Kitabı oku: «Göç», sayfa 3
Tabut götürüyormuş gibi köye doğru birbirinin yanında iki at gidiyordu.
–Göğüş, sen misin?
–Benim Beybek.
–Nerenden vuruldun?
–Göğsümden.
–Sağ mı, sol mu?
–Sağ.
–Sen nerenden vurulmuşsun?
–Karnımdan vurdun Göğüş. Çünkü sen aşağıdaydın, ben yukarıda.
–O zaman acın çoktur.
–Hı, felâket ağrıyor.
–Göğüş!
–......
–Bir defa seni vurmak istedim, Göğüş! O zaman yirmi yaşındaydım. Sizin neslin yaşını biz sizden daha iyi biliyoruz. Göğüş!
–Hı…
–Kan dâvası gütmek iyi bir şeydir.
–Nesi iyidir?
–İnsan çabuk büyüyor. Ama eve ölmeden ulaşırsam diyeceğim ki barışın. Sen de dersin, oldu mu?
–Peki, ama, bizden kim kaldı ki, artık barışmak bizim nemize gerek?
Atlar köyün girişinde ayrıldılar, toprak yolda nallı ayaklarıyla patırdata patırdata her biri bir tarafa döndü…
Sabahleyin Eyrikar’dan altı tabut çıktı. Üçü Kanık neslinden, üçü de Karakelle neslinden. Karakelle Göğüş, Senem Hatun ve ikizlerin birisi.
Kanık neslinin ak saçlı kadınları Hürü Kadın’ın yanına barışmaya geldiler. Ak sakallılar Bike’nin örgülerini kesip adını Bekil koydular.
Bekil birkaç yıl içinde içi kanaya kanaya büyüyüp boylu boslu bir yiğit oldu. İçindeki kanlı tohumlar da yeşere yeşere büyüyordu. Bazen gözlerine sağılan kan da bu kan idi…
Eyrikar’ın yedi yerine, yedi obasına ilân edildi ki, Karakelle soyuyla Kanık nesli barışmış. Sönmekte olan Karakelle ocağı tütsülene tütsülene yeniden yanmağa başlamıştı.
…Kanık soyunun ak sakallı ihtiyarı Dursun Ağa üç gündür can çekişiyordu. Üç gündür bağırıp duruyordu. Eğrikar, insanların yaşamaya başlamasından beri böylesine ürkütücü bir ses duymamıştı. Dursun Ağa’nın sesi, yedi ağaçlık12 bir mesafeden duyuluyordu. Kadınlar saçlarını yolup, yüzlerini yırtıyorlardı:
–Allah’ım bizden uzak et, yer Dursun Ağa’yı kabul etmiyor!..
Kanık nesli, daha ölmeden Dursun Ağa için ihsan dağıtıyordu. Kurban kesip ev ev dağıtıyorlardı ki, Allah, Dursun Ağa’ya acısın, onun canını tez elden alsın. Ama Dursun Ağa’nın ruhu kendine yer bulamıyordu. Canı gelip boğazında düğümlenmişti, bu sebeple sesi korkunçtu. Kediler bu sesten ürküp ağaçlara tırmanmışlar, atlar kişneye kişneye köyde dört dönüyorlardı. Irmağın suyu damar damar olmuş, yarılmıştı. Dursun Ağa, dilini bağlayıp aç bırakarak öldürdüğü atları görüyordu. Karakellelerin hayvanlarına tuz yalattığı taşlara zehir dökerek kırıp geçirdiği sürüleri görüyordu. Atın ayakları altına alarak çiğnediği çocukları, karnını yardığı kadınları, yediği haram lokmaları görüyordu. Onun için bir türlü ölemiyordu. Dursun Ağa’nın ruhu köpek olmaya hazırdı, yeter ki, ağzından çıkabilsin.
Ölse bile hortlayacak, diyorlardı.
Dursun Ağa, gerçekten de bir gece hortlayarak evlerine geldi, vurarak bir daha öldürdüler ve ruhu kanaya kanaya dönüp gitti. Falcıya baktırdılar. Falcı, “Bir defa daha gelecek, Dursun Ağa’ya üç sefer ölüm gözüküyor.” dedi.
* * *
İmir yeniden doğmuş gibiydi. Kafesten kurtulan kuş gibi ağrısından kurtulmuştu. Dünyayı da sanki yeniden görüyordu.
–Nine, sular diri mi? Sular nereye gidiyor?
–Diridir, derdini alayım, herşey diridir, taş da diridir. Taş var ki, büyüyor, hepsinin yaratanı var, ağaca balta kaldırdıkta ağlayarak diyor ki, kesme beni!..
–Peki sular nereye gidiyor Nine?
–Hiçbir tarafa gitmiyor kadanı alayım, gidip yeryüzünün öbür tarafından dönüyor, yine gelip köyümüzden geçiyor.
–Nine, peki ağacı niçin kesiyorlar?
–Artık ağaçların sesini duymuyorlar, duysalar kesmezler.
İmir’in iri gözleri kocaman kocaman açılıp dünyaya takılıyordu. Suya baksa suya siniyor, ağaca, yeşilliğe, gökyüzüne siniyordu. Sabah namazında, öğlen namazında, ikindi namazında çatlayan kemiklerini iyileştire iyileştire, ninesinin eteğinden tutarak ibriğini dolaştırıyordu.
