Kitabı oku: «Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler», sayfa 4
Ahi Evren’in bu felsefi kişiliğinin sanatkâr kişiliği ile birleşmesi Ahi Teşkilatı’nın kurulmasında önemli bir etken olmuş görünüyor. Felsefi anlayışı içinde, toplumların refah seviyesini yükseltmek için sanatı yaygınlaştırmak gerektiğine ve sanatın kutsal bir meslek olduğuna olan inancı onun, sanatkârları organize etmeye ve topluma hizmet sunmaya sevk eden amillerden biridir. Ahi Evren’in felsefi düşüncelerinin Anadolu’da devlet tarafından himaye görmesi ise ona düşüncelerini uygulama fırsatı vermiştir. Anadolu Selçukluları zamanında Anadolu’da felsefi akımların mahiyeti ve bu akımların Ahilik ve benzeri sosyal ve kültürel kurumların ortaya çıkmasına müspet etkileri araştırılması gereken en önemli konulardan biri olarak karşımızda durmaktadır. Ahi Evren’in Anadolu’nun Müslümanlaşmasında da önemli bir hizmeti üstlendiği görülür. Letâif-i Hikmet adlı eserini sunduğu II. İzzeddin Keykâvus’a İslam’ı yaymak hususunda yapması gereken işlerden biri olarak Müellefetü’l-kulüb (kalpleri ısındırılanlar) müessesesini çalıştırması gerektiğini savunmakta ve Müellefetü’l-kulüb’ü üç gruba ayırmakta ve şöyle demektedir:
“Müellefe üç taifedir. Birincisi Müslümanlıkları zayıf olanlardır. Bunların İslam’dan çıkmalarından korkulur. Eğer para bakımından bunlara bir şeyler verilirse İslam’a gönül vermeleri sağlanmış olur. İkincisi Müslüman olmayıp İslam’a ilgi duyanlardır. Bunlar da himaye edilirse İslam’a girmeleri temin edilmiş olur. Üçüncüsü de Müslümanlara zarar vermeleri mümkün olanlardır. Bunlara da bir şeyler verip zararları önlenmelidir.” Bu zümrelere para verilmesini ısrarla önermektedir.74 Ahi Evren’in bu ifadeleri gerek Ahilerin (teşkilat olarak) gerek devletin Anadolu’da Müslümanlaştırma faaliyetinin sürdürüldüğünün ifadesi olmalıdır. Müellefenin iki taifesi ile Bogomil denilen Hristiyan (Rum) zümreyi kastetmiş olabilir. Bilindiği gibi Bogomiller İslami anlayışa yakın bir Hristiyan zümre olup Anadolu’da Müslümanlarla Hristiyan halk arasındaki kültür münasebetleri sonucu ortaya çıkmıştır. Ahi Evren’in bu eğitimci vasfı da Ahi Teşkilatı’nın kurulmasında önemli rol oynamıştır. Eserleri ders kitabı olarak asırlarca Ahi Ocakları’nda okunmuş ve okutulmuştur. Eserlerinin yazma nüshalarının istinsah ve kıraat kayıtlarında bu konularla ilgili önemli bilgiler bulunmaktadır. Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, Letâifü’l-hikme adlı eserinde şöyle demektedir: “Allah insanı medeni tabiatlı yaratmıştır. Bunun anlamı şudur: Allah insanı; yemek, içmek, giyinmek, evlenmek, mesken edinmek gibi çok şeylere muhtaç olarak yaratmıştır. Hiç kimse kendi başına bu ihtiyaçları karşılayamaz. Bu yüzden demircilik, marangozluk gibi çeşitli meslekleri yürütmek için çok insan gerekli olduğu gibi demircilik ve marangozluk da birtakım alet ve edevatla yapılabildiği için bu alet ve edevatı tedarik için de çok sayıda insana ihtiyaç vardır. Böylece insanın (toplumun) ihtiyaç duyacağı bütün sanat kollarının yaşatılması gerekir. O hâlde toplumun bir kesiminin sanatlara yönelmesi ve her birinin belli bir sanatla meşgul olması gerekir ki toplumun ihtiyaçları görülebilsin.75
Ahi Evren, sanatkârların iş ortamındaki çalışma düzenleri hakkında da şöyle demektedir: “Birçok insanların bir arada çalışması sanatkârlar arasında rekabet ve münazaaya sebep olabilir. Çünkü bunların her biri kendi ihtiyacına yönelince menfaatler çatışması ortaya çıkar. Karşılıklı hoşgörü ve affetme olmadığı zaman münazaa ve ihtilaf zuhur eder. O hâlde bu insanlar arasında ihtilafı halledecek kanunlar koymak gereklidir. Bu kanun şeriata uygun olmalı ki ona uyulsun ve insanlar arasındaki ihtilafın halline vesile olsun. İhtilafsız bir ortam yaratılınca herkes rahatça umduğunu elde eder. İhtilaf zuhur edincede bu kanuna müracaat ederek ihtilaflar ortadan kaldırılabilir. Peygamberlerin şeriat koymaları bundandır.”76 Öyle görünüyor ki Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud’un bu fikirleri doğrultusunda tarih boyunca Anadolu’da Ahi iş yerlerininin yönetmelikleri olan “Ahi Şecerenâmeleri” ve “Ahi Fütüvvetnâmeleri” meydana getirilmiş ve Ahilerin çalışma ortamındaki düzenleri, bu eserlerde tespit edilen kurallar çerçevesinde sağlanmıştır.
