Kitabı oku: «Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?», sayfa 6
Said Nursi’nin Bilinmeyen Yönleri Neler?
Burada klasik Nurculukla, Fethullah Gülen hareketini birbirinden kesinlikle ayırmak gerekiyor. Samimi Risale-i Nur okuyucularıyla Fethullah Gülen hareketi arasında bir fark var. Mesela Said Nursi siyasetten son derece çok uzak kaldığını söylediği hâlde bu ikinci hareket siyasetin bizzat içindedir. Said Nursi’yi Tahir Paşa, II. Abdülhamid’e bilerek gönderdi. Padişah bilerek kendisine tahsisatta bulunuyor. Kontrol altında tutmak istiyor. Deli bu adam, akıllansın, tedavi görsün gibi oralarda mektuplaşmalar da var o dönemde sarayla Tahir Paşa arasında… Sonra Balkan Harbi’ne katılıyor, yanında Bitlis yöresinden 500 adamı var. O sırada cumhuriyet fikrini savunuyor. Mecliste bulunuyor. Sonra bir tutum değişikliğine gidiyor. Sonra Halk Partisi dönemindeki tutumu, Menderes’e olan yaklaşımı… Yani siyasetten uzak durduğunu söylediği hâlde bu kadar siyasetin içinde bir kişi.
Said Nursi’nin İstanbul’a gelmesi çok faydalı oldu. Orada Osmanlı münevverleri ile tanışıp fikriyatlarını öğrendi. Kendisi de Tarihçe-i Hayatta ifade ediyor, İstanbul’a geldiğinde Osmanlı münevverleri üzerine bir anket yapmış. “Osmanlı münevverlerine göre sıkıntı nedir?” Şimdi Avrupa’da bilimsel bir ilerleme var, bir yükseliş var. Osmanlı münevverleri bunun farkındadır. Nitekim Avrupacılık fikriyatı ilk defa II. Abdülhamid’in kurduğu müesseselerden çıkmış. Biliyorsun Tıbbiye-i Şahane’yi, veterinerlik fakültesini, sanayi-i nefise mekteplerini kurdu. Bunlar Avrupaî manada kurulan ilk müesseselerdir.
Şimdi Pasteur kuduz mikrobunu keşfetmiş. Kuduzun köpeklerden insanlara geçtiği dönemde çok insan öldü. Şimdi tehlikesi çok düşük. O dönemde kuduz hastalığı çok yaygındı. O yıllarda Sultan II. Abdülhamid Pasteur’e bir mektup yazıp Türkiye’ye davet etmiş. Pasteur de cevabi mektupta “Benim oraya gelmem mümkün değil ama sizin vatandaşınız olan benim talebelerim var. Siz o vatandaşlarınızla temas kurun, düşündüğünüz şeyleri o talebelerim vasıtasıyla yapın.” demiş. II. Abdülhamid’in o talebelerinden birisi Ermeni. O Ermeni’yi bulmuşlar nitekim.
Pasteur’ün talebesine İstanbul’da ipekçilik denilen bir enstitü kurulmuş. Ben o enstitüde hocalık yaptım. Biz Yüksek İslam Enstitüsünü o ipekçilik enstitüsünde kurduk. İpekçilik enstitüsü sayesinde Pasteur’ün talebesi olan Ermeni, Bursa’da ipek böceklerine bulaşan hastalığı tedavi etmiş.
Osmanlı münevverleri Avrupa’daki ilerlemeleri görüyorlar, biliyorlar. Tıp alanında, ziraat alanında, hayvancılık alanında çok önemli gelişmeler olmuş. Bunu bilen Osmanlı münevverleri Avrupa’ya karşı büyük bir hayranlık duyuyorlar. Said Nursi de bunun farkındadır. Bu sebeple “Batı’daki bilimsel gelişmeler Müslümanların imanında rahneler açıyor.” tabirini kullanıyor. “Şüpheler meydana gelmiş. Bunu tedavi etmek gerekir. Onun için ben de bütün mesaimi onların imanlarını kurtarmaya yönlendirdim.” diyor.
Said Nursi bir süre sonra Doğu’ya dönüyor. I. Cihan Savaşı çıkıyor ve Said Nursi orada görev alıyor.
Burada şunu da söyleyeyim; Said Nursi aynı zamanda Abdulhamid için çalışan Teşklilat-ı Mahsusa’ya da üyedir. Senenin birinde İstanbul’dan Beytüşşebap’a bir kaymakam göndermişler. Beytüşşebaplılar kaymakamı kabullenmiyorlar. Kaymakamın ilçeyi terk etmesini istiyorlar. O zaman hükûmet Said Nursi’yi müfettiş olarak oraya göndermiş. Said Nursi Beytüşşebap’a geliyor. Kendisi kitabında anlatıyor; “Beytüşşebap’ta halkı konuşturdum, niye kaymakamı beğenmediklerini sordum. Bana dediler ki bir kaymakam göndermişler ne abdesti var ne namazı. Bizimle ilgilenmiyor, yüzümüze bakmıyor. Biz neyine buna itaat edelim.” diyorlar. Said Nursi, “Bunu diyen adamlar kendileri de namazsız niyazsızdı.” diyor. Said Nursi buradan bir şey çıkarıyor; Doğu insanı dindar insandır. Başındakinin de dindar olmasını ister. Dolayısıyla kaymakam göndereceksen bunu hesaba katarak göndermen lazım.
