddeye benzeyen bir yola doğru çevirdi. “Burası kasabanın en canlı yeri,” dedi. “Ana Cadde. Önceden Malmö’den Ystad’da giden ana yol burasıydı. Sağa saptığımızda Ana Cadde’nin güneyinde olacağız. İşte o zaman gerçekten Skåne’desin demektir.”

Yan yol dolambaçlıydı ama Nöjd aynı güvenle arabayı sürdü. Çiftlik ve beyaz kiliselerin yanından geçtiler.

On dakika sonra deniz kokusu alınıyordu. Birkaç dakika sonra deniz kıyısındaydılar.

“Durmamı ister misin?”

“Evet, lütfen.”

“Girip yürümek istersen bagajda yedek lastik çizmem var,” dedi Nöjd ve kıkırdadı.

“Teşekkürler, çok isterim.”

Martin Beck lastik çizmeleri ayağına geçirdi. Biraz sıktı ama fazla uzun dolanmayı planlamıyordu.

“Şu anda tam olarak neredeyiz?”

“Böste’de. Sağ tarafta gördüğün şu ışıklar Trelleborg’a ait. Soldaki deniz feneriyse Smygehuk. Ondan daha ileriye geçemiyorsun.”

Smygehuk, İsveç’in en güney noktasıydı.

Işıklardan ve gökyüzüne vuran yansımasından anlaşıldığı kadarıyla Trelleborg, büyük bir şehir olmalıydı. Işıl ışıl bir yolcu feribotu limana doğru ilerliyordu, muhtemelen Doğu Almanya’daki Sassnitz’den gelen tren feribotuydu bu.

Baltık Denizi, kıyıya huzursuzca vuruyordu. Sular yumuşak bir tıslamayla incecik kumların altına doğru geçiyordu.

Martin Beck hafifçe salınan yosun tabakasına basıp suya doğru iki adım attı. Çizmenin arkasından sular hoş bir serinlikte hissediliyordu.

Martin Beck öne eğildi, avuçlarını birleştirip suyla doldurdu. Yüzüne vurdu, soğuk suyu burnuna çekti. Taze ve tuzluydu.

Hava nemliydi. Yosun, balık ve zift kokuyordu.

Metrelerce ötede kuruması için asılmış balık ağlarını ve bir balıkçı teknesinin silüetini görebiliyordu.

Kollberg hep ne derdi?

Cinayet Masası’nın en iyi yanı; ara sıra da olsa şehir dışına çıkabiliyorsun.

Martin Beck başını kaldırıp kulak kabarttı. Tek duyabildiği denizdi.

Bir süre sonra arabaya yürüdü. Nöjd kaputa yaslanmış sigara içiyordu. Martin Beck başıyla işaret verdi.

Vaka dosyasına sabah bakacaktı.

Fazla umutlu değildi. Bu işler genelde rutindi. Aynı hikâyeler temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp sunulurdu, genellikle trajik ve depresif olurlardı.

Denizden esen rüzgâr yumuşak ve serindi.

Karanlık ufukta bir yük gemisi geçti. Batıya doğru. Martin Beck yeşil sancak fenerini ve geminin bazı ışıklarını seçebiliyordu.

Yurt dışında olmaya hasretti.

4

Martin Beck gözlerini açar açmaz kendine geldi. Oda az mobilyalı ama yine de hoş görünüyordu. Kuzeye bakan iki tane yatak vardı. Yataklar bir metre arayla paralel konmuştu. Bir tanesinde Martin Beck’in valizi açık duruyordu, diğerindeyse kendisi uzanıyordu. Uyuyakalmadan önce yarım sayfa ve resim altı iki yazı okuduğu kitap yerde açık duruyordu. Kitap, “Tarihin Meşhur Yolcu Gemileri” serisinden Dört Pervaneli Turboelektrikli Gemi: Normandie idi.

Martin Beck saate baktı. Yedi otuz. Dışarıdan bölük pörçük araba ve insan sesleri geliyordu. Binanın bir yerinde birisi sifonu çekmişti. Bir değişiklik vardı. Martin Beck hemen anladı. Pijamalarıyla uyumuştu, sadece seyahatteyse böyle yapardı.

