Kitabı oku: «Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler», sayfa 5
1. Evhadiyye Hareketi
Evhadiyye hareketi, adını Şeyh Evhadüddin Hâmid el-Kirmani’den almaktadır. XIII. yüzyılın ilk yarısında Anadolu’da en güçlü bir fikir akımı, tasavvufi ve dinî hareket idi. Bu hareketin lideri Evhadüddin-i Kirmani, 34. Abbasî Halifesi en-Nâsır Lidînillâh tarafından Fütüvvet Teşkilatı’nın Anadolu’daki şeyhlerinin lideri (Şeyhü’ş-Şuyûhi’r-Rûm) olarak 1204 yılında Anadolu’ya gönderilmiştir. Bu Türkmen şeyhin Anadolu’da çok yaygın bir nüfuzu vardı. Türkmen şeyhler ve dervişler iman derecesinde ona bağlılılardı. Ahi Evren’in eşi Fatma Bacı’nın da babası olan Evhadüddin’in, Ahi ve Bacı Teşkilatlarının kuruluşunda da büyük rolü olmuştur. Anadolu’da köy köy, kasaba kasaba şehir şehir gezerek kurduğu tarikatını yaymıştır. Hemen her şehirde halifeleri vardı. Sultanlar ve devlet adamları katında da büyük itibar sahibiydi. Meclislerde Türkçe konuştuğu için Türkmenler onun tarikatına daha çok rağbet ediyorlardı. Daha çok Kayseri’de ikamet ederdi. Fakat Ahlat, Malatya ve Konya’ya da zaman zaman uğramıştır. Konya’nın ünlü delişmen (mecnun) şeyhi Şeyh Fakih Ahmed onun halifelerinden idi. Evhadüddin, 1234 yılında Anadolu’dan ayrılmış ve 1237 yılında Bağdat’ta ölmüştür. Güçlü bir şair olan Evhadüddin, Anadolu’dan ayrılırken yerine vekil olarak Konya’daki halifesi Zeynüddin Sadaka’yı koymuştur.
a. Afakilik ve Enfüsilik
Evhadüddin Hâmid el-Kirmani tasavvufi meşrep itibarıyla Şems-i Tebrizî’ye ve Mevlana’ya muhalif idi. Bu yüzden Şems ve Mevlana, eserlerinde ona hücum etmişlerdir. Bu fikir ayrılığının esası şudur: Tasavvuf yolunda ilerlemek için belli manevi makamlardan (tövbe, rıza, havf, reca gibi) geçmek şarttır. Mutasavvıflar bu yolda ilerlemek, bir manevi makamdan diğerine geçmek suretiyle “seyr-i süluk” (ruhani yolculuk) denilen manevi yükselişe götüren yolculuğa çıkmak gerektiğini tespit etmiş ve bunun uygulamasını yapmışlardır.
Mutasavvıflar, bu “seyr-i süluk”un uygulanışında iki metot belirlemişlerdir. Bunlardan biri “seyr-i süluk-i enfüsi” diye adlandırılır ki kişiyi (müridi) benliğine yöneltmek ve benliğindeki şeytani duygulardan, düşüncelerden arındırmak hedef alınır. Bu metotla nefisteki kötü duygu ve düşüncelerle, şeytani vesveselerle mücadele edilir. Nefsin kötü istekleri kontrol altına alınır ve bu suretle esas maksat olan üstün insan (insan-ı kâmil) yaratmaya çalışılır. Bunun için müride belli virtler verilir ve zikirler yaptırılır. Yoğun ve şiddetli egzersizler ve riyazetler uygulanır.
Bu eğitim metodu içe ve benliğe dönüklük (subjektif) yoludur. Mürit bu yolda egzersizler yaparak manevi makamları geçer, kemale erer, benliğini tanıma imkânı bulur ve “Men arefe nefsehu fe kad arafe Rabbeh”. (Nefsini bilen Rabb’ini de bilir.) gerçeğine erişir.
Diğer yol ise “seyr-i süluk-i afaki” diye adlandırılır. Bu eğitim metodunun esası da şudur: Kişinin, başka bir ifade ile müridin Yaradan’ın eserleri olan eşya ile meşguliyet içinde bulunması sağlanır. Eşyanın esrarını ve güzelliklerini temaşa ederek Yaradan’ın (Sâni’i) celal ve cemaline vasıl olmasına gayret edilir. Müride, eşyanın esrarını anlamaya ve idrake sevk edici virtler verilir, zikirler ve riyazetler yaptırılır. Kişi kendisini de eşyadan bir parça olarak görür. Bu durumda mürit hem süje hem obje olmaktadır. Eşyanın muhabbeti gönle nakşedilmeye ve bu muhabbet vasıta kılınarak Allah’a bir yol bulmaya çalışılır. Bu yol da dışa dönüklük (objektif) yoludur. Bu eserden eserin sahibini yani Sâni’i, Cenâb-ı Allah’ı bulmaya çalışılır. Cenâb-ı Allah’ın sıfat ve fiilleri eşyada tecelli ettiğinden, eşyanın tezekkür ve tefekkürü Allah’a vuslata götürür insanı.