İmir yatağına uzanarak gözünü lambanın ışığına dikmişti. Işık gitgide büyüyordu. Büyüdü, büyüdü, evlerinin küçücük penceresinden karanlığa doğru aktı.
–Nine, ışık da diri midir?
–Diridir, derdini alayım, ışık meleklerin oyun oynadığı yerdir…
Deli Domrul kaba dikişli yeleğine sarılıp duvarın içine örülmüş ocağın kenarında oturmuştu. Saçı sakalı bembeyazdı. Bu eve geldiği günden beri başkaca bir kapıyı açmadı, geceli gündüzlü durmadan ağladı, ağladıkça çok şeyleri hatırladı. Yirmi yıldır gözlerinden akmayan yaşlar aka aka Deli Domrul’un kaybolmuş hafızasını yıkayıp tazeliyordu. Ağlaya ağlaya ocağın kenarında uyuya kaldı. Üç gün üç gece uyanmadı. Uyuduğunda saçı sakalı simsiyahtı, uyanınca bembeyaz oldu. Hürü Kadın başucundaydı. Ona damla damla su içiriyordu.
–Rüyamda anamı gördüm, Allah’a şükrediyordu; baktım küçücük bir çocuğum, bana meme veriyor, dedi.
Deli Domrul akıllanmaya başladığı günden beri herkesin gözü önünde ihtiyarlamaktaydı. Sert saçı sakalı ağacın çiçeklenmesi gibi beyazlaşıyordu. Saçında sakalında sanki hışırtılar geziniyordu. Bir hafta boyunca saçını sakalını kaşıdı durdu; sanki elleri orda kalmıştı:
–Başım bir suyun altında gibidir. Üzerimden sular geçiyor, az daha delireceğimi sanıyorum Hürü Ana.
Hürü Kadın yüz yaşındaydı ancak, birdenbire ihtiyarlayan birine rastlamamıştı.
Bir hafta sonra Deli Domrul ihtiyar, yüzünden nur akan bir insan olup çıktı. Hürü Kadın sedirin üzerinde ona yatak serdi. Bekil ile elinden tutup sedire çıkardılar.
Köye yayıldı ki, Deli Domrul akıllanmış ancak, akıllandığı gibi de ihtiyarlamış. Büyük küçük herkes koşup görmeğe geldi. Akşam üzeri Domrul gelenlere baktı baktı, sonra da birden Hürü Kadına seslendi:
–Birazdan öleceğim Hürü ana, halka söyle dağılmasınlar, beni götürüp defnetsinler.
Deli Domrul gülümseye gülümseye yatağına uzandı:
–Hürü ana, gel elini gözlerimin üstüne koy… Köylüler gelip Deli Domrul’un tabutunu omuzlayıp alıp götürdü.
İmir, o gece de yatağında uyuyamadı. Yine ayık mıydı, uykulu muydu bilinmedi.
–Sedirin üzerinde ak sakallı biri uzanmış.
–Korkma, uyu, sana öyle geliyor.
İmir’in korkusu Hürü Kadın’ı da bürüdü. Önce ocağın kenarına baktı, oraya çökmüş karanlık kara bir çarşaf gibi ırgalandı. Sonra kendi sedirinin üzerine baktı, yüz yılı geride bırakmış, bu kadarlık zamanı adım adım yürüyerek yorulmuş gözleri alacalandı. Ak sakallı birisi görünüp hemen de kayboluverdi.
–Bekiil! Gel de bak, yine ne diyor bu…
–Ne olmuş? -İmir’e doğru yöneldi. -Ne diyorsun yine?
Çocuğun gözleri Bekil’e dikilmişti. Bekil’in ruhunu sanki çekip çıkarıyorlardı, yüreği ağzına gelmişti. Ağlamak istedi, gözünden bir damla da yaş çıkmadan, kupkuru hıçkırdı. İmir’i omuzlarından tutup sarstı.
–Ayyam, bak ninemin sedirine erkek uzanmış.
Bekil öyle haykırdı ki, kara damdan kara toprak döküldü, sesi yedi ağaçlık mesafeden duyuldu:
–Iıı, senin Tanrın yere dökülsün13, ne Allahsız çocuksun be.. Bizi deli ettin sen.
Kalkıp sinirli sinirli sedire doğru gitti, yorganı döşeği fırlatıp attı, sediri tutup yan çevirdi:
–Hani be, hani? Gözünü çıkaracağım senin, hele bir sabah olsun!
İmir, ağlayıp yorgana bükülerek ürkek bakışlarını ninesine dikti. İmir’in vücudu Hürü Kadın’ın eline doğru meyletti. Gözleri, hatta her bir tüyüyle ayrı ayrı okşanıp rahatlamak istiyordu. Bekil yaklaştı:
–Sen bu hale getirdin bunu, şimdi de kendine gelemiyor. Çocuğu çocuk gibi büyümeğe bırakmadın.
İmir’se kendi bildiği gibi alacalı, dolambaçlı rüyalar göre göre büyüyordu.
* * *
Bekil’in sürüsü yamaca yayılmış otluyordu. Dumanlı, sisli, hem de güneşli bir gündü. Güneş, dağlara yamaçlara çökmüş sisin, dumanların içinde sıyrılarak sarımsı renkte ışık saçıyordu. Sisin, dumanın içinden mi, otların arasından mı bilinmez, duyulan yabani kuşların sesi bile nemliydi. Arada bir meleyen koyunun, kuzunun sesinden de ne zamandan beridir yağmur yağdığı anlaşılıyordu. Düzlükteki toprak yollar, yamaçlardaki patikalar yağmurdan kaybolmuş gibiydi.