Raporunu yazıp gönderiyor.
O görevden sonra savaşa gidiyor ve II. Abdülhamid’in kurduğu Hamidiye alaylarına dâhil oluyor. Nitekim kendisine de albaylık rütbesi veriliyor. O dönemde bizim Özalp’ten de Osman Ağa albaydı. Takuri aşiretine albaylık rütbesi verilmiş. Said Nursi de bir milis albayı olarak savaşa katılmış. Hamidiye Alayları o dönemde çok önemli hizmetler görmüşler.
II. Abdülhamid’in çok desteklediği Yüksekovalı Seyyid Ağa vardı. Seyyid Ağa bizim yörelerin en nüfuzlu şeyhiydi. Seyyid Ağa’nın damatlarına II. Abdülhamid milis subayları olarak rütbeler vermiş. Kimine yarbay, kimine binbaşı, kimine paşa gibi… Bunlar I. Cihan Savaşı’nda çok da önemli hizmetler gördüler.
Said Nursi de savaş sırasında Kafkasya’da esir düşmüş. Onunla birlikte esir düşen Mustafa Bolay Efendi ile burada tanıştım. Biz bir defasında Nurcu abilerle onu ziyarete gittik. “Üstatla geçen günleriniz nasıldı?” diye sordular.
Naci Bolay’ın babası.
Süleyman Hayri Bey’in de babası. Hulusi Bolay’ı da tanırım. Onunla çalıştık. Ben Yüksek İslam Enstitüsüne hoca olarak geldiğimde o da orada hocaydı.
Said Nursi Kafkas cephesinde Ruslara esir düştüğünde kamplara götürmüşler. Oradaki hayatı karanlık. Hatta “Tarihçe-i Hayat”ında Rusya’daki esaret hayatıyla ilgili fazla bir şey söylemiyor. Nereye gitti, kimlerle tanıştı, kimler onu alıp Doğu Almanya’ya götürdü? Düşünün Kafkasya’da esir düşmüş, bir müddet sonra Doğu Almanya’ya gelmiş.
Rusya’da esir iken Tolstoy’un talebeleriyle tanışmış. En azından ben öyle tahmin ediyorum. Tolstoy’un talebeleri buna rehberlik yapmış olabilirler.
Savaş sonrasında Balkanlar üzerinden Türkiye’ye dönüp geldiği zaman Cumhuriyet kurulmuş. O da Türkiye’ye dönünce, Atatürk’ün emriyle milletvekili olarak TBMM’ye davet etmişler. Mecliste tek konuşma yapıyor ve o konuşma sonrasında Meclisi terk ediyor. Konuşmasını Arapça yapıyor.“Eyyühel mebusün entum huliktum hâzâa li-yevmin.” diye başlıyor konuşması. “Ey mebuslar siz böyle bir gün için yaratıldınız, böyle bir gün için varsınız.” diye başlayan sözlerle hitap ediyor. O konuşma meclis zabıtlarında aynen yayımlanmış. Biliyorsunuz meclis zabıtları ilk meclisten itibaren on cilt hâlinde yayımlandı.
Said Nursi Nasıl Hızlı Bir Şekilde Yükseldi?
Said Nursi’nin yükselişi aslında çok hızlı. Van’dan sonra Dar’ül Hikmet’in hocası oluyor. Üst perdede bir yerde oturuyor. Bir de bu Risale-i Nur külliyatının aslı nedir? Gerçekten bire bir “Kur’ân-ı Kerim” tefsiri midir? İrani, yani İslami olmayan kaynaklar mıdır? Yüzde ne kadarı “Kur’ân-ı Kerim”dir? Diğer kaynaklardan ne kadar etkilenmiştir?
Said Nursi Doğu’da eğitim gördüğü zaman, klasik akait kitaplarını okumuş, bazı seçkin hocaların yanına da gitmiş. Mesela Said Nursi’nin yanında bulunduğu kimselerden bazıları Bitlis’teki Küfre-vi şeyhleridir. Van’daki Molla Resul’den istifade etmiş. Molla Resul ile Muhyiddin Arabî’nin “Füsus-ül Hikem”ini okurlarmış. “Fusus-ül Hikem”den dolayı münakaşa ederlermiş. Onların içinden bazı hoca efendiler “Fusus-ül Hikem”i reddederlermiş. Reddedenler arasında Said Nursi’nin kendisi de var. Yani Muhyiddin Arabî’nin bazı fikirlerini kabul etmiyorlarmış.
