Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Polis Katili», sayfa 3

Yazı tipi:

“Sen onun hakkında benden daha bilgilisindir.”

“Olabilir. Olmayabilir de. Yaklaşık on yıl önce onu bir seks cinayetinden yakaladık. Bir sürü ‘ama’ ve ‘eğer’ sonucunda. Tuhaf bir adamdı. Ama sonrasında ona ne oldu, bilmiyorum.”

“Ben biliyorum,” dedi Nöjd. “Buradaki herkes biliyor. Akıl sağlığının yerinde olduğunu söylediler, hapishanede yedi buçuk yıl yattı. Sonunda buraya taşınıp kendine küçük bir ev satın aldı. Anlaşılan birikmiş parası varmış çünkü bir tekne ve eski bir araba da aldı. Balık tütsüleyerek geçimini sağlıyor. Bazen kendi yakalıyor, bazen de yan meslek olarak balıkçılık yapanlardan alıyor. Profesyonel balıkçılar arasında bu bireysel avlananlar pek popüler değil ama yasaya aykırı da değil. En azından benim gördüğüm kadarıyla. Sonra arabasıyla gezinip tütsülenmiş ringa balığı ve taze yumurta satıyor, zaten düzenli müşterileri var. Buradaki insanlar Folke’yi düzgün biri olarak kabul etti bile. Kimseye bir zararı dokunmadı. Çok konuşmaz, kendi başına takılır. İçine kapanık tiplerden. Ona rastladığım zamanlarda hep sanki varlığı için özür dileyecekmiş gibi görünüyordu. Ama…”

“Evet?”

“Ama herkes onun bir katil olduğunu biliyor. Hüküm giymiş, hapis yatmış. Galiba çok da çirkin bir cinayetmiş. Zararsız, yabancı bir kadını…”

“Adı Roseanna McGraw’du. Gerçekten de mide bulandırıcıydı. Hastalıklı. Ama kadın adamı tahrik etmişti. Yani kendi öyle görüyordu. Onu yakalayabilmek için onu tekrar tahrik etmek zorunda kalmıştık. Psikiyatr muayenesinin nasıl geçtiğini ben şahsen hayal edemiyorum.”

“Ah, yapma ya,” dedi Nöjd, göz kenarlarına örümcek ağı gibi kırışıklıklar yayılmıştı. “Ben de Stockholm’de bulundum. Adli psikiyatri kursuna katıldım. Olayların yüzde ellisinde doktorlar, hastalardan daha çatlak.”

“Anladığım kadarıyla Folke Bengtsson kesinlikle hastaydı. Sadistti, oldukça bağnazdı ve kadın düşmanıydı. Sigbrit Mård’ı tanıyor muydu?”

“Tanımak mı?” dedi Nöjd. “Evi onun evine iki yüz metreden daha yakın. Komşu sayılırlar. Kadın onun düzenli müşterilerinden biri. Ama en kötüsü bu değil.”

“Gerçekten mi?”

“Esas mesele şu ki, kadınla aynı anda postanedeymiş. Birbirleriyle konuştuklarını gören şahitler var. Bengtsson arabasını meydana park etmiş. Postane sırasında kadının arkasında duruyormuş ve ondan beş dakika sonra orayı terk etmiş.”

Anlık bir sessizlik oldu.

“Folke Bengtsson’u tanıyorsun yani,” dedi Nöjd.

“Evet.”

“Sence bunu yapmış olabilir mi…?”

“Evet,” dedi Martin Beck.

5

“Eğer tamamen dürüst olmam gerekiyorsa, ki her zaman öyleyim, Sigbrit öldü ve Folke için durum oldukça kötü görünüyor,” dedi Nöjd. “Tesadüflere inanmam ben.”

“Kocası hakkında bir şey demiştin?”

“Evet, doğru. Gemi kaptanı ama çok içki içiyor. Altı yıl önce tam olarak ne olduğu belirlenemeyen bir karaciğer hastalığına tutuldu ve onu Ekvador’dan eve gönderdiler. Kovmadılar ama doktorlar temiz sağlık raporu vermediği için bir daha gemiyle açılamadı. Yaşamak için buraya geldi, içmeye devam etti ve çok geçmeden de boşandılar. Şimdi adam Malmö’de yaşıyor.”

“Onunla iletişimin devam ediyor mu?”

“Evet. Maalesef. Yakın fiziki temasım var denebilir. Daha doğru ifade etmek gerekirse. Doğrusu, boşanmak isteyen Sigbrit’ti. Kocası karşıydı. Hem de sonuna kadar karşıydı. Sigbrit’in dediği oldu. Uzun zamandır evliydiler ama kocası çoğunlukla denizde, evden uzaktaydı. Eve senede bir kere geliyordu ve anlaşılan, öyleyken araları iyiydi. Ancak sonra sürekli bir arada yaşamaya başladıklarında tam felaket oldu.”

“Peki şimdi?”

“Şimdi mesele şu ki adam körkütük sarhoş olup dırdır etmeye geliyor. Ama dırdır edecek bir şey yok çünkü genellikle bir ayar çekmekle son buluyor.”

