Safahat

Abonelik
0
Yorumlar
Parçayı oku
Okundu olarak işaretle
Satın Aldıktan Sonra Kitap Nasıl Okunur
  • Sadece Litres Olarak Okuma “Oku!”
Yazı tipi:Aa'dan küçükDaha fazla Aa

Safahat
Birinci Kitap

Evlâdım Mehmed Ali’ye yâdigâr-i vedâdımdır.


"Bana sor sevgili kâri', sana ben söyleyeyim"

 
Bana sor sevgili kâri', sana ben söyleyeyim,
Ne hüviyyette şu karşında duran eş'ârım:
Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;
Ne tasannu' bilirim, çünkü, ne san'atkârım.1
Şi'r için «gözyaşı» derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!2
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!
Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zira onu yazdım, iki söz yazdımsa.
 

Fâtih Câmii

 
Yatarken yerde ilhâdiyle haşr olmuş sefîl efkâr,
Yarıp edvârı yükselmiş bu müthiş heykel-i ikrâr.3
Siyeh-reng-i dalâlet bir bulut şeklinde mâzîler,
Civârından kaçar, bulmaksızın bir lâhza istikrâr;4
Ziyâ-rîz-i hakîkat bir seher tavrında müstakbel,
Gelir fevkinden eyler sermedî binlerce nûr îsâr.5
Derâğûş etmek ister nâzenîn-i bezm-i lâhûtu:
Kol açmış her menârı sanki bir ümmîd-i cür'etkâr!6
O revzenler, nazarlardan nihan dîdâra müstağrak
Birer gözdür ki sıyrılmış önünden perde-i esrâr.7
Bu kudsî ma’bedin üstünde tâban fevc fevc ervâh,
Bu ulvî kubbenin altında cûşan mevc mevc envâr.8
Tecessüd eylemiş gûya ki subhun rûh-i mahmûru;
Semâdan yahud inmiş hâke, Sinâ-reng olup, Didar!9
Tabiat perde-pûş-i zulmet olmuş, hâbe dalmışken,
O, gûya kalb-i nûrânîsidir leylin, durur bîdâr.10
 
 
Evet bir kalbdir, bir kalb-i cûşâcûş-i âşıktır,
Ki cevfinden demâdem yükselir bin nâle-i ezkâr.11
Nümâyan cephesinden Sadr-ı İslâmın meâlîsi:
O sadrın feyz-i enfâsiyle güyâ bir yığın ahcâr,12
Kıyâm etmiş de, yükselmiş ve bir timsâl-i nûr olmuş,
Nasıl timsâl-i nûr olmaz? Şu pek sâkin duran dîvâr,13
Asırlar geçti hâlâ bâtılın pîş-i hücûmunda,
Göğüs germektedir, bir kerre olsun olmadan bîzâr.14
Bu bir ma'bed değil, Ma'bûd'a yükselmiş ibâdettir;
Bu bir manzar değil, dîdâra vâsıl mevkib-i enzâr.15
Semâdan inmemiştir, şüphesiz, lâkin semâvîdir:
Zemînî olmayan bir cilve-i feyyâzı hâvîdir.16
 
***
 
Bir infilâk-ı safâdır ki yâr-ı cânımdır,
Sabahı pek severim, en güzel zamânımdır.17
Ridâ-yı leyli henüz açmamıştı dest-i semâ,
Sabâ da hâb-ı sükûndan ayılmamıştı daha,18
Fezâ-yı rûhda aksetti, es-salâ-perdâz
Müezzinin dem-i mahmûru, bir hazîn âvâz.19
İçimde cûş ederek lücce lücce istiğrâk,
Ezânı beklemez oldum; açılmadan âfâk,
Zalâmı sîneye çekmiş yatan sokaklardan
Kemâl-i vecd ile geçtim. Önümde bir meydan
Göründü; Fatih'e gelmiştim anladım, azıcık
Gidince, ma'bede baktım ki bekliyor uyanık.20
Sokuldum artık onun sîne-i münevverine,
Oturdum öndeki maksûreciklerin birine.21
 
 
Fezâ-yı ma'bedin encüm-nümâ meşâilini,
O lem'a lem'a dizilmiş ziyâ kavâfilini22
 
 
Görünce geldi çocukluk zamanlarım yâda…
Neler düşündüm o sâatte bilseniz orada!23
 
 
Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: «Bu gece,
Sizinle câmie gitsek çocuklar erkence.
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun;
Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!»
Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi.
Namaza durdu mu, hâliyle koyverir peşimi,
Dalar giderdi. Ben artık kalınca âzâde,
Ne âşıkâne koşardım hasırlar üstünde!24
Hayâl otuz sene evvelki hâli pîşimden
Geçirdi, başladım artık yanımda görmeye ben:
Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak;
 
 
Vücûdu zinde, fakat saç, sakal ziyâdece ak;
Mehîb yüzlü bir âdem: Kılar edeble namaz;
Yanında bir küçücük kızcağızla pek yaramaz
Yeşil sarıklı bir oğlan ki, başta püskül yok.
İmâmesinde fesin bağlı sâde bir boncuk!
Sarık hemen bozulur, sonra şöyle bir dolanır;
Biraz geçer, yine râyet misâli dalgalanır!25
 
 
Koşar koşar duramaz… Âkıbet denir «âmin»
Namaz biter. O zaman kalkarak o pîr-i güzîn,
Alır çocukları, oğlan fener çeker önde.
Gelir düşer eve yorgun, dalar pek âsûde
Derin bir uykuya…26
                                                               Derken bu hâtırât-ı lâtif
Çekildi aslına, artık hakîkatin o kesîf
Likâsı başladı karşımda cilve eylemeye;
Zaman da kalmadı zaten hayâli dinlemeye:27
Sağım, solum, önüm, arkam huşûa müstağrak
Zılâl-i âdem iken, bir sadâ bülend olarak,
O kâinât-ı huzûu yerinden oynattı;
Fezâ-yı mahşere döndürdü gitti eb'âdı!
Sufûf ayakta müselsel cibâl-i velveledâr
Gibiydi. Her birisinden duyuldu sîne-fikâr,
 
 
Birer enîn-i tazarru', birer niyâz-ı hazîn,
Ki kalb-i rahmeti sızlattı şüphesiz o enîn!28
Eğildi sonra o dağlar huzûr-i izzette;
Göründü sonra o dağlar zemîn-i haşyette!29
 
 
İnâyetiyle Hudâ kaldırınca her birini,
Semâya doğru o dağlar da açtı ellerini.30
O anda koptu yüreklerden öyle bir feryâd,
Ki rûhum eyleyecek tâ ebed o dehşeti yâd.31
Kesildi bir aralık inleyen hazîn âvâz…
Ne oldu arşa kadar yükselen o sûz ü güdâz?
                                                                   O çûş içindeki iman?
Evet, hurûş ederek işte rahmet-i Sübbûh,
Bütün yüreklere serpildi kubbeden bir rûh:
                                                                                                        Rûh-i itmînân.32
 

