Kitabı oku: «Turfanda mı Turfa mı?», sayfa 2
Maziye Dönüş
Mansur Bey’in gözüne sabaha kadar uyku girmedi. Evet, girmeyeceği tabiiydi. O günkü duyguları o kadar çoktu ki, hiçbiri hakkında, o esnada bir hüküm vermek için meydan bulamamıştı. Hatta bundan dolayı kendisine bir nevi şaşkınlık gelmiş ve bazı yerlerde, sanki yabancı turistlerden ziyade kayıtsız gibi görünmüştü.
Şimdi o duyguların sebeplerini birer birer hatırlamak lazımdı. Her biri hakkında enine boyuna zihnini yormakla lezzet almak gerekiyordu.
Aklının ve fikrinin o gecelik vazifesi yalnız bu kadar olsa yine zararı yoktu. Ah, daha nice büyük işler vardı ki onları da birer kere gözden geçirmek icap ediyordu.
Çünkü “dün” ile “yarın” arasında çok büyük fark olacaktı.
Çocukluk çağına veda etmek üzere bulunuyordu. Yarın başka bir âlemin kapısından içeriye girmiş, din ve devlet hizmeti meydanına kendisini atmış olacaktı.
Ayakta yürümeye güç kazandığı günden itibaren ebedî istirahat gününe kadar vakıa insanoğlu için vazifeden uzak bir gün bulunmaz. Fakat Mansur Bey’in yarından itibaren yükleneceği vazife dünkü vazifesine katiyen benzemeyecekti.
Ömrünün büyük bir inkılabında bulunuyordu. Mektep çocuğu, cemiyete, onun bir ferdi sıfatıyla girmek üzere kapıya kadar gelmişti.
Bu hâlde bir kere geriye dönmek, maziyi bir daha gözden geçirmek, hesapta bir noksan varsa tamamlamak, başka bir mesuliyet ve vazifeler âlemine geçmekte bulunan varlığı temize çıktığına inanmış bir vicdan ile kuvvetlendirmek tabii idi.
Zihni evvela hayatının başlangıcına, ana vatanı bulunan Cezayir çöllerine kadar uzandı. Fransız istilasının kendi ailesinin başına getirdiği felaketi düşündü.
Mala, mülke, paraya, büyücek bir mevki ve itibara, hatta yerliden, yabancıdan bir çeşit tebaaya bile sahip köklü bir sülale mahvolmuş, ocak sönmüş, aile fertlerinden kimi vatanı korumak için şehadet şerbetini içmiş, kimi esir olarak düşman elinde kalmış, kimi de başka diyara göç etmişti. “İbni Galib” namıyla ün salmış olan ecdadı Büyük Sahra’ya yakın bir bölgede kurdukları beyliği, iki asırdan ziyade etrafın taarruzlarından koruyabilmişlerdir. Fransızların ilk tecavüzleri, kendi menfaatlerine doğrudan doğruya dokunmamışken, “İbni Galib”ler, komşularını birlik ve ittifaka davet ederek ve kendilerini herkes için örnek göstererek vatanı korumak uğrunda hayatlarını feda etmişlerdi. Kahramanlık ve vatanseverlikleri Cezayir halkı arasında saygı uyandırmış, Fransızların ise aksine hırs ve düşmanlığına sebep olduğu gibi, şöhretleri Cezayir sınırları içinde kalmayıp daha da uzaklara yayılmış, hayranlıkla bahsedilir olmuştu.
İstiladan sonra Fransa hükûmeti bu kahraman aile fertlerinin gönüllerini kazanmak için birçok yaranma göstermişken az bir şeye muvaffak olmuştu.
Mansur Bey’in babası Ebulmansur, güney diyarına sığınarak, teşebbüs ve gayretiyle toplanan millî kuvvetlerin başına geçmiş ve hücumlarıyla Fransız tümenlerini birçok rahatsız etmişti. Bu gibi hücumların birinde Ebulmansur şehit olduğu vakit Mansur Bey üç yaşını henüz doldurmamıştı. Başka kardeşi de yoktu. Bunun için, zaten Çerkez cariyesi olan annesi ciğerparesini dünyasına bedel tutardı.