Bekil, bir kayanın üzerine oturmuş parmaklarının, bileklerinin kemikleriyle oynuyordu. Doru renkli at, sürüden biraz kenarda, dünya tarihinin ulu başlangıcından şimdi çıkıp gelmiş gibi, harika boynunu çevirip iri elma gözleriyle yağmurun suyun yüzünden, yere saplanıp batmış gibi görünen dağ yolundan yana bakıyordu. Sonra içten içe yavaşça kişnedi. Bekil kalkıp ata doğru gitti.
Saraç’tı. Atın sırtında dumanın, sisin içinden çıkarak aşağı doğru gidiyordu. Bekil’in eğere sıçradığını gördü. Gitmeği kendine yediremedi, atı durdurdu. Elini eğerin kaşına asılmış tüfeğine uzattığında Bekil yanı başında bitiverdi…
–Tüfeğini yerine bırak Kanıkoğlu, babalarımız barışmıştı, sen onların ruhunu incittin, kardeşimin kolunu kırdın, kollarının kırılması gerekir.
Bekil, dağ gibi heybetiyle yavaş yavaş Saraç’ın üzerine yürüyordu.
–Konuş, Kanıkoğlu!
Atlar yan yana durmuştu. Bekil’in sesi duyuldukça huysuzlaşıp yerlerinde oynuyorlardı.
–İn attan Saraç! Kanı yeniden akıttın. Senin kollarını kıracağım. İmir’in ağrısının ilacı senin kollarının kırılmasıdır.
Saraç’ın eli yine tüfeğe doğru uzandı.
–Çek elini, öldürmeyeceğim seni, ama kollarını kıracağım.
Bekil’in iki adam büyüklüğündeki boyu posu, kalın bilekleri, boğumlu elleri Saraç’ı korkutup eğere yapıştırmıştı. Atların sabrı sahiplerininkinden daha kısa oldu, yerlerinden sıçrayarak her biri bir tarafa yöneldi. Saraç silahı açasıya kadar Bekil yetişip omzundan yapışıp sıktı. Çoktandır kırık hissetmeyen parmakları eti sülük gibi ezerek kemiğe dayandı. Saraç’ın omuz kemiklerinin çatlamasını Bekil parmaklarının ucuyla hissetti. Çekip attan yere düşürdü. Saraç’ın bir kolu yanına düşmüştü. Öbür eliyle hançerini çıkardı.
–Konuş Kanıkoğlu, çoktandır sesini duymuyordum. Yakına gel, öbür omzunu da kırayım. İmir’in de omuzu kırılmış.
Saraç, Bekil’in kocaman vücudunun karşısında dayanamadı, yere yığılıp kaldı. Başını aşağı indirip, gözlerini Bekil’in çarıklı büyük ayaklarına dikti. Usulca dilinin ucuyla:
–Düşmanlığı yeniden başlatıyorsun! dedi, -Kalk ayağa, senden İmir’in acısını çıkarıyorum.
Saraç yerinden sıçradı, hançeri Bekil’in göğsüne indirdi. Bekil onun bileğinden yapışıp sıktı, parmakları hırsla Saraç’ın bileğini ezip kemiği ete, eti kemiğe karıştırdı. Saraç’ın gözlerini kan bürümüştü, dizine güç vererek ayağa kalktı:
–Bunu yanına bırakmayacağım, atını öldüreceğim, evini yakacağım, deli kardeşinin kolunu kırmışım, şimdi de başını keseceğim, yalnız kalacaksın!
Kolları sarkarak atına doğru gitti, ama ata binemedi, Bekil gelip onu kucağına aldı. Saraç, Bekil’in kucağında çocuğa benziyordu. Bekil’in kollarının arasında canı sıkışıp kalmıştı, kemikleri sesleniyordu. Bekil’in parmakları ise, gözü var da görüyormuş gibi Saraç’ın eklemlerinin üzerinde geziniyordu. Bekil’in kollarının arasında bir kucak dolusu kemik vardı, kaldırıp eğere koydu. Sürünün yüzünü köye doğru çevirip atına bindi, Saraç’ın ardınca koşturdu. Saraç eğerin kaşına doğru eğilmişti. Atın ayak sesini duyunca doğruldu:
–Düşmanlığı böyle yapmazlar, Karakelle oğlu beni öldürmeliydin, ama kollarımı kırmamalıydın.
Bekil, Saraç’ın atını yedeğine alıp yavaş yavaş köye doğru sürdü. Hava hem güneşli, hem de sisli ve dumanlıydı. Yerle gök birleşmiş gibi görünüyordu. Ne zamandan beridir böylesine güneşli havada yağmur çiseliyordu. Havanın böyle olması sebebiyle gökte bir tane bile kuş kalmamıştı. Gece gündüz kuşların sesi gökten değil de otların içinden geliyordu. Otlar yağmur sebebiyle büyüyüp, adam boyunda olmuştu. Koyunun, kuzunun da yünü otlar gibi uzamış, saçakları yerlerde sürünüyordu. Herkesin suratı asıktı, havanın yağışlı olmasından dolayı sanki ağlayacak gibiydiler. Büyük küçük herkesin suratı bir karış olmuştu.