Hasta

«Vak'a, Halkalı Ziraat Mektebi'nde geçmişti»

 

 
– Bence, doktor, onu siz bir soyarak dinleyiniz;
Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyetsiz.
Sâde bir nezle-i sadriyye mi illet? Nerde!33
Çocuğun hâli fenalaştı şu son günlerde.
Ameliyyâta çıkarken sınıf on gün evvel,
Bu da gelmez mi, dedim: «Kim dedi, oğlum, sana, gel?
Nöbet üstünde adam kaçmalı yorgunluktan;
Hadi yavrum, hadi söz dinle de bir parça uzan.»
O zamandan beridir za'fı terakki ediyor;
Görünen: Bir daha kalkınması artık pek zor.
Uyku yokmuş; gece hep öksürüyormuş; ateşin
Olmuyormuş azıcık dindiği…
                                                                                                      – Ben zâten işin,
Bir ay evvel biliyordum ne vahîm olduğunu…
Bana ihtâra ne hâcet, a beyim, şimdi bunu?
Ma'amâfih yeniden bir bakalım dikkatle:
Hükmü kat'î verelim, etmeye gelmez acele.
– Çağırın hastayı gelsin.
 
 
                                                                                                        Kapının perdesini
Açarak girdi o esnada düzeltip fesini,
Bir uzun boylu çocuk… Lâkin o bir levha idi!
Öyle bir levha-i rikkat ki unutmam ebedî:
Rengi uçmuş yüzünün, gözleri çökmüş içeri;
Elmacıklar iki baştan çıkıvermiş ileri.
 
 
O şakaklar göçerek cepheyi yandan sıkmış;
Fırlamış alnı, damarlar da beraber çıkmış!
Bet beniz kül gibi olmuş uçarak nûr-i şebâb;
O yanaklar iki solgun güle dönmüş, bîtâb!
O dudaklar morarıp kavlamış artık derisi;
Uzamış saç gibi kirpiklerinin her birisi!
Kafa bir yük kesilip boynuna, çökmüş bağrı;
İki değnek gibi yükselmiş omuzlar yukarı.
– Otur oğlum, seni dikkatlice bir dinliyelim…
Soyun evvelce fakat…
                                                                       – Siz soyunuz, yok hâlim!
Soydu bîçareyi üç beş kişi birden, o zaman
Aldı bir heykel-i üryan-ı sefalet meydan!34
Bu kemik külçesinin dinlenecek bir ciheti
Yoktu. Zannımca tabibin coşarak merhameti,
«Bakmasak hastayı nevmid ederiz belki» diye;
Çocuğun göğsüne yaklaştı biraz dinlemeye:
– Öksür oğlum… Nefes al… Alma nefes… Oldu, giyin;
Bakayım nabzına… A'lâ… Sana yavrum, kodein
Yazayım, öksürüyorsun, o keser, pek iyidir…
Arsenik hapları al, söylerim eczacı verir.
Hadi git kendine iyi bak…
                                                                                       – Nasıl ettin doktor?
– Edecek yok, çocuk artık yola girmiş, gidiyor!
Sol taraftan rienin zirvesi35 tekmil çürümüş;
Hastalık seyr-i tabîîsini almış yürümüş.
Devr-i sâlisteki âsârı o mel'un marazın36
Var tamamiyle, değil hiçbiri eksik arazın.
Bütün a'râz, şehîkıyle, zefîriyle…37
                                                                                                                 – Yeter!
Hastanın çehresi meydanda ya! İnsanda meğer
Olmasın his denilen şey… O değil, lâkin biz
Bunu «tebdîl-i hava» der de nasıl göndeririz?
Şurda üç beş günü var… Gönderelim, yolda ölür…
«Git!» demek, hem, düşünürsek ne büyük bir züldür!
Hadi göndermeyelim… Var mı fakat imkânı?
Kime derd anlatırız? Bulsana derd anlayanı!
– Sözünüz doğru Müdür Bey; ne yapıp yapmalı; tek
Bu çocuk gitmelidir. Çünkü, eminim, pek pek,
Daha bir hafta yaşar, sonra sirâyet de olur;
Böyle bir hastayı gönderse de mektep ma'zur.
– Bir mubassır çağırın.
                                  – Buyrun efendim.
                                                                                    – Bana bak:
Hastanın gitmesi herhalde muvâfık olacak.
«Sana tebdîl-i hava tavsiye etmiş doktor.
«Gezmiş olsan açılırsın…» diye bir fikrini sor.
«İstemem!» der o, fakat dinleme, iknâa çalış:
Kim bilir, belki de bîçâre çocuk anlamamış?
– Şimdi tebdîl-i hava var mı benim istediğim?
Bırakın hâlime artık beni, rahat öleyim!
Üç buçuk yıl bana katlandı bu mektep, üç gün
Daha katlansa kıyamet mi kopar? Hem ne için
Beni yıllarca barındırmış olan bir yerden,
«Öleceksin!» diye koğmak? Bu koğulmaktır. Ben,
Kimsesiz bir çocuğum, nerde gider yer bulurum?
Etmeyin, sonra sokaklarda perîşân olurum!
Anam ölmüş, babamın bilmiyorum hiç yüzünü;
Kardeşim var, o da lâkin bana dikmiş gözünü:
Sanki âtîdeki mevhûm refâhım giderek,
Onu çalkandığı hüsranlar içinden çekecek!
Kardeşim! Kurduğun âmâli devirmekte ölüm;
Beni göm hufre-i nisyâna,38 ben artık öldüm!
Hangi bir derdim için ağlayayım, bilmiyorum.
Döktüğüm yaşları çok görmeyiniz: Mağdûrum!
O kadar sa'y-i belîğin39 bu sefâlet mi sonu?
Biri evvelce eğer söylemiş olsaydı bunu,
Çalışıp ömrümü çılgınca hebâ etmezdim,
Ben bu müstakbele mâzîmi fedâ etmezdim!
Merhamet bilmeyen insanlara bak, yâ Rabbi,
Koğuyorlar beni bir sâil-i âvâre40 gibi!
– Seni bir kerre koğan yok, bu sözün pek haksız.
«İstemem, yollamayın» dersen eğer, kal, yalnız…
Hastasın…
              – Hem veremim! Söyle, ne var saklayacak?
– Yok canım, öyle değil…
                                                                    – Öyle ya herkes ahmak!
Bırakırlar mı eğer gitmemiş olsam acaba!
Doğrudur, gitmeliyim… Koşturunuz bir araba.
 