Nitekim Said Nursi gençlik döneminde “İşaret-ül İcaz” adlı bir eser yazmış. O “İşaret-ül İcaz”da bir nevi “Kur’ân-ı Kerim”in tefsirine bir mukaddime yapmayı düşünüyor. Bakara suresinin ilk 33 âyetini “İşaret-ül İcaz”da tefsir etmeye çalışıyor. Burada kardeşi Abdülmecit Ünlükul efendiye temas etmem gerekiyor.
İmam hatipte hocalık yapmış, mezarı üçlerde.
Ben Adana’ya öğretmen olarak gidince rahmetli Abdülmecit Efendi bana bir mektup yazdı. Mektupla birlikte bir de “Dört Mezhep” diye bir kitap yazmış. Şafii ve Hanefi mezhepleri üzerine bir ilmihal yazmış. İlmihalinden de 100 adet göndermiş. Bunları sat, parasını gönder gibi. Tabii bunu alınca Hacı Ali Kap, Durmuş Ali Kayapınar gibi hoca efendiyi tanıyan bazı arkadaşlar vardı; “Hoca efendi çok mağdurdur. Onun için mecbur kalmış bu kitapları göndermiş sana.” dediler. Ben de kitapları satamasam da satılmış gibi parasını gönderdim. Hoca efendinin bir de kızı vardı. Genç olduğum için hoca efendinin kızına talip olmak istedim. Sonra ben üniversiteye geçinceye kadar kız bir polisle evlenmiş.
Geç kalmışsınız.
Evet, geç kaldım.
Said Nursi Şii İlahiyatından Etkilendi mi?
Risalelerle ilgili iddialardan birisi Şii ilahiyat kaynaklarının Said Nursi üzerinde çok ciddi tesirinin olduğu ve Risalelerde yer yer bu etkinin görüldüğü şeklinde. Belki uzlaşma arayışı da denebilir.
Bizim oradaki medreselerde belli ölçüde Şiiliğin etkisi vardı. Hatta bu medreselerden bazı hoca efendiler Cumhuriyet’ten önce İran’a giderler bir süre eğitim görürlerdi. Mesela bizim Abdülkadir Yekkoş Efendi Urumiye’ye gitmiş, bir süre kalmış. Sonra Molla Bozo denilen bir adam vardı, o da orada eğitim görmüş. Dolayısıyla bu tür eğitim gören insanların bizim medreselerin üzerinde belli ölçüde bir etkisi vardı. Fakat sizin de dediğiniz gibi bu hadiseler Said Nursi üzerinde biraz derin etki yaratmış. İşte o etkilere binaen “Benim gönlüme doğdu, şu âyetin rakam değer 1923 ediyor, bu benim Meclise geldiğim tarihtir.” gibi Hurufiliğe, ebcet hesaplarına giren konular Said Nursi’ye Şii etkisinden geliyor diyorlar.
Hz. Ali’ye nispet edilen “Celcelutiye Kasidesi” var. Aslı esası yok. Bir defa bu kaside 6’ncı yüzyılda ortaya çıkmış. Ama Said Nursi Hz. Ali’nin kasidesi olduğunu söylüyor. Ona bir sürü atıflarda bulunuyor. Sonra Said Nursi’nin iyi okuduğu kitaplardan birisi de “El-Hikem-i Ataiyye” diye bir kitap var. Atâullah el-İskenderî’nin yazdığı, bu MEB klasikleri arasında da çıkmış bir kitaptır. “El-Hikem-i Ataiyye”yi çok iyi okumuş.
Konusu tasavvuf olan bir kitap. Said Nursi’nin galiba “Mektubat”ının içindedir. Telvihatı Tisa, Dokuz Telvih’te anlattığı tasavvufi meseleler büyük ölçüde oradan alınmadır. Bir de tasavvufa dair “Kuşeyri Risalesi”ni çok güzel okumuş. “Kuşeyri Risalesi”ni de çok iyi biliyor. Birçok bahsinde ad vermeden alıntılar yaptığı görülüyor.
Aslında Risalelerde bir tasavvuf felsefesi var.
Tabii, doğru. “Zamanımız tasavvuf zamanı değil imanı kurtarma zamanıdır.” diyerek tasavvufu bir kenara koyuyor.
Tekrar ilk Meclis’te yaptığı konuşmaya dönelim.
Meclis’te o konuşmayı yaptıktan sonra Atatürk’le görüşüyor. Atatürk kendisine “Hoca Efendi, seni Meclise bize güzel şeyler anlatasın, güzel öğütler veresin, senden istifade edelim diye çağırdık. Sen de geldin dinden diyanetten şeriattan bahsediyorsun.” diyor. Hâlbuki orada söylediği şeyler de güzel şeylerdir. Konuşmasında “Irkçılık yapmayın; ırk esasına göre menfi milliyetçilik esasına göre devlet kurmayın. Bizim Doğu insanı buna alışık değil.” diyor. Said Nursi haklı söylüyor. Ama Mustafa Kemal Atatürk de “Sen bize dinden diyanetten bahsediyorsun. Biz seni irşadınla bize yol gösteresin diye getirdik.” diyor. Bunun üzerine ayrılıp Van’a geliyor. Van’a geldiği zaman rahmetli Kuralkan abi onu karşılayanlardandır. Onun evinde misafir kalmış. Eski arkadaşlarıyla görüştükten sonra Erek Dağı’na çıkmış.