Böylesi bir havada iki atlı yedek yedeğe yağmur yiye yiye gidiyorlardı.
–Bekil.
–Ne var Saraç?
–Beni böyle köye götürme.
–Dersin ki attan düştüm, oldu mu?
–Tamam. Peki kollarımı kim saracak?
Bekil’in parmakları yular boyunca yokladı ve geri döndü, damarları boyunca garip bir sıcaklık dolaştı.
–Kendim. Kemiklerini teker teker dizip saracağım. Ama sen de diyeceksin ki, attan düştüm.
–Peki.
–Ağrısı çok mu?
–Bayılmamdan korkuyorum.
–Dur, yarpuz vereyim kokla.
Bekil atın üzerinden eğilip yarpuz kopardı, Saraç’a uzattı.
–Bekil.
–Ne var?
–Kız elbisesi giydiğin günleri hatırlıyor musun?
–Hatırlıyorum…
–Kendi kendime söz vermiştim ki, seni alıp kaçıracağım. Dedem her gün diyordu ki, Karakelle ocağında bir kız büyüyor, gözünüz üzerinde olsun. Sen elbiseni değişip erkek olduğun anlaşılınca dedem sinirinden küplere bindi. Kolum iyileştiğinde, senden acımı çıkaracağım.
–Bununla bitirelim, bir daha size kötülüğüm dokunmaz.
–Ninem öldüğünde dedi ki, Karakelle neslinde böylesi yiğit görülmemiş, kendinizi ondan koruyun. İstiyorsan bacımı sana vereyim Bekil?
–Yook, düşman da dostun diğer ucudur. Ne dosttan kız al, ne düşmandan. Sizle biz hısım olamayız.
Sustular. Atların ayaklarının sulu, nemli sesleri de iri damlalar gibi yolun kenarıyla çimenliğe yağıyor, yağmurla, çisintiyle, sisle beraber düzlüğe siniyordu. Saraç’tan ses çıkmıyordu. Bekil atı durdurup yaklaştı. Yüzükoyun eğere yapışmıştı. Eğilip bir tomar sulu ot kopardı, Saraç’ın yüzüne vurdu…
İmir, ninesinin dizinin dibinde oturmuş, kollarına ip çilesi geçirmişti. Ninesi de yumak yapıyordu. Dizleriyle, ayaklarıyla evlerinin toprak zemininin titrediğini hissetti. Bir anlık hayret içinde sessizce kala kaldı, sonra:
–Atlı geliyor nine, dedi. Ayyam geliyor!..
Çileği atıp Bekil’in önüne koştu. Atın üstünde, rengi sapsarı kesilmiş halde inildeyen Saraç’ı görüp durdu. Dövüldüğü günü hatırladı, omzunun kırılan kemiği yeniden gerildi, yüzü solup rengi kaçtı. Üç yüz yıl süren düşmanlık Karakelle kökünün kanına işlediği için küçücük, zayıf İmir’in birdenbire kolları katılaştı, küçücük bir taş kesildi, konuşmaz oldu. Saraç’ın iniltisi iğne gibi vücuduna batmaya başladı…
Bir anda bütün köy çalkalandı. Kanık yurdunda atlar kişnedi, biraz sonra çitlerin üzerinden aşa aşa yıllar boyu sahipleri gibi kana, silah sesine, iniltiye, bedduaya acıkan atlar kendilerini Karakelle ocağına attılar. Saraç’ın bacısı oğulları ve amcazadeleri silahlı-pusatlı dışarıda at oynattılar.
Bekil’in parmakları Saraç’ın kırılmış kemiklerinin üzerinde dolaşıyordu. Saraç’ın iniltisi Bekil’e ulaşmıyordu. Kırılmış kemikleri yerine dizerek yakıyla sarmıştı. Saraç şimdi kendine geldi, su istedi, Hürü Kadın şerbet yapıp verdi.
–Çık dışarıya Karakelle oğlu!
Atlılardan birisi haykırıp havaya bir kurşun sıktı.
–Çık, Karakelle oğlu!
“Karakelle oğlu” sözü Bekil’in kanında dolaştı, doğruldu, adaleleri derisini ağrıtana kadar gerildi. Üç yüz yılın öbür başından geliyormuş gibi, ağır ağır, kocaman vücuduyla dışarı çıktı.
–Bekil, çıkma, vururlar seni.
Saraç böyle deyip kalkmak istedi. Hürü Kadın yardım edip kaldırdı. Bekil’in ardınca dışarı çıktılar.
–İnin attaaan!!
Bekil’in sesi atlıların üzerinden yıldırım gibi geçip gitti. Köyün kara damlı evleri titredi, yere kara toprak elendi. Atların korkudan az kalsın bağrı çatlıyordu, şaha kalkıp kişnediler. Bu kişnemeler Bekil’in sesinin yanında diş gıcırtısı gibi kaldı.