İbni Galibler, Araplaşmış Türk ve Osmanlı asıllıydılar. On yedinci asırda Cezayir valisi bulunan Abdullah Paşa, emektarlarından Kütahyalı Ahmed Ağa’yı, hizmetine mükâfat olarak Güney sınır bölgesine tayin etmişti. O vakit hemen hemen devamlı olan Avrupa savaşları, Cezayir ile haberleşme ve mektuplaşmayı zorlaştırdığı için çocukken Macaristan’dan esir olarak gelip Müslüman olan Abdullah Paşa, böyle bir fırsattan istifadeyle o zaman henüz kapanmamış bulunan o kötü zorbalık yoluna sapmıştı. Ahmed Ağa o vakit efendisini terk ile sözde devlet adına olarak idaresi altına verilen bölgeleri kendi başına idare etmeye başlamıştı.
Ahmed Ağa’ya “mütegallib” (zorba) dedikleri gibi evlatlarına “İbni Mütegallib” (zorba oğulları) demişlerdi. Lakin bu lakaptan hoşlanmadıkları için onu “İbni Galib”e değiştirmeye muvaffak olmuşlardı.
Mansur Bey’in dedesi bulunan İbni Galib’in dört oğlundan Ebulmansur üçüncüsüydü. Mansur Bey’in en küçük amcası Mehmed el-Muzaffer de iki sene sonra babası gibi şehit olmuştu. Onun neslinden de, Mansur Bey’den bir sene sonra doğmuş Zehra adında bir kızdan başka kimse kalmamıştı.
Meşhur âlimlerden bulunan ikinci amcası Şeyh Salih el-Magribî, istilanın ilk zamanında Cezayir’i terk ederek ailesiyle beraber Hilafet merkezine sığınmıştı.
Yalnız büyük amcası Ahmed el-Nasır, elden kaçırdığı beyliği geri almak hırsıyla bir türlü memleketi terk etmek istememiş ve ilk mağlubiyetin ertesinden itibaren Fransızlara yaranmak yoluna sapmıştı. Bundan dolayı Fransızların itimatlarını kazanmış ve servet ve mevkice yükselerek Cezayir şehrinin içine yerleşmişti. Saray gibi konağı ve debdebesi dikkatleri çekiyordu. Fakat bu parlak yüzün bir astarı vardı ki oldukça çirkindi ve ailenin diğer fertlerininkinden kalınca olduğu bir yığın tecrübeyle anlaşılmış olan vicdan zarını bile arada sırada sarstığı olurdu. O da, Fransızlara samimiyet ve alçak gönüllülük göstermesinden dolayı akrabasıyla din kardeşlerinin kendisinden nefret etmeleri hususuydu. Hatta bazı tabir meraklıları, Ahmed el-Nasır yerine “Ahmed-el Nasranî” lakabını işittirmeye çalışırlardı.
Sülalenin diğer emektarları gibi Mansur ile Zehra da anneleriyle beraber Ahmed el-Nasır’ın evine sığınmışlardı. Çünkü Fransızlar memleketlerindeki mallarına el koymuşlar, evlerini yakmışlardı. Buna karşılık, Ahmed el-Nasır’ın aracılığıyla Fransa hazinesinden geçinmelerine fazlasıyla yeten maaşlar bağlanmıştı.
Ahmed el-Nasır tek koruyucuları bulunmak iddiasıyla onları evine aldığı gibi, maaşlarını da kendi maaşıyla beraber alır ve sarf ederdi.
Konağına gelen giden çok bulunurdu. Bilhassa Fransız subaylarıyla madamları eksik olmazdı. Ahmed el-Nasır da madamlarla görüşmeye pek arzulu bulunduğundan biraz Fransızca ile kâğıt oyunlarını öğrenmişti. Bunun için selamlık salonunda piyano sesiyle eğlence gürültüsü, yanı başındaki küçük odada da oyuncularla çevrili kumar masası eksik olmazdı.
Bundan dolayı Ahmed el-Nasır tabii olarak gelen gidenle görüşecek olan üç çocuğuyla onlardan ayıramadığını göstermekten zevk duyduğu Mansur ile Zehra’yı şanına göre yetiştirmek lüzumunu hissederek bir Arapça hocasından başka bir matmazel ile bir mösyö daha tutmuştu. Bu suretle konağın bir köşesinde sanki beş kişilik bir mektep sınıfı açılmış bulunuyordu.