1925’te Seyh Said İsyanı sırasında, Seyh Said ona bir mektup yazıp böyle bir harekete girişeceğini söyleyip desteğini istemiş. Said Nursi de ona Tarihçe-i Hayat’ında yazdığı şekilde bir mektup yazmış. “Türkler Osmanlı’nın bakiyesidir. Türkler Osmanlı’nın neslidir. Türkler İslam’a böyle hizmet ettiler.” şeklinde yazmış. Pakistanlı Fazlurrahman, gittiği bir kongrede Osmanlılar tenkit edildiği zaman kürsüye çıkıp “Ya siz ne konuşuyorsunuz hum cündullah” diyor. Yani bunlar Allah’ın askerliğini yapmışlar, Allah’ın askeri olmuşlar Türkler. Said Nursi de buna benzer bir şeyler söylüyor. “Bunlar Cündullah idiler. Cundullah’tırlar. Ve Cundullah’ın torunlarıdır. Bunlara kılıç çekilmez.” şeklinde cevap göndermiş Seyh Said’e.
Çok politik bir cevap.
Zaten Said Nursi’yi daha sonra açılan mahkemelerden kurtaran tek şey de budur. Birçok mahkemede Said Nursi bunu gündeme getirmiş. Çünkü Said Nursi’yi mahkeme edenler ona Kürtçülük suçlaması izafe etmeye çalışmışlar. Kürtçülük iddiasıyla onu cezalandırmak istemişler. Said Nursi her defasında bu meseleyi öne sürüyor ve Kürtçü olmadığını böyle bir menfi milliyetçilik yapmadığını ifade ediyor. Bu yüzden mahkemelerden birinde hâkim beraat kararı vermiş.
Said Nursi Van’da uzun süre durunca tehlikeli olacağı düşünülmüş. Ondan sonra Kastamonu’ya sürgün etmişler. Oradan Eskişehir, Isparta, Afyon, Denizli gibi muhtelif yerlere sürgün ediliyor.
Sibirya’ya Esir Götürülen Said Nursi Balkanlardan Nasıl Geldi?
O günkü sistem hayatta kalmasını istemiş olabilir mi? Adamı Sibirya’ya sürgün ediyorlar, Balkanlardan çıkıp geliyor. Az önce de bahsi geçti, rivayetlerden birisi de Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olduğu yönünde.
Teşkilat-ı Mahsusa üyelerinden birisini ben keşfettim. Bu adam Süleyman Şükrü Bey. Süleyman Şükrü Bey de Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olarak birçok yerleri gezmiş. Kuzey Afrika’yı boydan boya gezmiş, ondan sonra İran’ı gezmiş. Sonra Türkmenistan’dan Rusya’ya geçmiş ve Petersburg’a gitmiş. Petersburg’da kitabını yayımlamış. Kalın bir kitap yayımlamış. Kitabının adı da “Seyahat-ül Kübra.”
Büyük Seyahat.
Büyük Seyahat. O seyahatnamenin bir nüshası da Yusuf Ağa Halk Kütüphanesinde var.
Osmanlıca?
Osmanlı harfleriyle evet. Ben onu incelerken dedim acaba o tarihlerde Said Nursi’yi de oralarda gördü mü? Süleyman Şükrü Bey çok uyanık ve çok bilgili bir adam. Gittiği her yerde Osmanlıcılığı ön planda tutuyor. Osmanlılığı anlatıyor. Osmanlı devlet düzeninin ne kadar makbul bir şey olduğunu anlatıyor. Birçok yerde insanları ikna ediyor. Hatta Tunus’ta, Cezayir’de Osmanlı Devleti’ne hayranlık uyandırıyor.
Said Nursi nasıl bir siyasetçi? Selanik’te yaptığı bir konuşmada II. Abdülhamid’e karşı cumhuriyetçi olduğunu söylüyor. Konuşmasında karıncaları örnek veriyor. Birinci Cihan Savaşına katılıyor. Mecliste konuşuyor.
İttihatçılarla beraber olmasının en önemli sebebi Avrupa’da gelişen o pozitif ilimleri onlardan edinmesidir. Said Nursi modern ilimleri bilmiyordu. Onlardan istifade ediyor. Avrupa’daki bilimsel gelişmeleri kavramaya çalışıyor. Mesela “Sözler”de kozmografyadan bahsediyor. Sanıyorsunuz ki Said Nursi astronomdur. Öyle bir edayla konuşuyor. O nev’iden bilgileri medreselerden edinmiş değil, İttihatçılardan öğrendiği şeylerdir.