Atlılar anında başlarını aşağı eğdiler ki, Bekil’in sesi onlara zarar vermeden geçip gitsin. Kurşun atanın tüfeği elinden düştü. Bekil ise atlılarla aynı yükseklikteydi. İri ayaklarının üstünde, iki küçük tepeciğin üzerinde durmuş gibi görünüyordu. Atlılar kendilerine gelip silahlarının horozunu kaldırdılar, ancak hepsinin kulakları uğulduyordu. Hepsi korkudan başlarını kaldırıp göğe baktı. Bekil’in sesi dinmişti ama yeri göğü uğultu bürümüştü. Korka korka çitlerin dibine toplanıp seyre dalanlar, Bekil’in sesinden korkup yere çöktüler. Hamile gelinlerin, küçük çocukların yüreği yerinden kopacak gibi oldu. Bağlı köpekler kendilerini sağa sola vurdular, açık olanlar ise yönleri hangi tarafa düştüyse bütün gücüyle kaçıp yok oldu.
Hürü Kadın diz çökmüştü, Bekil’in kendisi de kendi sesinin gücüne donup kalmıştı. Birdenbire içinde büyüyen genişliği duymaktaydı. Bütün köy Bekil deli olacak zannetti. Böylesine duyulmamış, akla sığmaz sesten sonra deli olması gerekirdi. Köylüler Deli Domrul’u hatırladı. Deli Domrul’un ruhu Bekil’i çarpmış dediler, çünkü Domrul’u Bekil öldürmüş.
Saraç, kolları sarılı halde geçip Bekil’in önünde durdu, akrabalarına gülümseyerek:
–Niçin böyle yapıyorsunuz, at üstünden attı beni. Bekil getirip kollarımı sardı, yoksa çoktan ölmüştüm, dedi.
Bekil de gülümsedi, yaklaşıp Saraç’ı kucağına aldı. Saraç yine Bekil’in kucağında bir çocuk gibiydi. Çocuk gibi sakince Bekil’in kucağından topluluğa bakıyordu. İmir’i gördü, kapının ağzında durmuştu. Gözleri Bekil’in sesinden de korkunç, iri iri açılıp Saraç’a dikilmişti. Saraç gülümsemek istedi, ancak yapamadı. Kımıldamak istedi, kımıldayamadı, kendinden geçmiş gibiydi. Hiçbir şey anlamıyordu. İmir’in gözleri Saraç’ın üzerinde bir ağ örüyordu. Bakışları sarmaşık gibi bedenine dolanıyordu. Saraç’ın atı burnundan “fırrr” diye kuvvetli ses çıkararak ayaklarıyla yeri dövdü. Saraç “korkuyorum” demek istedi, ancak dili kımıldayamadı.
Bekil yine gülümseyip:
–Ne oldu sana? dedi. Kaldırıp atın üzerine bıraktı. Saraç atın üzerinde duramıyordu. Eğerin üstünde tersine oturduğunu zannediyordu; ayakları yukarıda, başı aşağıda.. Eğilip kendini doğrultmak istiyordu. Atlılardan birisi yaklaşıp Saraç’ı tuttu, içinin derinliklerinde boğulup kalmış sesiyle:
–Kendine gel, ayıptır, dost düşman var, dedi.
Uzaklaştılar, sanki Saraç’ın vücudundan bir şey kopup kurtuldu. Saraç nefes alıp kendine çeki düzen verdi, korka korka dönüp baktı. İmir, Bekil’in yanındaydı, bir şeyler soruyordu. Saraç atlılara dönüp, “o çocuğu gördünüz mü, az kalsın beni öldürüyordu” diyecekti. Ama İmir’in gözlerindeki sihiri, sırrı dile getirmeğe kelime bulamadı. Atlılardan biri:
–Kimdi bağıran? -dedi.
–Bekil’di.
–Kulaklarım hâlâ uğulduyor.
–Gidince nineden sor, Karakelle Alay’ın da böyle sesi varmış. Haykırdığında kadınlar çocuk düşürüyormuş.
–Seni Bekil böyle yapmış, inkâr etme.
–Hayır, attan düştüm.
–Sen attan düşmezsin. O, İmir’in acısını senden çıkarmış.
–Hayır, dedim.
–Biz düşmanız, arada bu kadar kan akmış.
–Barışmışız, böyle de yaşamalıyız.
–Onların kökü kurumalıdır. Ocaktan ikisi kalmış, onları da öldürelim, Hürü Kadınla barışırız.
–Olmaz!
Evlerine gidene kadar hiçbiri konuşmadı. Bekil’in sesi gökyüzünün görünmez korkusu gibi başlarının üzerinde onlarla beraber yürüyordu. Bedenlerine sinmiş titreme hâlâ dinmemişti. Bekil’in boy bosunun, kollarının, sesinin korkusu, görecekleri gün gibi önlerindeydi. Kanık ocağının korkulu geleceği gibiydi.
İkinci Fasıl
Yüz yaşına gelmiş Hürü Kadın’ın bildiklerinden de, hafızasından da eski bir geçmişi vardı. Hürü Kadın, Karakellelerin kökü bildiklerinden, hafızasından da ötelerde nerededir bilmiyordu. Yıllar boyu, atlı, develi, inekli, öküzlü, köpekli, koyunlu yol yürüyen bu göç nereden geliyordu? Kaç yıldır yürüyorlardı ve niçin yürüyorlardı? Kurulmuş bir devleti mi yıkmış geliyordu, yoksa devlet kurmaya mı geliyordu? Böylesine azametli, böylesine yükseklerden ve yabancı yerlerden korkmayan, böylesine sağlam ve muhkem göçün sırrı neydi?