 
Son sınıftan iki vicdanlı refîkin koluna
Dayanıp çıktı o bîçâre sefâlet yoluna,
Atarak arkaya bir lemha-i lebrîz-i elem,41
Onu teb'îd edecek paytona yaklaştı «verem!»
Tuttu bindirdi çocuklar sararak her yerini,
Öptüler girye-i mâtem42 dökerek gözlerini:
– Çekiver doğruca istasyona…
                                                                                               – Yok, yok, beni tâ,
Götür İstanbul'a bir yerde bırak ki: Gurebâ,43
– Kimsenin onlara aldırmadığı bir sırada—
Uzanıp ölmeye bir şilte bulurlar orada!
 

Tevhid yahud Feryad

 
Ey nûr-i ulûhiyyetinin zılli avâlim,
Zıllin bile esrâr-ı zuhûrun gibi muzlim!44
Kürsî-i celâlin -ki semâlarla zeminler
Bir nokta kadar sahn-i muhîtinde tutar yer-
İdrâkin eder gâye-i ümmîdini haybet…
Yâ Rab, o ne dehşettir, İlâhi, o ne heybet!45
Pervâzına yetmez gibi pehnâ-yı avâlim,
Gâhî seni bulsam diye, âvâre hayâlim
Bir şevk ile lâhûta kadar yükseleyim der.
Lâkin nasıl olsun ki bu mi'râca muzaffer?
Nâsût muhîtinde henüz çalkalanırken,
Bir dest-i tecebbür dayanıp göğsüne birden;
Hüsranla iner öyle sefil, öyle muhakkar:
Hâlâ o sukûtun küreden tozları kalkar!46
Yalnız o mu? Bin fikr-i semâvî bu zeminde,
Bîtâb-ı taharrî kalarak âh ü eninde!47
Eşbâha mı kurbün olacaktır cevelângâh?
Ervâh bütün mündehiş-i «sümme radednâh!»48
Sun'undaki esrâra teâlî bize memnû'
Olmaz mı, ridâ-pûş dururken daha masnû'?49
Hurşîd-i ezelden nasıl ister ki haberdâr
Olsun daha bir zerreyi derk etmeyen efkâr?50
Ey nâmütenâhî sana nisbet ile mahdûd,
Mahsûr-i muhît-i kaderindir ne ki mevcûd.51
Dîbâce-i evsâfını almaz bütün eb'âd,
A'dâd edemez silsile-i feyzini ta'dâd.52
Ummân-ı şüûnun ki birer mevcidir a'sâr,
Her mevcesi bir lücce-i bî-sâhil-i âsâr!53
 
 
Fermânına mahkûm ezeliyyet, ebediyyet;
Ey pâdişeh-i arş-ı güzîn-i samediyyet.54
İbdâ'-ı bedîin -ki cihanlarla bedâyi'
Meydâna getirmiş- bize ey Hâlik-ı Mübdi',
Mübhem nasıl olmaz ki? Ademden değil isbât,
Bir zerre-i mevcûdu yok etmek bile heyhât,
Kâbil olamaz çıksa da bin dest-i muharrib.
 
 
Yâ Rab, bu nasıl âlem-i lebrîz-i garâib!55
Serhadd-i ezel bed'-i hudûd-i melekûtun,
Pehnâ-yı ebed gâye-i sahn-ı ceberûtun.56
Hükmün ki tahakküm edemez seyrine bir şey;
Bir anda bu pâyansız olan cevvi eder tayy.57
Bir an, diyerek eylemişim bilmeyerek, bak!
Takyîd zamanla seni ey Fâtır-ı Mutlak!58
Bâkîyi beşer her ne kadar etse de tenzîh,
Fâniyyeti îcâbı, eder kendine teşbîh!59
Itlâka nasıl yol bulabilsin ki tefekkür?
Eşbâhı görür eyler iken rûhu tasavvur!60
 
***
 
Ey rûh-i fezâ-gerd, giran-seyr-i harîmin,
Ey, nâtıka, dembeste-i esrâr-ı azîmin,61
Maksûd bu hilkatten eğer ma'rifetinse;
Varmış mı o müdhiş görünen gâyete kimse?62
Bir sahne midir yoksa bu âlem nazarında?
Bir sahne ki milyarla oyun var üzerinde!
Bir sahne ki her perdesi tertîb-i meşiyyet;
 
 
Eşhâsı da bâzîçe-i âvâre-i kudret!63
Cânîleri, kâtilleri meydâna süren sen;
Cânîdeki, kâtildeki cür'et yine senden!64
Sensin yaratan, başka değil, zulmeti, nûru;
Sensin veren ilhâm ile takvâyı, fücûru!65
Zâlimde teaddîye olan meyl nedendir?
Mazlûm niçin olmada ondan müteneffir?
Âkil nereden gördü bu ciddî harekâtı?
Câhil neden öğrenmedi âdâb-ı hayâtı?66
Bir fâilin icbârı bütün gördüğüm âsâr!
Cebrî değilim… Olsam İlâhî ne suçum var?67
 
***
 
Bir sahne demek âleme pek doğrudur elbet;
Ancak, görülen vak'aların hepsi hakikat.68
Hem öyle vekâyi' ki temâşâsı hazindir,
Âheng-i tarab-sâzı bütün âh u enindir!69
Zîrâ ederek bunca sefâlet-zede feryâd;
Vâveyl sadâsıyla dolar sîne-i eb'âd.70
Yâ Rab, bu yüreklerdeki ses dinmeyecek mi?
Senden daha bir emr-i sükûn inmeyecek mi?71
Her an ediyorsun bizi makhûr-i celâlin,
Kurban olayım, nerde senin, nerde cemâlin?72
Sendense eğer çektiğimiz bunca devâhî,
Kimden kime feryâd edelim, söyle İlâhî!73
Lâ yüs'el'e binlerce suâl olsa da kurban,
İnsan bu muammâlara dehşetle nigehban.74
Bir şahsa esir olmayı bir koskoca millet,
Mekrinle mi, yâ Rab, sanıyor kendine devlet?75
Dünyâyı yakıp yıkmaya bir seyf-i teaddî,
Emrinle mi, yâ Rab, ediyor böyle tesaddî?76
Zâlimlere kahrın o kadar verdi ki meydan:
«Yok Âdil-i Mutlak» diyecek ye's ile vicdan!77
Yerden çıkıyor göklere bin âh-ı şererbâr,
Gökler ediyor sâde çıkan nâleyi tekrâr!78
Bir yanda yanar lânesi bin hâne-harâbın,
Bir yanda söner lem'ası milyonla şebâbın.79
Kalmış eli böğründe felâket-zede mâder;
Evlâdını gömmüş kara topraklara, inler,80
Ağlar beriden bir sürü âvâre-i tâli',
Nan-pâre için eyleyerek ırzını zâyi'.81
Bükmüş orada boynunu binlerce yetîman,
Me'vâ arıyor âileler lâne perîşan!82
Mazlûm şikâyette, nedâmette sitemkâr;
Hûnâbe-i maktûle garîk olmada hunhâr!83
Bîmârı, felâketliyi, üryânı, sefîli,
Meflûcu, amel-mandeyi, miskîni, zelîli,
Gaddârı, cefâ-dîdeyi, mahkûmu, esîri,
Heyhât, şu pâyânsız olan cemm-i gafîri
Teşhîr ile şöhret kazanan sahne-i dünyâ
Gelmez mi İlâhî sana bir kanlı temâşâ?84
 