Mevlana Celâleddin-i Rumî ve hocaları, birinci yolun yani “enfüsi” yolun saliklerindendir. O dönemde “afaki” yolun salikleri de Anadolu’da yaygın idiler. Bu yolun da en tanınmış mürşidi “Evhadiyye” tarikatının kurucusu Şeyh Evhadüddin-i Kirmani idi. Bu iki yolun mensupları birbirleriyle mücadele ve rekabet hâlinde bulunuyorlardı.
Mevlana ve onun gibi seyr-i süluk-i enfüsi metodu benimseyen mutasavvıfların, eserlerinde insan ruhunun derinliklerine nüfuz etmeye çalışmaları ve insan benliğindeki eğilim ve istekleri keşfetmeye yönelmeleri ve bu gayret içinde bulunmaları, meşreplerinin özelliğinden kaynaklanmaktadır. Aynı şekilde Evhadüddin-i Kirmani gibi seyr-i süluk-i afaki metodu uygulayan mutasavvıfların da eserlerinde daha çok dış dünya ve eşya ile ilgi kurmaya çalışmaları ve müridi tabiattan ibret almaya yönlendirmeleri de meşreplerinin temel özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Tabii olarak eğitimde farklı metotların uygulanması, farklı düşünen ve yaşayan insanların, müritlerin yetişmesine neden olmaktaydı. Evhadüddin-i Kirmani ile Şems-i Tebrizî arasında geçen Ahmet Eflâkî’nin naklettiği bir konuşma bu iki ayrı meşrepteki şeyhler arasındaki ayrılığı ifade etmesi bakımından önemlidir. Evhadüddin-i Kirmani bir gün tekkesinde murakabe hâlinde iken Şems-i Tebrizî içeriye girer ve Evhadüddin’e: “Ne işle meşgulsün?” diye sorar. Evhadüddin de Cenabıhakk’ı eşyadaki tecellisinde yani sanatında temaşa etmeye çalıştığını kastederek: “Ayı, leğendeki suda seyrediyorum.” der. Şems-i Tebrizî de ona: “Ensende çıban yoksa başını kaldırıp onu gökyüzünden niye seyretmiyorsun?”87 diyerek Cenabıhakk’ı kendi içinde ve benliğinde bulması gerektiğini ona hatırlatmaya çalışır. Molla Abdurrahman Cami de Evhadüddin’in tasavvufi meşrebini Nafahatü’lüns adlı eserinde şöyle ifade etmektedir: “Evhadüddin, şuhûd-i hakikata mezâhir-i sûrî ile tevessül ederdi ve cemal-i muttaki suver-i mukayyedâtda müşahede eyler idi.”88 Mevlana da hocalarının yolunda giden bir mutasavvıf olarak Mesnevi’sindeki birçok hikâyede bu temayı işlemiştir. Evhadüddin-i Kirmani ve onun yolunda gidenlerin meşrebine tenkitler yöneltmiştir. O bir mutasavvıf olarak hocalarının meşrebine bağlı kalmış ve etrafındakileri bu yolla eğitmiştir. Yukarıda da belirtildiği gibi Mevlana bir tarikat kurmamıştır. Onun babası vasıtası ile Kadiri tarikatına, hocası Şems-i Tebrizî vasıtası ile de Kalenderiyye tarikatı ile ilgisi bulunmaktadır.
b. Şeyh Evhadüddin el-Kirmani ve Türkmenler
Evhadüddin-i Kirmani’nin kurduğu “Evhadiyye” tarikatı ve bu tarikattaki eğitim ve öğretim metodu (seyr-i süluk-i afaki) Anadolu’da, Türkmenler arasında büyük bir ilgi uyandırmıştır. Evhadüddin’in, Türk asıllı olması ve Türkmenlerle Türkçe olarak konuşması, onun Türkmenler arasında tanınmasına vesile olmuştur. Art düşünceleri olmadığı ve samimi oldukları için Türkmenleri irşat etmenin daha kolay olduğunu ve kısa zamanda tasavvuf yolunda ilerleyebildiklerini söylüyordu. Bu tasavvufi yol ve düşünce tarzı Türkmenlerin yaşayış tarzına daha uygun olduğu için Türkmenler arasında daha fazla ilgi toplamaktaydı. Türkmen dervişler coşkun bir iman ile Evhadüddin’e bağlanmışlardı. El-Veledü’ş-Şefik’in sahibi Niğdeli Kadı Ahmed (740/1241) Tapduklu dervişlerin, Evhadüddin-i Kirmani’nin yolunda olduklarını çeşitli vesilelerle belirtmiştir. Ayrıca Ebussuud Efendi, Evhadüddin-i Kirmani’ye ait bir risalede Tapduk Emre’nin Evhadüddin ve İbnü’l-Arabî’den ders almış olduğunu, İbnü’l-Arabî’nin kendisine öğrettiği dört duayı Yunus Emre’ye öğrettiği ve Yunus Emre’nin bu duaları öğrenince dili çözülüp şiir söylemeye başladığının yazılı olduğunu belirtmiştir.89
Hayatı kırda, bayırda tabiatla baş başa, hayvan sürüleri ile göçebe olarak veya kırsal bölgelerde geçen insanların bu tasavvufi yolu tercih etmeleri gayet tabii idi. Bu yolun Türkmenler tarafından kolay anlaşılır olması da yayılmasına vesile olmaktaydı. Yunus Emre:
Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni
derken “seyr-i afaki” yolunda olduğunu ifade etmiş olmakta ve bu tasavvufi anlayışa göre düşündüğünü göstermiş olmaktadır. Yunus, pek çok şiirinde bu anlayışı terennüm etmekte ve suretçiliği (cemalperestlik) benimsediğini belirtmektedir.
