Sadece Litres'te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?», sayfa 9

Yazı tipi:

Sivas Kampını Kim Kurdu?

Büyük Doğuyla alakalı değil ama Selami ismi geçtiği için soracağım, bir de 1960 sonrası Selami Bey’in babası da Sivas kampına alınanlardan biri olan Sait Çekmegil. Yaz kampları var. İzzeddin Doğan’ın babası var. Sait Çekmegil’le, Sivas kampıyla ilgili aklınızda kalan ne var?

Üstat Necip Fazıl’ın geldiği Büyük Doğudaki toplantılardan birine Selami Çekmegil’in babası Sait Çekmegil de gelmiş. Üstat sohbete Sait Çekmegil’i tanıtarak başladı. Sait Çekmegil’i şöyle tanıttı: “Malatya’da hapisteyken beni hapiste besleyen, beni himaye eden tek insan, o koca Malatya’da bir tek insan işte Sait Çekmegil.” Meğer Sait Çekmegil ona harçlık veriyor, bakım yapıyor, ona yemek, gıdalar götürüyormuş.

Sait Çekmegil’i ilk defa orada tanıdım. Sait Çekmegil’i tanıdıktan sonra, bir sene okullar açılacağı zaman Van’dan yola çıktım, mahsus Malatya’ya geldim. Malatya’ya gelmekten maksadım da Sait Çekmegil’i ziyaret etmekti. Malatya’da terzi dükkânı vardı. Terzi dükkânına geldim. Sait Çekmegil de o gün Ankara’ya gitmiş, yani Malatya’da değildi. Velhasıl görüşemedik. Ama daha sonraki yıllarda Sait abiyle birçok görüşmelerim oldu. Hem Malatya’ya gittiğim zaman görüşürdüm hem de oğlu Ankara’da olduğu için zaman zaman oğlunun yanına geldiğinde görüşürdük.

Bu 60 darbesinden sonra biliyorsunuz Doğu’da birtakım şeyhler, ağalar Sivas kampına alındılar ve Sivas kampında bunlar kurşuna dizileceklerdi.

Suçları ne hocam? Yargılama olmuş mu?

Suçları şeyh olmak. Yargılama yok.

Potansiyel tehlike. Yılanın başını küçükken ezelim.

Tabii orada olanların çoğunu tanıyorum. Bizim Van’dan Kınyas Kartal, Batman’dan Şeyh Alaaddin, Sait Çekmegil, Mehmet Kırkıncı oradaydı. Bunlar kurşuna dizileceklermiş hatta tanklar da gelmiş. Tanklarla orası bertaraf edilecekmiş. Onlardan bir tanesi Molla Halit’ti. Kampa 350 kişi filan topluyorlar. İçlerinden 57’sini kurşuna dizecekmiş.

O kampla ilgili Molla Halit şunu anlattı: Birçok arkadaşımız kurşuna dizeceklerini duyunca zikir çekmeye, ibadet yapmaya, namaz kılmaya başladılar. Hiç olmazsa iman üzerine gidelim diye birtakım faaliyetlerin içerisine girdiler. Fakat ömründe hiç namaz kılmamış bir adam olan Kınyas Kartal da secdeden başını kaldırmıyordu.

O sırada Cemal Gürsel duruma müdahale etmiş. “Biz bir 33’ler katliamı yaptık, hesabını Batı’ya veremedik. Bunun hesabını Batı’ya vermemiz hiç mümkün değildir, dolayısıyla Batı’nın baskısından kurtulmak için bu cezalandırmadan vazgeçmeliyiz.” diyor ve bunda ısrar ediyor. Dolayısıyla bu katliam projesi uygulanamadı. Sonra o katliamla ilgili bazıları hatıratlarını da yazdılar.

Nevzat Çiçek “Sivas Kampı” diye 300-400 sayfalık bir kitap hazırlamış, oradaki yaşam biçimini anlatıyor. Diyor orada birtakım adamları toplamışlardı, onlar ya şeyhti ya da aşiretleri vardı. İçimizden bazıları vardı ne şeyhti ne aşireti vardı. O da Said Çekmegil diyor. Adamın ne aşireti vardı ne şeyhti.

MİT Necip Fazıl’ı Takip Ediyor muydu?

O sırada Site yurdunda kalıyordunuz değil mi? Yurt Kurtuluş’ta mıydı?