***
 
Lâkin bu sefîlân-ı beşerden kiminin, var
Kalbinde bir ümmîd ki encüm gibi parlar:
Îmandır o cevher ki İlâhî ne büyüktür…
Îmansız olan paslı yürek sînede yüktür!85
Mü'min -ki bilir gördüğü yekrûze cihânın
Fevkınde ne âlemleri var subh-i bekânın;-86
Bin cân ile elbet çekecek etse de bilfarz,
Her devri hayâtın ona binlerce belâ arz.87
Ferdâdaki ezvâkı o ettikçe teemmül,
Eyler bugün âlâma nasıl olsa tahammül…88
Bir mülhidi lâkin kim eder tesliye, heyhât?
Sığmaz bunun âfâkına ferdâ-yı mükâfât!89
Baştan başa «boşluk» şu semâlar, şu zeminler,
Bir gûş-i kerem var mı akan yaşları dinler?90
İlcâ-yı tesâdüfle şu «boş!» âleme düşmüş;
Etrafına binlerce şedâid gelip üşmüş.91
Her lâhza boğuşmakla geçip devr-i hayâtı,
Bir şey olacak gâye-i hüsrânı: memâtı!92
Varlıktan onun inleyerek ölme nasîbi!
Bunlar beşerin işte en âvâre garîbi!93
Mü'minlere imdâda yetiş merhametinle,
Mülhidlere lâkin daha çok merhamet eyle:94
Gümrâhlarındır ki karanlıklara dalmış,
Bir rehber olur necm-i emel yok da bunalmış!95
Sensin bu şebistâna süren onları elbet,
Senden doğacak doğsa da bir fecr-i hidâyet.96
Mülhid de senin, kalb-i muvahhid de senindir;
İlhâd ile tevhid nedir? Menşei hep bir.97
Öyleyse nedendir bu tefâvüt ara yerde?
Esbâb-ı tehâlüf nedir efkâr-ı beşerde?98
Yâ Rab, bu serâir gün olur da açılır mı?
Bir leyl-i müebbed olarak yoksa kalır mı?99
Her zerrede âheng-i celâlin duyulurken,
Her nağmede binlerce lisan nâtık olurken,
Cilvendeki esrâr nasıl kalmada muzlim?
Ey nûr-i ulûhiyyetinin zılli avâlim!100
 

Küfe

 
Beş gün oldu ki, mu'tâda inkıyâd ile ben
Sabahleyin çıkıvermiştim evden erkenden.
Bizim mahalle de İstanbul'un kenârı demek:
Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek!
Adım başında derin bir buhayre101 dalgalanır,
Sular karardı mı, artık gelen gelir dayanır!
Bir elde olmalı kandil, bir elde iskandil,
Selâmetin yolu insan için bu, başka değil!
Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak,
Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak,
-Ayakta durmaya elbirliğiyle gayret eden,
Lisân-i hâl ile ammâ rükûa niyyet eden-
O sâlhûrde, harab evlerin saçaklarına,
Sığınmış öyle giderken, hemen ayaklarına
Delîlimin koca bir şey takıldı… Baktım ki:
Genişçe bir küfe yatmakta, hem epey eski.
Bu bir hamal küfesiymiş… Acep kimin? Derken;
On üç yaşında kadar bir çocuk gelip öteden,
Gerildi, tekmeyi indirdi öyle bir küfeye:
Tekermeker küfe bîtâb düştü tâ öteye.
– Benim babam senin altında öldü, sen hâlâ
Kurumla yat sokağın ortasında böyle daha!
O anda karşıki evden bir orta yaşlı kadın
Göründü:
                    – Oh benim oğlum, gel etme kırma sakın!
Ne istedin küfeden, yavrum? Ağzı yok, dili yok,
Baban sekiz sene kullandı… Hem de derdi ki: «Çok
Uğurlu bir küfedir, kalmadım hemen yüksüz…»
Baban gidince demek kaldı âdetâ öksüz!
Onunla besleyeceksin ananla kardeşini.
Bebek misin daha öğrenmedin mi sen işini?
Dedim ki ben de:
                                                                  – Ayol dinle annenin sözünü!
Fakat çocuk bana haykırdı ekşitip yüzünü:
– Sakallı, yok mu işin? Git cehennem ol şuradan!
Ne dırlanıp duruyorsun sabahleyin oradan?
Benim içim yanıyor: dağ kadar babam gitti…
– Baban yerinde adamdan ne istedin şimdi?
Adamcağız sana, bak hâl dilince söylerken…
– Bırak hanım, o çocuktur, kusura bakmam ben…
Adın nedir senin oğlum?
                                                                                      – Hasan.
                                                                                                             – Hasan, dinle.
Zararlı sen çıkacaksın bütün bu hiddetle.
Benim de yandı içim anlayınca derdinizi…
Fakat, baban sana ısmarlayıp da gitti sizi.
O, bunca yıl çalışıp alnının teriyle seni
Nasıl büyüttü? Bugün, sen de kendi kardeşini,
Yetim bırakmayarak besleyip büyütmelisin.
– Küfeyle öyle mi?
                                                         – Hay hay! Neden bu söz lâkin?
Kuzum, ayıp mı çalışmak, günah mı yük taşımak?
Ayıp: dilencilik, işlerken el, yürürken ayak.
– Ne doğru söyledi! Öp oğlum amcanın elini…
– Unuttun öyle mi? Bayramda komşunun gelini:
«Hasan, dayım yatı mekteplerinde zâbittir;
Senin de zihnin açık… Söylemiş olaydık bir…
Koyardı mektebe… Dur söyleyim» demişti hani?
Okutma sen de hamal yap bu yaşta şimdi beni!
Söz anladım ki uzun, hem de pek uzun sürecek;
Benimse vardı o gün birçok işlerim görecek;
Bıraktım onları, saptım yokuşlu bir yoldan.
Ne oldu şimdi acep, kim bilir, zavallı Hasan?
 