“Ayar çekmek mi?”

Nöjd kahkaha attı.

“Skåne’de,” dedi, “biz böyle deriz. Stockholm’de ne diyorlar? Pataklamak mı? Polis dilinde aile içi kavga. Ne kadar boktan bir ifade şu aile içi kavga. Neyse, iki kere oraya gitmek zorunda kaldım. Birincisinde adamla mantıklı bir şekilde konuşup onu sakinleştirdim. İkinci sefer o kadar kolay olmadı. Ona vurmak ve onu havalı hücremize getirmek zorunda kaldım. Sigbrit o sefer bayağı perişan görünüyordu. Gözleri mosmor, boğazında çirkin parmak izleri.”

Nöjd aslan avcısı şapkasını dürtükledi.

“Bertil Mård’ı tanıyorum. Arada çıldırır ama göründüğü kadar kötü biri olduğunu sanmıyorum. Bence Sigbrit’i seviyor da. Bir de kıskanıyor, elbette. Gerçi kıskanması için ortada bir şey yok. Sigbrit’in seks hayatı hakkında hiçbir şey bilmiyorum, hatta öyle bir hayatın varlığından bile şüpheliyim. Buralarda herkes, herkes hakkında her şeyi bilir. Ama herhalde en çok ben bilirim.”

“Mård ne diyor peki?”

“Malmö’de onu sorguya aldılar. Ayın 17’si için iyi bir tanığı var. O gün Kopenhag’da olduğunu iddia ediyor. Tren feribotuna binmiş, Malmöhus ama…”

“Onu kimin sorguya çektiğini biliyor musun?”

“Evet. Başkomiser Månsson diye biri.”

Martin Beck, Per Månsson’u yıllardır tanırdı ve ona çok güvenirdi. Boğazını temizledi.

“Bir başka deyişle, işler Mård için de pek iç açıcı görünmüyor.”

Nöjd cevap vermeden önce biraz daha köpeğini kaşıdı.

“Hayır,” dedi. “Ama Folke Bengtsson’dan çok daha iyi durumda.”

“Eğer herhangi bir şey olmuşsa.”

“Kadın ortadan kayboldu. Bu bana yeter. Hiç kimse mantıklı bir açıklama getiremiyor.”

“Bu arada kadının dış görünüşü nasıl?”

“Şu anki görünüşü, pek düşünmek istemediğim bir şey,” dedi Nöjd.

“Hemen çıkarıma varıyor gibisin?”

“Evet, öyleyim. Ama ben fikrimi söylüyorum. Normalde, şöyle görünüyor.”

Elini arka cebine sokup iki fotoğraf çıkardı, birisi pasaport fotoğrafıydı, diğeri de büyütülmüş bir renkli fotoğraf.

Nöjd fotoğraflara bakıp ona uzattı.

“İkisi de güzel,” diye yorum yaptı. “Bence dış görünüşü gayet normalmiş. Çoğu insan gibi. Bayağı çekici tabii ki.”

Martin Beck fotoğrafları uzun uzun inceledi. Nöjd’ün bunları onun gibi görebildiğini sanmıyordu ki tabii ki bu pek de mümkün değildi.

Sigbrit Mård hiç de çekici değildi. Bayağı sıradan, çirkin bir kadındı. Ama dış görünüşünü güzelleştirmek için elinden geleni yaptığı belliydi, bu da genelde talihsiz sonuçlara yol açardı. Yüz hatları biçimsiz, dar ve çıkıktı ve suratı kaygı doluydu. Bugünlerdeki çoğu fotoğraf gibi, pasaport fotoğrafı bir Polaroid ya da otomatik kabinde çekilmemişti. Fotoğrafçıda çekilmiş bir vesikalıktı. Saçını ve makyajını yapmak için çok özen göstermişti ve fotoğrafçı ona kesinlikle aralarından seçmesi için birçok pozunu vermişti. Diğer fotoğrafı amatör çekimdi, makinede çoğaltılmamıştı. Büyütülmüş ve elle rötuş yapılıp portreye dönüştürülmüştü. Kadın bir rıhtımda dikiliyordu ve arka planda iki bacalı bir yolcu vapuru duruyordu. Doğal olmayan bir bakışla güneşe dönüktü, kendini güzel gösterdiğini zannettiği bir poz veriyordu. Üstünde kolsuz, ince yeşil bir bluz ve pilili mavi bir etek vardı. Bacakları çıplaktı, sağ omzuna turuncumsu kocaman bir yazlık çanta takmıştı. Ayaklarında apartman topuk ayakkabı vardı. Sağ ayağı hafifçe öne doğru, topuğu yerden kalkmış şekilde duruyordu.

“Bu pozu daha yakın zamana ait,” dedi Nöjd. “Geçen yaz çekilmiş.”

“Kim çekmiş?”

“Bir kız arkadaşı. Birlikte seyahate gitmişlerdi.”

“Anladığım kadarıyla Rügen’e. Şu arka plandaki Sassnitz tren feribotu değil mi?”

Nöjd çok etkilenmişti.