Evet, Kurtuluş’taydı, 3 senem orada geçti. Bu arada unutmadan Üstat Necip Fazıl ile çok ilginç bir hatıram daha var, hemen ekleyeyim. Bir gün üstadın Ankara’da olduğunu öğrendik. Türk Ocağı’nda Mehmet Akif İnan’ın yanında olduğunu söylediler. Mehmet Akif İnan da o sıralarda Türk Ocağı başkanı idi. Koşa koşa Türk Ocağına gittik.

O zaman Türk Ocağı hastanenin yanındaydı değil mi? Binası Cumhuriyet dönemi mimari akımının ilk öncülerinden olan bir bina.

Evet. Orada üstadın yanına aceleyle gittik. Üstat orada bana hemen bir vazife verdi. “Git demir yollarına bana bir İstanbul’a dönüş bileti al.” dedi. Para da verdi. İyi hatırlıyorum, 50 lira olabilir. Anadolu’nun köyünden gelen bir adamım. Çıktım yola epeyce otobüs bekledim. Bindim gittim terminale. Terminalde kuyruk vardı. Beklerken epey geciktim. Bileti aldıktan sonra otobüsle dönmek için durakta epey bekledim. Türk Ocağı’na geldiğimde çok gecikmişim. Üstat beni bir haşladı, ne biçim Büyük Doğucusun, böyle tembellik mi olur, böyle iş mi olur, sana dedik yarım saatte bunu bitir gel. Ben de kendimi savunmak için “Üstat otobüs bekledim…” dedim. “Ulan ahmaklığına bir ahmaklık daha ekliyorsun, otobüsü niye bekliyorsun?” Meğer taksi tutacakmışım, taksiye atlayıp gidecekmişim.

Ona göre para vermiş o zaman.

Tabii gelirken de gene taksi tutup gelecekmişim. Ben köylü bir adamım, taksiyi ne bilirim? Neyse gecikmeyle üstada biletlerini getirdim. O gün Keçiören’de bir evde toplanılacakmış. Arkadaşlara da haber yaymış. Gittik bir yerde üstatla birlikte yemek yedik. Topluca o eve gittik. Ev muhtemelen Mustafa Arafat’ın eviydi. Büyük bir salonu vardı. Salondaki masaları, sehpaları çektik kenara; diz üstü oturduk, üstat da en baştaki koltuğa oturdu. O gün sahte kahramanlar arasında Mustafaları anlattı.

Önce Alemdar Mustafa Paşa’yı anlattı. Ondan sonra geçti Reşit Paşa’ya verdi veriştirdi. Ondan sonra bir Mustafa’dan daha bahsediyor ama hiç adını söylemiyor. Bir Mustafadır gidiyor. Bir adam da üstadın yanındaki koltukta oturuyor, konuşmasının bir yerinde dedi ki, “Üstat bu da Mustafa Kemal Atatürk’tür değil mi?” Üstat ona döndü, bağırarak “Ne münasebet!” dedi. Konuşmasına kaldığı yerden devam etti. Konuşmasını bitirdikten sonra ben gittim bir taksi çevirdim. Onlar Mehmet Akif İnan ile arka koltuğa oturdular. Ben de şoförün yanındaki koltuğa oturdum. Üstadı oteline götüreceğiz. Taksiye biner binmez Mehmet Akif’e “Benim yanıma oturan adam kimdi?”diye sordu. Mehmet Akif “Üstat hiç gözümü ısıran biri değildi. Hiç bizim topluluğumuzda, cemaatin içinde görmediğim bir adamdı”dedi. Ondan sonra bana bağırdı, “Sen tanıyor musun? Ben size demiyor muyum gözü kara olacaksınız. Etrafınızdaki insanları tanıyacaksınız. O adam MİT’çiydi, polisti. Adamı getirmişsiniz benim burnumun dibine oturtmuşsunuz. Yanında da teybi vardı. Bak ben nasıl akıllı adamım. Bu da Mustafa Kemal Atatürk deyince ben de bağırarak ne münasebet dedim. Benim sesim de onun teybine girmiştir. O teybi götürse savcının önüne koysa hiçbir şey tutturamaz.”

El Yazması Eseri İlk Nerede Gördü?

Hocam, tekrar Necati Lugal Hocanın derslerine dönebiliriz. Mevlâna’da kalmıştık.