***
 
Bizim çocuk yaramaz, evde dinlenip durmaz;
Geçende Fatih'e çıktık ikindi üstü biraz.
Kömürcüler kapısından girince biz, develer
Kızın merakını celbetti, daima da eder:
O yamrı yumru beden, upuzun boyun, o bacak,
O arkasındaki püskül ki kuyruğu olacak!
Hakikaten görecek şey değil mi ya? Derken,
Dönünce arkama, baktım: Beş on adım geriden,
Belinde enlice bir şal, başında âbânî,
Bir orta boylu, güler yüzlü pîr-i nûrâni;
Yanında koskocaman bir küfeyle bir çocucak,
Yavaş yavaş geliyorlar. Fakat tesadüfe bak:
Çocuk, benim o sabah gördüğüm zavallı yetim…
Şu var ki, yavrucağın hâli eskisinden elim:
Cılız bacaklarının dizden altı çırçıplak…
Bir ince mintanın altında titriyor, donacak!
Ayakta kundura yok, başta var mı fes? Ne gezer!
Düğümlü, alnının üstünde sâde bir çember.
Nefes değil o soluklar, kesik kesik feryad;
Nazar değil o bakışlar, dümû-i istimdâd.102
Bu bir ayaklı sefâlet ki yalnayak, baş açık;
On üç yaşında buruşmuş cebîn-i sâfı, yazık!
O anda mekteb-i rüşdiyyeden taburla çıkan
Bir elliden mütecâviz çocuk ki, muntazaman
Geçerken eylediler ihtiyârı vakfe-güzin…
Hasan’la karşılaşırken bu sahne oldu hazin:
 Evet, bu yavruların hepsi, pür-sürûd-i şebâb,103
 Eder dururdu birer âşiyân-ı nûra şitâb.104
 Birazdan oynayacak hepsi bunların, ne iyi,
 Fakat Hasan, babasından kalan o pis küfeyi,
 -Ki ezmek istedi görmekle reh-güzârında-105
 İlel'ebed çekecek dûş-i ıztırârında!106
 O, yük değil, kaderin bir cezâsı ma'sûma…
 Yazık, günâhı nedir, bilmeyen şu mahkûma!
 

Durmayalım!

 
Sa'dî diyor ki: «Bir gece biz kârbân ile
Âheste-seyr iken yolumuz düştü bir çöle.107
Sür'atle tayy için o beyâbân-ı vahşeti,
Hep yolcular fedâ ederek istirâhati,
Gitmektelerdi. Bir aralık bende meşye tâb,
Hiç kalmamış ki düşmüşüm artık zebûn-i hâb.108
Âvâre bir piyâdeyi bekler mi kaafile ?
Nâçâr şedd-i rahl edecek tâ be-merhale.109
Durmuş, diyordu, bir de uyandım ki, sârban:
«Kalk ey zavallı yolcu, uzaklaştı kârban!
Uykum benim de yok değil ammâ bu deşt-zâr,
Ârâmgâh olur mu ki bin türlü korku var?
Ser-menzil-i merâma varır, durmayıp giden;
Yoktur necât ümîdi bu çöller geçilmeden.
Heyhât, yolda böyle düşen uyku derdine,
Hep yolcular gider de kalır kendi kendine!»110
Vak'a hiç bir şey değildir; haklısın, lâkin düşün.
Başka bir düstûr-i hikmet var mı, insâf et, bugün?111
Varmak istersen -diyor Sa'dî- eğer bir maksada,
Tuttuğun yollar tükenmekten muarrâ olsa da;
Şedd-i rahl et, durmayıp git, yolda kalmaktan sakın!
Merd-i sâhib-azm için neymiş uzak, neymiş yakın?112
Hangi müşkildür ki, himmet olsun, âsân olmasın?
Hangi dehşettir ki insandan hirâsân olmasın?113
İbret al erbâb-ı ikdâmın bakıp âsârına:
Dağ dayanmaz erlerin dağlar söken ısrârına.114
Bir münevvim ses değil yer yer hurûşan velvele:
Fevc fevc akmakta insanlar bütün müstakbele.115
Nehr-i feyzâfeyz-i insâniyyetin âhengine
Uymadan, kaabil değildir düşmemek bir engine.116
Menzil-i maksûda varmazsın uyanmazsan eğer…
Var mı bak, yollarda hiç bîdâr olanlardan eser?117
İşte âtîdir o ser-menzil denen ârâmgâh;
Kârbân akvâm; çöl mâzî; atâlet sedd-i râh.118
Durma, mâzî bir mugaylanzâr-ı dehşetnâktir;
Git ki, âtî korkusuzdur, hem de kudsî hâktir!119
Çok şedâid iktihâm etmek gerektir, doğrudur…
Vehleten âvâre bir seyyahı yollar korkutur;
Korku, lâkin, azmi te'yîd eylemek îcâb eder:120
Kurtulursun şedd-i rahl etmiş de gitmişsen eğer.121
Çünkü düşmüşsün hayâtın -ezkazâ- feyfâsına,
Gitmen icab eyliyor tâ menzil-i aksâsına.122
Düşmemek mâdem elinden gelmemiş evvel senin,
Ölmeden olsun mu, ey miskin, bu çöller medfenin?123
İntihâr etmek değilse yolda durmak, gitmemek,
Âsûmandan refref indirsin demektir bir melek!124
«Leyse lil-insâni illâ mâ seâ» derken Hudâ;
Anlamam hiç meskenetten sen ne beklersin daha;125
Davran artık kârbânın arkasından durma, koş!
Mahv olursun bir dakikan geçse hattâ böyle boş.
Menzil almışlar da yorgun, belki senden bîmecâl!
Belki yok, elbette öyle! Sen ne etmiştin hayâl?126
Şöyle gözden geçse bir hilkat temâşâ-hânesi:
Çıkmıyor bir zerre fa'âliyyetin bîgânesi.127
Âsümânî, hâkdânî cümle mevcûdât için
Kurtuluş yok sa'y-i dâimden, terakkîden bugün.128
Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur!
Bunların hakkında bilmem bir bahânen var mı? Dur!
Mâsivâ bir şey midir, boş durmuyor Hâlik bile:
Bak tecellî eyliyor bin şe'n-i gûnâgûn ile.
Ey, bütün dünya ve mâfîhâ ayaktayken, yatan!
Leş misin, davranmıyorsun? Bâri Allah'tan utan!129
 