Mansur o vakit yedi, Zehra da altı yaşlarındaydılar.
Ahmed el-Nasır’ın dokuz yaşında olan oğlu ile yedi ve altı yaşlarında bulunan iki kızı yaradılıştan sevimli çocuklardı. Olmasalar bile “efendizade” olmak dolayısıyla tabii sevilecek, hürmet edilecek, huysuzluklarına varıncaya kadar her şeylerine katlanılacaktı.
Zaten her vakit yanlarında bulunan matmazel de bunu icap ettirecek derecede “vazifeşinas”tı.
Bunun için üç kişiden fazla olan bir çocuk topluluğunda yer etmesi tabii olan hücum ve alaylara zavallı Zehra hedef olmuştu.
Önceleri Mansur’u sarakaya almak istemişlerdi. İlk bakışta ondan uygunu da yoktu. Çünkü tabiatındaki durgunluk ile büyük adamda olsa ciddiliğe verilecek ağırlık, buna güzel bir zemin olabilirdi. Fakat Mansur’dan gördükleri bir iki şiddetli karşılık arkadaşlarının bu husustaki heveslerinden bir eser bırakmamıştı.
Zehra alaya layık mıydı?
Belki. Hırçın, yaramazdı. Üstünü, başını iki saat olsun temiz görmek kabil değildi. Sınıfta oturur fakat aklı fikri tavuklarıyla kuzularındaydı.
Ders bittiğinde Mansur ile Zehra matmazelden ayrılıp kendi bölüklerine gitmeye izinliydiler. Mansur bazen bundan faydalanarak gidip annesini kucaklar, öper, bazen de odalarda, sofalarda kendi kendine gezinirdi.
Zehra ise hemen sevgililerinin kümeslerine, ahırlarına kadar koşardı. Dönüşte seyahatinin izleri ellerinde, eteklerinde belli olduğu için, hoca gelinceye kadar arkadaşlarının hep birden şiddetli hücumuna uğrardı. Bazen gözlerinden akan yaşlarla karşı koymaya ve kendini korumaya mecbur olduğu bile görülürdü. Fakat Arapça devam eden bu savaştan habersiz bulunan matmazel, gözyaşları gibi uygunsuzluk alametlerini görünce müdahaleye lüzum görerek Zehra’yı derhâl sorguya çekmekte kusur etmezdi. Fakat Zehra bir defa olsun bunun sebeplerini açıklayarak kendisine saldıranların cezalandırılmasını beklememişti.
Zehra hücumlara karşı kendini korumaya çalışırdı.
“Ders bittikten sonra kuzularıma ot, tavuklarıma yem veriyorsam dersi sizden iyi ezberlemekten geri kalmıyorum ya! Biçare hayvanları açlıktan öldürmeli mi?” derdi.
Hakikaten ders hususunda Zehra gittikçe açılarak dille tecavüzlerde şimdiye kadar tarafsız kalmış bulunan Mansur’u bile kızdırmaya başlamıştı.
Mansur küçüklüğünden beri biraz kibre, bencilliğe meyilli olduğunu göstermekteydi. Yaradılıştan kalbi pek merhametli, yumuşak idiyse de, Çerkez dağlarında doğmuş, İstanbul’da büyücek bir ailede büyümüş, en sonra Ebulmansur gibi kahramanlığına mağrur bir yiğide eş olmuş olan annesinin üzerindeki tesiriyle, Mansur’un ahlakında bazı uygunsuzluklar görülüyordu.
Çünkü annesi, Mansur’un yaşına ve mevkisine bakmaksızın, babasının amcasından nefret etmiş olduğu, amcası yanlarına almışsa merhametinden almayıp tahsis olunan maaştan istifade ve miras payını kendi üzerine geçirmek için aldığı, kendileri için İstanbul’daki amcaları Şeyh Salih Efendi’nin yanına gitmek daha uygun olacağı vesaire hakkında birçok söz söylerdi.
Bu sözlerin içinde doğru olanı da olmayanı da vardı. Fakat en doğrusu, annesinin alıştığı İstanbul’a, her ne olursa olsun gitmek arzusunda bulunduğu noktasıydı.
