Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Göç», sayfa 2

Yazı tipi:

–Çocuğun kolu kırılmış, koş Çırpanevine. Ortadaki yoldan git ki, Kanıkevi görmesin, seni de vururlar. Barışmışa benzemiyor derin gitmişin çocukları6.

Bekil kapıya doğru gitti. Direkte babasının beşli tüfeği asılıydı. Silahın sesini duyar gibi oldu. Bekil’in içinde sıkılan bu kurşun, İmir’in yamaçta gördüğü Saraç’ın atından çıkıp da gözden kaybolmaya çalışan, ancak bir türlü bundan kurtulamayan atlar gibiydi. Bekil’in içinde mermiler patlıyordu, ancak ne kendileri vardı ne de sesleri.

–Bırak onu, kadan alayım. Görüyorsun ki, üçümüz kalmışız. Onlar çoktur kurban olayım. Çırpanevine kadar git Aşahanım kadını getir.

Güneş batmak üzereydi, onun için ortalık yer yer kararmıştı. Köye belki de Bekil’in duyduğu sıkıntı çökmüştü ki, bu sıkıntı da açıkça Begüm’ün verdiği sıkıntıydı. Bekil bir an, niçin evden dışarıya çıktı, nereye gidecekti, kimi çağıracaktı unuttu. Begüm’ün Kanıkoğlu’yla kaçması birdenbire her şeyi altüst etmişti. Soğuk rüzgâr mı esiyordu ne idiyse, gök, ağrıya benzer bir uğultuyla uğulduyordu. Bekil’in de içi yanıyordu.

Yazıdan çocukların haykırışı duyuldu. Umut idi, yanında da Hırda’nın çocukları bağıra çağıra köye doğru koşuyorlardı. Çocukların haykırışları Saraç’ın kamçısının sesi gibi köyün sıkıntılı havasında sızlaya sızlaya, yayılıp eriyordu. Her şey ürperti içindeydi. Yalnız Bekil’in sürüsü ürken yılkıların, cıvıldaşan kuşların, şaşıran adamların arasında yeryüzünün en büyük rahatlığıymış gibi Akçallı’nın yamacına yayılmış otluyorlardı. Çocukların sesi yaklaşıyor, yaklaştıkça da parıltılı bıçaklar gibi köye batıyordu.

–Domrul emmi eşeğin ayaklarını kesti!

–Domrul emmi Kızbes teyzenin merkebinin ayaklarını kesti.

Haber Bekil’i fazla şaşırtmadı. “Dediler ama, sabah mıydı, dün müydü dediler, kimdi? İmir…” Bekil her şeyi yeniden hatırladı. Begüm’ün sabah sabah dediği sözler, İmir’in merkebi görüp korkup ağlaması, sonra Saraç, İmir’in kırılmış kolu…

–Kollarının ikisini de kıracağım, köpoğlusu, kırmazsam Karakelle oğlu değilim!

Bekil’in kanı ayaklarından itibaren başına kadar ısına ısına yükseldi, başında kurşun sesine, değnek sesine, kamçı sesine dönüp uğuldadı. Kanı patlayıp çıkacak yer arıyordu, vücuduna sığmıyordu.

Çocuklar varıp geldiler. Köyün yediden yetmişi hepsi toplandı. Her biri bir tarafta çocukları konuşturup bilgi alıyordu. Kimisi inanmıyor, kimisi korku uyandıran, kimisi de alaylı sözler sarf ediyordu:

–Domrul, Begüm’ün öcünü merkepten almış!..

Sonra Domrul göründü. Önünde ayaklarının dördü de dizlerinden kesilmiş Kızbes kadının kara eşeği köye yaklaşıyorlardı. Eşek sık sık tökezleyip devriliyordu. Domrul merkebi yeniden kaldırıp kesik ayaklarının üzerinde doğrultuyordu, İmir rüyada nasıl görmüş idiyse öylece merkebin ayaklarından dökülen kan çimenlik boyunca iz bırakıyordu.

Kızbes kadın, kapıdan çıkıp eşeğine doğru koştu. Onun koştuğunu görenler de peşinden koştu.

Deli Domrul küçük el baltasını kemerine geçirmişti, eşeğin ayakları kucağındaydı. Yüzünde ve gözlerinde garip bir sevinç ifadesi vardı, sanki bu ifade küçücük bir çukurda birikmiş dupduru pınar suyuna benziyordu. Bu sevinç, Domrul’un yüzüne sinmiyordu. Gülüyor gülüşünden, bakıyor bakışından korkuyorlardı. Onun için kimse yaklaşamıyordu. Merkep yıkılıp boylu boyunca çimenliğe uzandı. Domrul eşeği yine kaldırmak istedi, ancak kaldıramadı. Güldü, gülüşü boş olduğu için, manasız olduğu için korkunçtu:

–Ayaklarını kesip kısalttım. Böyle iyidir, dedi.

Kızbes kadın hışımla küfrede ede yerden taş alıp Domrul’a yağdırmaya başladı…

–Deli köpoğlu, kudurmuş itoğlu!

Taşın biri Domrul’un çenesine isabet etti. Domrul önce bir şey anlamadı. Elini çenesine vurdu, başını kaldırıp kalabalığa baktı, baktı, birden merkebin ayaklarını hayvanın üzerine koyup baltasını kemerinden çıkardı, Kızbes kadına doğru hücum etti.