İşte bu şiirlerden biri:
Su’ret toprakdır diyeni gönlüm kabul itmez anı
Bu toprağın cevherini hazrete irgördüm ahi
Ben de bakdum, ben de gördüm benüm ile ben olanı
Su‘retime canvireni kimdüğini bildim ahi.
Yunus Emre “Yaratılanı severiz Yaradan’dan ötürü.” o çok meşhur sözünde yaratılmışı hoş tutarak ve onlara muhabbet ve şefkati, Allah’a kavuşmaya vasıta kıldığını ifade etmektedir. Bu tasavvufi meşrep Türkmenlere yeni bir duyuş ve düşünüş biçimi veriyordu. Evhadüddin gibi diğer Türkmen dervişler bu yolla Türkmen halkın düşüncesini terbiye ediyor, ahlaki yaşayışlarına yön veriyordu. Böylece Türkmenler çevrelerindeki eşyaya (suretlere) tasavvufi-İslami bir bakış ile bakıp manalandırıyorlardı. Kısaca Türkmenler kültür değişimine uğruyorlardı. Bu değişim Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşmasını hızlandırmaktaydı. Türkmenlerin gönülleri ve akılları yeni bir dünya ve hayat telakkisi ile tanışıyordu. Hayatları tabiatla baş başa geçen, göçebe ve köylü Türkmen halk, bu tasavvufi meşrep vasıtası ile İslam’ı daha kolay anlıyorlar, ahlaki inceliklerle tanışma imkânı buluyorlardı. Eşyaya karşı merhamet ve şefkat duyguları kuvvetlenmekteydi. Baba İlyâs-i Horasânî’nin çoban olarak güttüğü koyunlara karşı şefkat ve merhameti, ona muhalif olanlar tarafından dahi takdirle yâd edilmiştir. Bir hikmete mebni olarak yaratılmış olduğunu düşünerek karıncayı bile incitmeme anlayışı da bu düşünceden kaynaklanmaktadır. Bu suretcilik (cemalperesti) meşrebi, müritlerde eşyanın yaratılış hikmetini inceleme ve öğrenme isteği uyandırmaktaydı. Evhadüddin’in damadı ve önde gelen talebelerinden olan Ahi Evren (Şeyh Nasîrüddin Mahmud) Letâif-i Gıyâsiyye adlı eserinde; insanın ve insan uzuvlarının, hayvanların, bitkilerin gök cisimlerinin yaratılışındaki hikmetleri ve bunların Allah’ın varlığı, birliği ve yüceliğine delalet eden yönlerini dile getirirken bu düşünce tarzını detaylandırmayı düşünmüş ve eserini bu maksatla kaleme almıştır.90
Yukarıda da görüldüğü üzere Şeyh Evhadüddin ve onun tasavvufi meşrebine muhalefet eden mutasavvıflar, Molla Cami’nin de belirttiği gibi eşyanın suretine aşırı muhabbet duymaları, onların bu muhabbete kendilerini kaptırarak gerçek muhabbete (Allah sevgisi) ulaşmalarına engel olacağı endişesine dayanmaktaydı. Bu endişelerini ısrarla öne sürmekteydiler. Bu yüzden de onları “suretperest”likle itham ediyorlardı. Yine Molla Cami Evhadüddin, Ahmed Gazali, Fahrüddin İrakî gibi büyük mutasavvıflar eşyaya duydukları muhabbeti Allah sevgisine vasıta kılmışlardır. Ancak müritlerin ve mukallitlerin, kendilerini eşyanın muhabbetine kaptırıp o sevgiyi aşamayacakları tehlikesinden söz etmektedirler. Bir kısım mutasavvıfların onlara muhalefet etmeleri bu tehlikeden kaynaklanmaktadır. Onlar, bu şeyhlerin yolunda giden müritlerin şaşkınlık içinde kalabileceklerini ve Muhabbetullah’a ulaşamayacaklarını öne sürüyorlardı.
Moğolların Anadolu’yu işgalinden sonra Türkmenlerin Moğol iktidarına karşı direnmeleri sonucu Moğollar, o dönemde Türkmen halkı organize eden şeyhler ve fikir adamlarına karşı amansız bir mücadele başlatmışlardı. Türkmenlerin ellerinde bulunan tekke, medrese, iş yeri gibi müesseseleri ellerinden alınarak onlara muhalif olan Mevlana ve etrafındakilerin hizmetine veriyorlardı. Bu dönemde (1260-1350) pek çok Türkmen, Ahi, şeyh ve dervişlerin ya katledildikleri ya da ülke dışına sürüldükleri görülmektedir. İşte bu yüzden “Evhadiyye” tarikatı ve Evhadüddin’in yarattığı fikir hareketi Anadolu’da yaşama ve devam etme imkânı bulamamıştır. Ahi Evren, Tapduk Emre, Yunus Emre ve daha birçok Türkmen ileri gelenleri bu fikir akımının mümessilleri oldukları için tarihin karanlıklarında unutulmaya mahkûm edilmişlerdir.