“Vay, nereden bildin?” dedi. “Personel sıkıntısı çektiklerinden pasaport kontrol noktasında nöbetçiydim ve o vapurları birbirinden ayırt edemezdim. Ama haklısın. Bu arkadaki Sassnitz ve Rügen’e çıktılar. Gidip tebeşir kayalıklarına bakabilir, Komünistleri izleyebilirsin falan. Gayet sıradan görüntüler. Oraya gidenlerin çoğu hayal kırıklığıyla dönüyor. Günübirlik gezinti sadece birkaç kron.”

“Bu fotoğrafı nereden aldın?”

“Evini aramaya gittiğimizde aldım. Duvara bantla asmıştı. Herhalde bayağı güzel olduğunu düşünüyordu.”

Başını bir yana eğip fotoğrafı inceledi.

“E bayağı güzel de zaten. İşte aynen böyle görünüyordu. Hoş kızdı.”

“Sen hiç evlenmedin mi?” diye sordu Martin Beck birden.

Nöjd keyiflendi.

“Beni sorguya çekmeye mi başlayacaksın?” dedi gülerek. “İşte işini mükemmel yapan biri.”

“Affedersin,” dedi Martin Beck. “Aptalca bir soru oldu.

Konumuzla alakası olmayan bir soru.”

Bu bir yalandı. Soru hiç alakasız değildi.

“Ama cevap vermekte sakınca görmüyorum. Bir dönem Abbekås’tan bir kızla çıkıyordum. Nişanlandık. Ama inan bana, kız et yiyen bitkiler gibiydi. Üç aydan sonra burama kadar geldi ve altı aydan sonra, kızın canına hâlâ tak etmemişti. Ondan beri köpeklere sadığım. Ben bildiğimi konuşuyorum. Erkeklerin eşe ihtiyacı yok bence. İnsan bir alıştı mı büyük rahatlık. Her sabah uyandığımda böyle hissediyorum. Üç erkeğin hayatını kararttı. Tabii ki şimdiye kaç kez büyükanne oldu.”

Bir an sessizce oturdu.

“Hiç çocuğunun olmaması biraz üzücü bir şey,” dedi sonra. “Yani bazen. Ama çoğu zaman tam aksini hissediyorum. Burada koşullar bayağı iyi olmasına rağmen, yine de toplumda genel anlamda bir sıkıntı var. Burada çocuk yetiştirmeyi denemek istemezdim. Mesele şu, böyle bir şey yapılabilir mi?”

Martin Beck sessizce dinledi. Çocuk yetiştirme konusunda kendi katkısı çoğunlukla ağzını kapalı tutmak ve çocuklarının doğal biçimde kendi kendilerine büyümelerine izin vermekti. Sonuç, kısmen başarılı olmuştu. Gayet iyi, bağımsız bir insana dönüşen, onu seven bir kızı vardı. Öte yandan, hiçbir zaman anlayamadığı bir oğlu vardı. Kesinlikle açık sözlü olması gerekirse oğlundan pek hoşlanmıyordu ve daha on sekiz yaşında olan çocuk da ona güvensizlik, kandırmaca ve son yıllarda, açıktan açığa burun kıvırma haricinde bir davranış sergilemiyordu.

Oğlunun adı Rolf’tu. Konuşma girişimlerinin çoğu şu cümlelerle sona eriyordu: “Tanrım, baba ya, seninle konuşmanın bir manası yok, zaten hiçbir zaman ne dediğimi anlamıyorsun.” Ya da: “Elli yaş büyük olsaydım, belki bir şansımız olabilirdi ama artık on dokuzuncu yüzyılda değiliz biliyorsun.” Ya da: “Keşke polis olmasaydın!”

Nöjd köpekle meşguldü. Şimdi kafasını kaldırıp baktı.

“Ben sana bir soru sorabilir miyim?” dedi hafifçe gülümseyerek.

“Tabii.”

“Neden hiç evlendim mi diye öğrenmek istedin?”

“Aptalca bir soruydu.”

Tanıştıklarından beri ikinci kez, karşısındaki adam son derece ciddi göründü. Biraz da kırılmış gibiydi.

“Bu doğru değil. Doğru olmadığını biliyorum. Ben neden sorduğunu anladım.”

“Neden?”

“Kadınları anlamadığımı düşündüğün için mi?”

Martin Beck fotoğrafları elinden bıraktı. Rhea ile tanıştığından beri, dürüst olma konusunda sıkıntıları azalmıştı.

“Tamam,” dedi. “Haklısın.”

“Güzel,” dedi Nöjd, dalgın dalgın bir sigara daha yakarak. “Gayet iyi. Teşekkürler. Haklı olabilirsin de. Özel hayatına hiç kadın girmemiş bir erkeğim. Annem haricinde tabii ve Abbekås’lı bir balıkçı kız. Kadınları hep sıradan insanlar olarak görmüşümdür, benden ve genel olarak erkeklerden farklı değillermiş gibi. O yüzden arada ince farklar varsa, o zaman ben kaçırmışımdır. Bu konuda cahil olduğumu bildiğim için kadınların libidosu hakkında birçok kitap ve yazı okudum ama çoğunluğu saçmalıktı. Saçmalık olmayan kısımsa o kadar barizdi ki bir Hottentot bile anlayabilirdi. Mesela eşit işe eşit maaş ve cinsiyet ayrımcılığı.”