İbn Haldun, sanatı ve sanat kollarını uygarlığın gereği olarak görmektedir.77 Anadolu Selçukluları devrinin en güçlü filozofu olan Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud da toplumun mutluluk ve refahı için bütün sanat kollarının yaşatılmasının gerekli olduğunu savunmuştur. Onun, İhvânüs-Safa’nın bu konudaki görüşlerini tercih ettiği görülmektedir.
Ahi Evren, bütün sanat erbabına belli bir yere toplanmaları ve orada sanatlarını icra etmelerini de öğütlemektedir. Bu konuda da aynen şöyle diyor: “Toplum çeşitli sanat kollarını yürüten insanlara muhtaç olduğuna göre, bu sanatların her birini yürüten çok sayıda insanların belli bir yere toplanmaları ve her birinin kendi sanatlarıyla meşgul olmaları sağlanmalıdır ki toplumun bütün ihtiyaçları görülebilsin.”
Ahi Evren’in bu sözlerinden şehirlerde sanayi çarşılarının kurulması fikrinin ortaya atıldığını görüyoruz. Ahilik ve Ahi Teşkilatı işte bu düşüncelerin uygulamaya koyulmasının tabii sonucu olarak doğmuş ve gelişmiştir. Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud’un bu düşüncelerinin devrin sultanları ve yöneticileri tarafından benimsenmiş olduğu ve uygulandığı anlaşılmaktadır. Zira Ahi Evren’in ilk yerleştiği yer olan Kayseri’de böyle bir sanayi sitesinin kurulmuş olduğunu bazı kaynaklardan öğrenmekteyiz. Ahi Evren’in kayınpederi olan Şeyh Evhadüddin Hâmid el-Kirmani (635/1237) adına kaleme alınan Menâkıb-ı Şeyh Evhâdü’d-dîn-i Kirmânî adlı eserde bildirildiğine göre Kayseri’de bir Dericiler Çarşısı, bunun bitişiğinde de Külâh-Dûzlar Çarşısı bulunuyordu.78 Aynı eserin bir başka yerinde de Kayseri’deki Bakırcılar Çarşısı’ndan söz edilmektedir. Bu eserde Kayseri’de Dokumacılar ve Örgücüler Çarşısı’ndan da bahsedilmekte. Evhadüddin-i Kirmani’nin müritlerinin buradan İstanbul’a ve diğer Rum beldelerine halı ve kilim ihraç ettikleri bildirilmektedir.79 İlginç olan bir husus da Kayseri’deki Ahilere ait olan bu sanayi sitesinde hanımlara mahsus çalışma yerlerinin de bulunmasıdır. Ahilerin kız ve hanımları da “Anadolu Bacıları” (Bâcıyân-ı Rum) adıyla aralan bir teşkilat kurmuşlardı. Bu örgüte mensup genç kızlar ve hatunlar da bu sanayi sitesinde kadın el sanatlarını icra ediyorlardı.
DİĞER FİKİR VE BİLİM ADAMLARI
a. Mevlana Celâleddin-i Rumî’nin Selçuklu Devri Fikir Ortamındaki Yeri
Mevlana Celâleddin-i Rumî yalnız Doğu’da değil Batı’da da en fazla ilgi uyandıran, dünyaca meşhur bir şair, mutasavvıf ve mütefekkirdir. Bu yüzden gerek Doğu’da gerek Batı’da üzerinde yoğun çalışmalar sürdürülmektedir. Eskiler Mevlana’ya çok dar bir pencereden bakmışlardır. Onu sadece Mesnevi’nin yazarı olarak telakki etmiş, asırlarca Mevlevi dergâhlarında ve diğer çevrelerde bu eser okunmuş ve şerhler yapılmış olduğu hâlde, diğer eserleri ile çok az ilgilenmişlerdir. Fikrî yönü büyük ölçüde ihmal edilmiş, fikir tarihi içindeki yeri tespit ve takdir edilmemiştir. İçinde bulunduğumuz asrın başından itibaren hem Doğu’da hem Batı’da Mevlana üzerinde çok yönlü olarak durulmaya başlandı. Mesnevi’si ile birlikte diğer eserleri de neşredildi ve muhtelif dillere tercüme edildi. Şüphesiz bu çalışmalar Mevlana’nın daha iyi tanınmasına vesile olmuştur. İran’da Bedîüzzaman Fürûzanfer, Türkiye’de Abdülbaki Gölpınarlı, ömürlerini Mevlana Celâleddin-i Rumî’yi tanıtmaya hasretmişlerdir. Hocam Rahmetli Tahsin Yazıcı da Mevlana ve etrafındakiler hakkında pek çok anekdotları ihtiva eden Ahmet Eflâkî’nin (760/1359) Menâkıbü’l-Ârifîn adlı eserinin tenkitli neşrini ve tercümesini yaparak bu alanda önemli bir hizmeti gerçekleştirmiştir. Batı’da da Mevlana’yı tanıtanların başında R. Nicholson ve A. M. Schimmel gelmektedir. Ancak bir süreden beridir Mevlana üzerindeki çalışmalar Bedîüzzaman Fürûzanfer ve A. Gölpınarlı’nın çalışmaları ile sınırlanmakta ve hiçbir yeni gelişme ve yeni çalışmalar görülmemektedir. Ancak pek çok amatör kalemler bu araştırıcıların eserlerine bağlı kalarak Mevlana ve çevresi hakkında eserler ve makaleler yazmaktalar. Oysa Mevlana üzerindeki çalışmalara yeni boyutlar kazandırılmalı, yeni değerlendirmeler yapılmalı; ortaya çıkarılan yeni belge ve eserler tanıtılarak bu yeni belge ve eserler ışığında Mevlana’nın yaşadığı devirdeki siyasi, fikrî, kültürel, sosyal ve ticari ortam daha detaylı aydınlatılmalı ve Mevlana’nın bu siyasi, kültürel, sosyal ve ilmî ortamdaki yeri belirlenmeye çalışılmalıdır. İşte her yıl Mevlana’yı anma seminer ve kongreleri bunu gerçekleştirmeye yönlendirilmelidir. Bu çalışmaların sürdürülmesiyle Mevlana’nın tarihî gerçeklere uygun, daha sağlıklı biçimde bütün dünyaya tanıtılması mümkün olacağı gibi onun fikir pınarını, yeni nesillerin istifadesine sunmak da o ölçüde sağlıklı ve verimli olacaktır.