Toplananlar korkuyla bağırışarak dağıldı. Bekil baktı ki, Domrul kadını yakalayacak, koşup önünü kesti. Eşek can çekişiyordu. Domrul için artık herkes Kızbes kadın idi. Eşeğin kanına batmış baltasını indirdi. Bekil kolunu kaldırdı, baltanın sapı Bekil’in koluna deyip Domrul’un elinden düştü. Bekil Domrul’un boğazından yapışıp sıktı, Domrul yavaş yavaş gücünü kaybederek Bekil’in ayakları altına serildi.

Yirmi yıldır ağrının ne olduğunu bilmiyordu. Önce boğazı ağrıdı, sonra başı ağrıdı, kalkıp dizi üzerinde durdu, gözlerini yere dikip gülümsedi. Kuru toprak gibi çatlamış, yanmış kuru suratında ağrı dolaşıyordu. Ağrı Domrul’u su gibi yıkıyordu. Ağrıyı sonra yüreğinde duydu. Elini kalbinin üstüne koydu, bir şeyler söylemek istiyordu. Demek istiyordu ki; “Beni ağaca bağlayanlar Kanıklardı”. Dili kelimeleri budayıp döktü, karma karışık sözler birbirine karıştı…

Köylülere kalsa Domrul’u delirten gücüydü. Bir çift at Domrul’un yapıştığı arabayı yerinden kımıldatamazdı.. Hayvanların aşık kemiğini eliyle kırardı. Kaba dikişli gömleğini ellerine sararak değirmen taşını durdururdu. Atı omuzlarına alıp on adım götürürdü. Deli Domrul bu şekilde herkesi neşelendiriyor, halk da ona bakıyordu. Her öğünde otuz yumurta yer, bir sarnıç ayran içerdi. Yaşlıların dediğine göre Karakelleler’de böylesi erkekler çoktu, ama deli değillerdi.

Domrul’a köpek havlamazdı. En azılı köpeklerin boynundaki zinciri açar, düğümlü odunları parçalar, ormandan her atın çekemeyeceği tomrukları, kütükleri sürükleyip getirirdi. Ancak arada bir böylesi krizleri tutardı. Eline geçen köpeklerin kulaklarını, kuyruğunu kökünden kesip bırakırdı. Yüzünde gözünde buz gibi bir soğuk gülüşle köpeğin ardınca köyü dolaşırdı.

–Böyle iyidir, it böyle olur…

Domrul yavaş yavaş uyuşukluktan kurtuldu, kalkmak istedi, başını kaldırıp alttan yukarı Bekil’e baktı. Bekil’in geniş omuzları, koskocaman elleri sanki tetikte bekliyordu. Yirmi yıldır korkunun ne olduğunu bilmeyen Deli Domrul korktu. Çekine çekine baltasını aldı, kaldırıp kendi omzuna indirdi. Bekil yine baltayı havada tuttu, Domrul’un elinden alıp kenara fırlattı:

–Yapma Domrul emmi, git eve.

Domrul başını aşağı indirerek eli gırtlağında yavaş yavaş uzaklaştı. Boğazında Bekil’in parmaklarının izi kalmıştı. Herkes hayretler içindeydi. Büyüklü küçüklü köyün bütün halkı sanki Bekil’i şimdi görüyordu. Bekil’in kendisi de sanki kendini yeni tanımıştı. Ellerine baktı, kolları direğe asılmış iki beşli silahı gibiydi. İhtiyarlar, yaşlılar fısıldaşıyordu:

–Dedesi Karakelle Alay’a benzemiş…

Topluluğun bakışları Bekil’i biraz daha büyütüyordu. Adımını attı. Bu da yeni oluyordu, ayaklarının toprağa gömüldüğünü hissetti. Kollarının kanı, evlerinin direğinden asılan beşli tüfeğin mermisi gibi damarları boyunca sessiz sessiz patlıyordu sanki.

Topluluk ayrılıp Bekil’e yol açtı. Bekil, geniş omuzlarıyla topluluğun arasından edayla geçti.

Karanlık çöküyordu, alacakaranlıkta köy cemaati Bekil’in büyüye büyüye giden gölgesi ardınca bakıyordu. Herkes ürkmüştü. Yavaş yavaş ikişer üçer Bekil’in şimdiye kadar yapmadığı şeyleri uyduruyorlardı. Deminki ihtiyar yine öne çıktı:

–Bunların soyunda Hak vergisi vardır, dedi. -Kızlı erkekli bu yaşlarda hepsinde bu haller görülüyor. Dedem derdi ki, bunların neslinden birine rüyada buta7 verilmiş.

Deli Domrul çıkmış Bekilgile gidiyordu. Hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Ayaklarını kestiği eşek, eşeğin çimenliğe yayılan kanı, köyün cemaati ve Bekil, sabahtan akşama kadar yazıda, ormanlarda, dağlarda gördüğü ot gibi, çiçek gibi, ağaç gibi, taş gibi aklında kalmıştı. Yirmi yıldan sonra Domrul bu günün alacakaranlığında ağrısını hissetmeğe başlamıştı. Yirmi yıldan sonraki bu ağrı da Domrul için yeni bir şeydi. Bekilgile niçin gittiğini kendisi de açıkça bilmiyordu.

Halk da bir şey anlamıyordu, herkes garip bir korkuyla ardından bakıyordu. Yaşlılardan biri:

–Göz gördüğünden korkar, yavrucuğum, dedi. Deliyi korkutmak, iyileştirmenin yarısı kadar zordur.