Necati Lugal Hoca dersin birinde sırf Mevlâna’yı anlattı. Mevlâna’nın hem şairlik özelliklerini hem sanat dehasını çok güzel anlattı. Derslerin birinde Muhammed İkbal’den bahsetti. Muhammed İkbal’i o zamana kadar tanıyamamıştım. Necati Lugal Hoca Muhammed İkbal’i “20. yüzyılın Mevlâna’sı” diye tarif ederdi.

Şiir sanatında Mevlâna’yla atbaşı gittiğini anlatırdı. Meğer Muhammed İkbal ile Avrupa’dan tanışıyorlarmış. Necati Hoca 10-15 sene Almanya’da hocalık yapmış. O sıralarda Muhammed İkbal’i tanımış ve Muhammed İkbal’i çok önemle anlattı. Her dersinde bir şairi anlatıyordu. O şairin şiirlerini, sanat özelliklerini bize tanıtıyordu.

Bir defasında beni Maaarif Kütüphanesine gönderdi. Millî Kütüphaneden önce Cebeci’de Maarif Kütüphanesi vardı. Oradan Âşık Paşa’nın “Garipname”sinin mukaddimesini kopya edip getirmemi istedi. Hoca demek onun üzerinde çalışıyormuş ki…

Âşık Paşa Selçuklu dönemi tarihçisi?

Bu Âşık Paşa şair. Tarihçi olan Âşık Paşa da onun torunun torunudur. Öyle bir bağlantıları var. Bana bir adamın adını da verdi, “Ona söyle senin önüne getirir.” dedi. Ben de gittim göçmen bir adammış bu, o adamla görüştüm “Garipname”yi önüme koydu adam. Ben “Garipname”nin mukaddimesini kopya ettim.

Osmanlıca?

Osmanlıca ilk Türkçe eserlerdendir. Orada ilk defa bir el yazması eseri görmüş oldum. O zamana kadar el yazması eser nedir bilmezdim. İlk defa Necati Lugal Hoca beni oraya yönlendirmek suretiyle bir el yazması eser önüme gelmiş oldu.

Salih Özcan Kimdir?

O günkü Ankara’da tasavvuf toplulukları var mıydı? Mesela İskender Paşa Cemaatinin faaliyeti var mıydı? Ya da Erenköy Cemaati, Kadiri tarikatı var mıydı?

Ankara’da birtakım gruplar vardı ama ben o gruplara fazla aşina olmadım. Hamide Topçuoğlu diye bir hoca vardı. Babası Remzi Uz-bark Melami şeyhiydi. Celal Emrem de onun yanına gider gelirmiş. Bu Remzi Uzbark’ın Ankara’da bir çevresi vardı. Çevresinde olan adamdır. Arada bir Remzi Uzbark’ın yanına giderlermiş. İstanbul’da başka çevrenin, başka hoca efendilerin olduğunu da biliyorum fakat bu hoca efendilerle hiç temasım olmadı.

Biz arada Hacı Bayram’a giderdik. Hacı Bayram’da da bazı şahıslarla tanışma imkânım olurdu. Mesela Norşin’de Molla Halit vardı. Molla Halit’i Hacı Bayram’da, bir kitapçı dükkânında tanıdım. Onunla birlikte Mevlâna Halit’in divanıyla uzun süre meşgul olduk.

Sonra Malazgirt’li Molla Ali vardı. Bizim o bölgede Molla Ali Ozo derlerdi. Molla Ali Ozo da o sıralarda Ankara’ya gelirdi. Onunla da bir yakınlığımız oldu. Birlikte şiir okur, tahliller yapardık. Büyük Doğudan da 1965 senesinde ilgim kesildi.

Neden?

O yıllarda tercüme eserler yeni yeni yayımlanıyordu. Özellikle Seyyid Kutub’dan, Mevdudi’den tercümeler yayımlandı. O tercümeleri okuyunca Necip Fazıl benim gözümde küçüldü. Hatta bir toplantı sırasında Necip Fazıl’ın yüzüne karşı da söyledim.

Bir arkadaşımız Necip Fazıl’ı Ulus’ta Dostlar Kahvesi’nde kumar oynarken görmüş. Bana gelip “Yahu senin o reklamını yaptığın adamı Ulus’ta Dostlar Kahvesi’nde kumar oynarken gördüm.” dedi.