“Neden Hottentot?”

Nöjd o kadar yüksek sesli kahkaha attı ki köpek, yerinden sıçrayıp yüzünü yalamaya başladı.

“Belediyede bir adam vardı, Afrika’daki göçebe Hottentot’ların iki bin yıl da yaşasalar, tekerleği bile icat edemeyecek tek kültür olduklarını iddia ederdi. Saçmalık tabii ki. Onun hangi partiden olduğunu söylememe lüzum yok.”

Martin Beck bilmek istemiyordu zaten. Nöjd’ün hangi siyasi görüşe yakın olduğunu da bilmek istemiyordu. İnsanlar ne zaman siyaset konusunu açsa Martin Beck bir istiridye gibi kapanıyordu.

Orada hâlâ kapalı bir istiridye sessizliğinde oturuyorken otuz saniye sonra telefon çaldı.

Nöjd ahizeyi kaldırıp açtı.

“Nöjd,” dedi.

Her kim arıyorsa, anlaşılan komik bir şeyler söylemişti.

“Evet, şu anda karşımda oturuyor.”

Martin Beck ahizeyi aldı.

“Beck.”

“Alo, merhaba, ben Ragnarsson. Sana ulaşabilmek için birçok yeri aradık. Ne var ne yok?”

Cinayet Büro Şefi olmanın bir sıkıntısı da büyük gazetelerin nereye neden gittiğini öğrenmek için peşine adam takmasıydı. Bunu yapabilmek için, polis teşkilatından para yedirdikleri ispiyoncuları olurdu, bu da sinir bozucuydu ama elden gelen bir şey yoktu. Emniyet Genel Müdürü de çok sinir oluyordu ama haber sızacak diye de ödü patlıyordu. Hiçbir şey hiçbir yere sızmamalıydı.

Ragnarsson gazeteciydi, daha iyi ve düzgün olanlardan biriydi, ancak bu asla ve asla onun çalıştığı gazete daha iyi ve düzgün olanlardan biri demek anlamına gelmiyordu.

“Hâlâ orada mısın?” dedi Ragnarsson.

“Birisi ortadan kaybolmuş,” dedi Martin Beck.

“Kaybolmuş? İnsanlar her gün kayboluyor ama seni çağırmıyorlar. Dahası, duyduğuma göre Kollberg de oraya doğru yola çıkmış. Burnuma kötü kokular geliyor.”

“Olabilir de. Olmayabilir de.”

“İki adam gönderiyoruz. Hazırlıklı olun bari. Tek söylemek istediğim buydu. Arkandan iş çevirmek istemedim, biliyorsun. Bana güvenebilirsin. Hoşça kal.”

“Hoşça kal.”

Martin Beck kafa derisinin kenarını sıvazladı. Ragnarsson’a güveniyordu ama muhabirlerine ve çalıştığı gazeteye güvendiği söylenemezdi.

Nöjd düşünceli düşünceli bakıyordu.

“Gazeteci mi?”

“Evet.”

“Stockholm’den mi?”

“Evet.”

“Demek bomba patladı.”

“Kesinlikle.”

“Burada da yerel gazeteciler var. Olaydan haberdarlar. Ama söz dinliyorlar. Bir nevi sadakat. Trelleborgs Allehanda iyi. Ama bir de Malmö gazeteleri var. En kötüsü de Kvällsposten. Şimdi bir de Aftonbladet ve Expressen çıkacak başımıza.”

“Evet, maalesef.”

“Hassiktir!”

‘Hassiktir,’ Skåne’de yumuşak, gündelik bir sözdü.

Biraz kuzeye çıkıldı mı, çok ayıp karşılanırdı.

Belki de Nöjd’ün bundan haberi yoktu. Ya da belki umurunda değildi. Martin Beck, Nöjd’ü çok sevmişti.

Aralarında doğal bir arkadaşlık gelişmişti. Bir sorun çıkmayacak gibiydi.

“Şimdi ne yapıyoruz?”

“Sana bağlı,” dedi Martin Beck. “Uzman olan sensin.”

“Anderslöv bölgesi. Evet, öyle olmalıyım. Sana etrafı gezdirip anlatayım mı? Arabayla? Ama devriye arabasını almayalım. Benimki daha iyi.”

“Domates rengi olan mı?”

“Tabii. Elbette herkes biliyor. Ama ben onunla daha rahat ediyorum. Gidelim mi?”

“Sen nasıl istersen.”

Arabada üç şeyden bahsettiler.

Birincisi Nöjd’ün her nedense daha önce söz etmediği bir şeydi.

“Burası postane ve şimdiyse otobüs durağına geliyoruz.

Sigbrit en son burada beklerken görülmüş.”

Yavaşlayıp durdu.

“Bir şey daha görmüş olan bir tanığımız var.”

“Ne görmüş?”