Bundan yirmi yıl önce böylesi bir akşamın böylesi bir alacakaranlığında Kanıkoğlu’nun8 küçük kız kardeşi Akça Hatun’u kaçırdı. Uzun boylu, kuşağı zincirden, değneğinin çomağı çiviyle dolu, demir yumruklu, demir dizli bir yiğit idi Domrul. Huysuz, deli atları kuyruğundan yakalardı. Öküzlerin boynunu büküp yere yatırırdı. Erkek mandaları boyunduruğun bir tarafına koşar, diğer tarafından kendisi yapışır, sürükler götürürdü. Yedi ilde sevilen bir yiğitti.

Kanıkoğlu’nun yedi kardeşi atlarına atladı, Akça Hatun’u Deli Domrul’un elinden alıp getirdiler. Üç gün sonra ormana oduna gidenler Domrul’u buldular. Ayaklarından boğazına kadar ağaca sarıp bağlamışlardı. Domrul’un vücudunun her tarafı dağlanmıştı. İp kollarındaki eti kesip kemiğe dayanmıştı.

–”Domrul deli olmuş!”

–”Domrul gülüyor.”

–”Hiç kimseyi tanımıyor.”

Yirmi yılın on yılını Kanıkoğulları’nın kapısında odun yardı, köpeklere baktı. Aklında Akça Hatun da yoktu. Kanıkoğlu misafirlerinin yanında eğlenmek istediği zaman seslenirdi:

–Domrul, gel buraya. Karakelle neslinden yalnızca bunu sağ bıraktık, bu da deli olduğu için.

Domrul gelip Kanıkoğlu’nun önünde dururdu. Kanıkoğlu’nun şamarı Domrul’un suratında beşli gibi şaklardı:

–Gel be gel. Bir çift beygirin gücü var bunda…

Yirmi yıl böyle geçmişti. Yirmi yıldır Domrul boy bosuna, kollarının gücüne hükmedemiyordu. Yirmi yıldır onun bunun kapısında odun yarıyor, ocaklarda, tandır kenarlarında, küllerin üzerinde uyuyordu. Domrul’un ömür denilen şeyi bu idi. Elinden almak bir yana, Akça Hatun’u aklından bile sildiler. Yirmi yılda yağın balın içinde çokları ihtiyarladı. Ama Domrul böylesi bir hayat içinde yaşlanmadı. Zaman Domrul’un üzerinden ona dokunmadan geçip gidiyordu…

–Gel, Domrul gel, Allah’ım sen koru!

Hürü kadının kemikleri sızladı. Domrul başını öne eğmiş, kapıda durmuştu.

–Gel, yavrum gel, kolu kırılasıca çocuğun kolunu kırmış.

İmir ağlamıyordu. Zayıflayıp küçülmüş yüzü sakindi. Sihirli, iri gözlerini lambanın ışığına dikmişti. Işığın etrafında gölgeler dolaşıyordu. Lambanın üzerine küçücük bir kuş konmuş şakıyordu. İmir’in ağrısını unutturan bu idi. Kuşun sesi, ömründe duymadığı bir ninni gibiydi. Avuna avuna dinliyordu.

Domrul, Hürü kadının karşısında diz çöktü, baktı baktı, bakarken de yanağından yaşlar süzüldü, sonra küçücük bir tepeyi andıran bedeni titreye titreye hıçkırıp ağladı. Hürü Kadın da Domrul’un yanına oturdu, yazmasının ucuyla gözlerinin yaşını silerek sessiz sessiz ağladı:

–Ağla, a yavrum ağla, neslimiz kalmamış, bari ölenlerimiz için ağla. Bak ne zamandan beridir ağlamıyorsun, ağla dertlerin yıkanıp gitsin.

Lambanın üstüne konmuş kuş yok oldu, İmir’in kolu sızladı, inildeyip ninesini çağırdı:

–Nine, nine, kolum ağrıyor. Kimdir ağlayan Nine?

–Sus, anam babam, benim ağlayan, senin için ağlıyorum.

Domrul’u evin köşesine doğru götürdü. Domrul köşede oturup yine ağlıyordu; ama ne ağladığından haberdardı ne de nerede olduğundan. Bu gözyaşlarının, bundan yirmi yıl öncesinin gözyaşları olduğundan bile haberdar değildi. O gün, yedi genç onu yedi yerinden ağaca bağlayıp aklı başından gidene kadar dövmüş, öylece de bırakıp gitmişti; işte o günlerin gözyaşlarıydı bunlar. Yirmi yıl ötesinden başladığından dolayı Deli Domrul daha çoook ağlayacaktı.

Kuş yine lambanın üzerine konup ötmeğe başladı, gölgeler aka aka, eriye eriye ışığın etrafında dolaştı.

–Nine lambamızın üzerine kuş konmuş.

–Hayır, kadanı alayım hiçbir şey yoktur.

İmir doluktu, ağlamaklı ağlamaklı konuştu:

–Hayır, orada. İşte bak!

–Hı, gördüm, kurbanın olayım şimdi gördüm, ağlama, -Nine, meleklerden bahset.

–Peki, derdini alayım, bir melek sol omzumuzdadır, bir melek de sağ omzumuzda. Biri günahlarımızı yazıyor, biri iyiliklerimizi…

Kapının ağzından Bekil’in sesi geldi:

–Yeter kadın, yeter, böyle şeylerden bahsetme. Konuşa konuşa deli etmişsin çocuğu. Şimdi küfrettireceksin meleğine de, öbürüne de. Bir küçücük çocuktur, melek ne, şey ne, günahtır be…

–Kuşu kovma, Ayyam, o zaman kolum ağrıyor, bırak lambamızın üzerinde kalsın.