Evet, Mansur’un annesi İstanbul’u arzu ederdi. Türkçeyi güzel konuşup okurdu. Hâlbuki Arapça’da henüz serbest lakırtı etmeyi bile öğrenememişti. Bu sebepten olarak Mansur beşikten beri annesiyle Türkçe konuşarak doğru Türkçeyi öğrenmişti. Altı yaşındayken yine o sayede Türkçe okumaya muvaffak olmuştu.
Mansur annesinden almakta olduğu Türkçe derslerden bir zarara uğramamıştı. Fakat öbür derslerden ettiği zarar dikkatli bir göz için gizli değildi. Mansur, amcasının üç çocuğunu da sevmezdi. Bunu anlayan mürebbiler, bilhassa matmazel, karşılık olarak, Mansur’a düşmanca davranıyor, onu her vesileyle azarlıyordu. Kibirli Mansur, kendisini savunma çaresini, sabır ve tahammül etmek ve vazifesine sarılmak suretiyle bulmuştu.
Bir gün Mansur, matmazelden nankörlük manasını verdiği “inrat”
azarını işitmişti. Akşam annesine söyleyince, annesi coşarak ağzını birçok bozmuştu. Bu hâl çocukta büyük bir tesir bırakmış, annesinin bu coşkunluğuna esasen üzüldüğü gibi, bazı hakaretli sözlerinden de hiç hoşlanmamıştı. Amcasının o kadar tahkire uğratılmasından dolayı damarlarındaki “İbni Galib”ler kanı biraz kabarmıştı. Bundan dolayı annesine gücenmediyse de, bir daha ağzını açıp sınıfta olan bitenler hakkında bir harf söylememeye karar vermişti.
Bu hâller Mansur’u Zehra hakkında teveccühe sevk etmişti. Fakat Mansur bu teveccüh ve yakınlığa iki eşit kuvvetin ittifakı, karşılıklı şartlara dayanan bir mukavele gözüyle bakmaya tenezzül etmiyordu. Tam tersine, küçücük kafasında, kadın kısmı hakkında verilen ehemmiyet pek az olduğundan Zehra’yı “himayesi altına almak” suretiyle teveccühünü göstermek istemişti.
Zehra “himayesine sığınma”ya pek de hevesli olmadığını göstermiş, bir gün vaki olan bir söz dalaşması üzerine Mansur, Zehra’yı derhâl müdafaa etmeye hazırlanırken:
“Ben senin yardımına muhtaç değilim. Sermayen varsa kendini müdafaa için saklayıver.” gibi bir set önünde durakalmıştı. Bununla beraber iki yetim ders odasında yan yana otururlar ve birbirlerinin hak ve haysiyetlerine tecavüz etmezlerdi.
Fakat tahsildeki başarısını uğradığı azarlanmalara karşı zırh gibi kullanmaya karar veren Zehra, derslerde tam not almaya başlayınca ve hele sevmedikleri Mansur’un ehemmiyetsiz bir hatasını bahane eden mürebbiler tarafından Zehra bir defa sınıf başı ilan edilince Mansur’un kibir ve vakarı coşmuştu.
“Vay! Şu pis çoban kız derste beni geçsin.”
Zehra’nın sınıf başılığı müddeti olan birinci ay içinde Mansur, bir gün olsun akşamdan zihni öfkeli duygulardan uzak olarak rahat uykusunu uyuyamamıştı.
Ertesi ay da aynı dereceyi tutturduklarından yine Zehra sınıf başı olarak kalmıştı!
Hasılı Mansur, sınıf başılığını elde edinceye kadar az kaldı kendini yiyecekti. Mürebbiler mahsus Zehra hakkında müsamaha gösteriyorlardı. Lakin Mansur’un rengini ve adamakıllı zayıfladığını görünce vicdanları artık garaz etmeye razı olamamıştı.
Daha çok defalar Zehra bütün derslerden tam not almışsa da, bundan sonra Mansur da hiçbir dersten kırık bir not almayarak sınıf başlığını sonuna kadar muhafaza etmişti.
Bu rekabet, kalplerinde kıskançlık yaratmaktan uzak kalmamış, kıskançlığın belirtileri bile defalarca meydana çıkmıştı.