“Folke Bengtsson arabasıyla yaklaşmış ve Sigbrit’in yanından geçerken yavaşlayıp durmuş. Gayet doğal gözüküyor. Arabasını almış eve gidiyormuş. Birbirlerini tanıyorlardı; komşuydular. Kadının otobüs beklediğini biliyordu, onu eve bıraktı.”

“Nasıl bir tanık bu?”

Nöjd parmaklarıyla direksiyona yavaşça vurdu.

“Buralı, yaşlıca bir kadın. Adı Signe Persson. Sigbrit’in ortadan kaybolduğunu duyunca karakola gelip, sokakta karşı kaldırımda yürürken Sigbrit’i gördüğünü ve sonra ters istikametten Bengtsson’un arabasıyla yaklaştığını anlatmış. Adam frene basıp arabayı durdurmuş. Kadın geldiğinde Britta karakolda yalnızmış, o yüzden ona daha sonra benimle konuşmaya gelmesini söylemiş. Ertesi gün geldi de, ben de onunla konuştum. Bana da hemen hemen aynı hikâyeyi anlattı. Sigbrit’i görmüş, Folke arabasını durdurmuş. Ondan sonra ona arabanın hakikaten durup durmadığnı ve Sigbrit’in arabaya bindiğini görüp görmediğini sordum.”

“Ne dedi?”

“Dönüp bakmak istemediğini çünkü insanların hayatına burnunu sokan meraklı biri gibi görünmek istemediğini söyledi. Bu da salakça bir cevaptı çünkü bu yaşlı kadın herhalde İsveç’in en meraklı insanıdır. Biraz dil dökünce çok geçmeden başını çevirdiğinde Sigbrit de araba da kuş olup uçmuş. Sonra biraz havadan sudan sohbet ettik ve bir süre sonra, emin olmadığını söyledi. İnsanların arkasından konuşmak istemiyormuş. Fakat ertesi gün benim Kooperatif’teki adamlarımdan birine rastladığında kesinlikle Bengtsson’un durduğunu ve Sigbrit’in arabaya bindiğini gördüğünü söylemiş. Eğer bu ifadesine sadık kalırsa, o zaman Folke Bengtsson kesinlikle kadının ortadan kaybolmasıyla ilişkilendirilebilir.”

“Bengtsson ne diyor?”

“Bilmiyorum. Onunla konuşmadım. Trelleborg’dan iki polis oraya gitti ama evinde yoktu. Sonra seni çağırmaya karar verdiler ve bana açıkça hiçbir şey yapma dediler. Karıştırma filan. İşine bak ve uzmanı bekle. Signe Persson ile konuşmamı resmî rapora dökmedim. Sence ihmalkâr mı davranmışım?”

Martin Beck cevap vermedi.

“Bence düpedüz ihmalkârlık,” dedi Nöjd gülerek. “Ama ben Signe Persson’a biraz temkinli yaklaşırım. Hayatımda önüme gelen en kötü dosyaya karışmıştı. Beş sene önceydi sanırım. Bir komşusunun kedisini zehirlediğini iddia etti. Resmen şikâyette bulundu, biz de soruşturmak zorunda kaldık. Sonra diğer kadın da Signe Persson’dan şikâyetçi oldu çünkü kedisi onun muhabbet kuşunu öldürmüştü. Kediyi mezarından çıkardık, Helsingborg’a yolladık. Zehir filan bulamadılar. Bunun üstüne Signe diğer kadının bir tütüncüden iki tane puro alıp haşladığını iddia etti. Bir dergide okumuş, puroyu uzun süre haşlarsan, nikotin kristalleri çıkarırmış, bunlar da ölümcül derecede zehirleyiciymiş ve hiç iz bırakmazmış. Komşusu sahiden de iki puro almış ama misafirlerine ikram etmek için olduğunu ve erkek kardeşinin onları içtiğini söyledi. Ona kedinin muhabbet kuşunu öldürmeyi nasıl başardığını sordum, ne de olsa kuş hep kafesindeydi. Güya Signe kedisini, kuşu korkutmaya ikna etmiş çünkü kuş konuşabiliyormuş ve bazı gerçekleri ötmüş. Signe, sahiden de kuşun ona birçok kez orospu dediğini doğruladı. Burada, o sırada bir polis akademisi öğrencisi vardı, tuttuğunu koparan bir tipti ve şu puro teorisini araştırdı, teorik olarak mümkün olduğuna kanaat getirdi ve eğer kurban zaten sigara içiciyse, o zaman zehirlenmenin kanıtlanamayacağı sonucuna vardı. Dolayısıyla Signe onuncu ya da on ikinci sefer geldiğinde ona kedisinin ağır sigara tiryakisi olup olmadığını sordum. Ondan sonra bana senelerce merhaba bile demedi. Dosyayı kapattıktan sonra da akademi öğrencisi evde kalıp puro haşladı, sonunda da şutlandı. Sonra Eslöv’e yerleşip mucit oldu.”

“Ne icat etmiş ki?”