Yüz yaşındaki Hürü Kadın’ın hafızasının ve bildiklerinin ilk basamağı bir ilkbahar öncesinden başlıyordu. Karayazı ormanının eteğinden bir göç çıktı. Önde doru atların üstünde silahlı-pusatlı delikanlılar, arkada atlı kızlar, gelinler geliyordu. Kebelerle, kilimlerle örtülmüş, bezenmiş göç arabalarında nineler, kadınlar geliyordu. Elde dokuma elbiseler giydirilmiş erkek çocuklarını öküzlere bindirmişlerdi. Kırmızı inekler, melez koyunlar, günün bir vaktinde, dünyanın neresinde olursa olsun sağılacaklarını biliyor gibi otlayıp, sütlene sütlene yeşil dağlara doğru yol alıyorlardı… İri gövdeli, ihtiyar erkekler bu görünen düzlüğü kendileri yaratmışçasına dünyaya sahiplenerek dağlar gibi ağır ağır yol yürüyorlardı. Onların önünde yüklü develer vardı. Ak devenin sırtında, ak sakallı bir ihtiyar yeşil çayırda oturuyor gibi rahatçasına oturmuştu. Bu otlukları, bitmiş yaban güllerini, ormandaki ağaçları, sulardaki balıkları, dağlardaki taşları daha evvelden görmüş, tanıyormuş gibi eteklerden yamaçlara doğru tırmanıyordu. Bu eğri büğrü patikaları, yemyeşil dağları, dereleri tepeleri, hayvan yataklarını nerede görmüştü çıkaramadı. Bu da, yüz yaşını aşkın ihtiyarın Karakelle köküyle ilgili hafızasının, bildiklerinin bittiği zamandan, taa gerilerde yüzlerce yıl öncesinde olmasından kaynaklanıyordu.
–Burası neredir, dede?
–Bilmiyorum yavrum. Ama babam diyordu ki, babalarımız yeşilce dağları, otlu yatakları bırakarak ordulara karışıp gittiler. Belki buralardan gitmişler de onun için kanım ısınıyor. Ya da buralar yurdumuz olacak, buralarda öleceğim.
Yamaçta koyun yatağı vardı, çadırların karartıları görünüyordu. Göçtekiler büyüklü küçüklü uzanarak baktılar. Çadırlardan üç atlı çıkıp göç kervanına doğru atını dörtnala sürdü. İhtiyar öndeki kendi atlılarına işaret etti:
–Hele bakın hangi dilde konuşuyorlar, başka bir şey yapmayın.
Gelenleri üç atlı karşıladı. Biraz mesafe bırakıp karşılıklı durdular. Göç durmuştu. Atların eğerine bağlanmış kurt ağızlı köpekler saldırıyor, zorluyor, atları yerinden oynatıyorlardı. Atlıların biri dönüp gelerek ihtiyarın önünde durdu:
–Bizim gibi konuşuyorlar dede. Nereli olduğumuzu soruyorlar, nereliyiz dede, nereyi söyleyeyim?
İhtiyar düşüncelere daldı. Yüz yıllık bir ömür bir gün kısalığında gözlerinin önünden gelip geçti. Ama bu yüz yıllık ömür bu geniş dünyaya sığmamıştı. “Dünyanın beli uzunu”14 olanların, olacakların, konanların, göçenlerin üstüyle hâlâ da yol yürümekteydi.
–Beni göster, de ki dedem ölmeğe gidiyor. Yer arıyoruz, nerede ölürse oralıyız.
Yaşlı erkekler gülümseyip başlarını önlerine eğdiler. Kadınlar omuzlarını silke silke gülüp Dede’ye lâf attılar.
–A ihtiyar! Biz seni evlendirmek istiyoruz, sen de kendini diri diri gömüyorsun, -Hayır, içime doğmuş, kadın! Sizlere yer yurt bulduktan sonra öleceğim.
Dede, düz ovaları gözleriyle bir su gibi içiyor, bütün benliğine sindiriyordu. Toprak çekiyordu, yer alıp götürüyordu ihtiyarı. Gizli bir güç devenin sırtından onu yere doğru çekiyordu. Kızlar, gelinler, kadınların kinayeli sözlerini duyup erkeklerin güldüğünü görünce sevine sevine saçaklı küpelerini oynattılar:
–İzin ver inip kokuçiçeği toplayalım, Dede. Kulağımızın memesi kokmuyor.
–Olmaz!
Çadırlardan yine atlılar çıktı. Göç adamları kıpırdayıp kendilerine çekidüzen verdiler. Bellerindeki kılıcı, hançeri âdeta canlarıyla, kanlarıyla yoklayarak beklediler. Atlılar tepenin üstüne çıkıp ellerini kaldırdılar:
–Ağam sizi misafir etmek istiyor, dediler. Herkes dönüp Dede’ye baktı. Dede işaret etti:
–Sorun bakalım, ağası ekmeğini kime yedirdiğini biliyor mu?
Sordular.
–Biliyor, dediler. Cevabınızdan memnun kalmış. Ekmeğimizi kesmezseniz düşmanımızsınız.
Dede el etti, göç dönüp karşıdaki yayla evlerine doğru tırmandı…
Üç yiğit ak deveyi burunlukladı, ak deveye “hess” ettiler, ak deve “hess” edip yattı. Dede’yi indirdiler, baş tarafa halı serdiler, yer yastığı koydular, Dede’yi üzerine oturttular. Göç adamları, delikanlılar, erkekler elleri kılıçta, gelinlerin, kızların yüzü yaşmaklı, koca karılar, kadınlar arabalarda, çocuklar öküzlerin sırtında nasıl gelmişlerse öylece de durmuş seyrediyorlardı.