1Tasannu: Sanat taslamak, sanat diye bir takım yapmacıklar yapmak.
2Aczimin giryesidir: Aczimin gözyaşıdır. Âsâr: Eserler.
3Hak ve hakikati inkâr eden sefil fikirler yerde sürünürken bu dehşetli iman heykeli, devirleri yarıp yükselmiş.
4Geçmiş zamanlar, bunun etrafında karanlık sapıklık bulutları gibi bir an bile durmadan uzaklaşır.
5Gelecek demler de hakikat aydınlığı saçan seher vakitleri gibi gelir; üzerinden kucak kucak sermedî nurlar serper, gider.
6Her minaresi cüretli ve ümitli bir âşığın uzanmış kolu gibidir ki ilâhiyet âleminin ezelî ve nazlı maşukunu kucaklamak ister.
7O pencereler birer gözdür ki esrar perdesi sıyrılmış ve her biri nazarlardan gizli bir cemalin temaşasına müstağrak olmuştur.
8Bu mukaddes mabedin üstünde bölük bölük ruhlar uçuşmakta, bu yüksek kubbenin altında dalga dalga nurlar parlamaktadır.
9Sanki sabahın mahmurluk hâli, gövdelenmiş yahut Hakkın tecellisi Tûr-i Sina hey'etinde gökten yere inmiştir.
10Bütün tabiat, karanlık perdesiyle örtünüp uykuya dalmışken o, gecenin nuranî kalbi gibi uyanık durmaktadır.
11Evet, bir kalbdir, hem de bir âşığın coşkun ve taşkın kalbidir ki içinden binlerce zikir iniltisi yükselmektedir.
14Şu sessiz, sadasız duvarlar, asırlardan beri bâtılın hücumlarına usanmadan göğüs gerip durmuşken nasıl olur da nurun timsali sayılmaz?
15Bu bir mabet değil, ibadetlerin Mabuda yükselmiş şeklidir. Bu bir manzara değil, nazarların didar-ı Hakka varmış kafilesidir.
16Gökyüzünden inmemiş olmakla beraber, mertebece semâvîdir ki; Allah’ın feyizli bir cilvesini ihtiva etmektedir.
12İslâm’ın başlangıç devrindeki büyüklükler ve yükseklikler onun cephesinde parlıyor. Sanki bir taş yığını şahlanarak o yüce devrin feyizlerini ve yüksekliklerini canlandıran nuranî bir âbide olmuş.
13İslâm’ın başlangıç devrindeki büyüklükler ve yükseklikler onun cephesinde parlıyor. Sanki bir taş yığını şahlanarak o yüce devrin feyizlerini ve yüksekliklerini canlandıran nuranî bir âbide olmuş.
17Sabahı pek severim, yâr-i canımdır; safa nurlarının etrafa serpildiği en güzel zamandır.
18Semanın eli, daha gecenin örtüsünü açmamıştı, sabah rüzgârı da henüz sâkin uykusundan uyanmamıştı.
19Minarede Esselât okuyan müezzinin mahmur ve hazin sesi ruhumun fezasında akisler yaptı.
20İçimde istiğrak dalgaları coştu. Artık ezanı beklemeden karanlığı kucaklamış olan sokaklardan mânevi bir coşkunluk içinde geçtim. Önümde bir meydan göründü. Fatih'e gelmiştim. Camiye baktım ki her vakitki gibi uyanık, cemaat bekliyor.
21Onun nurlu göğsüne sokuldum ve maksureciklerden birine oturdum.
22Kubbeye asılı olan yıldız dizisi ve ziya kafilesi kandilleri görünce,
23Çocukluk zamanlarımı hatırladım. Orada ve o saatte bilseniz neler düşündüm.
24Sekiz yaşında bir çocuktum. Babam: «Bu gece, sizinle camiye gitsek. Fakat namazda uslu oturmanız şartıyla. Yaramazlık ederseniz işte ev!» der ve benimle kardeşimi alıp camiye götürürdü, içeriye girince kendisi namaza durur, hâliyle beni salıverirdi. Babamın takayyüdünden kurtulunca hasırlar üstünde ne âşıkâne koşardım!
25Hayal, otuz sene evvelki hâli gözümün önüne getirdi de, elli beş yaşlarında, güçlü kuvvetli, fakat sakalı fazla ağarmış beyaz sarıklı ve mehabetli bir adamla yanında küçük bir kız ve pek yaramaz bir oğlanı görmeye başladım. Bu afacanın başındaki fesin püskülü yoktu, ibiğinde mavi bir boncuk bağlı, fesin üzerinde yeşil bir sarık sarılı idi. Bu sarık, her an bozulur, sonra bir dolanır, daha sonra bayrak gibi dalgalanırdı.
26Yerinde oturamaz, koşar dururdu. Nihayet dua edilir, namaz biter, o muhterem zat çocukları alırdı. Dönerken oğlan önde fener tutar, eve gelince yorgun düşer, rahat ve derin bir uykuya dalardı.
27Bu lâtif hâtıralar aslına çekilmeye, hakikatin katı çehresi karşımda görünmeye başladı. Zaten hayal ile meşgul olmaya da vakit kalmamıştı.
28Sağım, solum, önüm, arkam huzu' ve huşû içindeki insan gölgeleriyle dolmuştu. Birdenbire bir sadanın yükselmesi o huzu' ve huşû âlemini yerinden oynattı; ortalığı mahşere döndürdü. Saflardan velveleli sıradağlar teşekkül etti ve her birinden göğüs tırmalayan birer yalvarma inlemesi ve hüzünlü birer niyaz duyuldu ki muhakkak o inilti rahmetin kalbini sızlatmıştır.
29Sonra o sıradağlar, Allah’ın huzur-i izzetinde eğildi, daha sonra da korku ile secde toprağına kapandı.
30Lûtf-i İlâhî, her birini inayetiyle kaldırınca o dağlar semaya doğru el açtılar ve duaya başladılar.
31O anda yüreklerden öyle dehşetli bir feryat koptu ki ruhum o dehşeti ebede kadar yâd edecektir.
32Arşa kadar yükselen o yanıp yakılma, o vicdan saflığının cûş ve hurûşu ne oldu bilmiyorum, inleyen o hüzünlü sesler, bir aralık kesildi. Evet, Erham-errâhimin'in rahmet denizi coştu, kalblere semadan itminan ruhu indi.
33Nezle-i sadriyye : Göğüs nezlesi.
34Çıplak bir yoksulluk âbidesi.
35Akciğerin ucu.
36O mel'un hastalığın üçüncü devredeki izleri.
37Bütün ârâzlar, içe doğru nefes almak ve dışa doğru nefes vermeğe ait bütün belirtileriyle.
38Hufre-i nisyan : Unutma çukuru.
39Sa'y-i beliğ: Canlı ve kuvvetli çalışma.
40Sâil-i âvâre : Âvare dilenci.
41Lemha-i lebriz-i elem: Elem taşan bir bakış.
42Girye-i matem: Mâtem gözyaşları.
43Gureba: Garip olanlar, kimsesiz olanlar.
44Ey ilâhiyet nurunun gölgesi âlemler olan, Allah; o gölge bile zuhurunun esrarı kadar karanlık ve meçhul!
45Çevresi alanında göklerle yerlerin nokta kadar kaldığı celâl ve azametin kürsisi, idrâk ve şuurun ümidini muvaffakiyetsizlikle neticelendirir, yâni âciz bırakır. İlâhî; bu ne dehşet ve ne heybettir!