Mansur ile Zehra yan yana otururlardı. Zehra bir gün elini Mansur’un önündeki kitaba uzatmıştı. Mansur eline vururcasına bir hızla kitabını çekmişti.
Zehra:
“Sanki yiyeceğim diye mi korktun?”
Mansur:
“Kitabı yiyip yemeyeceğini bilemem. Pis ellerinden kitabım kirlenmesin” diye alıyorum.
Arkadaşları gülüştüler. Zehra sesini çıkarmadı.
Birkaç gün sonra Mansur, biraz yalanca oturmuş olan Zehra’yı itti.
Mansur:
“Biraz öteye git!”
Zehra:
“Yakında oturup seni ezecek değilim ya!”
“Ezmeyeceksin ama ahırda sürüklediğin pis eteklerini sürüyorsun.”
“Eteklerimi ahırda sürüklemedim. Entarim yepyenidir. Daha bugün giydim. Mendil vereyim de çapaklarını iyi sil.”
“Mendil senin olsun. Gözümü silmek değil, onun elime süründüğünü istemem.”
“Keyfine! Kör gibi temiz ile kirliyi fark etmeyerek âleme maskara olup gidersin.”
“Entarin temizse başındaki kirli saçlarından dökülen bitleri ne yapalım? Bitlenmeye arzum yoktur. Onun için git öteye diyorum. Yoksa…”
“Ey, yoksa?”
Çocukların kahkahaları münakaşalarına nihayet vermişti. Yoksa iş fenaya varmak üzereydi.
Zehra hiddetinden kıpkırmızı oldu. Maviye yakın irice ela gözleri bir kere parladıktan sonra nemlendi.
Zira Zehra’nın kömür gibi siyah saçları her vakit alay ve sataşmalara hedef olagelmişti. Bu saçları için annesinden de daima azar işitirdi. Çünkü Zehra’nın örüp toplu tutmak gibi bir külfete katlandığı yoktu. Saçı vakit ve zamanıyla yıkanır, temiz tutulurdu. Bunun için Mansur bile bile iftira ediyordu. Fakat saçak gibi daimi surette dökülmüş bulunduğundan, bazen pilici sevmek üzere eğildiği vakit uzunluğu dolayısıyla yerde sürünmesinden, süprüntülerin ilişip yukarı kata çıkarıldığı olurdu.
Bundan sonra Zehra’nın saçlarını annesiyle dadısından başka bir kimse çözük görmedi. Lakin saçı güzelce örülmüş bir hâlde sınıfa gelen Zehra, yine saçı bahanesiyle arkadaşlarının alayına hedef olmuştu.
Zehra’nın artık tahammülü kalmamıştı. Derse devam edemeyeceğini önce annesine, sonra amcasına kesinlikle bildirmiş, sebeplerini söylememiş fakat gerek ricaların, gerek tehditlerin zerre kadar tesiri görülememişti.
Bu suretle üç sene kadar beraber okumuş olan çocuklar ayrılmışlardı. Çünkü her nedense bu işten pişman olan Mansur da, Zehra’nın dersi terk etmesinden birkaç ay sonra tahsile devam etmek üzere amcasından müsaade alarak Fransa’ya gitmişti.
***
Bugün Beyoğlu Lokantası’nda oturmuş bulunan Mansur Bey, işte bu çocukluk âlemini, en ufak teferruatına varıncaya kadar düşünce süzgecinden geçirdi. Sonunda:
“İsmail Bey geçen sene yazdığı mektupta Zehra’nın da İstanbul’da olduğunu bildirmişti. Bir daha bir şey yazmadı. Acaba hâlâ İstanbul’da mı?” dedi.
Sonra da:
“Acaba hâlâ öyle hırçın, huysuz mudur? Çocukluk hâliyle tahsiline mâni olduğum içim kendimi bir türlü affedemiyorum.”
Zehra bir daha Mansur’un düşüncelerinde yer etmedi.
Şimdi, Fransa’ya gitmezden önce, Cezayir’de amcası Ahmed el-Nasır’ın konağında İstanbul’dan alınan mektubun okunuşunu hatırlıyordu.