“Tek duyduğum, kenarları ışıklı bir lazımlık ve zehirli lahana çorbasına batırdığın zaman miyavlayan bir nikotin dedektörünün patenti için başvuru yaptığıydı. İşe yaramamıştı, bu sefer de aynı icadını pille çalışan mekanik bir kediye çevirmeye çalışmıştı.”

Nöjd kol saatine baktı.

“Bir numaralı ilgi alanı buydu işte. Otobüs durağı. Ayrıca Signe Persson ve puro içen bir kedi yüzünden hayatı kayan bir adamın hikâyesi. Söylemeden edemeyeceğim, Signe’nin kilit tanık olduğu bir dosya hiç de hoşuma gitmiyor. Yola devam etsek iyi olur. Otobüs birazdan gelir.”

Arabayı vitese takıp dikiz aynasından baktı. “Arkamızda birisi var,” dedi. “İçinde iki adam olan yeşil bir Fiat. Biz durduğumuzdan beri orada öylece bekliyorlar. Onlara biraz ortalığı gezdirelim mi?”

“Bana uyar.”

“Takip edilmek çok ilginç,” dedi Nöjd. “Benim için yeni bir deneyim.”

Saatte yirmi kilometre hızla gidiyordu ama diğer araba onu geçmeye yeltenmedi bile.

“Sağımız Domme. Sigbrit Mård ve Folke Bengtsson orada yaşıyordu. Arabayla gitmek ister misin?”

“Şu anda değil. Orada doğru düzgün bir kriminal inceleme yapıldı mı?”

“Sigbrit’in evinde mi? Hayır, yürüttük diyemem. Biz eve gittik, biraz etrafa bakındık ve yatağının üstündeki o fotoğrafı aldım. Bir de sanırım orada burada parmak izimizi bıraktık.”

“Eğer ölmüşse…”

Martin Beck birden sustu. Bayağı aptalca bir soruydu.

“Ve onu ben öldürseydim, cesedini ne yapardım? Bunu ben de düşündüm. Ama çok fazla ihtimal var. Bir sürü bataklık çukuru ve yıkık dökük ev. Barınaklar ve harabeler. Upuzun Baltık Denizi kıyısı, boş yazlık evler. Orman, çalılık, hendek, bir sürü yer olabilir.”

“Orman mı?”

“Evet, Börringe Gölü’nün orada. Polis eskiden doğu kıyısının oradaki bir açık alanda nişan yarışı düzenlerdi. 68’deki fırtınadan bu yana öyle bir karman çorman oldu ki tankla bile giremezsin içine. O yığıntıdan kurtulmak yüz yıl alır. Ayrıca… Bu arada torpidoda bir harita var.”

Martin Beck haritayı çıkarıp açtı.

“Şu anda Alstad’dayız, Route 101’den Malmö istikametinde ilerliyoruz. Oradan yönünü bulabilirsin.”

“Bütün yol boyunca bu kadar yavaş sürmeyi mi planlıyorsun?”

“Hayır. Tanrım! Tamamen dalmışım. Arkamızdaki sıkı herifleri kaybetmeyelim dedim.”

Nöjd sağa doğru saptı. Yeşil araba takip etti.

“Artık Anderslöv polis bölgesinden çıktık,” dedi. “Ama kısa süre sonra tekrar gireceğiz.”

“Bir dakika önce ne diyecektin? Ayrıca… ne?”

“Ah evet. Ayrıca, Sigbrit Mård’ın birisi tarafından arabayla alınmış olması genel kanı diyebilirim. Hatta böyle diyen bir tanık da var. Haritaya bakarsan, bu bölge içinden geçen üç ana yol göreceksin. Eski Ana Cadde, az önce ayrıldığımız; Route 10, Trelleborg’dan Ystad’a kadar deniz kıyısını takip ederek sonra ta Simrishamn’a kadar giden; ve son olarak da yeni Avrupa Route 14 otoyolu, Polonya’dan Ystad’a gelen feribotlara bağlanıp Malmö içinden geçerek Tanrı bilir nereye kadar uzuyor. Bunun da üstünde, ülkenin başka hiçbir yerinde dengi bulunmayan örümcek ağı gibi karışık arka yollarımız var.”

“Anladım,” dedi Martin Beck.

Doğruya doğru, araba tutmaya başlamıştı.

Yine de bu onu içinden geçtikleri araziyi incelemekten alıkoymamıştı. Daha önce ülkenin bu kısımlarında hiç bulunmamıştı ve eski Edvard Persson filmlerinden hatırladıklarından öte bir bilgisi yoktu. Skåne düzlüklerinin kendine has tatlı bir güzelliği vardı. Burası nüfusu yoğun, kırsal bir cennet değildi, tek bir arazi parçasıydı ve kendi içinde bir uyum taşıyordu.

Martin Beck birdenbire, kırsal kesimdeki koşullara dair genel şikâyetlerden bağımsız bir cümleyi hatırladı. “İsveç çürümüş bir ülke, ama çok güzel çürümüş bir ülke.” Birisi böyle demiş ya da yazmıştı ama Martin Beck kim olduğunu hatırlayamadı.