Bir toplantı sırasında üstada “Bir insan neyi düşünüyorsa düşüncesinin de adamı olmalı, hayatında da o düşünceyi yaşaması lazım.” dedim. Üstada İslam’ı bize anlatıyorsun, kendin gayri İslami bir yoldasın demeye çalıştım. Zeki bir insandı, hemen anladı. Bana, “Mikâil sen ne diyorsun yahu! Ben bir bokum sen o bokta biten çiçeksin.” dedi. Valla aynen bu sözü söyledi.

İşte bu diyalogdan sonra Necip Fazıl’dan koptum. Tercüme eserleri okumaya başladım. Hatta Mevdudi’nin “İnkılab-ı İslami” diye Farsça bir kitabı vardı, onu ben tercüme ettim. Nitekim 1966 senesinde (yani mezun olduğum sene) o kitabı yayımladım. Tabii bozuk bir tercümeydi. Kitap Hilal Yayınları’ndan çıktı. Hilal’de Salih Özcan vardı. Salih Özcan’ı da oraya Nihat Armağan koymuştu. Bu Urfalı Mustafa Armağan’ın akrabası.

60’ların Türkiye’sinde İslam’ı öğrenecek kaynaklar yoktu değil mi?

Evet yoktu.

Mesela meal olarak sadece Hasan Basri Çantay’ın üç ciltlik kitabı vardı. Başka da bir meal yoktu. Bir de 1970’li yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları’ndan Fikri Yavuz’un meali çıktı.

Hilal Yayınları’nın sahibi Salih Özcan Said Nursi’nin talebesidir. O dönemde bir de İhya Yayınları vardı. Bu yayınevleri hem Mısır ağırlıklı Seyyid Kutub’un eserlerini, hem Pakistan ağırlıklı Mevdudi’nin eserlerini basıyorlardı. Salih Özcan’ın o yıllarda Suudlarla da bir münasebeti vardı. Tercümeler Suud kaynaklı olabilir mi?

Salih Özcan benim gibi genç, tanınmak isteyen adamları buluyordu. Onlara birtakım eserleri tercüme ettiriyordu. Ben de o sıralarda Seyyid Kutub’dan bir-iki tane makale tercüme edip Hilal’de yayımladım. Ondan sonra Mevdudi’nin “İnkılab-ı İslami” kitabını Salih Özcan verdi bana. “Mademki Farsça da biliyorsun bunu tercüme et.” dedi. Onu tercüme ettim, hemen yayımladı. Fakat hiç kimseye bir kuruş para vermiyordu. Birçok arkadaşın kitaplarını yayımladı, para vermedi. Hepsini dolandırıyordu.

Telif ücreti yok, hepsi bana kalsın.

Evet, öyle bir siyaset izliyordu. İşte bu şekilde tercüme eserler çıkınca Necip Fazıl’la ve Büyük Doğu ile ilgim kesildi.

Salih Özcan’ı Kim Yönlendiriyordu?

Salih Özcan’ın öldüğü haberini okuyunca hakkında bir şeyler karıştırdım. Yazılan kaynaklarda bir Suudi ailesine damat olduğunu okudum. Salih Özcan, Said Nursi’nin hariciye dediği zat. Hilal Yayınları, Hilal Dergisi, Hareket Dergisi, İslam Mecmuasını çıkarmış. Hatta Arapların da bir mecmuasını Türkçe olarak neşretmiş. İhya Yayınlarını da o kurmuş. Arka planda olan bütün hadiselerde etkin olmuş bir kişi. Salih Özcan, Urfa’da Said Nursi’ye “Kur’ân-ı Kerim” okumaya gittiğinde aynı zamanda askerlik şubesi başkanı olan bir albayı üniformasıyla sık sık Said Nursi’nin yanında gördüğünü söylüyor.

80 darbesinden sonra Tevfik İleri’nin evinde bazı adamları Kenan Evren’le görüştürüyor. Kenan Evren’le de arası iyiydi.