O zaman İttihatçılara saygısı var. O dönem çok etkileniyor.
Tabii tabii hiç şüphesiz. Sonra İttihatçılığı döneminde 31 Mart Vakası meydana geliyor. O olayda görev alıyor.
II. Abdülhamid’e karşı bir hareketin içinde. II. Abdülhamid’e karşı olanların arasında Mehmet Akif, Elmalılı Hamdi Yazır gibi kişiler de var.
Mısır’da Muhammed Abduh’un en başta gelen talebelerinden biri Reşit Rıza’dır. Ezher şeyhlerinden. Reşit Rıza İttihatçı subayların Yahudi kökenli, Sabetayist olduklarını söylüyor.
Selanikli dönmeler.
Bunların Yahudi kökenli olduklarını ve Yahudiliğe hizmet ettiklerini söylüyor. Hatta Atatürk Samsun’a, Erzurum’a gittiği zaman Reşit Rıza’ya göre Osmanlı subayları Osmanlı devletini tasfiye etmeye karar veriyor. Osmanlı Devleti’ni tasfiye etmeyi planlamışlar. Buradan şu netice çıkıyor; Mustafa Kemal gidip Doğu’da asker topladı, Fransa’yı, İtalya’yı, Yunanlıları yendi. İngilizlere bir tekme vurdu. Rusları yendi. Bu adam ne biçim adamdır. Yedi düvelle savaştı. Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu.
Rahmetli Necip Fazıl da “Efendim bilmem kaç kilometre toprağı kaybetmiş, Anadolu’ya sıkışmış. Ondan sonra da ‘ben zafer kazandım’ diyor.” derdi. Bunu Reşit Rıza görmüş.
Sonradan okuduğum bazı kitaplara göre Reşit Rıza tamamen doğru söylüyor. Mesela (bugünlerde piyasada yayımlandı) Henry Peterson’un hatıratını okudum. Henry Peterson Sion Katırlarının komutanı. 750 tane katırla Çanakkale savaşlarında ikmal yapıyorlarmış. 750 tane katırı gemilerle Çanakkale’ye indirmişler. Cephelere katırlarla ikmal yapıyormuş. Henry Peterson kitabında “İsrail’in kurulması için bu tek ümittir. İsrail devletinin kurulabilmesi için herhâlde bu savaşı kazanıp Osmanlıları tasfiye etmek lazım.” diyor. Belki de Reşit Rıza onlardan öğrendi bunları.
Çünkü bir ara Mason locasına da girip çıkmış…
O Muhammed Abduh’tur. Reşit Rıza da belki bir ara hocasının yolunda olmuş olabilir. Orada bir adam daha var. Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve oğulları Mısır’dan Avrupa’ya talebe gönderiyorlarmış. Giden talebelerin başında Allame Rıfat diye birini müfettiş olarak gönderiyorlar. Fransa’da talebelerin başında müfettiş olarak bulunuyor. Batılıların siyasi entrikalarını oradan takip edebiliyor. Dolayısıyla bu adam da Reşit Rızalara bilgi aktarmış olabilir.
Bizim Anadolu gençliği bir dönem Necip Fazıl, Ömer Nasuhi Bilmen gibi kişilerden besleniyordu. Bir süre sonra gerek Pakistan’da gerek Mısır’da, Arap memleketlerinde birtakım insanlar çıktı. Bunların en önemlileri Mısır’da Seyyid Kutub, Pakistan’da Mevdudi, Muhammed Hamidullah’tır. Bunlar ortaya çıkınca bizim yerli ulema bunlara adapte olamadılar. Bunları hafzalaları almadı. Ondan sonra başladılar bunları karalamaya. Sözgelimi Necip Fazıl Muhammed Hamidullah’a “Ba’idullah” dedi. Hüseyin Hilmi Işık, Mevdudi için “Merdudi” diyordu. Seyyid Kutub’a bir şeyler söylüyordu. Yakın zamana kadar imam hatipten çıkan bazı insanlar da hazmedilmiyordu. Mesela Hayrettin Karaman. Çünkü yeni birtakım şeyler ortaya koydular.
Mezheplerin birleştirilmesi kitabını hoca tercüme etti. Türkiye’de 70’li yıllarda son derece büyük reaksiyonla karşılaştı. Hoca Konya’ya, Meram Müftülüğünün olduğu yere konferansa geldi. Adamı öldüreceklermiş. Suikast yapmak üzere birisi görevlendirilmiş. Şarteli indireceklermiş. Birine silah vermişler. Karanlıkta öldürecekmiş. Kimin vurduğu belli olmayacakmış.