Nöjd konuşmayı sürdürdü.

“Anderslöv bölgesi biraz sıra dışıdır. Bürokrasiye gömülmediğimiz zamanlarda genelde trafikle uğraşırız. Mesela, devriye arabası yılda 75 bin kilometre yapar. Kasabada yaklaşık bin kişi, tüm bölgede ise belki on bin kişi yaşar. Ama yirmi iki kilometrelik plajımız var ve yazın nüfus otuz binleri geçer. Dolayısıyla yılın bu zamanı neden bu kadar çok binanın bomboş durduğunu anlayabilirsin. Şimdiye değin hep tanıdığımız insanları anlatıyorum, onları nerede bulacağımızı biliriz. Ama her dakika kontrol edemediğimiz bir beş bin, altı bin kişinin daha olduğunu tahmin ediyorum, eski evlerde ya da karavanlarda yaşayan, sonra taşınıp yerlerine gelen başka insanlar.”

Martin Beck sıra dışı derecede güzel, bembeyaz kireç boyalı bir kiliseye baktı. Nöjd bakışını takip etti.

“Dalköpinge,” dedi. “Kartpostal güzelliğinde kiliselere ilgi duyuyorsan, sana en az otuz tane bulurum. Bütün bölge çapında tabii.”

Sahil yoluna geldiler ve doğuya doğru döndüler. Deniz sakin ve grimsi maviydi. Ufukta yük gemileri duruyordu.

“Demek istediğim, eğer Sigbrit ölmüşse, olabileceği bir sürü farklı nokta var. Eğer birisi onu arabayla gezdirdiyse, Folke ya da bir başkası, o zaman bu bölgede bile olmama ihtimali çok yüksek. Bu durumda da binlerce olasılık daha eklenir.”

Sahil manzarasına doğru bakış attı. “Muhteşem, değil mi?”

Memleketiyle gurur duyduğu belliydi.

Haksız sayılmaz, diye içinden geçirdi Martin Beck.

Smygehuk’u geçtiler.

Yeşil Fiat ise sadık bir şekilde hâlâ peşlerindeydi.

“Smygehamn,” dedi Nöjd. “Benim zamanımda buraya Doğu Torp denirdi.”

Köyler birbirine yakın kurulmuştu. Beddingestradn. Skateholm. Kısmen sahil evlerine dönüştürülmüş, balıkçı köyleriydi buralar ama hâlâ güzellerdi. Yüksek binalar ya da pahalı oteller yoktu.

“Skateholm,” dedi Nöjd. “Benim mıntıkam burada sona eriyor. Artık Ystad Bölgesi’ne giriyoruz. Seni Abbekås’a götüreyim. Burası Dybeck. Bataklık ve sefalet. Tüm sahilin en kötü kısmı. Belki de kadın orada çamurların arasında bir yerde. Tamam, burası Abbekås.”

Nöjd köyün içinden arabayla yavaş yavaş geçti.

“Evet, burada yaşıyordu işte,” dedi. “Kadınlardan vazgeçmeme sebep olan kadın. Limana bakmak ister misin?”

Martin Beck cevap verme zahmetine girmedi.

Oturup balıkçılık anılarını anlatmak için bankları ve denizci keplerini takmış, birkaç yaşlı adamı olan küçük bir limandı. Üç balıkçı teknesi. Balık sandıkları istiflenmişti ve birkaç balıkçı ağı kurumaya asılmıştı.

Arabadan inip iki ayrı iskele babasına oturdular. Suyun kırıldığı noktanın üstünde martılar çığlık atıyordu.

Yeşil Fiat yirmi metre ötede durdu. İki adam ön koltuktan kalkmadılar.

“Onları tanıyor musun?” dedi Martin Beck.

“Hayır,” dedi Nöjd. “Gazeteciler sanırım. Bir şey istiyorlarsa, buraya gelip konuşabilirler. Orada öylece oturup izlemek çok sıkıcı olur.”

Martin Beck hiçbir şey demedi. O gittikçe yaşlanıyor, muhabirler de gittikçe gençleşiyordu. İlişkileri her yıl kötüye gidiyordu. Ayrıca polisler artık eskisi kadar popüler değildi, eskiden popüler olduklarını varsayarsak yani. Şahsen Martin Beck mesleğinden utanç duyma gereği hissetmiyordu ama birçok adamın utandığını biliyordu ve utanması gereken daha pek çok da adam tanıyordu.

“Ben ve kadınlar hakkındaki çıkarımın neydi?” diye sordu Nöjd.

“Sigbrit Mård hakkında çok az şey bildiğimizi düşündüm. Dış görünüşünü ve nerede çalıştığını biliyoruz, hiç kimseye yük olmadığını biliyoruz. Boşanmış olduğunu, çocuğu olmadığını biliyoruz. Hepsi bu kadarcık. Kadının tam da birçok kadının, özellikle çocuğu yoksa, ailesi ya da özel bir ilgi alanı yoksa, hayata karşı hayal kırıklığı yaşadığı bir yaş döneminde olduğunu düşündün mü? Menopoza yaklaştıkları, kendilerini yaşlı hissettikleri bir dönemde? Hayatlarının boşa geçtiğini, özellikle cinsel hayatlarının heba olduğunu hissederler ve genellikle aptalca şeyler yaparlar. Kendilerinden genç erkeklere çekim duyar ya da saçma sapan yasak ilişkiler yaşarlar. Çoğu zaman da parasal ya da duygusal açıdan kendilerini kaptırırlar.”