Bekil hışımla tükürdü:

–Tüüü! Öl be öl! Ölmen bundan iyidir, büyüyüp de ne olacaksın sen?!

İmir’in ağırlaşan nefesi odaya esrarlı bir şekilde çöküyordu. Odanın karanlığı yavaş yavaş koyulaşıp canlanıyor, alçak duvarlar Bekil’in üzerine yürüyordu. Evin köşelerinden hışırtı sesi geliyordu. Sanki köşelere, toprak zemine çöken karanlık gizli gizli kabarcıklanıp köpürüyor, sonra da bu kabarcıklar hışıldaya hışıldaya açılıyordu. Duyulmayan bir ses hakimdi, Bekil bağrı yarılmasın diye bağırmak istiyordu. İmir’in gözleri iri iri açılıyor, açılırken bir çeşit ses çıkarıyordu sanki. Bekil dönüp lambaya baktı. Işık, toprak zemine doğru süzülerek eriye eriye iniyordu. Köşelerde toplanıp yoğunlaşan karanlıklar hıçkırıp iç geçiriyordu. Bekil’in korkudan içi titredi:

–Kimdi nine o?!

–Domrul’dur. Anlayamadım, girdi eve deminden beri ağlıyor.

–Ağlıyor?

–Hı, dokunma bırak ağlasın.

–Ona vurdum ama, dedi. Domrul’a doğra yürüdü.

–Dokunma, gözünü yutacak, geriye dönecek gözyaşları, bırak ağlasın. Ne olmuş Aşahanım Kadın’a?

–Durumu ağırdır.

–Zavallı, o da bir gün görmedi. Çocuğun kolunu kendim sardım. Herhalde elim uğurlu geldi, rahatlamış…

–Niye gelmiş bu? Hürü kadın, Domrul’un arkasında çöküp yer yastığının üzerine otururken, -Kızbes Kadın’ın merkebinin ayaklarını kesmişti, Kadın’ı da vuracaktı ben bırakmadım.

Deli Domrul ağladıkça anası gözlerinin önüne geliyordu. Anasıyla Deli Domrul’un arasında kırk yıllık bir mesafe vardı. Ağladıkça, bu mesafenin öbür yakasından anası durulup meydana çıkıyordu. Bu aydınlıkta Akça Hatun da göründü. Deli Domrul pişman pişman alttan yukarı Bekil’e baktı. Kulağını kestiği köpekler, kuyruğunu kestiği atlar, ayağını kestiği eşekler, kanlar içinde gözünün önünde çırpınıyorlardı.

–Sizin iti de ben mi öldürdüm? dedi.

–Hıı, Domrul emmi canın sağ olsun. Kalk sedirin üzerine uzan.

Hürü Kadın sedirin üzerinde yer yaptı, gelip Domrul’un kolundan tuttu.

–Gel, uyu, yarın sohbet ederiz.

–Beni Kanıkoğulları ağaca bağladı.

–Derin gitsin9 Kanıkoğlu’nu.

Domrul kalkıp sedire doğru gitti. Gözlerini yerden kaldırmadı… Bir deli, kuyruğu, kulağı kesilmiş köpekleri köyün içerisinde kovalıyor, kurbağaların derisini yüzüyor, kelebekleri yiyordu. “Gel be gel. Bir çift beygirin gücü var bunda.” Kimdi peki bu? İş Domrul’un hatırlamasına kalmıştı, hatırlar hatırlamaz suratında patlayan yüzlerce tokadın acısını duyacaktı…

Hürü Kadın lambanın ışığını kıstı. Karanlık lambanın ateşli fitilini sıka sıka toprak zemine yapıştırdı. Işık azala azala bir damla oldu “çat” diye bir ses çıkararak söndü. İmir, derinden derine inliyordu… Kuyruğu, kulağı kesilmiş bir it İmir’in bileğini kemiriyordu. Ninesine, kardeşine sesleniyor, ama sesi çıkmıyordu.

Deli Domrul’un kuyruğunu kulağını kestiği itlerin biri İmir’in kolunu kemirip duruyordu. Hürü Kadın İmir’in ayak ucunda gözlerini yumup ellerini karanlıkta Allah’a doğru uzatmıştı. Fısıltıları damarlarının kanı gibi akıyor, aka aka bir yerlere boşalıyordu. Sonra ayakları yerden kesildi, kendi inandığından başka yeryüzünde hiçbir şey kalmadı. Seher duasıyla akşam duasının arasında köyde yapılan ve yapılacak her şeyi affederek yüzünü Tanrı’ya döndü:

–Ey yeri göğü Yaratan, ben günahkâr bir kulunum. Uluların ulusu, Sen büyüksün. Yer yüzünün suçu büyüyor, affet günahlarımızı. Şeytanın şerrinden, ağaların fitne fesadından koru bizi. Gözün yavrularımızın üzerinde olsun. Çok kanlı olaylar yaşadık, gözümüzü yine de Sen’den ayırmamışız. İşimizi uğurlu kıl, uğurumuzu aydınlık kıl. Yavruma şifa ver, Ulu Tanrı, yol göster ona. Birisinin de, apak karı, mavi buzu olan kışta ormandan ağaç taşımaktan omuzlarında yaralar açılmış. Ümidimizi ona bağlamışız, düşman kurşunundan koru onu. Ona söz söyleyenlerin dilini ve maksadını kısa kıl, âmin!