Tayyar Altıkulaç hatıralarını yazdığı kitabında Almanya’daki 80 kadar din görevlisinin maaşlarını Suudların Rabıta teşkilatına ödettiriyor. Bunu da Salih Özcan sağladı. Faysal Finans’ın kuruluşunda da Özal’la da arası iyiydi. Bu kadar renkli kişiliği olan bir adam. Seyyid Kutub 1949 yılında Amerika’ya davet ediliyor. Salih Özcan davetle Amerika’ya gidenlerden. Amerika’nın, Sovyet Rusya’nın komünist cereyanına karşı Müslümanları bir araya getirebilme gayreti vardı. Seyyid Kutub da bundan etkilenmişti. “Yoldaki İşaretler” kitabında bahsettiği İslam’da sosyal adalet konusunu da Amerika’da ziyaretinden etkilenerek yazmıştı.

“Yoldaki İşaretler” kitabını Yaşar Tünagür tercüme etti. Kitabı Hilal Yayınları, yani Salih Özcan bastı. Bunu da o zamanki adı MAH olan MİT’teki Fuat Doğu istiyor. Bu minvalde Salih Özcan kim hocam?

Evet, Salih Özcan’la benim de ilişkilerim oldu. Onun Hilal Dergisini çıkardığı, bizim de talebe olduğumuz dönemlerde Salih abimizin yanına gider gelirdik. Dergiyi Ankara’da çıkarıyordu. Onunla yazıhanesine görüşürdük. Ben son sınıfa geldiğim sırada Farsça bildiğimi öğrenince Salih Özcan bana bir kitap verdi. Kitabı vermeden önce yanındaki çekmeceleri karıştırdı ve küçük bir kitap buldu. Mevdudi’nin “İslam İnkılabı” adlı Farsça basılmış bir kitabıydı. Farsça ismi “Bername-i İnkılabi İslami” idi. Benden kitabı tercüme etmemi istedi. Ben de son sınıftayken kitabı tecüme ettim. O zaman Nihat Armağan da onun hizmetlisiydi. Benden kitabı İstanbul’a götürüp Nihat Armağan’a vermemi istedi. Nihat Armağan kitabı basacaktı. Onun talebi üzerine İstanbul’a gittim ve çevirdiğim kitabı Nihat Armağan’a verdim, o da bastı.

Kitap “İslam İnkılabı” adı altında yayımlandı. Tabii kitap yayımlandıktan sonra bana bir tercüme hakkı ödemelerini umdum. İki defa Salih Özcan’ın yanına gittim. Parayı istedim; elli fırıldak çevirdi, para vermedi. Meğer benden başka da birilerine tercüme yaptırıyormuş, onlara da aynı şekilde para vermiyormuş.

Parası var, niye vermiyor? Aynı zamanda üstlendiği misyondan dolayı arkasında Arap sermayesi var. Paralı biri.

Elbette. Sonra Seyyid Kutub’un “Minhac-u Terbiye” diye bir kitabı var. O kitaptan bir bölümü yine ben tercüme ettim ve Hilal Dergisi’nde yayımlandı. Daha sonra o kitabın tercüme hakkını almaya çalıştım, vermedi.

Salih Özcan Ankara Sincan’da otururmuş. Bizim kayınpeder de onunla yakın komşuymuş. Biz evlenirken kayınpeder ona kızını benimle evlendirdiğini söylemiş. O süreçte kayınpeder vasıtasıyla Salih Özcan ile temasımı sürdürmek istedim. O sıralarda çok popülerdi. Bir defasında birkaç bakan yurt dışına gidiyorlarmış, o bakanların heyetine dâhil olup yurt dışına gitmek istiyor. Meğer yurt dışına çıkış yasağı varmış. Polisler havaalanında bunu tutmuşlar. Adalet Bakanı İsmail Müftüoğlu da oradaymış. Durumu ona bildirmiş. Müftüoğlu da polislere gitmiş “Onun kefili benim, onu salıverin” demiş. Salih Özcan da onlarla birlikte yurt dışına gitmiş. Ondan sonra bir yerlere gider, Türkiye’yi temsil ettiğini söylerdi.

O bakanla gittiğinde de belki İslam kongresi gibi bir toplantıya katılmıştır.

Ürdün’de İslami bir toplantı vardı. Türkiye o toplantıya özellikle delege göndermediği hâlde Salih Özcan gitmiş.

Biz bu toplantıya resmî olarak katılmıyoruz ama gayriresmî olarak siz katılın mı diyorlar?