Ben İstanbul’daydım o zaman. Hamidullah Hoca İstanbul’da araştırma merkezlerine gider, oralarda dersler verirdi. Ben de Kayseri Yüksek İslam Enstitüsünde müdür yardımcısıyım. Hamidullah Hoca’yı Kayseri’ye davet ettim. İki gün sonra Kayseri’ye gitmek üzere Hoca ile birlikte uçağa binip hocayı Kayseri’ye getirdik. Hocayı bir otele yerleştirdik. Ertesi gün konferans verecek. Üstadın Kayseri’ye geldiği öğrenilince hemen ilanlar yapıldı. İşte cami çevrelerinde duyuruldu. Hoca enstitünün konferans salonunda bir konferans verecek. O zaman Kayseri Müftüsü Abdullah Saraçoğlu idi. Medreselerden yetişme bir adamdır. Daha önce Bursa müftüsüydü, sonra Kayseri’ye geldi. O zat, birtakım adamları ayartmış. Muhammed Hamidullah’ı merdivenlerden inerken dövecekler. Ya bu akıl kârı mıdır?
Suçu ehl-i sünnete karşı olmak!
Allah’tan biz erken haberdar olduk. Birkaç arkadaş güvenliğini sağlayıp hocayı salondan çıkarttık. Konferansta kölelikten bahsetti. İslam’da köle hukukunu anlattı hoca. Düşünün yani onun gibi bir adamı dövmeyi… Bugün bu bağnazlık kalmadı…
Yahudilerin Cifir Hesapları İslam’a Nasıl Girdi?
Türkiye’deki klasik Müslümanlar, kendi yetişme şekillerine aykırı yeni bir fikir, yeni bir kitap gördükleri zaman derhâl fikrî sapık etiketi basarak yok etmeye çalıştılar. Bu konuda canlı bir örnek sizin Muhammed Hamidullah’ı Kayseri’ye konuşma yapmak üzere getirmeniz ve onun başına gelen olaylar. Sonra sizin Konya’da başınıza gelen olaylar var. Bir de Hayrettin Karaman Hoca’nın “Telfik-i Mezahib” isimli kitabı üzerine olan olayları zircirleme bir şekilde peş peşe sormuş olayım.
Daha önce Said Nursi’nin İslami kaidelere uymayan, İslam’la bağdaştırılamayan birtakım çalışmalarından bahsettim. Özellikle “Sikke-i Tasdik-i Gaybi” isimli bir kitap yazmış. O kitabında “Kur’ân-ı Kerim” âyetlerini, hadisleri cifir hesaplarına vurarak birtakım sonuçlara varmaya çalışıyor. ‘Nurun Ala Nur’ âyeti malum. Bu âyeti cifir hesabına vurduğumuzda Said Nursi’nin tutuklanma olayına denk gelmiş. İşte buradaki âyeti kendi tutuklanma olayına yorumluyor. Cenab-ı Allah buna işaret ediyor gibi şeyler yazmış. “Sikke-i Tasdik-i Gaybi” de yüzlerce bu türden saçmalıklar var.
Bu düşünceler Said Nursi’ye nereden geldi?
Said Nursi’yle uğraşanlar bunu bilemiyorlar. Said Nursi’nin okuduğu dönemin medreselerinde hocalar cifirle birtakım hesaplamalar yaparlardı. Şiirler yazarlardı. Şiirlerinde ebcet hesaplarıyla bir manayı ifade etmeye çalışırlardı.
Cifir denilen şey Arap harflerinin her birine bir rakam verilmesidir. Mesela Arapça’daki 29 harf birer rakamla ifade edilmiş. Bu aslında Yahudilerin icat ettiği bir şey. Hatta İskenderiyeli Yahudi Philo icat etmiştir. İskenderiyeli Philo Tevrat âyetlerinin harflerini bu rakamlarla değerlendirmiş ve buralardan birtakım manalar çıkarmış. İslam’dan sonra Müslümanlar arasında da uygulanmış. “Kur’ân-ı Kerim” âyetlerini cifir hesaplarına vurarak birtakım manalara ulaşmaya çalışmışlardır. Bu aslında İslam dünyasında bir eğlence veya bir tarihî olayı zapt etme kültürü meydana getirmiş. Mesela cami yaptırmışlar, caminin yapılış tarihini cifirle ifade etmişler. Bir beyit şiirle, bazen bir kelimeyle.
Doğu’daki hocalar da bu işle çok meşgul olurlardı. Bu işin derinlemesine ilmini yapan Bitlisli Müştak Efendi adındaki bir şairdir. Said Nursi, Müştak Efendi’den çok etkilenmiş. Çünkü Müştak Efendi birtakım sözler söylüyor ve sözlerinde gelecekle ilgili birtakım olaylara işaret ediyor.
Bu kültür Mısır’dan Mezopotamya’ya, Mezopotamya’dan İran’a, İran’dan da bize geçmiş görünüyor.
Şia’dan da bize geçti. Müştak Efendi birtakım remillerde bulunuyor. Remil, gelecekle ilgili olayları tasvir etme sanatıdır. Dolayısıyla Müştak Efendi kendi dönemiyle ilgili birtakım kehanetlerde bulunuyor. Said Nursi oralarda yetişen bir adam. O dönemde bu Müştak Efendi’nin şiirleri basılmış, matbudur.