Ahmet el-Nasır, konağında, harem dairesinde bulunan kadınların kendisinden kaçmasını istemezdi. Bunun için kardeşlerinin hanımları da şeriata uygun şekilde örtünerek umumi eğlence ve sohbetlere karışırlardı. Böyle bir sohbet esnasındaydı ki, bir gece, Ahmed el-Nasır, İstanbul’daki kardeşi Şeyh Salih Efendi’den henüz aldığı mektubu her nasılsa herkesin önünde okumuştu.
Mektup, Ahmed el-Nasır için İstanbul’a göç etmek lüzumundan bahsediyordu. Yüce hilafet merkezinde din kardeşleri içinde, Allah katında makbul, övünülecek bir hizmetle ömür geçirmek mümkünken, din ve vatan düşmanları içinde yaşamanın mahzurlu olduğu sağlam delillerle ifade ediliyordu. Ahmed el-Nasır’ın Fransa’dan almakta olduğu maaşa esasen ihtiyacı olmadığı, olsa bile o maaşa karşılık Osmanlı devlet hazinesinden maaş tahsis ettirileceği, ayrıca zaten Fransa’nın maaşı kesmeyeceği vesaire hakkında dokunaklı tavsiyeler yazılıydı.
Ahmed el-Nasır bunları hem okur hem de tenkit etmekten geri durmazdı.
Bu tenkitler esnasında, dizine dayanmış olduğu annesinin başından ensesine doğru düşen bir damla su, Mansur’u başını kaldırmaya mecbur etmişti. Mansur büyük bir hayretle annesinin gözlerinde yaş görmüş fakat ufak bir işareti üzerine susmuştu.
Bu durum, geceleyin odalarında annesiyle oğlu arasında bir saat kadar süren bir konuşmaya sebep olmuştu. Mansur bu konuşmadan, Ahmed el-Nasır’ın dindaşlarının gözünde ne kadar itibardan düştüğünü, bundan dolayı mustarip olan Şeyh Salih Efendi’nin, ailenin şöhretini muhafaza etmek için Ahmed’i Cezayir’den kaldırmak istediğini, babası sağ olaydı mutlaka Şeyh Salih Efendi gibi hareket etmiş olacağını, fazla olarak bütün Müslümanların vatanın, yüce hilafet, din ve devlet hizmetinin ne demek olduğunu biraz zihnine yerleştirmişti.
Zaten Mansur, henüz dokuzuna basmışken annesinin ahlarından dolayı daha ne olduğunu tahmin etmeden “İstanbul”a hususi bir muhabbet peyda etmişti. Bu vaka ise o muhabbetin, kalbinde daha ciddi surette yer etmesine sebep olmuştu.
Mansur beraberce İstanbul’a bir gün evvel gitmeye hazır bulunduğunu annesine söylemiş, buna mükâfat olarak annesi de Mansur’un alnı üzerine bir şükran ve iftihar öpücüğü kondurmuştu.
Fakat biçare kadına, İstanbul’u tekrar görmek nasip olmamıştı. Bir hayli müddet Ahmed el-Nasır’a bu hususta istirhamlar etmişken, ondan bir fayda görmeyince kendisinin aldırılmasını yalvararak Şeyh Salih Efendi’ye mektup yazmıştı. Lakin mektubun tesiri görülmezden evvel sıtmadan vefat ederek Mansur’u büsbütün öksüz bırakmıştı.
Annesinin vefatından daha önce, Mansur İstanbul’a göç etmek üzere küçücük zihninde kesin karara varmıştı. Hatta bir akşam amcasının devamlı misafirleri arasında kendisinin en ziyade alışmış olduğu bir yüzbaşı, tahsildeki başarısını kutlayarak, bu yolda devamla Fransa üniversitelerinde tahsilini tamamlayacak olursa, adam olacağını söylediği sırada Mansur düşünmeksizin:
“Ben Fransa’yı istemem. Ben İstanbul’a gideceğim!” demekten kendini alamamıştı.
Yüzbaşı:
“O! Baksanıza! Şimdiden bu kadar taassup ha! (gülerek) Sen bu taassupla kalırsan, demek baban gibi sen de bir gün başımıza bela kesileceksin.”