Belki de ben öyle diyorum, MİT’çiydi. MİT onu bu tür konularda kullanmıştır. Diyeceğim şu ki Salih Özcan birçok arkadaşı kullandı. Birçok arkadaş ona tercüme yaptı ve hiçbirisine telif hakkı diye bir şey vermedi. Ondan sonra son bir marifetini öğrendim, Anayasa Mahkemesi üyelerinden Rasim Adasal’ın evine gider gelirmiş. Fakat nasıl olmuşsa Rasim Adasal’ın hanımını ayartıyor. Kadın Rasim Adasal’dan boşandı ve Salih Özcan ile evlendi.

Salih Özcan o dönemin popüler isimleri Seyid Kutup, Mevdu-di gibi yazarlarının kitaplarını Türkçe’ye tercüme edip yayınlıyor. Böyle yaparak Türkiye’ye yeni bir din anlayışı mı empoze etmeye çalışıyordu?

Az önce de ifade ettiğim gibi bu MİT’in adamıydı. Böyle birkaç adam daha vardı; ben onları takip ederdim. Onlardan birisi de Ali Genceli idi. Ali Genceli de dünyanın her tarafına giderdi. Nereden gidiyor, neyle gidiyor, nasıl gidiyor, onu hiç kimse bilmezdi. Son zamanlarında da Ali Genceli’yi Diyanet İşleri Başkanlığı raportörlüğüne tayin ettiler. Ali Genceli de çok güzel Farsça bilirdi. Genellikle Uzakdoğu’da faaliyet gösterirdi. Özellikle Malezya ve Endonezya’ya giderdi. Hayret edilecek düzeyde dil öğrenme kabiliyeti vardı. Aynı Salih Özcan gibi gayriresmî olarak bir yere gider, Türkiye’nin temsilcisiymiş gibi faaliyet gösterirdi.

MİT tarafından ayarlanan başka adamlar da vardı. Salih Özcan da bal gibi MİT’çiydi. Fakat o MİT’i iki başlı olarak kullanırdı. O hem İslami fraksiyonlar içinde, hem MİT’çiler arasında yer alırdı. İslami fraksiyonlar içinde devletin ideolojisi paralelinde faaliyet gösterirdi. Salih Özcan son derece de kabiliyetliydi. Tanıdığım birçok insan ondan övgüyle bahsederdi. Mesela Eşref Edip Bey onlardan biriydi.

Tanışır mıydınız Eşref Bey’le?

Tabii, iki defa görüşmemiz oldu. Kemal Edip Kürkçüoğlu vardı aynı zamanda. Salih Özcan’a “Sevgili oğlum Salih Özcan” derdi. Onlar Salih Özcan’ı çok desteklerlerdi.

Yeniden Millî Mücadelecileri MİT mi Örgütledi?

Salih Özcan’ın bir bakıma Türkiye ile Arap dünyası arasında bir köprü vazifesi vardı.

Son dönemde İslamcılık üzerine bir tartışma oldu; Ali Bulaç, Altan Tan gibi isimler Türk İslamcılığının ağabeyleri, liderleri konumundaki insanların devletten bağımsız olmadığını, yani bunların birçoğunu devletin yönlendirdiğini, programladığını söylediler. 80 Darbesi’nden sonra ise Özal’la birlikte farklı bir durumla karşılaştık. RABITA diye bir teşkilat çıktı ve İslamcı aydınları desteklemeye başladı. Bunun sonucunda Amerika İslam’ı denilen bir olgu çıktı karşımıza. Bu süreçte Vehhabi, selefi gruplar daha etkin hale geldiler. Onların etkinliği İran paralelinde düşünenleri rahatsız etti. Ama İran Devrimi’nin karşısında olanlar ya da Amerika’dan yana olanlar ise memnun kaldılar. Altan Tan konuyla ilgili olarak isim vermeden İslamcı aydınları eleştirdi. Abi olarak tanıdığı, lider olarak bildiği kişilerin kötü ilişkilerinin olduğunu söyledi. Buna benzer bir iddiayı da Millî Mücadele Hareketiyle ilgili olarak sosyolog Mustafa Aydın ortaya atmıştı. Bütün bunların ışığında Türkiye’deki dindarlıktan, İslamcılıktan ve İslami düşünceden sivil düşünce diye bahsedebilir miyiz diye sormak lazım?