Müştak Efendi, Said Nursi’den yaşça büyük. Sanıyorum 1890’lı yıllarda vefat etmiş bir adam. Said Nursi onun eserlerini okumak suretiyle bu mesleği edinmiş. O da öğrendiği mesleği, âyetlere, hadislere uyarlamaya başlamış.
Özellikle İsmailiye mezhebinde olanlar bunu çok kullanmışlar. Yalnız İsmailiye mezhebinde bunun kullanışının biraz farklı bir anlamı var. Çünkü İsmailiye mezhebinden olan imamlar “Kur’ân-ı Kerim”in bir zahirî manası, bir de bâtıni manası olduğunu söylüyorlar. Okumuşluğu olan herkes “Kur’ân-ı Kerim”in zahirî manasını bilir. Ama bâtıni manasını ancak imamlar bilir.
İmamlar nasıl bilir bunu?
İmamlar cifir hesabıyla biliyorlar. Dolayısıyla o âyetin manasının tefsirini ancak imamlar yapabilirler. Bu meslek aynı yollarla tasavvufa da geçmiş. Tasavvufçular da bu yolu uygulamaya başlamışlar. İşte Said Nursi bir taraftan geçmişten gelen bilgiyi, bir taraftan da sufi olan şairlerin sanatını kullanmaya başlamış.
Muhyiddin İbnü’l Arabî’’ye atfedilen bir cümle var, “Şın şına geçtiği zaman…” Bunu açıklar mısınız?
Güya Muhyiddin İbnü’l Arabî bir gün Ümeyye Camii’nin önünde bir yerde durmuş ve insanlara “Sizin Rabbiniz benim ayağımın altındadır.” demiş. Tabii Muhyiddin İbnü’l Arabî’yi tardetmişler. Yavuz Sultan Selim, Şam’a gelinceye kadar onun o sözünü anlamamışlar. Yavuz Sultan Selim Şam’a gelince güya İbnü’l Arabî’nin mezarını ziyaret etmiş. Orada bu meseleyi Yavuz Sultan Selim’e anlatmışlar. Yavuz Sultan Selim de “Ayağını nereye koydu da böyle dedi, bu adam böyle dediyse boşuna söylememiştir.” demiş. Muhyiddin Arabî’nin ayağını koyduğu yeri göstermişler. Orayı kazdırmış, altından hazine çıkmış. Oradan hazine çıkınca “Ha demek ki Muhyiddin İbnü’l Arabî onlara sizin Rabbiniz paradır. İşte para ayağımın altındadır demek istemiş.” demiş. Bunu şöyle ifade ediyorlar: “Essinu iza dehaleş şini zehra kerametil Muhyiddin.” Şin Sultan, Şin de Şam demektir. Sultan, Şam’a vardığında İbnü’l Arabî’nin kerameti ortaya çıkacaktır. İşte bu da bir remil usulüdür. Bizim Abdulkadir Yekkoş Hocaefendi de bu tür şeylerle meşgul oldu. Hatta bir beyitinde diyor ki;
“İçme Hamid’in içinin yağını,
Sonra ururlar baş u ayağını”
diyor.
Bu ne demek? Normalde bundan hiç kimse bir şey anlamaz. Şimdi bunu deşifre ettiğin zaman şöyle bir mana çıkıyor: Hamit kelimesinin içinde ne var? “M” ile “y” var. “M” ile “y”, mey eder. Yani şarap içme. İçersen ne olur? Başıyla ayağını sana vururlar diyor. “H” ile “d” de baş ile ayağıdır. Yani had demek. Şarap içersen sana had cezası uygulanır. “Başıyla ayağını sana vururlar.” diyor. İşte bakın bu da bir cifir oyunudur.
Örtülü bir şiir. Aslında bir mana ifade etmiyor. Erbabınca çözüldüğü zaman mana anlaşılıyor. Said Nursi’nin kültür temellerinden birisi bu. Aslında Şia’dan etkilenmiş ama nereden etkilendiğini aşikâr etmiyor.
Said Nursi zaten oralarda büyüdü. Doğu’daki medreselerde okudu. Rahmetli kardeşi Abdülmecit Efendi Konya’da yaşıyordu. O, kardeşinin bu tür şeylerini onaylamıyormuş. “Bunlar saçma sapan şeylerdir.” diyormuş.
İmam hatipte öğretmen olduğu, İlahiyat asıllı olduğu için biraz engel oluyordu.
Buna itiraz etmiş bunu tercüme etmek istememiş. Onun bazı eserlerini Abdulmecit Efendi tercüme edermiş. “Sikke-i Tasdiki Gaybi” adlı cifir hesabıyla uğraştığı kitabını tercüme etmemiş Abdülmecit Efendi.
Diyelim ki Said Nursi sembollerle, rumuzlarla, remillerle, işaretlerle “Kur’ân-ı Kerim” tefsiri yapıyor. Hadislere de yorumlar getiriyor. Bu özde çok ciddi manada bir çatışma yaşamadıkça, geleneksel formla bir şey yapması onun eksikliği midir?