2. Konya’da Bektaşilik
Kırşehir ve Suluca Karahöyük’te (Bugünkü Hacıbektaş ilçesi) bulunan Hacı Bektaş-ı Horasânî tasavvufi meşrep bakımından Ahilerden farklı değildir. Bu bakımdan onun da dostu ve gönüldaşı Ahi Evren gibi Mevlana ve çevresi ile arasının iyi olmadığı görülmektedir. Eflâkî, Mevlana ile Hacı Bektaş arasındaki muhalefeti kısmen yansıtmaktadır.91 Buna karşılık Sadreddin-i Konevî ile aralarında muhabbet bulunmaktadır. Konevî ile defaatle görüştükleri de Velâyetnâme’de anlatılmaktadır. İbn Bibi Konevî’nin bir defasında Kırşehir’e gittiğini yazmaktadır.92 Velâyetnâme’de Hacı Bektaş’ın, halifelerinden Pir Ebi’yi Konya’ya gönderdiği nakledilmektedir.93 Pir Ebi’nin hanikâhı, bugün kendi adı ile anılan caminin bulunduğu yerdeydi.
Hacı Bektaş-ı Horasânî ve halifeleri “Türkmen Meşâyih Taifesi” (Tabakât-ı Meşâyih-i Etrâk) diye anılıyorlardı. Bunlar da “Evhadiyye” tarikatı mensupları gibi “seyr-i süluk-i afaki” metodu uygulayarak eğitim ve öğretimlerini sürdürüyorladı. Bunların Fakih Ahmed’e (1221) bağlılıkları vardı. Konya’da Türkmen çevrelerde tanınan şeyhlerden biri de Bahâüddin Toğan’dır. Hacı Bektaş ile ilgisi bulunduğu anlaşılan bu zatın Sadreddin-i Konevî’ye yazdığı iki mektubu günümüze gelmiştir.94 Konevî’nin ona saygı duyması ve bilgisine başvurması onun bilgili bir zat olduğunu göstermektedir.
Genel olarak Hacı Bektaş ve diğer Türkmen şeyhlerin Sadreddin Konevî’ye muhabbet ve bağlılıkları vardı. Nitekim Tarihçi Aksaraylı Kerîmüddin Mahmud, Türkmen şeyhlerin kendilerini Konevî’ye nispet etmeye çalıştıklarını yazmaktadır. Bu bakımdan Konya’daki Hacı Bektaş’ın halife ve öğrencileri hem S. Konevî ile hem Ahi Evren Hace Nasîrüddin ve yakınları ile fikrî ve gönül birliktelikleri bulunmaktadır. Konya’daki Ali-i Gav Hanikâhı da başlangıçta Bektaşilerin elindeydi. Bilahare Moğollar tarafından Bektaşilerden alınıp Kalenderîlere verilmiştir.
3. Konya’da Kalenderîler
Anadolu Selçukluları zamanında, Anadolu’nun muhtelif yörelerinde köy köy, kasaba kasaba dolaşan ve kendilerine Cavlakî denilen Kalenderî dervişler bulunmaktaydı. Bunlar genel olarak tufeyli (asalak) idiler. Ellerinde keşkül, bellerinde zembil halk arasında gezerek ve dilenerek geçiniyorlardı. Kendilerine şiş batırarak ateşle oynayarak harikuladelikler sergileyerek halkın ilgisini çekiyorlardı. Saç, sakal ve kaşları tıraşlı olan bu dervişler giyim kuşam olarak da değişik bir görünüm içindelerdi. XIV. asırda ortaya çıkan Baraklı dervişler de Kalenderlerden çok farklı değillerdi.
Mevlana’nın hocası olan ve Mevlana üzerinde derin bir etki yaratarak meşhur olan Şemsüddin Muhammed b. Melikdad et-Tebrizî, yani Şems-i Tebrizî de Kalenderî, diğer adıyla Cavlaki idi.95 Bunların lideri Şam’da bulunan Şeyh Cemâleddin-i Sâvî idi. Anadolu’da da çok etkililerdi. Konya’da da karargâhları vardı. Konya’daki karargâhları Cumhuriyet İlkokulu civarında bugün Kalender Cami denilen yerdeydi. Konya’daki liderleri olan Şeyh Osman-ı Rumî’nin türbesi de buradadır. Bu Şeyh Osman Şam’dan gelmişti. 715 (1315) yılında Kâhta’da kadı olan İbnü’s-Serrac’ın bildirdiğine göre Konya’da 40 sene kadılık yapmış olan Siraceddin Urmevî (682/1283) bir defasında sur dışındaki Kalenderî dervişlerin şeyhi olan zatın yanına gitmiş, Siraceddin-i Urmevî, o zatın kerametlerini görmüş ve onların hakkaniyetine şehadet etmiştir.96 Burada bahsi geçen sur dışındaki Kalenderî dervişler Konya’da Kesikbaş, Kalender Baba ve Ulaş Baba diye anılan zatların türbeleridir. Bugün Kalenderhane denilen mahalle Kalenderî dervişlerin ikamet ettikleri bölge idi. (Bk. Burada Levha, XVII.) Bu Kalenderî dervişler Hululi inanca sahiptiler. Allah’ın eşya ve insanlara hulul ederek belli bir surete ve kalıba girdiğine inanıyorlardı. Bu inanış Mecusilikten gelmektedir. İran kökenli bazı sufilerde bu Mecusi eğilimlerin kuvvetli olduğu görülür.