Kalktı, pencere kenarına yürüyüp dışarı baktı. Hava güzel görünüyordu. Motelin arkasındaki çimenlikte güneş parlıyordu.

Martin Beck çabucak duşunu alıp giyindi ve alt kata indi. Bir an kahvaltı etmeyi düşündü ama bundan hemen vazgeçti. Sabahları bir şey yemekten hiçbir zaman hoşlanmazdı, özellikle de çocukken annesi evden çıkmadan önce ona zorla kakao içirip ağzına üç sandviç tıkıştırdığı günlerde. Okul yolunda çoğunlukla kusardı.

Kahvaltı yerine pantolonunun cebinde bir kron bozukluk buldu ve girişte duran slot makinesine attı. Kolu çekti, üç vişne yan yana gelince Martin Beck kazancını cebe indirdi. Sonra binadan ayrıldı, parke taşı döşenmiş meydanı çaprazlama geçti, tekeli geçti, henüz açık değildi, iki köşeyi dönünce kendini polis merkezinde buldu. Gönüllü itfaiyeciler görünüşe göre, hemen bitişikteki binadaydı, çünkü binanın ön kısmına bir itfaiye arabası yanaşmıştı. Martin Beck geçebilmek için döner merdiven mekanizmasının altından sürünmek zorunda kaldı. Yağlı tulum giymiş bir adam, itfaiye arabasını tamir ediyordu.

“Selam, nasılsın?” dedi neşeyle, tüm İsveç resmiyeti kurallarını hiçe saymıştı.

Martin Beck şaşkınlık içindeydi. Burası kesinlikle klasik bir kasaba değildi.

“Merhaba,” dedi.

Polis merkezinin kapısı kilitliydi ve cama bantla yapıştırılmış kartona birisi kalemle şöyle yazmıştı:

Mesai Saatleri

Hafta içi 8.30-12.00

13.00-14.30

Ayrıca perşembeleri 18.00-19.00

Cumartesileri kapalıdır.

Pazar gününden bahsedilmiyordu. Herhalde pazar günleri suç işlenmiyordu, hatta belki de yasaktı.

Martin Beck bu tabelaya bakarken düşünceliydi. Stockholm’den gelen biri olarak böyle bir düzeni hayal etmesi imkânsızdı.

Belki de sonunda kahvaltı etmeliydi.

“Hergott birazdan gelir,” dedi tulum giymiş adam. “On dakika önce köpekle birlikte çıktı.”

Martin Beck başıyla onayladı.

“Sen o meşhur komiser misin?”

Zor bir soruydu, Martin Beck hemen cevaplamadı. Adam itfaiye arabası üstünde çalışmaya devam etti. “Bozulma ama,” dedi başını bile çevirmeden. “Meşhur bir polis bizim motele yerleşmiş diye duydum. Seni de tanımıyorum.”

“Evet, sanırım o ben oluyorum,” dedi Martin Beck emin olamayarak.

“Demek Folke hapse girecek.”

“Bu kanıya nereden vardın?”

“Ah, bunu herkes biliyor.”

“Sahi mi?”

“Çok kötü. Tütsülenmiş ringası şahaneydi.”

Adam itfaiye arabasının altına sürünüp gözden kaybolarak konuşmayı sonlandırdı.

Genel kanı buysa, o zaman demek ki Nöjd hiç abartmamıştı.

Martin Beck olduğu yerde kaldı, düşünceli düşünceli kafa derisini kaşıdı.

Bir iki dakika sonra Herrgott Nöjd itfaiye arabasının diğer tarafında belirdi. Ensesinde yine aynı aslan avcısı şapkası sallanıyordu ve üstünde dama desenli bir gömlek, üniforma pantolonu ve açık renk süet ayakkabı vardı. İri bir gri köpek tasmasını çekiştiriyordu. Merdivenin altından eğildiler ve köpek arka ayakları üstünde kalktı, ön patilerini Martin Beck’in göğsüne koyup yüzünü yalamaya başladı.