Şöyle bir eksikliği var:
Geniş halk kitleleri bu tür şeylere çok ilgi duyarlar. İçinde esrarengiz şeyler ararlar. Böyle bir anlayış fikrî derinliği kaybettirir. Eğer insanların hepsini böyle düşünürseniz İslam’a muhatap olan herkes bu esrarengizlerin peşinden koşar. Gerçek uğraşması gereken şeyi terk eder. Nitekim tarihimizde de bu olmuş. Bunlar insanlara çok daha cazip gelmiş. Gitmişler muskacılıkla uğraşmışlar. “Kur’ân-ı Kerim”le uğraşıyoruz diye, İslam’ı öğreniyoruz diye gidip bunlarla meşgul olmuşlar. Hatta bazıları ömürlerini tamamen buna vermişler. Dolayısıyla esas ciddi meseleler üzerinde düşünülememiş.
Özalp’te Seyyidler var. Köyde otururlardı. Özalp’in merkezine taşındılar. Kendilerinin Hz. Peygamber’in soyundan geldiğine inanılır. O yörenin halkı da onların Seyyid ailesi olduğuna inanırlar.
Mesela Said Nursi’nin çokça benimsediği “Celcelutiye Kasidesi” var. Celcelutiye Kasidesi’nde Hz. Ali, Risale-i Nur’dan bahsetmiş. Celcelütiye’nin cümlelerinden, beyitlerinden bu manaları çıkarıyor. Bugün Nurcular Celcelütiye Kasidesi’nin büyük bir hazine olduğunu düşünürler. Celcelutiye’den bir mana çıkarabiliyorsa en büyük âlim işte odur.
Hâlbuki Celcelutiye denilen kaside Hicri 6. yüzyılda ortaya çıkmış bir şeydir. Hz. Ali’yle herhangi bir bağlantısı da mevcut değildir. Celcelutiye Kasidesi’ne “Uydurma” derseniz Nurcular tarafından suçlanırsınız. Suçlu, itikatsız, hatta dinsiz addedilirsiniz. Dolayısıyla Said Nursi’nin bu tür kitaplarında Celcelutiye Kasidesi’ne de atıflarda bulunulur.
Bir dönem insanlar dünyanın öküzün üstünde olduğuna inanıyorlardı. Halkımız da böyle inanıyordu. Öküz kafasını sallıyor deprem oluyor. Bu düşünce sadece metinlerde de kalmamış, halk arasında yayılmış. Anadolu insanı, Müslüman halklar böyle inanır olmuşlar. Şimdi bu bazı kelâmî kitaplara dahi girmiş. Halk için yazılan bazı kelam kitaplarına yerleşmiş. Onun için Ömer Hayyam Farsça şiirde diyor ki;
“Gavi es der asıman kı nameş Pervin.” Gökyüzünde bir tane öküz var adı da Pervin’dir. Öküz burcunun adı Pervin’dir.
“Yek gavi diğer hes der zir i zemin.” Bir başka öküz var o da yerin altında yeri taşıyor.
Bakın öküz burcuyla ilgili de halk orada hakikaten bir öküzün olduğunu düşünür. Yıldızlar kümesinin meydana getirdiği bir motifle ilgi kuramıyor. İnsanlar orada gerçek bir öküzün mevcudiyetine inanıyor.
Ondan sonra Ömer Hayyam diyor;
“Çeşm-i Xıredet ba kun-u bibin.”
Akıl gözünü aç da dikkatle bak.
“Zir u ziber-i dugav müşti xerbin.”
Bu iki öküzün arasında sürüyle eşekleri seyret.
Şimdi Ömer Hayyam da o dönemde bu düşüncelerle alay ediyor. Ömer Hayyam bu düşüncelerle alay edince de merdud bir adam olmuş, lanetlik bir adam olarak kalmış. Ömer Hayyam’ı hayırla anan bir tek adam var mı?
Yok.
Demek ki o dönemde de bu fikirler ortalıkta cevelan ediyordu. İnsanlar böyle inanıyorlardı ve Ömer Hayyam da bununla mücadele etmek zorunluluğunu hissetmişti.
21. yüzyıla geldik, hâlâ bu düşünceler mevcut. Ha Said Nursi burada güzel bir şey yapmış, insanları bir şeyden kurtarmış; sandığınız gibi öküz değil, öküzün gücünden yararlanmayı ifade ediyor bu cümle. Evet, o gericiliği ortadan kaldırmaya çalışmış. Bununla da İslam’ı savunduğunu düşünüyor. Hâlbuki ben Said Nursi’nin yerinde olsaydım “Hz. Peygamber böyle bir şey dememiş, nerede demiş? Hz. Peygamber hiçbir yerde dünya öküzün üstündedir veya balığın üstündedir demiş. Bunlar efsane, eski kitaplarda mevcut olan şeylerdir.” derdim.