Bir defa İslamcılık, ismini saydığınız insanların organize ettiği hareket değildir. Konuyu bir örnekle açmak isterim: Talebeliğimiz döneminde zaman zaman evlere sohbetlere giderdik. Yine sohbetlere gittiğimiz bir gün 20 arkadaşla bir eve gittik. Bunu daha önce anlatmıştım ama bu bahsi açıklamak için tekrar etmekte sakınca yok. Beraber gittiğimiz arkadaşlar Nurcuydu. Küçükesat’ta geniş bir eve gittik. Vardığımızda Aykut Edibali de oradaydı. Evin sahibi de bir binbaşıydı. Arkadaşlar Risale-i Nur okumak istediler. Aykut Edibali şiddetle muhalefet etti. Risale-i Nur’un okunmasını eleştirdi. Onun yerine “Kur’ân-ı Kerim”in okunmasını istedi. Birileri Mehmet Akif’i öne sürdüler, Mehmet Akif’e de itiraz etti. Toplantının moderatörü gibi olduğu için Aykut Edibali’ye karşı çıkılamadı. O da Hasan Basri Çantay’ın “Kur’ân-ı Kerim” mealini çıkarıp bir bölümü yüksek sesle okudu.

Bu olayı şunun için anlattım; bir subayın evini Nurculara açmış olması dikkat çekiciydi. Olacak bir şey değil. Ben o zaman o binbaşının da Aykut Edibali’nin de belli bir mihrak tarafından görevlendirilmiş olduklarını keşfettim. Gittiğimiz evde karşılaştığımız ortam bir kurguydu. Onlar kendileri açısından bir hizmet ifa ediyorlardı. Zaten bir süre sonra Aykut Edibali Yeniden Millî Mücadele Hareketi’nin kurucusu oldu. Dolayısıyla Yeniden Millî Mücadele Hareketi de MİT’ten bağımsız değildi. Aykut Edibali’yi de MİT kullanıyordu.

Konya Yüksek İslam Enstitüsü 1965-66 öğretim yılında ilk mezunlarını verdi. Öğrencilerin mezuniyeti sebebiyle bir tören düzenlendi. Törene MEB Din Eğitimi Genel Müdürü İsmet Parmaksızoğlu da geldi. Milletvekillerinden Gümüşhaneli Lütfü Doğan da katıldı.

Törende Veli Ertan müdürümüz bir konuşma yaptı. Konuşmasında Türkiye’nin yeni bir Türkiye olacağını ve şeriatın geleceğini söyledi. Şeriatın gelişinde de mezunların öncü olacaklarını belirtti. MİT’çiler haklı olarak bundan kuşkulanıyorlar ve fikirlerini tetkik etmeye başlıyorlar. Bu konuda da Yeniden Millî Mücadelecileri görevlendiriyorlar. Millî Mücadeleciler o dönemde henüz teşkilatlı değildi. Bu araştırmayı yapan da Aykut Edibali’ymiş.

Aykut Edibali, kurucusu olduğu Yeniden Millî Mücadele Hareketini Komünizmle Mücadele Derneği ile iş birliğine sokuyor.

Tahir Büyükkörükçü o zaman Yeniden Millî Mücadelecilere “Kilotları çakıllı” diye hakaretler ederdi. Fakat sistem Tahir Büyükkörükçü ile Yeniden Millî Mücadelecileri aynı safta buluşturdu. Çünkü Tahir Büyükkörükçü de Komünizmle Mücadele Derneğine üye oldu. Ondan sonra Tahir Büyükkörükçü de Yeniden Millî Mücadelecilere sıcak bakmaya başladı. Yeniden Konya’da Kapı Camii’nde Necmeddin Erişen diye Millî Mücadeleci, büyük bir hatip vardı. Necmeddin Erişen camide komünistlere atıp tutarak heyecanlı konuşmalar yapardı.

Hacı Ali Bozdan, İrfan Küçükköylü ve bir kişi daha Yeniden Millî Mücadele Hareketi’nin tarihini yazdılar.