Ahmed el-Nasır:
“(benzi atmış bir hâlde) Genç asker, siz de çocuğun lafına mı ehemmiyet veriyorsunuz? Bunlar hep annesi bulunan cahil Çerkez’in budalalığı eseridir. Biraz büyüyüp aklı başına gelirse, bu gibi budalalıklara kafada yer kalmayacağı aşikârdır.”
Mansur, böyle bir topluluk içinde annesinin aleyhinde söylenilen bu sözlerden dolayı hırslanıp, onu şiddetle müdafaa etmeye hazırlanmışken, yüzbaşının cevapta acele etmesi yüzünden meydan bulamamıştı.
Yüzbaşı:
“Ben ehemmiyet verdiğimden değil, “küçük beyefendi” benim hoşuma gidiyor da onun için konuşmaya davet etmek istiyorum. (Mansur’a dönerek) Oğlum! İstanbul’a değil, Amerika savanalarına gidecek olsan, yine kültürsüz bir iş göremezsin. Zamanımız maarif zamanıdır. Kültürsüzler için kuru ekmek bile güç bulunacaktır. Sen bir kere tahsilini bitir, adam ol. O vakit dünyanın her bir kapısı senin için açık olur. İşte o vakit İstanbul’da da aç kalmazsın.”
Konuşma burada kesilmişti.
Gece saat bir sularında yatağa girmek üzere bulunan Mansur, amcası tarafından çağrılmış, ağırca azarlanmıştı. Mansur azarlanma altında ezilmeyip:
“Amcacığım! Annem de İstanbul’a gidecek ben de gideceğim. Başka bir yere değil, Salih amcamıza gideceğiz.” demeye cesaret etmişti.
Ahmed el-Nasır:
“(yeniden hiddetlenerek) Bir yere gideceğiniz yoktur! Fransa hükûmetinden tahsis olunmuş az bir maaştan başka geçinecek bir şeye malik değilsiniz. Amcan da hayvanca paralarını boş davalara sarf ederek kendi çocuklarını bile güç hâlle besleyebiliyor. Siz bir kere İstanbul’a kaçacak olursanız ben de size karşı ufacık bir yardımda bile bulunamam. Başımdan korkarım. Bunun için böyle saçma, zararlı düşüncelerden hem sen vazgeçeceksin hem anneni vazgeçireceksin. Bir daha bu yolda bir söz işitmeyeceğim. Hele topluluk içinde söz söylerken dikkatli bulunacaksın. Anladın mı?”
Mansur yalnız dilini sıkıca tutmak lüzumunu anlayabilmişti. Lakin fikrini İstanbul’u düşünmekten, hayalini tatlı kuruntulara koyulmaktan kim ve nasıl men edebilecekti?
Ya amcamın dediği doğru ise?
Ya Salih amcamız yüzümüze bakmaz da sokak ortasında kalırsak?
Kendi ne ise, ya annesi? Mansur buna razı olamıyordu.
“Yüzbaşı, tahsil eden aç kalmaz.” dedi. “Tahsilimi bitirdikten sonra annemi alıp gidiveririm.” diyerek kendini teselli etmişti.
Birkaç gün sonra aynı subaya rastgelen Mansur, doğruca gidip kaç senede tahsilini tamamlayabileceğini sormuştu. Yüzbaşı da birçok boş şakadan sonra iyice çalıştığı takdirde yedi sene lise, üç sene de üniversite olmak üzere on sene zarfında tahsilini tamamlayacağını söylemişti.
Yüzbaşıdan ayrıldıktan sonra Mansur:
“On sene daha okumak! Ah ne kadar çoktur! Annem o vakte kadar beni bekleyecek mi?” diyerek ümitsizce hayıflanmıştı.
Biçarenin annesi on sene daha beklemedikten başka, hatta bir ay olsun kendisini bekleyemeyip kara toprak altına girmiş, kendisini kimsesiz bırakmıştı.
Mansur Bey akan gözyaşlarını silmek için yattığı yerden eliyle mendilini aradı. Karanlıkta mendili bulamayınca karyoladan kalkıp bir mum yaktı.
Artık tekrar yatağa girmedi. Odada gezinerek yine hayalinde hayat macerasını takip etmeye devam etti.