Tasavvuf tarihinde ilk büyük ve etkili Hulûliyeci Hüseyin b. Mansur el-Hallâc’dır. Bu felsefe Allah’ın varlıklara ve insana hulul ettiği inancına dayanmaktadır. Hüseyin b. Mansur el-Hallâc o çok meşhur olmuş “Ene’l-Hak”. (Ben Hakk’ım.) sözünü derken bu felsefesini ifade etmektedir. Keza Bâyezid-i Bistâmî, “Cübbemin içinde Allah’tan gayrı nesne yoktur.” derken gene bu hulul felsefesini dile getirmektedir. Yani Allah’ın kendisine hulul etmiş olduğunu ifade etmektedir. Şems-i Tebrizî’nin de Hulûliyye mezhebinden bir mutasavvıf olduğu anlaşılmaktadır.
Hulûli fikirler genel olarak aşk ve şiire zengin malzeme ihtiva eder. Bu düşüncede olan âşık, sevgilisinin farklı ve cazip görüntüleri ile buluşur. Onun için Şems’in hulûli fikirleri, bir anda Mevlana’yı cezbetmiş ve celbetmiş, dünyasını değiştirmiş ve onda şafak doğmasına vesile olmuştur. Mevlana’daki o zengin ve yüksek hayal gücünün kaynağı buraya dayanmaktadır. Bu felsefi boyutun Mevlana’nın yaradılışından kaynaklanan özel kabiliyeti ile buluşması onu şiir dünyasına götürmüştür. Onun için Şems’in öldürülmesinden sonra Mevlana Şam’a gitmiş ve orada Şems’in şeyhi ve hocası olan Kalenderî şeyhi Şeyh Cemâlüddin-i Savî’nin talebelerinin bulunduğu çevre ile temas kurmuş olmalıdır. Hulûli fikirlere sahip olan şeyh ve dervişler Şems’ten sonra Anadolu’da faaliyet göstermektelerdi. Ebû Bekr-i Niksârî, Şeyh Osman-ı Rumî bunlardandı. Mevlana’nın bunlarla ilgisi de devam etmiştir. XV. ve XVI. yüzyıllarda Şems-i Tebrizî’ye bağlı olmalarından dolayı kendilerine “Şemsî” denilen dervişler Anadolu’da yaygınlardı. Abdu’l-Vahid Çelebi Menâkıb-ı Hâce-i Cihan ve Netice-i Can adlı eserinde97 onları anlatmaktadır.
Eflâkî, Şems’in öldürülmesinin sebepleri arasında bardağı taşıran son damla olarak zikrettiği olaydan anladığımıza göre Şems, Nasîrüddin’in yani Ahi Evren’in tekkesinde bulunmuş, orada araştırma ve nakle dayanan ilmî konuşmalar olmuş, Şems de onlara karşı: “Ne zamana kadar şundan bundan rivayet edip övünecek ve atsız eyere binip erlerin meydanında koşacaksınız? İçinizde, kalbim bana şu haberi veriyor diyecek kimse yok mu? Ve ne zamana kadar başkasının asasıyla yürüyeceksiniz?” demiş ve orada bulunanların tepkisiyle karşılaşmıştır. Orada bulunanlardan biri de Adliye Nazırı Nusratüddin Ahmed’dir. Şems bu sözleriyle Ahi Evren’in meşrebine muhalif sözler sarf etmiş yani Hulûl inancını açığa vurmuştur. Bu olaydan üç gün sonra da öldürülmüştür.98
4. Medreseler ve Hanikâhlar
Selçuklular zamanında Konya’nın fikrî hayatında medreselerin de önemi büyüktür. Anadolu’nun ilk medreseleri Dânişmend Oğulları zamanında ve Dânişmend ilinde yapılmıştır. XIII. yüzyılda Konya’da medreseler inşa edilmiştir. Genel olarak bu medreseleri yaptıranlar medreselerini vakfederek toplumun hizmetine sunmuşlardır. Hemen her medresenin hizmet faaliyetleri, o medresenin “Vakıfnâme”sinde belirtilen esaslara göre yürütülmekteydi. Medrese kurucuları muhkem “Vakıfnâmeler” düzenleyerek medreselerinin hayatiyetini garanti altına almaya çalışmışlardır.