“İn aşağı, Timmy!” dedi Nöjd. “Otur! Ne köpek ya!”

Ağır bir köpekti. Martin Beck iki adım geriledi.

“Otur, Timmy!” dedi Nöjd.

Köpek üstünden inip kendi etrafında üç tur attı. Sonra istemeye istemeye yere oturdu, sahibine bakıp kulaklarını dikti.

“Herhalde dünyanın en kötü polis köpeği. Ama bir mazereti var tabii. Eğitimli değil. İtaat etmeyi bilmiyor. Ben polis olduğumdan o da haliyle polis köpeği oluyor. Bir anlamda tabii.”

Nöjd kahkahayı bastı, Martin Beck’e göreyse ortada gülünecek bir sebep yoktu.

“HSK buradayken onu maça götürdüm.”

“HSK?”

“Helsingborg Spor Kulübü. Futbol takımı. Futbol maçlarını takip etmezsin, değil mi?”

“Pek sayılmaz.”

“Eh, tabii ki elimden kaçıp sahaya koştu. Anderslöv oyuncularının birinden topu kaptı. Ortalığı birbirine kattı. Hakemden zılgıtı yedim. Burada yıllar sonra yaşanan en dramatik olaydı. Şimdiye dek tabii. Ne yapsaydım? Hakemi mi tutuklasaydım? Tamamen hukuki açıdan bakıldığında bir futbol hakeminin statüsünün ne olabileceği hakkında hiçbir fikrim yok.”

Tekrar kahkaha attı.

“Sahaya yürüyüp hakemin dibine geldim. ‘Nöjd?’ dedim. ‘Başpolis. Benimle gelseniz iyi olur, görev üstündeki memura müdahale durumu bu.’ Olmazdı yani. O yüzden orada geri zekâlı gibi durdum.”

Nöjd kahkahayı bastı ama Martin Beck ona neden diye sormadan edemedi.

“Eee, düşünüyordum da, ya bizim Timmy gol atarsa? O zaman ne olurdu?”

Martin Beck diyecek söz bulamıyordu.

“Ah, selam,” dedi Nöjd.

“Günaydın, Herrgott,” dedi itfaiye arabasının altından kof ve derin bir ses.

“Hey Jöns, şu koca şeyi tam da karakolun önüne park etmek zorunda mısın?”

“Daha açık değilsiniz ki,” dedi Jöns.

Sesi boğuk çıkıyordu.

“Ama açmak üzereyim.”

Nöjd anahtarlarını şıngırdatınca köpek hemen ayaklandı. Nöjd kapıyı açtı, Martin Beck’e hızlıca bir bakıverdi.

“Anderslöv karakoluna hoş geldin,” dedi. “Trelleborg’a bağlıyız. Burası köy meydanı. Sosyal güvenlik bürosu, karakol, kütüphane işte. Ben üst katta yaşıyorum. Her şey yepyeni, ne derler, cillop gibi. Muhteşem bir nezarethane. Geçen sene iki kere kullanmak zorunda kaldık. Burası da odam. Girsene.”

Bir masa ve ziyaretçiler için iki sandalyesi olan, hoş bir odaydı. Büyük pencereler bir nevi terasa bakıyordu. Köpek, çalışma masasının altına yattı.

Masanın arkasında kalın ciltlerle dolu raflar yer alıyordu. Çoğu cilt İsveç Heykelleri’ne aitti ama başka kitaplar da vardı.

“Trelleborg’dan telefon ettiler bile,” dedi Nöjd. “Başkomiser. Emniyet Amiri de öyle. Burada kaldığına şaşırmışlardı.”

Masasına oturup kutudan bir sigara çekti.

Martin Beck de rahat sandalyelerden birinde yerini aldı.

Nöjd bacak bacak üstüne atıp şapkasını dürttü, hatta masaya koydu.

“Bugün kesin arabayla buraya gelirler. En azından Başkomiser gelir. Biz Trelleborg’a inmezsek tabii.”