Bekil, kapının ağzındaki sedirin üzerine uzanmıştı. Ninesinin dediği sözlerin korkusu, mânâsından da büyüktü. Bu da galiba öylesine, sonsuzluğa, gecenin karanlığına doğru söylendiğinden kaynaklanıyordu. Kadına acıdı: “Kollarının ikisini de kırmazsam köpek oğluyum!” dedi, kendi kendine.

Hürü Kadın, İmir’in ayak tarafında yer yastığına dirseğini dayayıp yaslandı, biraz sonra da uyuklamaya başladı. İmir inledikçe uykulu uykulu “can”, “can” diyordu ona. Dilini dolaştıra dolaştıra uykuya daldı. İmir ayık mıydı, uyanık mıydı; haberdar değildi. Bekil elinde iri bir kemikle alacakaranlıkta durmuştu.

–Ne yapıyorsun, Ayyam?

–Adam yapıyorum. Bunu bitirip senin kolunu da kendim saracağım.

İmir’in bu bir damlacık uykusu o kadar uzadı ki, bitmek tükenmek bilmedi, sabaha kadar sürdü. Gözlerini açtığında ninesini baş ucunda gördü.

–Ayyam hani? dedi. Bana adam yapacaktı.

–Yeter, a baban ölsün. Ölüp gitti de. Sabahın erken vaktini haram etme, yeter, a delinin doğurduğu. Ölüyorsan öl, kalıyorsan kal!

Çıkıp Bekil’i aradı. Bekil, hakikaten de yoktu.

–Başımı hangi taşa çalayım şimdi, bizi de deli edip çöllere düşürecek, kara toprağa giresice.

Eğrikar’daki obalar sabah uykusundaydı. Herkesin uykusundan Hakk’a doğru gözle görülmez, duyulmaz, akıl almaz bir yol açılmıştı. Herkes bu yol ile gidip Hakk’a ulaşıyor, geri dönüyordu. Ama bunu idrak edenler gitgide azalmaktaydı, azala azala bir avuç kadar adam kalmıştı. Allah diye diye Tanrı’dan uzaklaşmaktalardı. Hayatın bu hızlı ve telaşlı akışına kapılmış, nefes nefese geleceğe doğru gidiyorlardı. Para hırsı, giyim hırsı, altın hırsı, Eğrikar denilen bu küçücük köyü dövmekteydi. Ömürleri kendilerinin de haberi olmadan kısalmakta, uykuları azalmakta, gözleri açılmaktaydı. Ama yine çiçekler yeşeriyor, yine sular akıyordu. Çiçeklerin yeşermesi, suların akması, çocukların doğması, hayatın yeniden başlaması ve tazelenmesiydi. Bu, olanların bir daha tekrar etmesiydi, gidenlerin bir daha geri dönmesiydi…

Hürü Kadın dışarı çıkıp bakındı. Bekil köyün eteğinden geliyordu.

–Nereye gitmiştin a yavrum, seni yerinde göremedim, öldüm öldüm, dirildim. De bakayım nerden geliyorsun, kendinde değil gibisin. Bu ne hal?

–Ata bakmaya gitmiştim, belki dokunan olur dedim. Ninesi endişeyle yine sordu:

–De hele ne olmuş doğrusunu söyle?!

–Hiçbir şey. Mezarlığın yanından geçerken üzerime karabasan çullandı, galiba korktum.

–Orda ne yapıyordun?

–Atı arıyordum.

Kapıya doğru gitti. Kapı siteme benzer bir gıcırtıyla açılana kadar uzun uzadıya ses verdi. Domrul duvara oyulmuş şöminemsi ocağın yanında uyumuştu. İmir uyanıktı. Ağabeyini görünce:

–Ayyam, gel kolumu sar, ağrıyor; demin, saracağım, dedin.

Bekil heyecan içinde İmir’in kolunu kaldırdı:

–Şimdi açacağım, ağlama, tamam mı?

–Tamam, peki orada uyuyan kim?

–Domrul emmidir.

–Ben de, rüya görüyor zannediyordum. Kalkıp koyunumuzun ayaklarını kesecek.

–Hayır, kesmez. Artık akıllanmış. Ağlama, olur mu, Domrul emmi uyanır.

–Peki.

Bekil sargıyı açtı. Parmakları İmir’in dirseğindeki kırığın olduğu yere doğru uzandı. Aç kuzu otları nasıl kırpıyorsa parmakları da çatlakların, kırıkların üzerinde ses çıkara çıkara kemikleri yeniden yerli yerine dizdi. Hürü Kadın içeri girdi:

–Niye açtın, niye açtın, eğri kalacak, dedi.

–Kemikleri intizamlı bağlamamıştın nine, yeniden sardım.

–Sana kim söyledi, nereden biliyorsun?

Bekil’in parmakları İmir’in kemiklerini görerek, karınca gibi kolunun üzerinde dolaşıyordu. Bekil, İmir’in kolunun kemiklerini görüyordu, et yoktu. Her şeyi unutmuş, kardeşinin kemiğini seyrediyordu. Gözleri yirmi yıldan sonra açılmış gibi dünyayı sanki şimdi görüyordu. Kardeşinin kolu bembeyaz idi. Cilâlı, tertemiz birbirine eklenip dizilmişlerdi. Parmakları omuz kemiğinin üzerinde durdu. Omuz kemiğinin üzerinde ince bir çatlak vardı.