Moğollar Anadolu’yu işgal edince zaman zaman zenginlerin mallarını müsadere ediyorlardı. Sadreddin Konevî ve Ahi Evren’in dostu olup devrin en zengin ve namlı taciri olan el-Hac Tacüddin-i Kâşi’nin öldürülüp servetinin yağma edildiğini Ahmed Eflâkî yazmaktadır.99 Ahi Evren Tuhfetü’ş-Şekûr adlı eserini bu zata ithaf etmiştir. Bu durumda zenginler mallarını Moğollara kaptırmamak için servetleriyle bir müessese kuruyor ve onu vakfediyorlardı. Bu yüzden Moğolların Anadolu’yu işgal ettikleri dönem olan XIII. yüzyılın ikinci yarısı, Anadolu’da ve Konya’da vakıf kurumlarının hızlı bir şekilde artış gösterdiği bir devredir. Bazen bu tedbir de çare olmuyor, Moğollar bir vakıf kuruluşuna da el koyuyor ve onu vakfın koyduğu şartlara ve belirlediği hizmetlere aykırı tasarruflarda bulunuyorlardı. Bu durumu Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, Ağaz u Encam adlı eserinde şöyle ifade etmektedir: “Zamanımızın kurt tıynetli yöneticileri, kişilerin vârisleri olsa bile onların mülk ve servetlerine el koymaktalar. Şeriatın hükümleri tamamen ortadan kalktı ve şeriatın sadece adı kaldı.”100
Medrese ve hanikâhlar, Moğolların ve Moğol yanlısı yöneticilerin bu uygulamalarından daha çok nasip almaktaydı. Bu uygulama toplumda büyük bir güvensizlik, tedirginlik ve hatta karışıklıkların çıkmasına sebep olmaktaydı. Ahilerin elinde ve yönetiminde olan Konya’daki Hanikâh-i Ziya ve Hanikâh-ı Lala, Moğolların Anadolu’ya vezir olarak tayin ettikleri Tâceddin Mu’tez’in iradesi ile sahiplerinin elinden alınması sırasında Konya’da bu uygulamayı protesto gösterileri olmuştur.101 Buna benzer olaylar taşra illerde sık sık meydana gelmiştir. Bu şekilde medreseleri, hanikâh ve iş yerleri ellerinden alınanlar, isyanlar çıkardıkları gibi ülkeyi terk edenler de oluyordu. Ülkeyi terk edenler uç bölgelere göçüyorlar veya Suriye ve Mısır’a gidiyorlardı. Bu uygulamalardan dolayı çok sayıda değerli ilim ve fikir adamları Anadolu’yu terk etmiştir.
5. Eş’arîler ve Şafii Medreseleri
Genel olarak itikatta Eş’arî olanlar amelde de Şafii mezhebini tercih etmekteler. Diğer bir deyişle Şafii olanlar çoğunlukla Eş’arî mezhebine tabi olmuşlardır. Tarih boyunca böyle olmuştur. Nizamiye medreseleri, itikatta Eş’arî amelde Şafii mezhebini yaymak ve yerleştirmek amacına matuf olarak kurulmuştur. Büyük Selçuklu Devleti’nin dinî politikasını nizamiye medreseleri belirlemiştir. Bu bakımdan Selçuklular asrı dediğimiz yüzyıllarda Eş’arî ve Şafii mezhebi Büyük Selçuklular döneminde devletin himayesinde revaç bulmuş ve yayılmıştır. Anadolu da bundan nasibini almıştır. Selçuklular zamanında Anadolu’da da en yaygın dinî mezhep Eş’arî ve Şafii mezhebidir. Bu durum Konya’da da kendini göstermektedir.
Konya’daki medreselerde dinî eğitim öğretim faaliyetleri belli bir itikadi ve fıkhi mezhebe göre sürdürülmekteydi. Medreselerin çoğu Eş’arî ve Şafii mezhebini esas almışlardı. Ahiler genel olarak itikatta Eş’arî amelde Şafii idiler. Ahilerin lideri Ahi Evren Menâhic adında bir Şafii ilmihâli yazmıştır, Metali’ül-İman adlı eseri ise Eş’arî mezhebi esasları çerçevesinde iman esaslarına dair bir eserdir. Ünlü Eş’arî kelamcısı Fahreddin-i Râzî’nin pek çok talebesi Anadolu’ya gelmişler ve hocalarının dinî ve felsefi görüşlerini yaymışlar ve başına geçtikleri medreseleri, Eş’arî ve Şafii bir temele oturtmuşlardır. Konya’da Fahreddin-i Râzî’nin talebesi olan müderris ve fikir adamları bulunmaktaydı. Ahi Evren, Seyyid Şerefuddin Herevî, sonradan vezirliğe getirilen Kadı İzzeddin bunlardan birkaçıdır. Malatya, Sivas ve son olarak da uzun bir süre Konya’da kadılık yapan Sirâcüddin Mahmud el-Urmevi de Eş’arî ve Şafii mezhebine mensup idi. Keza Hacı Bektaş’ın Konya’daki temsilcisi Pir Ebi de Fahruddin-i Râzî’ye talebe olmuş bir kişidir. Konya’nın tanınmış tacirlerinden Hâce-i Cihan ve Kaşın Hara’yı yaptıran Hace el-Hac Tacüddin-i Kâşi de Eş’arî ve Şafii mezhebinden idiler.