46Serseri hayalimin dönüp dolaşmasına âlemlerin genişliği yetişmiyormuş gibi, bazan şevke gelir ve seni bulmak için lâhut âlemine kadar yükseleyim der. Lâkin böyle bir mi'raca nasıl zafer bulabilir ki daha nâsut âlemlerinde çalkalanıp dururken cebbar ve muktedir bir el göğsüne dayanır da dehşet ve hakaret içinde şu süfli toprağa serilir. Bu düşmenin tozları hâlâ yerden kalkmaktadır.
47Böyle olan yalnız benim hayalim mi? Semalar kadar yüksek binlerce fikir, seni arayıp bulmak hususunda kuvvetten düşmüş, ah etmekte ve inlemektedir!
48İlâhî: ruhlar (Sümme radednâhü esfele sâfilîn) yani «Biz insanı en güzel bir suretle yarattık, sonra onu esfel-i sâfilîne attık» cilvesinin dehşeti içinde iken cesetler senin yakınlarında nasıl dolanabilsin?
49Akıllara hayret veren kudret ve sanatındaki esrara yükselmek bize yasak edilmiş. Nasıl edilmez? Sanatının eserleri, daha meçhuliyet perdesiyle örtülü bulunuyor.
50Bir zerreyi anlıyamıyan fikirler, ezeliyet güneşinden nasıl haberdar olabilir?
51Ey sonsuzluk, zatına nisbetle mahdut ve mütenahi olan Rabbim; varlık namına her ne varsa hepsi de kaza ve kaderinin muhit-i dairesiyle çevrilmiştir.
52Vasıfların daha mukaddemesi bütün uzaklıklara sığmaz, zincirleme devam eden feyizlerini adetler sayıp tüketemez.
53Şüûn ve harekâtın, ucu bucağı olmayan bir ummandır ki asırlar onun bir dalgasıdır. O dalgaların her biri de kıyısı bulunmayan bir eserler denizi.
54Ey samediyyet arşı üzerinde hüküm süren mâlik-ül-mülk… Ezeliyet de, ebediyet de fermanına mahkûmdur.
55Ey bütün mevcudatı yoktan ve örneksiz olarak yaratan; o acip ve hayret verici yaratışın bize nasıl müphem kalmaz ki bir şeyi yoktan var etmek şöyle dursun, var olan bir zerreyi bile – binlerce tahrip edici el çıksa da – yok etmek kabil değil. İlâhî, bu nasıl bir âlem ki garibelerle dolu!
56Melekût âleminin hududu ezelle başlıyor, ceberût âleminin sonu da ebed genişliklerinde kayboluyor.
57Seyir ve cevelânına hiçbir şeyin tahakküm edemediği hükmün, şu sonu gelmeyen boşluğu bir an içinde dolaşır.
58Ey Fâtır-i Mutlak, bir an diyerek ve bilmeyerek seni zaman ile kayıt altına almaya kalkmışım.
59İnsan, bakî olan Cenab-ı Hakkı ne kadar tenzih eylemiş olsa fâniliği icabı olarak yine kendisine benzetiyor.
60Fikir, bağımsızlığa nasıl yol bulabilir ki ruhu düşünürken cesedi tasavvur ediyor?
61İlâhî; ruhlar, harimin fezasının ağır yürüyen bir yolcusu, nâtıkalar, azîm esrarının dili tutulmuş bir hatibidir.
62Eğer bu yaratılıştan maksat, seni hakkıyla tanımak ve bilmekse o dehşetli gayeye varabilen olmuş mudur?
63Senin nazarında bu âlem, üzerinde milyarlarla oyun oynanan, her perdesi meşiyet-i llâhiyen tarafından tertibedilmiş, eşhası yed-i kudretinin âvâre oyuncağı olmuş bir sahne midir?
64Canilere, katillere cüret veren ve onları meydana süren sensin.
65Zulmeti ve nuru halk eden, takvaya ve fücura ilham veren de başkası değil, ancak sensin.
66Zalimde tecavüze olan meyil nedendir, mazlûm niçin ondan nefret etmektedir? Akıllı kimseler bu ciddî hareketleri nereden gördü, câhiller de hayatın edeplerini neden öğrenmedi?
67Bütün gördüklerim bir fâilin icbar ve izhariyle zuhura gelmiştir. Yâ Rabbi; kulun «cebrî» değilim. Fakat olsam, ne suçum vardı?
68Âleme bir tiyatro sahnesi demek doğrudur, lâkin oynanan oyunların hepsi hakikattir.
69O oyunlar, öyle vakalardır ki seyri hüzün verir, âhengi ah çekmek ve inlemekten ibarettir.
70Çünkü felâkete uğramış ve sefalete düşmüş bunca yaratık feryat etmekte, fezanın içi vaveylâ sadalariyle akisler yapmaktadır.
71İlâhî, senden bir sükûn emri inip de yüreklerdeki bu tazallûm sesleri hâlâ dinmiyecek mi?
72Her an celâlinle kahrediyorsun. İradene kurban olayım, cemalinin lûtf-i tecellisi yok mu?
73İlâhî, çektiğimiz bu belâlar sendense, söyle, kimden kime şikâyet edelim?
74«Allah’a yaptığı işlerden sual olunmaz» buyurmuşsun. Bu habere binlerce sual ve istizah kurban edilse de insan, ef’alindeki hallolunmaz muammalara, dehşetle bakmaktan kurtulamıyor!
75Koskoca bir millet, müstebit bir şahsa esir olmayı, senin mekrinle mi devlet sanıyor?
76Bir tecavüz ve zulüm kılıcı, dünyayı yakıp yıkmaya ve dünyadakileri kesip biçmeye senin emrinle mi kalkışıyor?
77Kahrın zalimlere o kadar meydan verdi ki vicdanlar ümitsizliğe düşecek ve hâşâ «Âdil-i Mutlak yok!» diyecek.
78Yerden göklere kıvılcım saçan binlerce yanık ah yükseliyor. Gökler ise o iniltileri tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor.
79Arzın bir tarafında binlerce mazlûmun yuvası yanmada, bir tarafında ise milyonlarca zekâ şulesi sönmede!
80Felâkete uğramış bir ana evlâdını kara toprağa gömmüş ve eli böğründe kalmış, inleyip duruyor.
81Öte taraftan bir sürü talihsiz, bir dilim ekmek için ırzını kaybettiğine ağlıyor.
82Başka bir cihette binlerce öksüz, boynu bükük durmakta, öte yanda yuvası bozulmuş aileler başını sokacak bir yer aramakta!
83Mazlûm şikâyet ediyor, zalim, yaptıklarına karşı pişman. Kâtil, öldürdüğünün kanına bulanmış bir hâlde!
84Hastayı, felâketliyi, çıplağı, sefili, inmeliyi, iş göremez olmuşu, miskini, zelili, gaddarı, cefa görmüşü, mahkûmu, esiri, hulâsa sonu gelmeyen birçok dertliyi göstermekle şöhret alan dünya sahnesi, İlâhî, sana kanlı bir temaşa gelmiyor mu?
85Lâkin bu sefil insanlardan bazılarının kalbinde yıldız gibi parlayan bir ümit var ki o büyük ümit, iman cevheridir. O cevheri havi olmayan paslı yürek de göğüste bir yüktür.