–Nine, omuzu da çatlamış.

–Yahu bırak incitme çocuğu, omzunda hiçbir şey yoktur. Nereden aklına esti bilmiyorum.

–İşte, görmüyor musun?

Bekil’in parmakları çatlağın üzerinde gezindi.

Ninesi diz çöküp İmir’in zayıflıktan kemiği ortaya çıkmış omzuna baktı. Sonra korku içinde başını kaldırdı. Bekil’in gözleri bir gece içinde değişip büyümüştü. Işık saçarak, parıl parıl parlıyordu. “Adam yapacaktın bana…” Bu sözler Bekil’e yabancı değildi. İmir’di galiba. Ellerine baktı, elinde kemik olmalıydı. Nerdeydi, nereye gitmişti, hiçbir şeyi hatırlamadı. İmir’den git gide korkmaya başlamıştı. Öylece durup küçücük, zayıf, ölüye benzeyen kardeşine bakıyordu…

* * *

Üç yüz yıldan beridir Karakelle nesli ile Kanık soyu arasında kan dâvası devam ediyordu. Üç yüz yıldır iki kök arasında kavga hüküm sürüyordu. Üç yüz yıldır yan yana, vurula vurula, yeniden yeşere yeşere zaman tünelinde yol gidiyorlardı. İmir’in babası Karakellelerin sonuncusuydu. Yedi yıl önce kır atların üzerinde karısı Senem ile yayladan iniyorlardı. Akşamın alacakaranlığıydı. Tarla kuşları ötüşüyorlardı. Göğüş başını kaldırıp havaya baktı:

–Göç gidiyor, turgay kuşları onun için ötüyorlar, dedi.

Senem Hatun eliyle usul usul karnını sıvazlayarak, sana bir şey diyeceğim, ama gülme. Bu çocuğa hamile kaldığım günden beri duvarın öbür yüzünü görüyorum.

–Duvarın öbür tarafını mı görüyorsun?

–Hıı. Bana görüyorum gibi geliyor. Bir seferinde içeriden baktım ki Kızbes Kadın kapıdan el ediyor. Rüya sandım, evden çıkınca baktım hakikaten de el ediyor. Seni seslemiyorum dedi. Sonra dışarıdan eve baktım, evin içi görünüyordu.

–Anlamsız şeydir, inanma.

Göğüş, atını yaklaştırıp Senem Hatun’un boynunu kucakladı, sarsıla sarsıla güldü. Senem Hatun:

–Canım yeşillik çekti, dedi; in, bana kuzukulağı topla, yeşilliğe aşeriyorum, nerdeyse inip otlayacağım, bak tekmeliyor beni.

Göğüş, attan indi; yamaçtan kuzukulağı, yemlik, kuşekmeği topladı. At birdenbire kişneyip ayağını yere vurdu. Yamaçtan bir tilki kalktı, koşa koşa kendini dereye attı. Göğüş, hayretler içinde donup kalmıştı. “Tilki silah görmüş.” Kendi tüfeğine baktı, eğerin kaşında duruyordu. Üç atlı başının üzerinde bitti.

–Kımıldama, Karakelle Göğüş!

Tüfeklerin üçü de Göğüş’e yöneldi. Göğüş, kendi silahına baktı, tersine asılmıştı. Acı acı gülümsedi:

–Yeşilliği vereyim, benden kuzukulağı istemişti.

–Yerinden kımıldarsan vururuz.

Senem Hatun ağır ağır attan indi, atlıların karşısında diz çöktü. Yazmasını açıp saçlarını yeşilliğe dağıttı. Atlılardan biri tüfeğini yanına indirdi.

–Peki, Karakelle oğlu, helâlini götür, görüşürüz. Göğüş, Senem Hatun’un kolundan tutup kaldırdı, saçlarını topladı, yazmasını bağlayıp ata bindirdi, kendi de binip atlılara doğra döndü:

–Nerede olacaksınız, nereye geleyim?

–Akçallı’da bekliyoruz. Kiminle geleceksin, bilelim.

–Bizden kimse kalmamış Kanıkoğlu, yalnız geleceğim, çok mu korktun?

Atlılar yamaçları ürküte ürküte aşarak dörtnala gözden kayboldular…

Bir zamanlar Kanık Ağa’nın neslinde ölenler, kalanlardan çoktu, git gide soyları kesilmekteydi. Sonra hükümeti tanıdılar, haraç verip önlerinde el pençe divan durdular. Hükümetin adamları Kanık nesline silah verdi. At oynatıp meydanda rakipsiz kaldılar. Karakelle nesli azalmaya, yok olmaya başladı.

–Korktun mu Senem?

–Kuzukulaklarından ver yiyeyim.

–Bir hayli, konuşmadan kuzukulağı yediler. Sanki Senem Hatun’un içinden bedenine yayılan ekşiliğe doğru bir el uzanıyordu. Göğüş’ün neşesi yerindeydi, türkü söylemek istiyordu. Senem Hatun’a doğru döndü:

–Bir tek tavırlarından memnun oldum, sana saygı gösterdiler.. Kuzukulağını sana yedirebildim.

Senem Hatun’un yanaklarından göz yaşları süzülüp aktı. Galiba ağladığından haberdar değildi, rahat rahat kuzukulağı yiyordu.

–İçim bir tuhaf olmuş, seni vurmalarından korkuyorum.