“Sanırım burada kalmayı tercih ederim.”

“Tamam.”

Masasındaki evrakları karıştırdı. “Rapor burada. Göz atmak ister misin?”

Martin Beck bir saniye düşündü.

“Bana sen anlatabilir misin?” dedi.

“Seve seve.”

Martin Beck rahat hissediyordu. Nöjd’ü sevmişti. Her şey yolunda gidecekti.

“Burada kaç kişisiniz?”

“Beş. Bir sekreter. İyi kızdır. Üç polis memuru, yeni kontenjan açılmadıkça tabii. Bir devriye arabası. Bu arada, kahvaltı ettin mi?”

“Hayır.”

“İster misin?”

“Evet.”

Hakikaten de karnı acıkmaya başlamıştı.

“Güzel,” dedi Nöjd. “Şimdi, nasıl yapalım? Hadi bana gidelim. Britta gelip sekiz buçukta ofisi açar. Önemli bir şey olursa, telefon edip haber verir. Evde çay, kahve, ekmek, tereyağı, peynir, marmelat ve yumurta var. Başka ne var bilmiyorum. Kahve ister misin?”

“Çayı tercih ederim.”

“Ben kendim çay içiyorum. O zaman raporu yanıma alayım, üst kata çıkalım. Tamam mı?”

Üst kattaki daire çok hoştu ve bir kişiliği var gibiydi, düzenli dizilmişti ama aile yaşantısına uygun değildi. Burada yaşayan kişinin bekâr olduğu çok belliydi; bekâr alışkanlıklarına sahip, uzun süredir, belki de bütün ömrü boyunca bekâr olduğu anlaşılıyordu. İki avcı tüfeği ve eski bir polis kılıcı duvarda asılıydı. Nöjd’ün polis tabancası 7.65 Walther, tahminen yemek masası olabilecek bir masada, yağlı bir bez üstünde parçalara ayrılmış halde duruyordu.

Tabancalar, hobilerinden biriydi.

“Atış yapmayı severim,” dedi Nöjd.

Güldü.

“Ama insanlara değil,” diye ekledi. “Hayatımda hiç kimseyi vurmadım. Hatta kimseye hedef bile almadım. Bu yüzden tabancamı üstümde taşımam. Revolverim de var, yarış modeli. Ama o alt kattaki mahzende kilitli.”

“Nişanda iyi misindir?”

“Eh, işte. Ara sıra kazanırım. Yani nadiren. Rozetimi aldım tabii.”

Bu tek anlama gelebilirdi. Altın rozet. Yani sadece seçkin nişancıların kazandığı rozet.

Martin Beck berbat bir nişancıydı. Altın rozetin yanına bile yaklaşamamıştı. Ya da başka bir ödülün. Öte yandan, insanlara hedef almış, atış da yapmıştı. Ama kimseyi öldürmemişti. Hep iyi yanından bakılacak bir şeyler oluyor.

“Masayı temizleyebilirim,” dedi Nöjd, pek hevesli olmadan. “Ben genelde mutfakta yiyorum da.”

“Ben de,” dedi Martin Beck.

“Sen de mi bekârsın?”

“Sayılır.”

“Anladım.”

Nöjd ilgili görünmüyordu.

Martin Beck boşanmıştı, yetişkin iki çocuğu vardı, kızı yirmi iki, oğluysa on sekiz yaşındaydı.

“Sayılır” derken kastettiği, son bir yıldır oldukça düzenli aralıklarla onunla yaşayan bir kadın olmasıydı. Adı Rhea Nielsen’di ve Martin Beck muhtemelen ona âşıktı. Onun gidip gelmesiyle evi değişmiş, daha güzelleşmişti, elbette Martin Beck’in gözünde.

Fakat bu Nöjd’ün pek umurunda değildi, Cinayet Büro Şefi’nin özel hayatının nasıl olduğuyla ilgilenmiyordu.