“Ders için teşekkürler,” dedi Nöjd.

Yerden bir tahta parçası alıp suya fırlattı. Köpek hemen suya atlayıp tahtayı kaptı.

“Şahane,” dedi Nöjd. “Şimdi arka koltuğu iyice batıracak. Yani Sigbrit’in gizli bir seks yaşamı olduğunu mu düşünüyorsun?”

“Bence mümkün. Yani özel hayatını yakından incelememiz lazım. Yapabildiğimiz kadar. Yani belki de, sonuçta bir ihtimal, kendinden yedi sekiz yaş küçük bir erkekle kaçmış olabilir. Bir süre mutlu olmak için her şeyden kaçış. Sadece iki haftalığına ya da iki aylığına da olsa.”

“Bir güzel becerilmek için,” dedi Nöjd.

“Ya da bağ kurabildiğini sandığı bir insanla konuşma şansı için.”

Nöjd başını yana eğip sırıttı.

“Bu bir teori,” dedi. “Ama ben katılmıyorum.”

“Çünkü duruma uymuyor.”

“Doğru. Hem de hiç uymuyor. Bir planın var mı? Yoksa bu münasebetsiz bir soru mu oldu?”

“Lennart gelene kadar beklemeyi planlıyorum. Ondan sonra Folke Bengtsson ve Bertil Mård ile gayriresmî bir sohbet etmeyi düşünüyorum.”

“Ben de seve seve eşlik ederim.”

“Hiç şüphem yok.”

Nöjd kahkahayı bastı. Sonra ayağa kalktı, yeşil arabaya doğru yürüyüp camı tıklattı. Kızıl sakallı genç bir adam olan sürücü, camı indirdi ve ona soru sorar gibi baktı.

“Artık Anderslöv’e dönüyoruz,” dedi Nöjd. “Källstorp içinden geçip erkek kardeşimden yumurta alacağım. Ama siz Skivarp’tan geçen yolu izlerseniz, gazeteniz biraz daha az para harcamış olur.”

Fiat onları takip etti ve yumurta alımını takipte kaldı.

“Polise güvenmedikleri çok belli,” dedi Nöjd.

* * *

Bunun haricinde o gün, yani 2 Kasım Cuma günü hiçbir şey olmadı.

Martin Beck mecburi Trelleborg ziyaretini gerçekleştirip Başkomiser ve Emniyet Amiri ile buluştu, adam Kriminal Şube’nin başıydı. Martin Beck amirin odasına hayran kalmıştı çünkü limana bakıyordu.

Kimsenin dosya hakkında söyleyeceği bir söz yoktu.

Sigbrit Mård on yedi gündür kayıptı ve herkesin tek bildiği, Anderslöv’de dolanan dedikodulardı.

Öte yandan, dedikodular genelde sağlam temele dayanırdı.

Ateş olmayan yerden duman çıkmazdı.

O akşam Kollberg telefon etti, araba kullanmaktan nefret ettiğini, geceyi Växjö’de geçirmeyi planladığını anlattı.

“Anderstorp’ta işler nasıl gidiyor?” dedi.

“Anderslöv.”

“Ah, evet.”

“Çok tatlı bir yer ama gazeteciler şimdiden ensemizde.”

“Sen üniformanı giy, daha çok saygı görürsün.”

“Şu zeki yorumların olmasa!” dedi Martin Beck.

Arkasından Rhea’yı aradı ama ulaşamadı.

Bir saat sonra tekrar denedi, en son yatmadan önce de aradı.

Bu kez kadın evdeydi.

“Bütün akşam sana ulaşmaya çalıştım,” dedi.

“Gerçekten mi?”

“Ne yapıyordun?”

“Seni ilgilendirmez,” dedi Rhea neşeli neşeli. “Nasıl gidiyor?”

“Emin değilim. Bir kadın ortadan kaybolmuş.”

“İnsanlar durup dururken ortadan kaybolmaz. Bunu bilmen gerek, sen bir polissin.”

“Sanırım seni seviyorum.”

“Sevdiğini biliyorum,” dedi Rhea mutlu bir şekilde. “Sinemaya gittim, sonra da Butlers’da bir şeyler yedim.”

“İyi geceler.”

“Tek istediğin bu muydu?”

“Hayır, ama bekleyebilir.”

“İyi uykular, sevgilim,” dedi Rhea ve telefonu kapattı.

Martin Beck bir şarkı mırıldanarak dişlerini fırçaladı. Eğer birisi orada olup da duysaydı muhtemelen çok garipserdi.

Ertesi gün tatildi. Azizler Yortusu. Yine de birilerinin tatilini her zaman zehir edebilirdi. Malmö’deki Månsson’un mesela.