–Canını sıkma, zaten biz iki yüz senedir kendi ecelimizle ölmüyoruz. Oğlun olursa adını İmir korsun, erkek olduğunu kimseye bildirmezsin. Onu Bike gibi giyindirirsiniz “kızdır” dersiniz. On beş yaşına kadar kız elbisesinden çıkarma. Anama söyle, Bike’nin adı Bekil’dir, unutmuş olabilir. Örgüsünü kesmekte şimdilik acele etmeyin. Dediklerim aklında kaldı mı? Hadi in attan helâllaşalım…

Köyün eteği idi, alacakaranlık bastırmak üzereydi. Karşı yamaçta Hürü Kadın, yanında da on dört yaşında bir erkek çocuk, uzun boylu Bike koyun otlatıyordu. Göğüş ile Senem diz çöküp kucaklaştılar.

–Kendi elimle seni ölüme nasıl yollayayım?

–Ağlama, biliyorsun ki, gitmeliyim. Nereye gittiğimi anama söyleme!

Atına binerek Akçallı dağlarına doğru dörtnala sürdü…

Senem Hatun’un içinden kuzukulağının mayhoş tadına doğru uzanan el Akçallı dağına taraf dörtnala giden atlıdan başkası değildi. İçini çekip çekip çıkardılar. Kulakları kurşun dökülmüş gibi uğuldadı, sırt üstü çimenliğe düştü. Senem Hatun toprağın üzerinde yeşermekle olan tohum gibiydi. Sanki kendisi kendi gözlerinden, kulaklarından kuyuya düşüp boğulmaktaydı. Hürü Kadın’ın haykırışları Senem Hatun’a ulaşamıyordu. Birilerinin sarı saçlarına dolaşa dolaşa karanlık bir kuyuya iniyordu.

–Hey Kızbes, Fatma, Gelin kendini kaybetti, ey kurbanı olduklarım yardıma gelin!

Hürü Kadın, Senem Hatun’un bembeyaz suratına tokat üstüne tokat indiriyordu. Ama Senem, sanki derin bir boşluğa inmekteydi.

–Bike çabuk ol, bıçakla suyu doğra, anan bayıldı.

Bike kemerine kadar ırmağa girdi, suyu enine boyuna bıçaklamaya başladı.

–Bağır ulan, bağır, vurgun yemiş, sesin mi battı? Bike’nin yazması başından düştü, sular alıp götürdü. Kalın, küt, kara örgülü saçları suya sallandı. Kanık’lar çoluklu çocuklu, kadınlı kızlı seyre dalmışlardı.

–Haykır, suyu doğraya doğraya bağır, erkek sesi gerek.

Şimdilik hiç kimse bir şey anlamıyordu. Kadınlar Senem Hatun’un başı üzerinde kazanların altına vurarak ses çıkarıyorlardı. Senem Hatun’un bembeyaz yüzü tokatlardan kıpkırmızı kızarmıştı. Bike suyu bıçaklaya bıçaklaya bağırdı:

–Ehe, heey, heeey!

Bu, yeni bulûğa ermiş on dört yaşındaki bir erkeğin sesiydi. Yıldırım gibi çakıp selleri suları geçerek dağlara taşlara değip dalgalana dalgalana uzaklaştı. Kız elbiseli, geniş omuzlu bir erkeğin on dört yıldır sakladığı sesi idi. Senem Hatun’un gözlerinden, kulaklarından inip birbirine dolaşmış sarı saçları açıyordu. Senem Hatun kendine geldi, baktı ki, kulakları ovuluyor. Çocuk sesi duydu. Ne vakittir ki, bu sesi içinden duyuyordu.

–Karakelle Göğüş’ün ikiz oğlu oldu, Göğüş’ün iki oğlu oldu!

–Bike erkek imiş!

–İçime doğmuştu zaten, böyle kız mı olurdu?

Konu komşunun sesi gittikçe belirginleşerek yaklaşıyordu. Kadınlar Senem Hatun’u teskerenin üzerine koyup eve götürdüler.

Bike sudan çıktı; elbisesini, gömleğini soyundu, altında erkek elbisesi vardı. Belinde gümüş hançeri vardı, örgülerini sırtına atıp yeniyetme erkek yürüyüşüyle evlerine doğru gitti. Köy halkı, akacak yeni bir kan bekliyordu. Herkes, kurşunun nerede patlayacağını anlamak için kulak kabartıyordu. Kanık nesli bölük bölük olup dağıldılar, Dursun Ağa’ya haber vermeğe koştular. Yetmiş yaşındaki Dursun Ağa bu haberi duyar duymaz yastığa dirseğini dayayıp doğruldu:

–Gördünüz mü köpoğulları! Karakelleler, insanı böyle uyutur.

–Senem Hatun da ırmağın kenarında ikiz oğlan doğurdu.

Dursun Ağa uzanıp gözlerini bir noktaya dikti. Getirip su içirdiler. Bitmek bilmeyen bir tarihte yeni izler beliriyordu. Köyde yürüyebilen herkes büyüklü küçüklü Bike’nin ardınca gidiyordu.

–Adı neymiş?

–Bekil’miş.

–Ben de kendi kendime, neden dışarıya bırakmıyorlar diyordum!

Kızbes’in yirmi yaşındaki kızı Begüm, Bekil’e bakıp içten içe gülerek ağlıyordu. Bike’nin erkek olduğunu yalnızca Begüm biliyordu. Beş yıldır boğuşa boğuşa büyüyorlardı. Anası evde olmayınca yüklüğün üzerine çıkıyorlar, Begüm, Bike’yi bağrına basıp nefesi soluya soluya:

–Seni ben erkek ettim, diyordu. Ne zaman kız elbisesini soyundun, o zaman sana varacağım. Sen benim hem küçücük kocam, hem de oğlumsun.