Sadreddin-i Konevî ve etrafındaki pek çok talebesi genel olarak Eş’arî ve Şafii mezhebinde idiler Ancak S. Konevî gençliğinde Maliki mezhebinden olan hocalardan ders almıştı. Fakat Şafii ve Eş’arî mezhebini tercih etmiştir. Ömrünün sonunda Malikiler gibi Selefiliğe meylettiği görülmektedir. Durum öyle gösteriyor ki Selçuklular zamanında Anadolu’da Eş’arî ve Şafiilerin etki ve nüfuzları daha yaygın idi. Böyle olunca halkın dinî inanç ve yaşayışı bu mezhebe göre şekillenmekteydi. Bunun sonucu olarak sonradan Müslüman olan Rum kökenli kişilerin de Eş’arî ve Şafii mezhebinde oldukları görülmektedir. Rum kökenli olanlardan Celâleddin Karatay ve oğlu Rükneddin Ahmed ve Uç Emiri Mehmed el-Mevrazemî’nin de Eş’arî ve Şafii oldukları anlaşılmaktadır.102 Rum asıllı olan bu emirlerin gayet iyi Farsça ve Arapça bildikleri de dikkat çekmektedir. XIII. asrın sonlarında Karatay ve Mavrozomes ailesinden bazı kişilerin Konya’da yaşamakta oldukları görülmektedir.103
Selçuklular zamanında Konya’da kurulan medreselerin kitaplıklarından, günümüze gelmiş ve bugün Konya Yusufağa, Mevlana Müzesi ve İzzet Koyunoğlu Kütüphanelerinde birçok kitap bulunmaktadır. Bu kitaplar o dönemde medreselerde ne tür kitaplar okunduğu hakkında bir fikir vermekte ve bu vesile ile medreselerin dinî ve fikrî yönlerini öğrenmemiz de mümkün olmaktadır.
Ünlü Şafii mezhebi hukuk bilginlerinden Kazvinli Necmeddin’in el-Hâvî adlı eseri Konya medreselerinde okunmaktaydı. Nitekim Alâeddin Ali el-Konevî (729/1330) bu eseri şerh etmiştir. Yusufağa Kütüphanesi 4812 numaralı kayıtlı nüshasında bu eserin Konya’da “Sadriyye” zaviyesinde okunduğu kayıtlıdır. O dönemde ilimle meşgul olanların hizmetine kitaplar sunmak çok makbul bir hizmet alanı sayılıyordu. Bu anlayıştan dolayı zenginlerin ve gücü yetenlerin ilim adamlarının hizmetine sunulmak üzere kitaplar vakfettikleri görülür. Bu cümleden olarak dönemin Maliye Nazırı el-Hac Celâleddin Mahmud, 670 (1272) yılında Ahkâmü’l-kubmfı’l-hadis adlı eserin ciltlerini Ahmedek Hanikâhı’nda okunmak ve yararlanılmak şartıyla Konyalıların hizmetine vakfetmiştir.104
Siraceddin el-Urmevî’nin kendi telifi olan eserleri ve kütüphanesine ait eserleri torunları vasıtası ile Konya’daki Atabekiyye Medresesi yakınındaki Darü’l-huffaz’a vakfedilmiştir.105 Urmevî’nin kendi telifi olan Metali’ül-Envâr adlı mantığa dair eseri en çok okunan bir eser idi. Bu eser Osmanlılar zamanında da medreselerde en çok okunan ders kitaplarından biri olmuştur.
Fahreddin-i Râzî’nin Tefsir-i Kebir adlı hacimli eserinden başka birçok eserin de Konya’daki medreselerde okunan gayet değerli el yazması nüshaları, bugün Yusufağa Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Hiç şüphesiz Ahi Evren Hace Nasîrüddin ve Seyyid Şerefeddin Herevî, Fahreddin-i Râzî’nin fikirlerini en çok savunan ve onun eserlerini okutan bilim adamlarıydı. Eflâkî, Şeyh Nasîrüddin diye Ahi Evren’den bahsederken onun Vezir Ziyaüddin Hanikâhı ve Hanikah-i Lala’nın şeyhi olduğunu ve etrafında çok sayıda muteber talebeler bulunduğunu bildirmektedir.106 Ahi Evren Hace Nasîrüddin, Lala-i Sultanî olduğu için saraya mensup çocuklar onun hanikâhında yani Hanikâh-i Lala’da eğitim görüyorlardı. Ayrıca Nasîrüddin’in Konya’da kendi adıyla anılan bir medrese inşa ettiği ve burada “naklî” ilimler okuttuğunu da gene Eflâkî bildirmektedir. Seyyid Şerefüddin-i Herevî de bugün onun adı ile anılan caminin bulunduğu yerde bulunan medresesinde talim ve tedris ile meşgul idi. Mezarı da kendisine ait caminin bitişiğinde idi. Cumhuriyet Dönemi’nde Selçuklu yapısı olan türbesi kaldırılmıştır. Ulvî Sultan’ın medrese ve türbesi de hükûmet binasının batısında, Kayalı Park’ta bulunuyordu. Onun medrese ve türbesi de Cumhuriyet Dönemi’nin ilk yıllarında tamamen yok edilmiştir.
Atabey iken Sâdeddin Köpek tarafından Ankara’da öldürülen (1238) Tâceddin el-Mervezî de Konya’da bir medrese yaptırmıştır. Bu medrese “Tacü’l-Vezir”, diye anılan bugün fuar içinde bulunan Tâceddin el-Mervezî’nin türbesinin bulunduğu yerdeydi. Bu vezirin Mahmud Beg ve Zeynüddin adlarında iki oğlu bulunmaktaydı. Bunların Sadreddin Konevî ve Ahi Evren ile ilgileri vardı. S. Konevî’nin Zeynüddin’e yazdığı bir mektubu günümüze gelmiştir. Bu mektuptan, Zeynüddin’in âlim bir kişi olduğu anlaşılmaktadır. Ahi Evren’in Kırşehir’den S. Konevî’ye yazdığı 1255 tarihli bir mektupta Mahmud Beg’den bahsetmektedir.107 Bu tarihte Mahmud Beg’in Kırşehir’de olduğu anlaşılmaktadır. Mahmud Beg’in Sultan Hanı Savaşı’nda Baycu Noyan tarafından öldürülen 14 komutandan biri olduğunu tahmin ediyorum.