Nice devletten devlet, kuruluştan kuruluş görmüşler, nice şahları, nice sultanları yorup yolda bırakmışlar, olanların, olacakların, konanların, göçenlerin üstüyle “dünyanın beli uzunu”15 yol yürüyorlardı. Geleceği mi arıyorlar, geçmişi mi? Kendileri de bilmiyordu.
Korkuların, ölümlerin gözünün içine baka baka, hileleri, kurnazlıkları daha yapılmadan duya duya, anlardan, ömürlerden, hatta vaktin kendisinden ilerde dünyayı; yaşlana yaşlana, otura otura geride bırakarak, yurtlardan, sultanlardan, sınırlardan uzaklaşıyorlardı. Su gibi akarına, ot gibi biterine çoğalıyorlardı. Tanrı sultanlarıydı, dünya ülkeleri. Daha doğrusu böyle olmalıydı. Ezelden ebede doğru bir şeyleri araya araya yol gidiyorlardı..
Çadırların omuzu abalı, başı Buhara kalpaklı, ayağı mestli ak sakallı ihtiyarı yaklaştı, elini göğsüne koyup Dede’ye başını eğerek selâm verdi:
–Hoş gelmişsiniz!.. dedi. Demin atlılarıma dediklerinden hoşlandım. Ekmeğim ekmeğindir, oğullarım oğlun, kızlarım kızındır. Bizlere Koçkaroğlu derler.
–Biz Karakelleleriz. Bu yerlerin adı nedir? İhtiyar gözlerini etrafta gezdirerek:
–Bu dağ Yemlikli’dir, o Ağlağan’dır, o taraf Karahaç’tır, bu taraf Akçallı, o taraf Eğrikar’dır.
Dede’nin yüzü aydınlandı. Belki de elli yıldır onun gülümsediğini kimse görmemişti.
–Su aktığı yerden bir daha akar, dedi. Biz de katık, arkımızı bulduk. Yedinci dedem bu yerlerin adını anarmış. Dedem öldüğünde demiş ki; “Bizlerden birisi gidip o yerlerde ölecek.” İşte, ölmeğe geldim. Beni toprak çekiyormuş meğer…
İşaret etti, göç indi. Koyundan koç, sığırdan erkek dana kesildi. Suların durusu, ekmeğin hası ortaya geldi. Koçkar evinin ekmeği şölen oldu. Karazurna ağır havalar çaldı, kızlar topladıkları çiçekleri, örgülü, saçaklı küpelerine takıp kokular saçarak, ağırdan ağırdan oynadılar. Oğlanlar, kılıç oynatıp, at sürerek av avladılar.
Koçkarlar’dan Ozan Gökçe, Karakelleler’den Ak Ozan çıktı. Gördüklerinden, duyduklarından, olanlardan, olacaklardan çalıp söylediler.
Tarih denen şey bunun ta kendisiydi. Ozanların destanlarında atlar kanatlanmış, yiğitleri kılıç kesmez, ok işlemez olmuştu. Gelinler, buğra misali oğlanlar, ay yüzlü kızlar doğurdu ki, her biriyle yeni bir devir başlıyordu. Gelmiş geçmiş tarihler güçlü oğulların, ay yüzlü kızların ayaklarıyla “Yeryüzünün beli uzunu yol gidiyorlardı.” Geçmişi mi arıyorlardı, geleceği mi, geçmişten mi geliyorlardı, gelecekten mi, bilen yoktu. Gökyüzünden düşmüş gibi kendilerine yer bulamıyorlardı. Ozanların destanı da, sazların çalması, kara zurnanın sesi, oynayanların oyunu, güreşenlerin güreşi, atların kişnemesi de bunu söylüyordu. Ozanların destanı, sazların çalması, kara zurnanın sesi, oynayanların oyunu, atların kişnemesi, onların bu güne çelip çıktıkları yolun ta kendisiydi. Dinleye dinleye, oynaya oynaya, güreşe güreşe durulup, billûrlaşıyorlardı.
Sonra Koçkarların Bilici Ana’sını getirdiler. Damarları çıkmış, zayıf bir kadındı. Yüz yaşını çoktan geçmişti. Kıpırdamasaydı yaşadığına inanmak mümkün değildi. Bütün canı gözlerindeydi. Dipdiri gözleri dünyanın öbür yüzünden bakıyormuş gibi, baktığını delip geçiyordu. Başı açıktı. Düğüm düğüm ağarmış saçları vardı. On beş kadar küçük örgüsü görünüyordu. Kırışıklarla, damarlarla örtülmüş yüzünde insanı ürküten bir gülümseme dolaşıyordu. Aslında kadının yüzü sertti. Sanki kadın bedeninden ayrılıp havaya, nefese karışarak gülümsüyordu. Gözleri de bu yüzden dünyanın diğer yüzünden bakar gibi görünüyordu. Boşlukta kadının mavi, soğuk gözleri dolaşıyordu…
Göçle gelenler korkudan başlarını yere eğdiler. Çocuğun biri haykırıp, kendini anasının kucağına attı.