Bunlar Mevlâna’yla ve “Mesnevi”yle mücadele ediyorlardı. Tahir Büyükkörükçü’nün Millî Mücadelecilere “Kilotları Çakıllı” diye kızmasının sebebi buydu. Ben 1968’de Konya’ya geldim. Yeniden Millî Mücadeleciler benim de “Mesnevi”ye karşı olduğumu fark ettiler. Benimle sohbet etmek istediler. Necmeddin Erişen de aralarındaydı. 10-15 kişi benim Yüksek İslam Enstitüsünde odama geldiler. Benim odam yeterli olmayınca binanın altına inip geniş bir odaya gittik. Necmettin Erişen orada Mevlâna ile mücadele etmenin gerekliliği üzerinde durdu. Ben de ona “Mevlâna ile sloganlarla mücadele edilmez. Bunun bilimsel ispatını yapalım. Eğer mücadele edilecekse bilimsel bir platforma oturtalım” dedim.

Onlar benden kendilerine Farsça dersi vermemi istediler. “Mesnevi”yi anlamak istiyorlardı. Fakat tam o sırada askere gittim. Bu sebeple Yeniden Millî Mücadelecilerle alakam kesildi.

Bunları bu şekilde devlet mi yönlendiriyordu?

Yok yok… Devlet bunlara ne yapacaklarını ince detaylara kadar söylemiyordu. Bunlar bazı şeyleri heyecanla kendilerine vazife ediniyorlardı.

Mustafa Aydın Hoca, belli bir aşamaya geldikten sonra Türkiye’nin her tarafında Yeniden Millî Mücadele Hareketi’nden bahsedildiğini söyledi. Onun anlatımına göre bunları önce MİT Müsteşarı çağırıp nasihat etmiş. “Oğlum siz memleketin evladısınız. Bu memleketin size ihtiyacı var. Her tarafta komünizm belası var. Siz bu memleketin umudusunuz.” diye pışpışlamış. Onlar da aldıkları bu gazla epey bir gitmişler. Hatta o görüşmede MİT Müsteşarı “Sizin dışarıdaki Hizb-ut Tahrircilerle, Araplarla, baldırı çıplaklarla ne işiniz var. Bak bizim bin senelik geleneğimiz var. İslam demek Türklük demek.” şeklinde nasihat etmiş. Görüşmeden birgün sonra bildiri yayımlamışlar. Bildiride “Lanet olsun kökü dışarıda olana.” sloganı kullanmışlar. Millî Mücadelecilerin o zaman çok etkin bir bildiri dağıtma ağları var. TBMM’deki bütün milletvekillerinin odalarına kadar bildirilerini her tarafa ulaştırıyorlar.

Hizb-ut Tahrir’in çalışma şekli.

Ardından Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay da bunları yemeğe davet etmiş. Aralarında Aykut Edibali, Necmeddin Erişen, İrfan Küçükköylü de var. Çankaya’da sabah kahvaltısı ya da akşam yemeğine gitmişler.

Cevdet Sunay sofrada “İslam güzel ama Türk olmadan İslam’dan bahsedemeyiz. Bizim millî geleneğimiz, millî karakterimiz var.” mahiyetli bir konuşma yapmış. Bu görüşmeden sonra Yeniden Millî Mücadele Hareketi’nin logosunu değiştirmişler. Logoya bayrak resmini koymuşlar.

Bunlar üçüncü bir kez Çankaya’ya davet edilmişler. O davette “Mustafa Kemal olmasaydı Anadolu’dan, Türk milletinin bağımsızlığından bahsedemezdik.” içerikli bir konuşma daha yapmış Cevdet Sunay.

Tabii MİT’in ve Çankaya’nın bunlarla her teması hassasiyet noktalarını değiştirmelerine sebep oluyor. MİT, Türk kimliğinin İslam kimliğinden önemli olduğunu telkin ediyor. Çankaya, Mustafa Kemal’in Türk kimliğinden daha önemli olduğunu telkin ediyor. Bunun üzerine oturup değerlendirme yapıyorlar. “Bizim çıkış amacımız şuydu, geldiğimiz nokta şu. İslam gitti, Türklük gitti, Mustafa Kemal kaldı.” diyorlar. Erdemli davranıyorlar feshetme kararı alıyorlar.

Yalnız bu Aykut Edibali’nin fikriydi.

Zaten o karara Aykut Bey uymuyor.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
Hacim:
510 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
978-605-121-894-6
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Средний рейтинг 3,3 на основе 7 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 2 на основе 1 оценок
Ses
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin, ses formatı mevcut
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Ses
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Ses
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin PDF
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 4 на основе 1 оценок