6. Hanefiler ve Mâtürîdîler
Eskiden beri Hanefi mezhebinden olanlar ekseriya itikatta Mâtürîdî mezhebini tercih etmişlerdir. Şafiilerin Eş’arî mezhebine yöneldikleri gibi.
Selçuklular zamanında Hanefi ve Mâtürîdî mezhebinin de mevcut olduğu gözlenmektedir. Mevlana ve çevresindekiler çoğunlukla Hanefi ve Mâtürîdî idiler.
Mâtürîdî mezhebinin kurucusu İmam Mâtürîdî’nin Kitâbü’t-Tevhîd adlı eserinin Selçuklular döneminde Farsçaya tercüme edildiğini biliyoruz. Ayrıca Abdullah el-Konevî adlı bir zatın yine bu dönemde Hanefi mezhebinin tanınmış fıkıh kitaplarından olan el-Menâr’ı şerh ettiği görülmektedir.108
Sadreddin-i Konevî’nin talebelerinden Saidüddin el-Fergânî’nin Minhâcü’l-İbâd adlı eseri Hanefi ve Şafii esaslara göre bir ilmihâl olarak düzenlenmiştir.109 Bu durum Şafii mezhebinin yanında Hanefi mezhebinin de yaygın olduğunu göstermektedir. Abdu’l-Aziz el-Farsî de sırf Hanefi mezhebi ilmihâli olan bir eser yazmıştır. Bütün bu kitapların Farsça olarak kaleme alınmış olması da o dönemde tahsil dilinin Farsça olduğunu göstermektedir. Mâverâünnehir bölgesinden Anadolu’ya göçenler genel olarak Hanefi ve Mâtürîdî idiler. Moğol istilası önünden kaçıp Anadolu’ya sığınan Orta Asya ve Mâverâünnehirliler Anadolu’da Hanefilerin nüfusunun artmasına ve Hanefi fıkhının yayılmasına sebep olmuştur. O yörelerden gelen insanlar, oralarda yazılmış ve kopya edilmiş pek çok kitapları da beraberlerinde getirmişlerdir. Bugün Konya kütüphanelerinde bu kitaplardan örnekler bulunmaktadır. Bu el yazması eserlerden, Gazneliler ve Karahanlılar ülkesinde Hanefi mezhebinin çok yaygın olduğunu öğreniyoruz. İşte bu bölgelerden Anadolu’ya yönelen göçler, Anadolu’da Hanefi mezhebi kültürünün yayılmasını ve hatta zamanla Şafii mezhebinin önüne geçmesini sağlamıştır.
II. Gıyâseddin Keyhüsrev’in emirlerinden olan Emîri Bedreddin Muslih, Sırçalı Medrese diye anılan medreseyi Hanefi mezhebinden olan fakihlerin hizmetine tahsis etmiştir. Bu durum Hanefi mezhebinin Konya’da yaygın olduğunu göstermektedir. Konya’da tanınmış medreselerden olan Altunaba (İplikçi) Medresesi’nde de Hanefi mezhebi üzerine tedrisat yapılıyordu. Durum böyle olunca Konya’da bazı medreselerde Hanefi mezhebi hukuk sistemi üzere tahsil yapılıyordu. Birçok fakih Hanefi ve Şafii fıkhını karşılaştırmalı olarak okutuyorlardı.
7. Malikiler
Malikiler çoğunlukla itikatta selefidirler. Selçuklular zamanında Konya’da Malikilerin de belli karargâhları vardı. Bunlar genellikle Kuzey Afrika’dan Anadolu’ya gelmişlerdi. Antalya ve Alanya liman şehirleri fethedildikten sonra Anadolu ile Kuzey Afrika arasında yoğun bir ticaret başlamıştır. İşte bu ticari münasebetler sonunda bu bölgeden Mağrip kökenli insanlar Anadolu’ya göçmeye başlamışlardı. Konya’da Mağripliler Mahallesi teşekkül etmiştir. Bunlar tamamen Maliki mezhebindelerdi. Bu Malikilere mahsus cami (Mescidü’l Mağâribe) bugün ayakta duruyor ve Zafer Parkı’nın güneyinde apartmanlar arasında sıkışıp kalan ve görünmeyen mescit, Mağripliler Mescidi’dir. Tam bu bölgede belki Gima’nın bulunduğu yerde “Ahmedek Hânikâhı” vardı. Bu hanikâhta Maliki mezhebi tedris ediliyordu. Bu hanikâhtan intikal eden birkaç parça kitap bugün Yusufağa Kütüphanesi’nde bulunuyor. Bu kitaplardan bir tanesi de Endülüslü Bilgin Abdu’l-Halik Muhammed’in Ahkâmü’l-Kübra adlı eserinin ciltleridir. Bu eserin sema ve kıraat kayıtlarında, Mağripli ve Endülüslü şahısların adları geçmekte ve bu eseri Ahmedek Hanikâhı’nda okumaktalardı. 110