Kadın bağdaş kurdu. Çevrede gezinen gözlerinden de korkulu bir sesle:
–Niçin batıya gidiyorsunuz? dedi. Ayağı yer tutan doğuya gidiyor…
–Doğuya vardık nine, vardık da geri döndük.
Dede böyle deyip dizine tutunup kalktı, gelip kadının yanında durdu. Göçün nineleri, yaşlı kadınları, Bilici Ana’ya bakıp kendilerini gelin saydılar. Nine dediğin böyle olurdu. Dede de ona “nine” diyordu. Dünya bile onun kadar yaşlı görünmüyordu. Dağ da onun gibi ihtiyarlamazdı. Lâf açıldığında diyordu: “Bir gün bulutlar birbirine değdi, gök karardı, sicim gibi yağmur yağdı, sel koptu, şimşek çaktı, dereler düzlük oldu, düzlükler dere oldu, yılkı bağrını çatlatan, it yüreğini parçalayan sürüleri bölük bölük, sığırları darmadağın eden bir rüzgâr esti. Karşı dağın yarısı çatlayıp kaydı, arasında göl meydana geldi, o zamanlar ben telli duvaklı bir gelindim.”
O günleri görenlerden artık kimse kalmamıştı. Yamaçtaki mezar taşlarına varasıya kadar her şey yosun bağlayıp yemyeşil olmuştu. Dişleri çoktan dökülmüştü ninenin. Yeniden süt dişleri çıkarıyordu. Koçkarlar’ın aksakallı büyüğü Bilici Ana’nın sonuncu torunuydu ki, o bile yüz yaşına yaklaşmıştı. Sık sık gülüp kadına lâf atıyordu: “Ninemi kundaklayıp büyüteceğim, güzel bir kız olacak, yeniden kocaya vereceğim, biz tekrar dünyaya geleceğiz. İki Koçkar kabilesi olacak; ama geçinemeyeceğimizden korkuyorum.”
Kadın yalnızca yoğurt, süt, ayran cinsinden şeyler ve unlu yemekler yiyordu. Elli yıl oluyordu gün doğduğunda da battığında da yüzü güneşe dönüktü. Elli yıldır, güneşle doğup, güneşle batıyordu. Akşam akşam acıkıp içi oyulana kadar güneşin ardınca bakardı. Gelip kuru kemikli vücudunu alır götürür çadıra koyarlardı. Tan yeri ağardığında yine onu güneşle karşı karşıya görürlerdi. Suya derdini söylerdi, dağa ömrünü. Evli olan erkek ve kadınları güneş yükseldikten sonra durdururdu:
–Otur ey gelin niçin cenabet dolaşıyorsun? Niçin yıkanmıyorsun? Vücuduna bir bak, murdarlık yağıyor. Akşam işiniz oldu mu sabah gün doğmadan kalkın yıkanın. Dünyayı murdar etmeyin yavrum, derdi.
Kadın dalmış gibiydi. Uyuyor mu, uyukluyor mu, sağ mı, ölmüş mü kimse bilemiyordu. Herkes sessiz sedasız bekliyordu.
–Yolunuz nereyedir, nereye konmak istiyorsunuz?
Kadının sesi uzun uzadıya oturanların ve ayakta olanların kulaklarında uzun uzadıya yer edip durdu. Göç adamlarının kulakları çınlayıp, ağrıdı. Kadının sesi sanki yerin altından geliyordu. Dönüp Dede’ye baktı ve yüzünde ölümün izlerini gördü. Sakalının diplerindeki morartılar ve yeşillenmeler gözlerine takıldı. Elleri dizlerinin üzerindeydi, derisinin rengi öyle bir hal almıştı ki, yeryüzünde böylesi bir renk yoktu…
–Yemlikli’nin eteğine düşeceğiz nine, dedi
Bilici Ana, hâlâ Dede’nin ölümü konusunu düşünmekteydi. İçinden: “Perşembe günü öleceksin, dördüncü akşam cumadır, sağ elin başıma”16, diye geçirdi.
–Yemlikli’nin eteği fırtınalı olur, kışın suları donar. Akçallı yönüne doğru gidin. Üç gün içinde kendine yer bul, dördüncü gün perşembedir, hiçbir tarafa çıkma, dinlen, dedi.
–Biliyorum Nine, içime doğmuş. Birkaç güne öleceğim.
–Biliyor musun, çok iyi. Ama ben ölemiyorum, elli yıldır ölmek istiyorum,-Koçkarlar’ın ihtiyarına doğru döndü. -Misafirin iyi adamdır, oğullarına kız ver, kızlarını oğullarına al.
Koçkar kızları ve gelinleri kadının etrafını sardılar. Biri gıdıkladı, biri orasına burasını elledi, biri örgülerini açıp yeniden ördü, kadını güldürdüler. İhtiyar, kadından çok ruha benziyordu. Böylesi zayıflayıp kurumuş, tahtaya dönmüş kemiklerin kendisinde garip bir sır vardı. Yüzündeki ve gözündeki düğümleşmiş kırışıkları kıpırdamadan, canı gidip yalnızca derisi kalmış dudakları kaçmadan gülüyordu. Bu, daha çok havanın, iklimin gülmesine benziyordu. Yağmurdan sonra gökyüzü açılıp ışık saçarak nasıl gülümserse kadının gülüşü de öyle bir şeydi. Kızların, gelinlerin arasında oturmuş canlı bir ruh gibi gülümsemekteydi.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.