b. Fikir Adamı Olarak Mevlana
Şüphesiz Mevlana İslam dünyasının yetiştirdiği dehalardan biridir. Kendiliğinden yetişmiş de değildir. O dönemde İslam dünyasında mevcut olan belli bir fikir hareketinin yarattığı ilmî ve fikrî potansiyel, Mevlana’nın yetişmesini sağlamıştır. Özellikle Mevlana zamanında Anadolu kültürel ve fikrî hareketler bakımından çok hareketli idi. Mâverâünnehir, Horasan, İran, Irak, Suriye ve Mısır’dan çok sayıda ilim, fikir adamı, tarikat öncüleri Anadolu’ya gelmişler, fikirlerini ve tarikatlarını yaymışlardı. Mevlana ailesi bunlardan biridir. O, Anadolu’daki fikir hareketlerinden birinin öncülerinden ve hatta en güçlülerinden biridir. Sonraki asırlarda bu fikir hareketine, Celâleddin-i Rumî’ye nispeten “Celâliyye” denmiştir. Burada onun bu fikir hareketi içindeki yeri belirlenmeye çalışılacaktır.
İslam dünyasında çok eskiden beri akliyeciler (rasyonalist) ile sezgiciler (içe doğuşçu) birbirleriyle mücadele hâlindeydiler. Akılcılar, gerçek bilgiyi elde etmek için aklın ve mantığın ölçü olduğunu hatta aklı, imana varmanın ve Allah’ı bulmanın vasıtası olarak görürler. Kelamcılar, filozoflar bu zihniyetin temsilcileridir. Sezgiciler ise gerçek bilginin içe doğuş ile elde edilebileceğini; imana varmak, Allah’ı bilmekte aklın hiçbir fonksiyonu olamayacağını, içe doğuş ile hidayet-i İlahi ile Allah’a varılabilir, iman edilebilir tezini savunurlar. İşte Mevlana bu ikinci düşünce tarzının öncülerindendir.
Vaktiyle Horasan bölgesinde akliyecilerle, sezgiciler arasında şiddetli bir mücadele olmuştur. Tuğrul Bey’in veziri Ebû Nasr el-Kundurî de Mutezile mezhebinden bir akliyeci olarak sezgicileri siyasi baskı altına almaya çalışıyordu.80 İmam Kuşeyri, İmâmü’l-Haremeyn Ebû’l-Maâli el-Cüveynî gibi ilim ve fikir adamları akliyecilere karşı şiddetli mücadeleye giriştiler. Tuğrul Bey de bu ilim adamlarının yanında yer alarak önce veziri Ebû Nasr el-Kundurî’yi tutuklattı, daha sonra da bu vezir idam edildi. İmam Kuşeyri ve İmam Cüveynî’nin talebesi olan İmam Gazali de (505/1111) felsefeci ve akliyecilere karşı savaş açarak onlar aleyhinde felsefenin yıkımı demek olan Tehâfütü’l-Felâsife adlı eserini yazmıştı. Orta Çağ’da tıp, matematik, astronomi, fizik, kimya gibi ilimler felsefenin içinde ve felsefenin konuları olduğunu unutmamalı.
İmam Gazali’nin bu çıkışına karşı Mağripli ünlü Filozof İbn Rüşd de (590/1193) İmam Gazali’nin Tehâfütü’l-Felâsife adlı eserini kastederek Tehâfüt’üt-Tehâfüt (Tehafütün Yıkımı: Yıkımın Yıkımı) adlı eserini yazarak onun görüşlerini şiddetli bir tenkide tabi tutmuştu. Mevlana’nın babası Bahâüddin Veled de sezgici bir fikir adamı olarak İslam dünyasının en tanınmış akliyecilerinden olan Fahreddin-i Râzî ile aralarında fikrî münakaşalar olmuş, Harezmşahlı Muhammed Şah Fahreddin-i Râzî’yi destekleyip onun fikirlerini devletinin resmî görüşü hâline getirince Bahâüddin Veled orada tutunamayarak göçmek zorunda kalmış ve Anadolu’ya gelmişti. İşte Mevlana da babasının yolunda ve onun mensup olduğu fikrî hareketi takip eden bir fikir adamıdır.
Fahreddin-i Râzî’nin talebelerinden de Anadolu’ya gelenler olmuştur. Bunların en ünlülerinden biri Ahi Evren diye bilinen Şeyh Nasîrüddin Mahmud’dur. (Bk. Burada Levha V ve Levha XV.) Bir diğeri Konya’ya yerleşmiş olan Şerefuddin Herevî’dir. Böylece Mevlana’nın babası Bahâ Veled ile Fahr-i Râzî arasındaki fikrî mücadele Anadolu’da da Mevlana ile Fahreddin Râzî’nin talebeleri arasında devam etmiştir. Bu yüzden Mevlana’nın Mesnevi’sinde akılcılığı yeren birçok hikâyeler bulunmaktadır. Mesnevi’deki Kel Papağan hikâyesi bunlardan biridir. Sultânü’l-Ulema Bahâ Veled Maarif’inde, Şems-i Tebrizî Makalat’ında, Mevlana Mesnevî’sinde isim zikrederek Fahreddin-i Râzî’ye şiddetle hücum ederken esas hedefleri Anadolu’daki Fahreddin-i Râzî’nin talebeleri ve onun yolunda gidenlerdir.81 Şems-i Tebrizî’nin öldürülmesi de bu fikrî mücadelenin bir halkasıdır. Mevlana’nın oğlu Alâeddin Çelebi de bu fikrî mücadelede Ahilerin arasında yer almış ve Şems-i Tebrizî’nin öldürülmesi olayında önemli bir rol üstlenmiştir. Bu olaydan sonra Alâeddin Çelebi Ahi Evren’le birlikte Kırşehir’e göçmüştür. Bir müddet sonra (1261) Kırşehir’de Ahiler, Moğol yanlısı yönetime karşı isyan ettiler. Bu isyanı bastırmaya memur edilen Emir Nureddin Caca, isyanı bastırınca şehirdeki Ahileri kılıçtan geçirdi.82 Ahi Evren ve Mevlana’nın oğlu Alâeddin Çelebi de burada öldürüldüler. Alâeddin Çelebi’nin cenazesi Konya’ya getirilmiştir. Mevlana oğlunun cenaze namazını kılmamıştır.
İşte bu yüzden Mevlana sezgici fikir hareketinin son büyük temsilcisidir. Ondan sonra onun zihniyetini takip edenler sadece eserlerini, özellikle Mesnevi’sini şerh etmek, fikirlerini yorumlamakla meşgul olmuşlardır. Ancak Mevlana’dan sonra kurulan Mevlevîlik tarikatı Mevlana’nın temsil ettiği fikir akımının mektebi olmuş, günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Şunu da hatırlatmakta yarar vardır: Mevlevîliğin Selçuklular zamanından beri Anadolu’da fikir üstünlüğün sağlanması, akılcılığın büyük ölçüde zayıflamasına ve hatta silinmesine sebep olmuştur. Bu durum, Mevlana’nın Anadolu’nun fikir tarihindeki yerinin ve etkisinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
c. Mutasavvıf Olarak Mevlana
Mevlana mutasavvıf olarak da İslam dünyasında önemli bir mevkiye ve haklı bir şöhrete sahiptir. O bu alanda da kendisinden önce mevcut olan tasavvufi eğitim ve terbiye metodunun uygulayıcısı ve bu yönde oluşan belli bir anlayışın takipçisidir. Mevlana, hemşehrileri olan Belhli İbrahim Edhem ve Belhli Şakîk’ten babası Bahâüddin Veled’e intikal eden tasavvufi meşrebin mensuplarındandır. Belh çok eskiden beri Hint kültürü ile İran kültürünün tanıştığı, kaynaştığı önemli bir merkez idi. Hint mistisizmi ile İran gnostisizmi (irfancılık), İslam’dan önceki dönemlerde Belh şehrinde gayet canlıydı. İslamiyet’in bu bölgeye gelişinden sonra da İslam tasavvufunun ilk nemalandığı, doğduğu yöre de Belh şehridir. İşte Mevlana ve babası Bahâ Veled böyle bir merkezdeki irfan pınarından beslenmişlerdir. Mevlana’nın Hindistan yarımadasında büyük bir hüsnükabul görmesi ve bu ülkede son derece etkili olması onun Hint irfanına yatkın oluşundandır. Mevlana’nın tasavvufi görüş ve uygulamaları hakkında ileride detaylı bilgi verileceği için burada bu konuyu kısa kesiyoruz. Ancak şunu ifade edeyim ki Mevlana bir tarikat kurucusu değildir. Ölümünden sonra ilk halifesi Hüsâmeddin Çelebi ve oğlu Sultan Veled onun meydana getirdiği fikir hareketini “Mevleviyye” veya “Celâliyye” adı verilen bir tarikat hâline getirmişlerdir.
d. Şair ve Edip Olarak Mevlana
Mevlana şair olarak da İran edebiyatının üç büyük mesnevi üstadından biridir: Firdevsî, Nizamî ve Mevlana. Mevlana şiiri, özellikle Mesnevi’sini trans hâlinde yazdığı için şiirleri onun ruh hâletinin aynasıdır. Fikirlerini şiir diliyle gayet rahat ifade eden otantik bir şairdir. Şiiri zahmet çekerek kelimeleri seçerek evirip çevirerek değil, insiyak-ı tabii ile döktüren bir şairdir. O bir yazdığını bir daha tekrar etmez ve daha önce ne yazdığının peşine düşmez. Sürekli olarak yeni şeyler söylemiş ve yenilik peşinde olmuştur. Vâkıâ Mevlana söylediklerini kendisi yazmamış, yakınları onun söylediklerine sahip çıkmışlar ve sözlerini kaydetmişlerdir. 1264 yılında Mesnevi’yi tamamladı. Bu tarihten sonra oğlu Sultan Veled ve dostu Hüsâmeddin Çelebi ile birlikte kürrâseler ve sahifeler hâlinde olan Mesnevi’yi altı defter hâlinde yayımladı. Bu dönemde her deftere bir Arapça ön söz yazdılar. Ölümünden sonra oğlu Sultan Veled ve Hüsâmeddin Çelebi Mesnevi üzerinde bir nebze rötuş yaparak onun otantikliğini belli bir ölçüde haleldar etmişlerdir. Diğer şiirlerinde onun bu şairlik özelliği daha açık bir biçimde göze çarpmaktadır. Şairlik mesleğinde en büyük meziyeti yüksek hayal gücü ile yüksek kavramları yakalayıp onları şiir diliyle ifade etmesidir. Bu meziyet şairlerin kuvve-i şiriyyelerinin ölçüsüdür. Mevlana’daki hayal gücünü hiçbir şair ve yazarda görmek mümkün değildir.
Mevlana ve etrafındakiler arasında hoş bir edebî gelenek oluşturulmuştur. O da şudur: Mevlana’nın babası Bahâ Veled’den itibaren tarikat pirlerinin sohbetleri, müritler tarafından veya kendilerince kaleme alınmıştır. Bahâ Veled’in Maarif’i Şems-i Tebrizî ile Seyyid Burhâneddin’in Makalat’ı, Mevlana’nın Fîhi Mâ Fîh ve Mecâlis-i Seb’a’sı, Sultan Veled’in Maarif adlı eserleri böyle meydana gelmiştir. Bütün bu eserler, hem Mevlana hem etrafındakilerin kültürel ve sosyal durumlarını, halkla ilişkilerini, çevrelerini öğrenmemize, tetkik etmemize vesile olmakta hem de o devirde toplumda mevcut olan sosyal ve kültürel problemleri, bu şeyhlerin mevcut problemler için önerdikleri çözüm şekilleri, halkın durumu, siyasi, fikrî ve ilmî hareketler hakkında bilgileri ihtiva etmektedir. Bu itibarla Mevlana ve etrafındakilerin bıraktıkları bu tür eserler Anadolu Selçukluları tarihi için önemli kaynaklar olmaktadır. Maalesef bu devrin sosyal ve kültürel tarihini aydınlatmaya yönelik çalışmalarda bu eserlerden yeterince yararlanılmamıştır.
Mevlana’nın resmî makamlara ve devlet adamlarına yazdığı mektuplar ise Anadolu Selçukluları devrinin en buhranlı günlerindeki siyasi durumu, devrin siyasilerinin zihniyet ve icraatlarına ışık tutması açısından son derece önemi haiz bulunmaktadır. Devrin siyasi vesikaları niteliğindedir. Mevlana bu mektupları resmî makamlara ve devlet büyüklerine yazmıştır. Mevlana’nın ölümünden 60-70 sene kadar sonra bu mektuplar bir araya toplanarak müstakil bir eser hâline getirilmiştir.
Bilindiği gibi Mevlana, Anadolu’nun ve İslam dünyasının Moğol istilasına maruz kaldığı bir dönemde yaşamıştır. Moğollar, özellikle Anadolu’da çok büyük katliamlar gerçekleştirdiler. Moğol iktidarının Anadolu’daki zulmüne ve emperyalizmine karşı birçok ayaklanmalar oldu. Bütün bu ayaklanmalar Moğollar ve Moğol yanlısı yöneticiler tarafından çok şiddetli ve acımasız bir şekilde bastırıldı. Anadolu halkı meyus ve perişan bir hâlde idi. Böyle bir ortamda tekkeler ve zaviyeler halkın sığındığı, teselli bulduğu, teessürünü unuttuğu yerler, müesseseler durumunda idi. Moğol istilası yalnız Anadolu’da değil, İslam dünyasında tasavvufa meyli ve rağbeti arttırmıştır. Fakat bu rağbetin Anadolu’da fazla olduğu hatta aşırı boyutlara ulaştığı görülmektedir. İşte bu durum insanların Mevlana ve etrafında halkalanmasına vesile olmuştur. Mevlana da böyle bir ortamda etrafındakilere umut ışığı sunmaya çalışmaktaydı. Şairlik gücünü bu yönde tesirli bir şekilde kullanmaktaydı.
Mevlana’nın Şems-i Tebrizî ile tanışması, onun fikir hayatında, gönlünde ve ruhunda büyük bir inkılap yarattığı genel olarak kabul edilmektedir. Fakat bu inkılabın mahiyeti tam olarak açıklanabilmiş değildir. Şems-i Tebrizî’den önce babası Bahâ Veled ve Seyyid Burhâneddin-i Muhakkik de ona bir süre hocalık yapmışlardı. Fakat onlar Mevlana’nın gönlünde ve ruhunda böyle bir inkılap yaratmamışlardı. Şems, ona neler verdi ki onun hayatında, yaşayışında ve fikir dünyasında büyük bir değişme meydana gelmesine sebep oldu ve onu şiir dünyasına soktu.
Mevlana bir Kalenderî şeyhi olan Şems-i Tebrizî ile beraberliğini üç sene sürdürdü. Fakat Şems’in Konya’da öldürülmesinden (645/1247) sonra 25 sene daha yaşadı. Bu 25 sene boyunca Şems’i hiç unutmadı ve Şems’in etkisi ömrünün sonuna kadar devam etti. İşte bunun sebebi Şems’in sahip olduğu Hulûliyye felsefesinin Mevlana üzerinde yarattığı etkidir. Öyle anlaşılıyor ki Mevlana, Şems ile tanıştıktan sonra Hulûl felsefesiyle de tanışmış ve bu felsefeye meclup olmuştur. Bu felsefi düşünce ve inanç onun mizacında ve ruh hâlinde büyük değişmeye sebep olmuş ve onu şiir dünyasına, aşk ve şevk dünyasına götürmüştür.
Buraya kadar Mevlana’nın fikir dünyasını ve insanlığa bıraktığı fikir ve sanat mirasını özet hâlinde sunmaya çalıştık. Amacımız bu yüksek fikirlerin, bu yaşama biçiminin toplumumuzda modern anlayışlarla, çağdaş düşüncelerle beslenerek ve kaynaşarak yeni fikirlerin zuhur etmesini sağlamaktır. Bu fikir ve aksiyonun Mevlana zamanındaki heyecan ve coşku ile bugünkü insanlarımızda da canlılığını devam ettirmek, toplumumuzun düşünce seviyesini yükseltmektir. Geçmişte yaşanmış olan bu fikir ve aksiyonu canlı tutmak, geliştirmek ve bunu dünyaya tanıtmak ve Mevlana’nın yeni nesillere ilham kaynağı olmasını sağlamaktır.
e. Sadreddin-i Konevî ve Ekberiyye Hareketi
Yukarıda da ifade edildiği gibi “Ekberiyye” hareketi adını “Şeyhü’l-Ekber” diye anılan Muhyiddin İbnü’l-Arabî’den almaktadır. İbnü’l-Arabî, Anadolu’da Sultanlar Muallimi olarak tanınan Malatyalı Şeyh Mecidüddin İshak’ın arkadaşıdır. Bu Mecidüddin İshak’ın da Mağripli olup Malatya’ya yerleştiği anlaşılmış bulunmaktadır. Onların bu arkadaşlıkları, Mecidüddin İshak’ın Şam’da bulunduğu 1196-1204 yılları arasında başlamıştır. I. Gıyâseddin Keyhüsrev ikinci defa tahta geçince Şam’da bulunan hocası Mecidüddin İshak’ı Anadolu’ya davet etmiştir. Bunun üzerine Anadolu’ya dönen Şeyh Mecidüddin İshak bu sultanın hizmetine girmiştir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî Muhadaratü’l-Ebrar adlı eserinde (Konya Yusufağa Ktp. no., 546, yp. 145a-145b.) Mecidüddin İshak’ın kendisine mektup yazdığını şöyle ifade etmektedir: “Anadolu’da (Bilâdu’r-Rûm) adı İshak b. Muhammed olan arkadaşına bir mektup yazdı.” Onun bu mektubuna: “Ey İshak, kardeşinden sağlam bir nasihat işit. Sultanlara yakınlık sana gurur vermesin.”83 diye başlayan manzume ile cevap yazmıştır. İşte bu iki dost 601'de (1204) hacda buluşmuşlar ve aynı yıl Bağdat, Musul üzerinden Anadolu’ya gelmişlerdir. Böylece Muhyiddin Arabî, Mecidüddin İshak’ın ölüm tarihi olan 1221 yılına kadar Anadolu’da ikamet etmiştir.
Mecidüddin İshak ölünce Sadreddin-i Konevî’nin annesi olan dul kalan eşi, Muhyiddin İbnü’l-Arabî ile evlenmiştir. Oğlu Sadreddin Muhammed el-Konevî de babasının arkadaşlarına ve özelikle de üvey babasına talebe olmuş ve İbnü’l-Arabî’nin en güzide talebesi olarak temayüz etmiştir. (Bk. Burada Levha, XIV.) Uzun süre Malatya’da, Şam’da, Mısır’da İbnü’l-Arabî’nin yanında bulunan Sadreddin-i Konevî 1246’dan itibaren Konya’ya yerleşmiş, bugün kendi adıyla anılan caminin bulunduğu yerde bulunan medresesinde eğitim ve öğretim ile meşgul olmuştur. Konevî, burada babası Mecidüddin İshak’tan ve üvey babası ve hocası İbnü’l-Arabî’den kendisine intikal eden kitaplardan oluşan bir kütüphane de kurmuştur. İleride bu kütüphaneden söz edilecektir.
Sadreddin el-Konevî, ölüm tarihi olan 22 Temmuz 1274 (16 Muharrem 673) yılına kadar Konya’da bulunmuş, talim, tedris ve telif ile meşgul olmuştur. İbnü’l-Arabî’nin eserlerini okutarak onlara şerhler yazarak hocasının “vahdet-i vücûd” felsefesini tanıtmaya ve yaymaya çalışmıştır. Çok sayıda talebe yetiştirerek Anadolu’da Ekberiyye hareketinin başmuallimliğini yapmıştır. Müeyyedüddin el-Cendî, Kutbuddin-i Şirazî, Saidüddin el-Fergânî, Fahruddin-i İrakî, onun Anadolu’daki en tanınmış talebeleridir. Bu talebeleri de pek çok eserler yazarak talebeler yetiştirerek bu fikir hareketini yaymışlardır. İşte bu fikir hareketinin merkezi de Konya idi. Birçok devlet adamı da Sadreddin Konevî’ye talebe olmuşlardır. Ayrıca birçok talebesi de muhtelif şehirlerde kadılık ve müderrislik yapmışlardır.
f. Konevî’nin Vahdet-i Vücûdculuğu
Sadreddin-i Konevî bilimsel çalışmalarında hocası Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin “Vahdet-i Vucûd” felsefesini aklileştirmeye (rasyonalize) çalışmıştır. Bu felsefi görüş, kâinatta, varlık âleminde, Yaradan ile yaratılan (Halik ile mahluk) ikiliğinin bulunmadığı esasına dayanmaktadır. Âlemde kesret (çokluk) görünüm, vehim ve hayalden ibarettir. Varlık, mutlak gerçeğin bize farklı görünüşleridir. Oysa bir tek varlık var, o da Allah’ın varlığıdır. Gerçek dinî vahdaniyet de budur derler. İbnü’l-Arabî bu felsefi görüşü sezgi ile belirlemeye ve nasları da (ayet ve hadisleri) bu yönde yorumlamaya çalışırken Sadreddin Konevî bu düşünce tarzını akli kurallarla ve nasların desteği ile izah ve ispat etmeye çalışmaktaydı. Onun bu yola yönelmesinde Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud’un önemli rolü olmuştur.
Sadreddin Konevî ile Ahi Evren Şeyh Nasîrüddin Mahmud arasında da bu manada bir fikir ayrılığı vardı. Ahi Evren’le sürekli olarak birbirlerine mektup yazmışlar ve bu mektuplardaki münakaşalar sonunda Sadreddin Konevî’nin rasyonalizme yaklaştığı, hocası Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin sezgici “Vahdetü-i Vücûd”culuğunu aklileştirmeye (rasyonalize) yöneldiği görülmektedir. Bunu yaparken Ahi Evren’den büyük ölçüde etkilendiği ve yararlandığı gözlenmektedir. Ahi Evren’e yazdığı mektuplarda devamlı ona sorular yöneltmekte ve metafizik konularla ilgili meselelerin açıklanmasını istirham etmektedir. Hatta bazen eserlerini ona göndererek onların tashih edilmesini, hata ve sevaplarını göstermesini istemektedir. Vâkıâ Konevî’nin hocası Muhyiddin İbnü’l-Arabî ile Ahi Evren’in hocası Fahreddin-i Râzî’nin de mektuplaşarak tartıştıkları bilinmektedir. Bu mektuplardan, bu iki zat arasındaki ihtilaf konusunun gene akliyecilik ve sezgicilik olduğu görülmektedir.84 Şu hususu da hatırlatmakta yarar var. Gerek akılcıların gerek sezgicilerin vahiy ve nasları değerlendirişleri, kullanışları birbirinden farklı olduğu gibi aklın sınır ve yetkisini takdir konusunda da farklı görüş ve anlayışa sahiplerdir. Aslında sezgiciler aklı bütünüyle ret ve iptal etmezler. İhtilafın esasını aklın yetkisinin belirlenmesi konusu teşkil etmektedir.
XIII. asırdan sonra İslam dünyasında fikir durgunluğunun başlaması sonucu olarak gerek akliyeci gerek sezgici fikir hareketi çizgisinde güçlü fikir adamları yetişmemiştir. Burada, Moğol istilasının İslam dünyasında yarattığı ekonomik, kültürel tahribatın yanında, çok sayıda seçkin insanın Moğollar tarafından katledilmesi, bu fikrî durgunluğun amili olduğunu hatırlatmak gerekir. S. Konevî, sahip olduğu düşünce tarzı ile sezgici olan Mevlana’ya da ters düşmekteydi. Hatta Mevlana daha ileri giderek Fîhi Mâ Fîh adlı eserinde isim de vererek onu tadlil ve tahkir etmektedir. Fakat şurası da muhakkaktır ki S. Konevî, ömrünün sonlarında daha çok hadis ilmi ile meşgul olmuştur. Hadis ilmi ile meşguliyeti ve Moğol emperyalizminin yarattığı siyasi ortam onu çok etkilemiş ve fikir hayatında derin bir değişme meydana gelmiştir. Ölümünden kısa bir zaman önce kaleme aldığı Vasiyetnâme’sinden “Selefi” bir çizgiye geldiği açıkça görülmektedir. Mensup olduğu ailenin Mağripli olması itibarıyla Maliki mezhepli idi. Konya’ya yerleşmiş olan Mağriplilerle irtibat hâlindeydi. Bu Mağriplilerin mescidi hâlen Konya’da mevcuttur. S. Konevî’nin çevresinde çok sayıda Mağripliler görülmektedir.
g. İlme ve İlim Adamlarına Hizmeti
Sadreddin Konevî, derin bir ilim ve fikir adamıydı. Yalnız Anadolu’da değil şöhreti Suriye ve Mısır’da da yaygındı. Mısır’dan, Suriye’den ve Anadolu’dan pek çok sevenleri, talebeleri ona mektuplar yazıp problemlerini ona arz ediyorlardı. Kendisi de bu dostlarına ve devlet adamlarına mektuplar yazmıştır. Bu mektupları özel defterlerinde muhafaza ediyordu. Maalesef bu defterlerden sadece bir tanesi günümüze gelebilmiştir.
Bu mektuplardan 20 kadarını Nafahatü’l-İlâhiyye adlı eserinin sonuna dercetmiştir. Muhtelif zamanlarda ünlü ilim ve fikir adamları onun Konya’daki türbe ve camisinin yanı başında kurduğu kütüphanesinde çalışmışlardır. Bu kimselerden bazıları Sadreddin Konevî’nin ahfadına intikal etmiş olan özel defterlerine ulaşma imkânı da bulmuşlar ve bu defterlerde bulunan, ilgilerini çeken mektuplardan bazılarını kopya etmişler veya özetleyerek almışlardır.85 Konevî çok sayıda eserler yazan ve çok talebe yetiştiren bir fikir adamıdır. 40’tan fazla eser yazmıştır. O da dostu Ahi Evren gibi ömrünün sonunda karamsar, çevresine ve dünyaya küsmüş bir hâletiruhiyeye kapılmıştır. Ahi Evren’in “Mehdi artık gelmelidir.” diye haykırdığı gibi Sadreddin Konevî’nin de “Mehdi risalesi” yazması bundandır. Tabii onun böyle bir ruh hâline girmesi Moğolların ve Moğol yanlısı yöneticilerin Anadolu’da katliamlar gerçekleştirmeleri, baskı ve zulüm ortamı yaratmalarındandır. Vasiyetinde Anadolu’ya daha kara günlerin geleceğini bildirmekte ve gençlerin bir an önce Anadolu’yu terk etmelerini öğütlemektedir. Nitekim çok sevdiği dostu Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud ve Seyyidü’l-akran diye andığı el-Hac Tacüddin-i Kâşi, Malatya’dan arkadaşı ve oğlu Sadüddin Çelebi’nin hocası olan Zeynüddin Sadaka gibi dostları Moğollar tarafından öldürüldüler. Muhtemelen S. Konevî’nin oğlu Sadüddin Çelebi de bu katliamları sırasında öldürülmüştür. İşte bu olaylar onu derinden etkilemiş ve karamsarlığa sevk etmiştir. Öldüğü zaman sadece Sekine adında bir kızı vardı. Bu Sekine’nin de babasının talebesi Afifüddin et-Tilimsânî ile evli olduğu anlaşılmaktadır.
Talebelerinden Cendli Müeyyedüddin Mahmud’un, S. Konevî’nin ölümü üzerine yazdığı mersiyeden ilk dört beyti tercüme ederek bu geniş konuyu kapatıyoruz:
Kıt’a
Dünyanın süsü, mana denizi, ince bilgiler hazinesi olan yeryüzünün halifesi göçtü.
Onun ölümünden sonra İslam âleminin aydınlık ve olgunluğu kalmadı. Keşke o göçmeseydi.
Ondan sonra problemleri çözecek var mı? Ondan sonra hakikatleri kim açıklayacak?
Ey asrımızın şeyhi! Allah’ın selamı senin üzerine olsun. Katmerli cehaletten bizi aydınlığa çıkaran sendin. 86
V. SELÇUKLULAR ZAMANINDA KONYA’DA DİNÎ VE TASAVVUFİ ZÜMRELER
Selçuklular zamanında Konya’da çok sayıda ilim ve fikir adamı şair ve mutasavvıf yetişmiştir. Buna bağlı olarak birbirlerinden küçük nüanslarla ayrılan çok sayıda dinî ve fikrî zümreler bulunmaktaydı. Yukarıda bunlardan üç büyük şahsiyet tanıtıldı. Şimdi diğer bazı önemli şahsiyetleri, dinî tasavvufi ve fikrî zümrelerden önemlilerini tanıtmaya ve Konya’daki durumlarını açıklamaya çalışacağız.