–Bak, hiç kimseye söyleme tamam mı? Ninem diyor ki, eğer erkek olduğumu bilseler beni öldürürler.

Bekil sanki köye ilk defa geliyordu.. Sanki o andan itibaren büyümeğe başlamıştı. Kız isminin ağırlığı altında sıkılan omuzları, kendinin de haberi olmadan genişlemekteydi…

Senem Hatun’a kuymak10 yediriyorlardı.

–Ye…

–Bak bir, Göğüş gelmedi mi, nine?

–Nereye gitti?

–Evdekileri dışarı çıkar.

Konu komşu sitemle söylene söylene dağılıp gittiler.

–Tanrı tarumar etsin seni, ey ağalık, yer kabul etmesin seni ey Dursun!…

–Bu zavallıların kimi kaldı kıız?

–Göğüş de mi?

–Ne bileyim, yoktur, nerededir kim bilir?

–Göçüp gitmeliydiler, yer mi yoktu?

Hürü Kadın tırnaklarının ucundan itibaren buz kesmeğe başlamıştı. Bebekler ağlıyor, susmak nedir bilmiyordu. Hürü Kadının sesi aniden kabalaşıp erkek sesine döndü ve ağlaya ağlaya:

–Ağlamayın! -dedi.

Senem Hatun da ağlıyordu, çocuk da, Bekil de.

–Olacaktı, bekliyordum, ama erken oldu…

xxx

Göğüş, Akçallı yamacına tırmandı, atın üstünden kayalıklara doğru baktı. Taşların, kayaların ardı bela kokuyordu. Bela, alın yazısı güder gibi önüne katmış Göğüş’ü götürüyordu. Demek istediği bir söz müydü, söylemek istediği türkü müydü, ne idiyse içinde kalmıştı, başkaca endişesi yoktu. Aç, kılıca doğru nasıl at sürerse o da belaya doğru öyle dörtnala gidiyordu.

Beybek’in atlıları da karşı yamaçtan çıktılar. Kurşun mesafesinde durdular. Beybek atın üzerinde doğrulup:

–Geldin mi Karakelle oğlu? dedi.

–Geldim, Kanıkoğlu.

–Kaçıncı olduğunu biliyor musun?

–Bizden yalnızca ben kalmışım, biz sayısını unuttuk. Peki sizden?

–Bizden yüzden fazlası gitmiş.

–Kendinizi de üstüne ilâve edin.

Böyle diyerek Karakelle Göğüş ayaklarını üzengiden çıkardı, Beybek’in tüfeği yavaş yavaş doğruluyordu. Yanındakini korku bürümüştü, bu sebeple sesi hırıldadı:

–Köpoğlusu, gözlerinden vuracağım, dedi.

–Kanıkoğlu, yanındakine söyle, üç yüz senedir düşmanız, ama aramızda küfürleşme olmamış. Kendinizi de ölenlerinizin üzerine ilâve ettin mi, kaç etti?

Kanıkoğlu’nun silahının doğrulmasıyla Göğüş’ün kayanın arkasına sıçraması bir oldu. Göğüş’ün silahı henüz havadayken patladı. Küfür eden atlının bağırtısı kurşunların sesini bastırdı. Sesi deminki gibi hırıltılı değildi, çan gibi çınladı. Çünkü artık korkusu kalmamıştı. Deminki ses korkusunun sesiydi, Göğüş’ün kurşununun öncesinde kalmıştı. Kendi de ancak haykırışı kesilene kadar yaşadı. Eyerden kayarak atının ön ayakları dibine düştü. Diğer atlıların her biri bir tarafa dağıldı. Her biri bir taraftan Göğüş’ün ardına saklandığı kayaya kurşun yağdırıyordu. Göğüş gözüne ilişen karartıya bir kurşun sıktı, kurşunun ete daldığını tetikteki parmağında hissetti.

Ardından Beybek’in, sesi duyuldu:

–Göğüş, yüzünü dön!

Döndüğü anda ikisinin de silahı bir anda patladı. Bir anlığa ikisi de gülümsedi. İkisi de dövüşten memnun kalmıştı. Önce sanki Göğüş’ün sağ göğsünün altına buz bağladılar, serin, güzel, ayazlı yayla havası doldu içine. Yavaş yavaş da yandı. Kayaya dirseğiyle yaslanıp atını sesledi:

–Kaşka, Kaşka!11

Bu, Göğüş’ün dünyada kalacak son haykırışıydı. Önce bir kişneme duyuldu, sonra atın kendisi göründü. Sürüne sürüne kayaya tırmanıp atına bindi. Bu da Göğüş’ün son gücüydü ki, son defa da kendine lâzım oldu…

6."Cehennemliğin çocukları" manasında nefret ifade eden bir deyim.
7.Rüyada sunulan çiçek veya bâde, işaret.
8.Kanıkoğulları: Bir kabile.
9.Cehenneme gitsin anlamında bir ilenme ifadesi.
10.Kuymak: Azerbaycan'da lohusalar için un ve yağdan yapılan bir yemek. Üzerine şeker ve bal dökülerek yenir ve yeni doğmuş kadınlara güç verir.
11.Kaşka: Bazı hayvanların alnında olan beyaz benek.
₺26,79

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6981-97-3
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 4, 1 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre