Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?», sayfa 8

Yazı tipi:

İHL Olsaydı Liseye Gider miydi?

Liseyi bitirdiğiniz zaman üniversiteye nasıl girdiniz? O yıllarda üniversiteye giriş yöntemi nasıldı? Hangi şehirlerde üniversite vardı? Neden ilahiyat fakültesini seçtiniz?

Ortaokulu bitirdiğim zaman en büyük arzularımdan biri imam hatip okuluna talebe olmaktı. Fakat bizim yörede hiçbir yerde imam hatip okulu yoktu. En yakın olarak Diyabakır ve Erzurum’da vardı. Benim de Diyarbakır’a, Erzurum’a gidecek ekonomik imkânım yoktu. Onun için mecburen liseye kaydolmuştum. Lisedeyken arkadaşlarımın arasında özel bir konumum vardı. Medresede okuduğum için biraz Arapça biraz Farsça bilen bir talebe idim. Bu bakımdan edebiyat derslerinde çok başarılı olurdum. Hatta çoğu zaman hocalar benim olduğum yerde ders veremezlerdi. Çünkü onlar divan edebiyatı okuttukları zaman aruzdan bahsederlerdi. Medresede aruzu okuduğum için hocaların derslerine müdahale ederdim. Onun için hocalar korkarlardı. Bir de eskiden beri matematik, geometri, fizik gibi derslerde kuvvetliydim. Hatta lisedeyken arkadaşlarıma kurs vermek suretiyle biraz para da kazandım. Özellikle matematik, cebir, geometri derslerinden de kurs verirdim.

Yani hem sosyal hem de fizik, kimya gibi sayısal alanlarda iyiydiniz.

Evet, ama müzik, beden eğitimi, resim, yabancı dil gibi derslerden de zayıf not alırdım. O derslere önem vermezdim. Üniversiteye gireceğimiz sıralarda “İstiklal” diye bir gazete çıktı. Mehmet Şevket Eygi çıkarırdı. O gazetede imam hatiplerle ilgili yazılar olurdu. O sebeple imam hatip okuluna gitmeyi çok arzuluyordum. Üniversiteye gireceğim sırada imam hatip okuluna gitme arzumdan dolayı birinci derecede ilahiyatı tercih ettim. O yıllarda sadece Ankara Üniversitesi bugünkü tarzda test yaparak talebe seçiyordu. Test uygulaması İstanbul’da yoktu. Zaten o dönemde bir Ankara’da, bir İstanbul’da, bir İzmir’de, bir de Trabzon’da teknik üniversite açılmıştı veya açılmak üzereydi. Yani başka şehirde üniversite yoktu. Dolayısıyla benim okuyabileceğim üniversite ya Ankara ya da İstanbul olacaktı.

Ankara Üniversitesine kaydolduğum zaman tek tercih yaptım; o da Ankara İlahiyat Fakültesi idi. Ondan sonra İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu bir üsteğmen bizde hocaydı. Benim ilahiyata gideceğimi öğrenince “Yavrum sen niye ilahiyata gideceksin, dindar olmak istiyorsan gene ol ama sen teknik üniversiteye uygun bir talebesin.” dedi. Onun isteği üzerine İstanbul’a gittim. Ama önce Ankara’daki imtihana girdim. Fakat test tekniğini bilmediğim için Ankara İlahiyat Fakültesi imtihanını kazanamadım, yedekte kaldım. Ondan sonra İstanbul’a gittim. Orada teknik üniversitenin imtihanını da kazanamadım. Fakat sonradan ilahiyatta sıramın geldiğini öğrendim, İstanbul’dan alelacele döndüm Ankara’ya kaydımı İlahiyat Fakültesine yaptırdım.

1961-62 öğretim yılında üniversite öğrenciliğim başladı. Okula kaydolunca çok değişik bir ilahiyat fakültesi düşünüyordum. Ancak okula başlayınca hiç hoşuma gitmedi. Bazı hocaların derslerini hiç sevmedim. Zaten sevilecek adamlar değildi. Biraz böyle Halk Partisi zihniyetli hocalardı. Fakat sonradan baktım fakültede iyi hocalar var; onları tanımaya başladım.

Tanıdığım iyi hocalardan biri Suut Kemal Yetkin Bey’di.

Öğrenciler Hüseyin Atay’a Neden Karşı Çıkıyorlardı?

Hocaların isimlerinin hepsini verelim, haklarında yorum yapmasak da önemli.

Suut Kemal Yetkin Bey sanat tarihi dersine gelirdi. Özellikle İslam mimarisi konusunda çok güzel, çok lezzetli dersler anlatırdı. Onun için Suut Kemal Yetkin’in derslerini kaçırmak istemezdim.

Sonradan Tayyip Okiç Bey’i tanıdık. Boşnak bir hoca efendiydi. Tayyip Bey’in dersleri hoşumuza gitmeye başladı. Tayyip Bey özellikle tefsir ve hadis konularında aydınlanmamıza vesile oldu. Bir ilahiyatlı olarak bilmemiz gerekeni Okiç Bey bize veriyordu. Bir de Okiç Bey’e takviye olarak Hüseyin Atay vardı. Hüseyin Atay doktorasını yapıp Bağdat’tan yeni dönmüştü. Orijinal bir ders anlatım tarzı vardı. Hüseyin Atay Bey bize nasıl düşünmemiz gerektiğini öğretti. Ondan öğrenene kadar hepimiz düşündüğümüzü zannediyorduk. Fakat onu dinledikten sonra nasıl düşünmemiz gerektiğini bilmediğimizi öğrendim.

Hüseyin Atay İslam felsefecisiydi. O bize nasıl düşünürsek doğru düşünmüş olacağımızı, nasıl düşünürsek yanlış düşünmüş olacağımızı öğretti. Biraz da münakaşalı geçerdi onun dersi. Çünkü çeşitli kliklerden gelmiş arkadaşlar vardı. Sınıfta 90 kişiydik. Bunların 40’ı imam hatip çıkışlıydı. O seneye mahsus ilahiyat fakültesine imam hatiplerden 40 öğrenci almışlardı. Diğer öğrenciler lise çıkışlıydı. Özellikle imam hatip çıkışlı olan ve belli bir kliğin adamı olarak gelen öğrenciler Hüseyin Atay’a çok itiraz ederlerdi.

Hüseyin Atay Bey bize “Kur’ân-ı Kerim’i anlamaya çalışın, düşünce metodunu anlamaya çalışın. İnsan Kur’ân-ı Kerim’le meşgul olursa belli bir dönem sonra Kur’ân-ı Kerim’in mantığı kendisinde oluşur. Siz o mantığı edinmeye çalışın.” diyordu. Orhan Karmış, hocaya itiraz etti. Epey bir öğrenci grubu da onu destekledi. Karmış itiraz ederken şunu dedi:

“Kur’ân-ı Kerim bakkal defteri midir ki herkes gelip Kur’ân-ı Kerim’in sayfalarını karıştıracak, Kur’ân-ı Kerim’den bir şey öğrenecek.”

Orhan Karmış, öldüğü güne kadar o anlayışla yaşadı. “Kur’ân-ı Kerim”in tek başına anlaşılamayacağını, geleneksel olarak yapılan tefsirlerin bize yeteceğini, “Kur’ân-ı Kerim” mealinin okunmaması gerektiğini, tefsir okumaya gerek olmadığını, hayatı devam ettirmek için ilmihâlin yeterli olacağını savundu. O, Hüseyin Hilmi Işık ekolünü devam ettirdi. Hüseyin Hilmi Işık ile bir akrabalığı vardı zannedersem.

Bir akrabalıkları var, Ramazan Ayvallı’yla ikisi bacanaktı. Orhan Karmış, Hüseyin Hilmi Işık’a mürit olmuş, Arvasilere bağlanmış. O sene Orhan Karmış Van’a, Arvas’a gitmiş. Arvas da çok sapa bir yerdedir, dağlık bir bölge, oraya gitmiş. Oradan döndükten sonra Van’a, Arvas’a nasıl gittiklerini anlatıyordu. Heyecan içindeydi, oradan dönmüş olmanın heyecanını taşıyordu.

İşte Hüseyin Atay Bey, derslerinde böyle tepkilerle karşılaşırdı. Ama Hüseyin Bey bu tepkilere karşı çok rahat cevap veriyordu. Tepki gösterenlerin üstlerine üstlerine gidiyordu. Onlar Hüseyin Atay’a diş geçiremiyorlardı.

Bu arada çok önemli bir hocamız da Hilmi Ziya Ülken idi. Felsefe derslerine gelirdi. Bizim sınıf Hilmi Ziya Ülken’den en çok yararlanan sınıf oldu. Çünkü bir defa 1. sınıfta Yunan felsefesi okuyorduk. Yunan felsefesini Kâmuran Birand adında bir bayan okutuyordu. Kâmuran Birand o sene vefat etti. Evinde kalp krizi geçirmiş. Hatta ölümünden bir hafta sonra haber alındı. Ölüm haberini alınca bir grup hoca, asistanlar evine gittik. Hakikaten masanın başında, sandalyesi devrilmiş, o da düşmüş. Burnundan da kan akmış. Onu o hâlde gördük.

İşte o hanım vefat edince dersimize Hilmi Ziya Ülken girmeye başladı. Dolayısıyla biz İlk Çağ felsefesini de Hilmi Ziya Ülken’den okuduk. İkinci sene İslam felsefesi derslerini gene Hilmi Ziya Ülken’den okuduk. Üçüncü sınıfta daha çok Batı felsefesini, Batı filozoflarını okutuyordu. Dördüncü sınıfta da sistematik felsefe yapıyordu, dolayısıyla biz bu dört sene içerisinde Hilmi Ziya Ülken’in ciddi talebeleri olduk.

Bizim felsefeci bazı arkadaşlar da Hilmi Ziya Ülken’in talebeleriydi. 3 Kasım 2002’den sonra devlet bakanlığı yapan Mehmet Aydın da bizim sınıf arkadaşımızdı.

Bahriye Üçok, Hilmi Ziya Nasıl Hocalardı?

Âcizane ben de Hilmi Ziya’nın iyi talebelerinden sayılırdım. Hilmi Ziya Ülken’in dikkatini çektiğimi biliyorum. Allah rahmet eylesin kendisinden çok istifade ettik. Bunun dışında böyle çok ahım şahım hocalarımız yoktu. Söz gelimi Bahriye Üçok da bizim hocamız oldu. Sonra Osman Keskioğlu bizim fıkıh derslerimize gelirdi, o da bizim hocamız oldu.

Bediî Ziya Egemen psikoloji derslerine gelirdi. Cavit Sunar Freud’u okuturdu.

1960-61’de Ankara’ya geliyorsunuz. Sizin Ankara’ya geldiğiniz yıl bir darbe oluyor. Şimdi bu darbenin 18 veya 20 yaşında üniversite öğrenimi görmek için Ankara’ya gelmiş bir öğrencideki tesiri önemli. Zihninizde bu darbenin bir tesiri oldu mu? İkincisi de Ankara’da nerede kaldınız?

Biz üniversiteye geldiğimizde 1960 darbesi henüz yapılmıştı. Darbe öncesinde nümayişe katılıp Menderes’in önünü kesen talebeler daha üniversitedeydiler. Onlarla biz aynı yurtta kalıyorduk. Ben yurt durumumu anlatayım.

İlk dönemlerde Kızılay’da Van Talebe Yurdu vardı. Fakat orada çok fazla kalmadım. Site Talebe Yurdu’na sıram gelince çıktım. Bundan sonra üniversite yıllarım hep Site Talebe Yurdunda geçti. Site Talebe Yurdu kalabalıktı. O zaman Ankara’nın en büyük talebe yurduydu. Dediğim gibi 60 darbesinde rol almış olan azılı solcu öğrenciler Site’de kalırlardı. Bu öğrenciler arada bir yurtta da kavga ederlerdi. Birbirlerini itham ederlerdi. İthamlar arasında Halk Partililer’in o talebelere gömlek dağıttıkları onları sokağa göndermişler, bununla dahi kendi kendilerini itham ederlerdi. Sen gömlek aldın ama ben gömlek almadım diye talebeler birbirlerini eleştirirlerdi.

Darbe sürecinin hazırlanmasında rol alan öğrenciler hâlen talebeydiler. Bizim ilahiyat fakültesindeki talebeler üzerinde ağır bir baskı vardı. Suut Kemal Yetkin bizim dekanımızdı. O sene Suut Kemal Yetkin rektör oldu. Suut Kemal Yetkin rektör olduktan sonra Neşet Çağatay da dekan oldu. Neşet Çağatay’ın dekanlığında müthiş bir Kemalizm baskısı oldu. Diyelim ki 10 Kasım geldi, bütün ilahiyatlı öğrenciler mutlaka törene katılacak. Katılmayanlar sıkı bir takibe alınırdı. Ondan sonra ilahiyat talebeleri gidecekler Anıtkabir’e, çelenk koyacaklar, İlahiyat Fakültesinin reklamlarını, panolarını taşıdığı hâlde Anıtkabir’e gidecekler ataya saygıyı arz edecekler. Bizler de doğrusu kaçamak yapardık; bazı arkadaşlar o sele kendilerini kaptırıp giderlerdi.

CHP menşeli olabilir aileleri onların.

Tabii böyle arkadaşlarımız da vardı. Ama buna rağmen fakülte talebelerinin büyük bir kısmı bu tür olaylara onay vermezlerdi. O tip öğrenciler sınıflarda, koridorlarda, yurtlarda biraz da horlanırlardı. Bu eğilimler biraz da hocalardan kaynaklanıyordu. En politik davranan hocalardan birisi Neşet Çağatay’dı. Burada da rektör oldu. O rektör olduğu zaman ben de buradaydım. Beni üniversiteye alan da Neşet Çağatay’dır. Yani bana böyle bir iyiliği de olmuş bir hocaydı ama son derece fanatik bir Halk Partiliydi. Hatta buraya geldiği zaman Selçuk Üniversitesi daha yeni kurulmuştu. İlk mezunlarını ben üniversiteye geldiğim zaman vermeye başladı. Neşet Çağatay buraya rektör olduğu zaman fanatik Halk Partililer buraya hoca olarak tayin edilmiş.

Bilinçliydi belki de.

Evet, bilinçliydi. Hatta kendi aralarında “Konya halkına içki içmeyi öğreteceğiz.” diyorlardı. Konya’yı yobaz olarak görüyorlardı. Böyle bir görevlerinin olduğunu kendileri de söylerlerdi. Tabii bunu açıktan açığa söylemezlerdi.

60’lı Yıllarda CHP’liler Kayrılıyor muydu?

Bunun sebebi sanıyorum Cumhuriyet’in ilk yıllarında Konyalıların Cumhuriyet’i benimsememeleri idi. O zaman Delibaş İsyanı ve Bozkır olaylarından dolayı Konya’nın Türkiye’de ismi çıkmıştı. Bu algı uzun yıllar böyle devam etti.

Evet, onun tesirleri hâlâ var. Fakat buna da şahit oldum. Neşet Çağatay’ın rektör olduğu dönemlerde Halk Partili adamları seçip ihaleleri vermeye çalışıyorlardı. Mesela Mustafa Üstündağ’ın akrabalarını buldular.

Millî Eğitim Bakanı CHP’li.

Mustafa Üstündağ’ın kendisi ölmüştü fakat onun akrabalarını Neşet Çağatay bulmuştu. Neşet Çağatay, Selçuk Üniversitesi’nin kampüsünün yerini belirlerken Üstündağ’ın adamlarıyla temas kurdu. Onlar orayı Neşet Çağatay’a tarif ettiler. Hâlbuki normalde üniversitenin Dutlukır’ın oralara bir yerlere yapılması planlanıyordu. Hatta Akyokuş da düşünülüyordu. Fakat dediğim gibi o adamların etkisiyle bugünkü kampüs yeri belirlenmiş oldu. Hatta Neşet Çağatay’dan sonra Halil Cin buraya rektör oldu. Halil Cin “Üniversite kampüsü için belirlenen yer en uygun olmayan yerdir.” gibi bir söz de söyledi. Değiştirmeye çalıştı fakat bir sürü yatırım sebebiyle değiştiremedi.

Ercüment Bey anlatmıştı; kayınpederi Sait Hatipoğlu’na çok büyük değer verir. Büyük, güzel bahçe içinde bir ev temin etmişler. O evde sadece ilim yapması için çok büyük imkânlar vermişler.

Evet, Hatipoğlu’nun böyle bir özelliği vardı. Hatipoğlu da bu işi yapabildi yani, ilmî çalışmalarında çok sağlam temeli olan bir hocamızdı.

Siz Ankara’da Cumhuriyetçi, Kemalist hocalardan ilahiyat okudunuz. Okulda namaz kılma oranı neydi? 1969’un Ankara’sında cuma namazına gidiyor muydunuz? Mesela halkın dindarlığı nasıldı?

Okulda Tayyip Okiç Bey, Hüseyin Atay, Mehmet Hatipoğlu, Mehmet Maksudoğlu gibi bazı hocalarımız namaz kılardı. Talebeler arasında da sanıyorum namaz kılanlar ekseriyetteydiler. Bir tek liseden gelenler var, onlar da ibadetlerini yapma gayreti içindeydiler. İslamiyet’le hiç sorunları yoktu. Fakat içimizde öyle adamlar vardı ki ilahiyat talebesi olmasına rağmen, hatta onlar mezun da oldular ilahiyatlılık onlara hiç bulaşmadı.

Ankara İlahiyat denilince Esat Coşan da akla gelir. Esat Coşan’a ait bir hatıranız var mı?

Esat Coşan bizim değerli hocalarımızdan Necati Lugal’ın asistanıydı. Necati Lugal yaşlı bir adam olduğu için bize hoca olduğu sıralar 86 yaşındaydı.

Eski Türk edebiyatı hocasıydı değil mi?

Evet. Şöyle Necati Lugal hocanın tahtaya kalkıp da yazı yazacak takati yoktu. Yanında Esat Coşan da gelirdi. Esat Coşan da onun söylediklerini Osmanlıca olarak tahtaya yazdı. Fakat talebelerle bağlantısı pek olmazdı Coşan Hoca’nın. Ama efendi, kibar bir insandı. Mescitte bir araya gelip namaz kılmadan kılmaya görüşürdük. Esat Coşan Hoca ile böyle bir müşterekliğimiz var. O da Necati Lugal’ın talebesiydi, ben de. Hayatı boyunca da hiç temasımız eksik olmadı. Esat Coşan hocayı ben daha çok fakülteden mezun olduktan sonra tanımaya başladım. Çünkü evvela askerlikte devredaş olduk. Yedek subay olacağımız zaman imtihana beraber girdik. Bana “Hangi sınıfa kaydolsak acaba… Havacı mı olsak tankçı mı, piyade mi olsak?” diye sormuştu. Hatta ben “Herhâlde ben levazım olurum.” dedim. “Ne biliyorsun?” dedi.“Renk körüyüm, renk sınaması da yaparlar. Renk körü olanları levazıma naklederlermiş.” dedim. “Öyleyse ben de levazım olayım.” dedi. “Beni levazım yapmaları için ne yapmam lazım?” diye sordu. “Valla bilmiyorum hocam, renk körlüğün var mı yok mu?” dedim. “Yok” dedi. İmtihana girdik, çıkarken beni hakikaten levazıma verdiler, onu da tankçı yaptılar. Dağıtım sırasında da Patnos’a düştü. Yani birbirimizle irtibatımız mevcuttu.

Bir yeğenim vardı; o da Patnos’ta er oldu. Yeğenim vesilesiyle kendisinden haber alıyordum. Askerlikten sonra fakültede göreve başladı. O sırada yanına uğrardım. Ben şiir yazan bir adamım. Şiirlerimi götürüp ona verirdim. O şiirlerimi çok beğenirdi. Böyle bir temasımız, görüşmemiz olurdu.

Fakat esas hocamızla ilgili önemli bir hatıratım var. Necati Lugal Hoca ilk üniversiteye kaydolduğumuz sene 90 kişilik sınıfa Osmanlıca öğretiyor. Öğrencilerin yarısından çoğu liseden gelen, elife mertek diyen çocuklar. Benim gibi dışarıdan okumuş arkadaşlar vardı. Onlarla sınıfta otururken hocanın geldiğini gördüm. Önünü kestim. Hocaya Farsça “Senin derslerinden istifade edemiyoruz.” dedim. Hoca döndü bana “Farsçayı nereden öğrendin?” dedi. “Ben İranlı bir aileden geliyorum” dedim. Bana “Senin gibi başkaları da var mı?” diye sordu. Birçok arkadaşım olduğunu söyledim. “Sen o arkadaşlarına haber ver, defterini çıkart sana adresimi yazdırayım.” dedi. Hemen dosyanın üzerine hocanın evinin adresini yazdım. Hoca pazar günleri evine gelmemizi ve evde ders vereceğini söyledi.

Ondan sonra biz o arkadaşlarla birlikte pazar günleri buluşup hocanın evine gitmeye başladık. Hocanın evinde bir şezlongu vardı. Şezlongun üstüne yatıp bizim okuduğumuuz metinleri dinliyor ve bize metni şerh ediyordu. Gelen arkadaşlar arasında İsmail Bey diye bir arkadaş, Cemaleddin Kaplan, Orhan Karmış, Lütfü Doğan vardı.

Adana Müftüsü olan Cemaleddin Kaplan değil mi?

Evet. Ondan sonra Gümüşhaneli Lütfü Doğan ve Konyalı Ruhi Şar vardı. Biz bunlarla böyle 6-7 kişi pazar günleri buluşup hocanın evine gidiyoruz. Hoca ders verirken çok harika bir metot uyguluyordu. Ders aşağı yukarı iki buçuk saat sürüyordu. Mesela dersin birinde sadece Ömer Hayyam’ı anlatıyordu. Ömer Hayyam’ın hem şairliğini, hem şiir sanatındaki yerini anlatır, hem de şiirlerinin şerhlerini yapardı. Bir dersinde Mevlâna’yı anlatırdı. Bir dersinde Muhammed İkbal’i anlatırdı.

Hocam, sizin ilahiyat dışında böyle dikkatinizi çeken, saygı duyduğunuz ya da bir şey söylediğinde, bir şey yazdığında, konuştuğunda dikkat kesildiğiniz başka bölümlerden hocalar, profesörler var mıydı? Ya da mesela Site Yurdu ve ilahiyat haricinde hayatınız.

Talebeler arasında birtakım klikler oluyordu. Bunların içinde Nurcu öğrenciler çoktu. Bizim fakültede Nurcu arkadaşlarımız çoktu. Nurcuların belli yerlerde karargâhları vardı. Haftanın belli günlerinde, ayın belli günlerinde haberleşirdik. O haberleşme üzerine mesela bugün “Zübeyr abinin yanına gideceğiz.” derdik. Said Nursi’nin eski talebelerinden Zübeyr abinin evine giderdik. Bazen gündüzleri de giderdik. Zübeyr abinin hoş bir sohbeti olurdu.

Birgün öğle saatlerinde Zübeyr abinin evine gitmiştik. Bir genç köşede oturmuş, murakabe hâlinde duruyordu. Onun kim olduğunu merak ettik. Sorup soruşunca Konya’da Sabri Halıcı’nın oğlu olduğunu, pilot olduğunu ve Fevzi Halıcı’nın abisi olduğunu öğrendik.

Onlar üç kardeşti. Mehdi, Fevzi, Hasan…

Mehdi pilot olandı. Mehdi’yi de Hasan’ı da tanırım. Fakat Hasan sonradan Süleymancı oldu.

Risale-i Nurlar Latin Harflerine Nasıl Çevrildi?

Sabri Halıcı bizim Rıza’nın “Kur’ân-ı Kerim” hocası. Başka kayda değer, fakültede farklı hocalarınız var mıydı?

Farklı bir hoca işte bu dediğim ilahiyatın dışında bazı hocalarla temaslarımız olurdu. Said Nursi’nin talebelerinden olan Bayram abi vardı. Hacı Bayram’da bir yerde otururdu. Onun evine gider gelirdik, sonra Tahsin Tola Bey vardı, Karahisar milletvekilliği yapmış, Menderes zamanında. Menderes’e ilk defa Risale-i Nur’u götüren adam oymuş.

Sonra malum, Risale-i Nurları eski yazıyla yazıyorlardı, Said Nursi’nin kâtipleri olan talebeleri vardı, o kâtipler kendi elleriyle yazıyorlardı. Said Nursi’nin kitaplarını yeni harflere dönüştürme işini Celal Emrem diye bir zat yapardı. Hatta Nurcular “Eğer Celal Emrem olmasaydı Risale-i Nurlar basılamazdı.” derler. Mesela “Sözler”i kalın kitap hâlinde “Mektuplar”ı, “Lemalar”ı Osmanlı harflerinden bugünkü harflere dönüştüren, aktaran Celal Emrem Hocadır. Celal Emrem daha sonra Konya Yüksek İslam Enstitüsü’ne Türk edebiyatı hocası olarak tayin edildi. Ankara’da otururdu. Bayram günleri bir iki defa Celal Emrem’in bayramını tebrik etmek için evine gittiğimizi de bilirim.

Üniversite dışında böyle faaliyetlerimiz olurdu. Tabii bu arada üniversite dışından benim özellikle en yoğun faaliyet alanım Büyük Doğucu olmamdır. Üstat Ankara’ya geldiği zaman çoğunlukla Saadettin Bilgiç’in yanında olurdu. Sadettin Bilgiç ile teşrik-i mesaileri vardı. Üstadın kaldığı otele giderdik. Ankara’da da İpek Palas otelde kalırdı. Ankara’da Büyük Doğunun şubesini açma fikrini İpek Palas’ta ilettik.

Necip Fazıl’ı Neden Put Gibi Hareketsiz Dinliyorlardı?

1960’lı yıllardan söz ediyoruz. Türkiye’de ihtilal olmuş, insanlar kabuğuna çekilmişler; bu arada yeni sivil hükûmetlerin kurulmasıyla birlikte fikir hareketleri de başlamış. Bu arada mesela tercümeler başlıyor. Türkiye’de bir Hizb-üt Tahrir faaliyeti başlıyor. Ercüment Bey o yıllarda giriyor. Mücadele Birliği’nin altyapısı o yıllarda yavaş yavaş oluşturuluyor. 1967-69 yıllarında Büyük Doğunun etrafında geleneksel, sağcı, muhafazakâr gençler birikirken, karşısında da solcu komünistler vardı. Bir de ülkücüler vardı. Dolayısıyla siz de bir taraf olarak kendi derneğinizi kurup mücadeleye başladınız.

Bir defasında Necip Fazıl’ın Ankara’da olduğunu öğrendik ve derneğe getirdik. O sırada Osman Yüksel Serdengeçti de Ankara’daymış. Osman Yüksel Serdengeçti’ye de haber vermişler. O, birkaç arkadaşıyla birlikte Büyük Doğuya geldi. Üstatla Osman Yüksel Serdengeçti masanın başında yan yana oturuyorlar. Üstat daha sohbete başlamadan önce soyadı Mete olan ve Türkçü eğilimi olan bir arkadaş üstada bir soru sordu. “Üstat vahdetivücutçuluk nedir?” dedi. Üstat o anda cevap vermedi fakat konuşmasına başlayacağı zaman buradan işe başladı. Vahdet-i vücutçuluğun ne olduğunu anlatmaya başladı. Yani birincisi Muhyiddin İbnü’l Arabî’nin temsil ettiği felsefi düşünceler, ikincisi de İmam Rabbani’nin temsil ettiği fikrî hareket. Bu iki fikir hareketi ile ilgili üstat bir açıklama yaptı. Üstat konuştuğu zaman çıt çıkmazdı, soru sormazdık. Üstadı put gibi hareketsiz dinlerdik. Fakat bir genç birdenbire üstada itiraz etti. “Bu anlattığın şeyler Muhyiddin İbnü’l Arabî ile İmam Rubbani’nin safsatalarıdır. Sen bunları ne diye din olarak bu gençlere öğretiyorsun. Bunun dinle ne alakası var?” dedi. Necip Fazıl dellendi. Tabii biz de Büyük Doğucular olarak o arkadaşa kızıyoruz, bu adam da nereden geldi, bu adam kimdir? Hiç de tanımıyoruz. Bu adam kimdir? Onu susturma gayretlerimiz de oldu, fakat adam susmuyor. Üstat ona cevap verirken “Sen kim oluyorsun da bana itiraz ediyorsun, bir insanı tenkit edebilmek için en az onun kadar bilgili olmak lazım, ondan daha fazla bilgili olmak lazım. Herkes biliyor ki dünyanın en bilgili adamı benim. Sen ne hakla bana itiraz ediyorsun?” O genç de susmadı “Öyle bir kaide yoktur.” dedi, herkes herkesi tenkit edebilir, misaller verdi. “Hz. Ömer hutbe okurken cahil bir Arabi çıktı Hz. Ömer’e karşı ‘Sen doğru düzgün olmazsan seni kılıcımızla düzeltiriz.’ dedi. O adam Hz. Ömer’den daha mı bilgiliydi?

Ondan sonra Hudeybiye muharebesinde Hz. Ömer, Hz. Peygamber’e dedi ‘Buna sen niye imza koydun.’ filan diye. Hz. Peygamber’e çıkıştı. Hz. Ömer Hz. Peygamber’den daha mı bilgiliydi?” dedi. Bu misalleri hemen pratik olarak ortaya koydu.

Kimliğini söylemiyor muydu bu arada?

Söylemedi yok.

Ben filanım demedi mi?

Demedi fakat o soruları sorunca Osman Yüksel Serdengeçti baktı bu hamur fazla su götürecek, üstadın kolundan tuttu “Üstat burada keselim.” deyip üstadı frenledi. Tabii soğuk bir hava esti salonda. Hemen millet dağılmaya başladı. O genç de ön tarafta sütunun arkasından döndü çekti gitti. Ondan sonra herkes birbirine sormaya başladı bu kimdi? Orada Nuri Pakdil vardı. Meğer Nuri Pakdil onu tanıyormuş, dedi bu Ercüment’tir. Hukuk fakültesinde talebedir filan.

İlk defa böyle bir şeyle karşılaştık. Böyle bir adamla, aydın fikirli bir adamla karşılaştık. Onun adını unutmadım.

Sonra ben, birkaç arkadaş daha Ercüment’i takip ettik, bu adam kimdir filan diye. Sonra öğrendik ki Ercüment Bey’in evinde bazı arkadaşlar toplanacaklar. Ondan sonra o arkadaşlarla birlikte Cebeci’de demiryolunun kenarında bir evi vardı, Ercüment Bey’i evinde dinledik. Ha dedik bu adam doğru adamdır diye.

Üstadı dinlemeye gelen 50-60 kişi arasından ismini hatırladıklarınız var mı?

Mesela Selami Çekmegil, Bayram Çerekci… Şimdi Mut’ta avukat. Bayram Çerekçi bizim Büyük Doğu’nun müdavimlerindendi. Mehmet Tekmen Ilgın İmam Hatip’te müdürdü. Böyle çok sayıda arkadaş vardı. Tabii şimdi onların hepsinin adlarını hatırlayamam.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.