86İman sahibi olan kimse şu birkaç günlük dünyanın fevkinde beka sabahının ne parlak âlemleri bulunduğunu bilir.
87Onun için hayatın her saniyesi ona faraza binlerce belâ arz etse de onları candan, gönülden kabul ederek çeker.
88Âhiretteki mânevi zevkleri düşündükçe dünya elemlerine nasıl olsa tahammül eder.
89Lâkin… Bir dinsizi kim teselli edebilir? Onun düşünce ufuklarına mükâfat ferdası, yani âhiretin nimet-i uzmâsı sığmaz.
90Onun inanışına göre gökler ve yer koca bir boşluktan ibarettir. Onlarda feryadını dinleyecek bir kerem kulağı yoktur!
91Kendisi rastgele şu boş âleme düşmüş, etrafına binlerce musibet gelmiş toplanmıştır.
92Hayatı, devri onlarla boğuşarak geçecek, nihayet hüsran içinde ölüp gidecektir!
93Onun varlıktan nasibi, ancak inleyerek ölmektir. Bu düşüncede olanlar da insanların en serseri garipleridir.
94Yâ Rabbi, merhametinle mü’minlerin imdâdına yetiş, lâkin dinsizlere daha çok acı!
95Çünkü onlar, körlük gecesinin karanlığında yolunu kaybetmiş, kılavuz olacak bir hidayet yıldızı bulamadıkları için bunalmış sapıklardır.
96Onları bu dalalet gecesine süren sensin. Karşılarına bir hidayet sabahı doğarsa yine senden doğacaktır.
97Muvahhidin mü’min olan kalbi de senindir, mülhidin münkir olan fikri de senindir. Zaten tevhid ile ilhad nedir, menşeleri bir değil midir?
99Yâ Rabbî, bir gün gelip de bu esrar perdesi açılacak mı, yoksa ebedî bir gece gibi karanlıkta mı kalacak?
100Celâl ve azametinin âhengi her zerreden duyulur ve her dil o âhengi bir türlü nağme ile okurken, ey âlemler ulûhiyeti nurunun gölgesi bulunan Allah, cilvelerindeki sırlar nasıl karanlıkta ve meçhul kalmaktadır?
98Öyle ise ara yerdeki bu ayrılık neden? İnsanların fikirlerindeki bu ayrılığın sebebi ne?
101Buhayre: Göl.
102Dümû-i istimdad: Yardım dileyen gözyaşları.
103Pür sürûd-i şebab: Gençlik cıvıltıları içinde.
104Âşiyan-ı nura şitab: Bir nur yuvasına doğru koşmak.
105Reh-güzarında: Yolunun üstünde.
106Dûş-i ıztırârında: Mecburiyet altında.
107Şeyh Sa'di diyor ki: «Bir gece biz kervanla yavaş yavaş giderken yolumuz bir çöle uğradı.
108O vahşî çölü çabucak geçmek için bütün yolcular, rahatlarını feda ederek gidiyorlardı. Fakat bende yürümeye takat kalmadığı, uyku da fazla bastırdığı için düşüp kalmışım.
109Bir kervan konak yerine varıncaya kadar ister istemez yürümeye mecburdur. Serseri bir piyadeyi bekler mi?
110Bir de uyandım ki başucumda duran deveci şöyle diyordu: «Hey zavallı yolcu; kalk, kervan epeyce uzaklaştı. Benim de uykum var amma bu çöl, istirahat yeri olur mu? Burada bin türlü tehlike ve korku var. Durmayıp giden, meram-ı menziline vâsıl olur. Bu çöller geçilmeden kurtuluş ümidi yoktur. Yolcular; yürür; gider, senin gibi uyku derdine düşenler ise kendi kendine ve tehlikeye maruz bir hâlde kalır.»
111Ey okuyucu; naklettiğim vaka hiçbir şey değil, diyecek olursan haklısın. Lâkin insaf ederek düşün ki bugün başka yapılacak hikmetli hareket var mı?
112Sa'di diyor ki: Bir maksada varmak istiyorsan tuttuğun yollar; bitmez, tükenmez olsa da yükünü bağla, durmadan yürü, yollarda kalmaktan sakın. Azim ve teşebbüs sahibi bir kimse için uzak ve yakın nedir?
113Himmet sarf edilince hangi zorluk kolaylaşmaz? Hangi dehşetli hâl, insandan çekinip korkmaz?
114İkdam ve sebat sahiplerinin eserlerine bak da ibret al ki cidden erkek olanların dağlar söken azmine dağlar da dayanmaz.
115İşittiğin sesler uyutucu ninni değil, sa'y ve gayret âlemlerinin yer yer kabaran velvelesidir.
116İnsanlar, coşkun bir nehir gibi istikbale akıp gitmektedir. O coşkun nehrin akışındaki âhenge uymadan bir engine düşüp boğulmamak kabil değildir.
117Uyanmazsan maksudun olan menzile varamazsın. Bak ki uyanık olanlardan yollarda bir eser var mı?
118Menzil-i maksut denilen istirahat yeri; istikbaldir. Kervan insan kavimleri, çöl mazi, tembellik de yolun mâniasıdır.
119Durma ki mazi, dehşetli bir dikenliktir. Yürü ki istikbal, korkusuz ve mübarek bir topraktır.
120Evet, birçok meşakkate katlanmak gerektir. Bu doğrudur, serseri bir seyyahı yolların dehşeti korkutur. Lâkin korkuyu bırakmak azim ve teşebbüsü kuvvetlendirmek icabeder.
121Yükünü bağlamış da ileri gitmişsen kurtulursun.
122Madem ki hayat çölüne düşmüşsün, onun son konağına kadar gitmen lâzımdır.
123O çöle düşmemek elinden gelmemiş, ey miskin, bari bu çöller ölmeden mezarın olmasın.
124Yolda durmak ve ilerlememek fikrince intihar etmek değilse gökyüzünden bir meleğin sana döşek indirmesini bekliyorsun demektir.
125Allah (Leyse lil-insani illâ mâ seâ) yani «insan, ancak elde etmeye çalıştığı şeyi bulur» diyorken miskinlikten ne beklediğini anlamıyorum.
126Davran da kervanın arkasından koş. Bir dakikan bile boş geçse mahvolursun, İlerlemiş ve menzil almış olanlar da belki senden yorgun ve senden mecalsizdir. Belki değil, elbette öyledir. Sen ne tahayyül etmiştin?
127Yaratılış temaşahanesi dikkatle gözden geçirilirse bir zerrenin bile çalışmaya yabancı olduğu görülemez.
128Hilkatin gökleri ve yeri, hattâ bütün mevcudat için daimî bir çalışmadan kurtuluş yoktur.
129Yer çalışsın, gökler çalışsın da sen sıkılmazsan otur. Bunlara karşı çalışmamak için bir bahane bulabilir misin? Yaradılmışların çalışması bir şey mi? Yaradan bile boş durmuyor, türlü türlü şuûn ile tecelli ediyor. Sen halktan sıkılmak bilmiyorsan, hey Allah’ın kulu, bari Allah’tan olsun utan da boş durma.