Mutfak pratik ve kullanışlıydı, bütün modern aletler vardı. Nöjd ocağa bir demlik su koydu, dolaptan dört yumurta çıkardı ve kahve demliğinde çay demledi, yani içinde su ısıtıp kupalara poşet çay koydu. Etkili bir yöntemdi, gerçi pek de tiryakilere göre değildi.

Bir işe yaraması gerektiği hissine kapılan Martin Beck iki dilim ekmeği elektrikli kızartma makinesine koydu. “Burada ekmekler çok lezzetlidir,” dedi Nöjd. “Ama ben genelde Kooperatif’ten alırım. Kooperatif’i severim.”

Martin Beck Kooperatif’i sevmezdi ama bir şey demedi.

“Çok yakın,” dedi Nöjd. “Burada her şey burnunun dibindedir. Bence Anderslöv, ticari açıdan İsveç’teki en yoğun yer. Ya da onun gibi bir şey işte.”

Kahvaltı ettiler. Bulaşıkları yıkadılar. Tekrar oturma odasına döndüler. Nöjd katlanmış raporu arka cebinden çıkardı. “Kâğıtlar,” dedi. “Kâğıttan gına geldi. Tam bir kâğıt işine dönüştü bu iş; başvurular, ehliyetler, kopyalar, ıvır zıvırlar. Eskiden burada polis olmak tehlikeliydi. Yılda iki kere, pancar sezonunda. Buraya her tür insan gelirdi. Bazıları içip kavga çıkarırlardı. Bazen gidip ayırmak zorunda kalırdın. Yumruğun kuvvetli olmak zorundaydı, yüzünü gözünü korumak istiyorsan yani. Zor bir işti ama bir bakıma eğlenceliydi. Şimdi farklı. Otomatik, mekanik.”

Durdu.

“Ama ben bunu anlatmayacaktım. O yüzden rapora ihtiyacım da yok. Durum gayet basit. Mevzubahis kadının adı Sigbrit Mård. 38 yaşında ve Trelleborg’da bir pastanede çalışıyor. Boşanmış, çocukları yok, Domme’de küçük bir evde yalnız yaşıyor. Malmö yolunda bir semt.”

Nöjd, Martin Beck’e baktı. Yüzü çok ciddi ve kasvetliydi ama yine de halinden memnundu.

“Malmö’ye doğru,” diye tekrar etti. “Yani Route 101 üzerinde, buranın batısında.”

“Benim yön duyguma pek güvenmiyor gibisin,” dedi Martin Beck.

“Skåne ovalarında kaybolan o kadar kişi var ki,” dedi Nöjd. “Ha yeri gelmişken…”

“Evet?”

“Eh, ben en son Stockholm’e geldiğimde, umarım sonuncu sefer olmuştur, Emniyet Müdürlüğü’nü arıyordum ama onun yerine Komünist Parti Merkezi’ne girdim. Parti başkanına merdivenlerde rastlayınca ya bunun Emniyet’te ne işi var diye merak ettim. Ama adam çok kibardı. Beni istediğim yere götürdü. Bisikletini yürüterek hem de.”

Martin Beck kahkahalarla güldü.

Nöjd da fırsatı kaçırmayıp ona katıldı.

“Ama bitmedi. Ertesi gün kalkıp sizin amire bir merhaba diyeyim dedim. Yaşlı olan, eskiden Malmö’de çalışan. Yenisini tanımıyorum çok şükür. O yüzden belediyeye gittim ve bekçiye benzeyen bir adam bana Mavi Galeri’yi gezdirmeye çalıştı. En sonunda ona istediğimi açıklayabildiğimde beni Scheele Caddesi’ne gönderdi, sonra da adliyeye girdim. Güvenlik görevlisi davamın hangi salonda görüleceğini ve duruşmamın konusunu sordu. Nihayet Agne Caddesi’ndeki emniyete vardığımda Lüning o gün çıkmıştı. Olay öyle kapandı. Trenle eve döndüm. Güneye doğru giderken çok güzel vakit geçirdim. 450 kilometre. Çok farklı.”

Düşünceli görünüyordu.

“Stockholm,” dedi. “Ne sefil bir şehir. Ama sen tabii ki seviyorsundur.”

“Tüm ömrüm boyunca orada yaşadım,” dedi Martin Beck.

“Malmö daha iyi,” dedi Nöjd. “Ama çok değil. Orada çalışmak istemezdim, beni Emniyet Amiri filan yapmadıkları sürece. Neyse, bırak şimdi, Stockholm’den bahsetmeyelim bile.”

Dışından gür bir kahkaha attı.

“Sigbrit Mård’a gelelim,” dedi Martin Beck.

“Sigbrit o gün izinliymiş. Arabasını tamirciye bırakıp Anderslöv’e otobüsle gelmiş. Ayak işlerini halletmiş. Bankaya ve postaneye gitmiş. Sonra da ortadan kaybolmuş. Otobüse binmemiş. Şoför onu tanıyor ve otobüste olmadığını biliyor. O zamandan beri onu gören olmamış. Günlerden 17 Ekim. Postaneden çıktığında saat bir civarıymış. Arabası, VW marka, hâlâ tamircide. Orada hiçbir şey yok. Kendim bizzat gittim. Birkaç örnek alıp Helsingborg’daki laboratuvara yolladık. Hepsi negatif çıktı. Kısacası hiç ipucu yok.”

“Sen onu tanıyor musun? Şahsen?”

“Tabii ki. Şu doğaya dönüş hevesi başlayana kadar, bu bölgedeki herkesi şahsen tanırdım. Artık kolay değil. İnsanlar bakımsız eski evlerde ve yarı yıkık binalarda yaşıyor. Belediyeye kayıtlı değiller ve arabanla oraya gittiğinde çoğunlukla taşınmış oluyorlar. Başka birisi taşınıyor. Geriye kalan tek şey bir keçi ve makrobiyotik sebze bostanı.”

“Ama Sigbrit Mård farklı mıydı?”

“Evet, aynen. Sıradan tiplerden biriydi. Yirmi yıldır burada yaşıyordu. Aslen Trelleborg’lu. Fazla değişken biri değildi. Hep aynı işte çalışırdı falan. Son derece normal. Belki biraz yılmış biri.”

Düşünceli düşünceli inceledikten sonra bir sigara yaktı.

“Ama bu ülke için normal bir şey bu,” diye devam etti. “Örneğin ben çok sigara içiyorum. Muhtemelen bu da yılgınlıktan.”

“Yani kaçmış olabilir.”

Nöjd eğilip köpeğin kulaklarının arkasını kaşıdı. “Evet,” dedi sonunda. “Bu da bir ihtimal. Ama ben öyle olduğuna inanmıyorum. Burası öyle kimse çakmadan çat diye kaçabileceğin bir yer değil. Ayrıca insanlar evlerini olduğu gibi bırakmaz. Trelleborg’dan gelen komiserlerle birlikte evine gittim. Her şey, bütün belgeleri, kişisel eşyaları yerli yerindeydi. Mücevherleri filan. Kahve demliği ve fincanı hâlâ masadaydı. Sanki bir süreliğine çıkmış da birazdan evine dönecekmiş gibi görünüyordu.”

“Peki sen ne düşünüyorsun?”

Bu kez Nöjd’ün cevabının gelmesi uzun sürdü. Sigarasını sol elinde tuttu, köpeğin oyunbaz bir hava içinde sağ elini kemirmesine izin verdi. Yüzünde gülümsemeden eser kalmamıştı.

“Bence öldü,” dedi.

Bu konu hakkında tek söylediği de bu oldu.

Uzaklarda, ana yolda gümbür gümbür akan yoğun bir trafik sesi geliyordu.

Nöjd kafasını kaldırıp baktı.

“Büyük kamyonların çoğu hâlâ Malmö’den Ystad’a geçerken bu yolu kullanır,” dedi. “Hem de yeni Route 11 daha hızlı olmasına rağmen. Kamyoncular alışkanlıklarını kolay kolay değiştiremiyor.”

“Peki ya şu Bengtsson meselesi?” dedi Martin Beck.