Annesinin vefatından sonra artık amcasının evinde duramaz olmuştu. Amcasından gördüğü azarlama kafasında büyük bir yer tutmuş olduğundan İstanbul’u ağzına almaya cesaret edememişti. Tahsil bahanesiyle Fransa’ya gitmek, orada ne vakit fırsat bulursa İstanbul’a göç etmek üzere zihninde karar vererek Fransa okullarına girmek için yüzbaşı vasıtasıyla amcasından müsaade istemişti. Amcası da, derste kendi çocuklarını geçmiş olmasından zaten mustarip bulunduğu için pek de itiraz etmemişti.
Yüzbaşının uygun görmesiyle devlet okuluna girmezden evvel Marsilya’da bulunan tanınmış hususi bir pansiyona verilmişti. Kendisine akran yirmi beş çocukla beraber Mansur bu pansiyonda altı sene oturmuş, kendisini adamlar sırasına koyacak bir kültür kıyafetini giyinmişti.
İstanbul’a kaçmak için fırsat gözeten Mansur, tahsilde ilerledikçe kültürün değerini takdir ederek tamamlamaya karar vermişti.
Pek çok çalışırdı. Fakat asıl vazifesi olan derslere günde iki saatten ziyade vakit ayırmazdı.
Yaşı ilerledikçe kitap okumaya merakı derecesiz artmıştı. Bütün geçinme masrafları pansiyona verilen ücret dahilinde bulunduğu için amcasından her ay gelmekte olan on Napolyon altınını hemen hemen kitap satın almaya verirdi. Başka bir merakı, başka bir eğlencesi yoktu. Yalnız gazete okumak merakı pek şiddetli idiyse de pansiyona gazetenin sokulması yasak olduğu için vakit bulamazdı.
Pazar günleri gezmek için verilen altı saatlik izin müddetini tamamen kıraathanede gazeteleri okumakla geçirirdi. Kıraathaneci Mansur Bey’i öğrenmiş olduğundan bir haftalık “Debats” ile “Independance Belge”i istenmeden hemen önüne koyardı. Hatta Mansur’un parasıyla bir aralık “Ruznâme-i Cerîde-i Havadis”e bile abone olmuştu.
Mansur bunları okur, Memalik-i Şâhâne (Osmanlı İmparatorluğu) ile diğer İslam ülkelerinden bahseden yazıları gayet dikkatle tekrar gözden geçirirdi. Bazen parasını verip gazete nüshalarından birini, ikisini alır ve kendisince lüzumlu olan yanların bulunduğu sütunları kesip cebinde saklardı.
Geceleri herkes yattıktan sonra Mansur, kesilmiş yazıları sandığından çıkarıp tekrar gözden geçirir, bazen birtakım işaretlerle düşüncelerini sayfa kenarına not ederdi.
Birçok müddet pansiyonun müdür ve muavinleriyle ziyadesiyle hoş geçinerek kendisini sevdirmişti.
Sınıfın birincisiydi. Uslu, edepli, davranışlarında nazikti. Daha ne ister?
Fakat bir iki vaka itibarını düşürmemekle beraber sevgi yerine, saygıyla karışık bir çekinme hasıl etmişti.
Önce bir mum meselesi müdür ile arasında soğukluk doğmasına sebep olmuştu. Müslümanlığına, beyzadeliğine saygı duyularak kendisine ayrıca oda verilmişti. Okumaya dalan Mansur, bazen sabahlara kadar yatağa girmezdi. Arkadaşlarının odalarından sabahları mumlar hemen bütün olarak çıktığı hâlde, Mansur Bey’in mumları hemen hemen bitmiş bulunurdu. Okul müdürü bundan hoşlanmayıp okulun disiplini bahanesiyle erkence yatmak lüzumunu öne sürmüştü. Mansur abdest, namaz, ders çalışma vesaireden bahisle mazeretini söylemişti. Müdür buna inanmadığından, mumları kendi parasıyla alacağını ve buna da müsaade olunmadığı takdirde okuldan çıkmaya mecbur olacağını bildiren Mansur, gece okumalarına devam etmeye muvaffak olmuştu.
Bir gün mektebin bahçesinde otururken, yanından mubassır geçmişti. Müdür, muavin, mubassır önlerinden geçerken çocuklar için ayağa kalkmak usuldendi. Mansur kalkmamıştı. Kalkmaması, konulan usule uymak istememesinden değildi. Mansur, bazen düşünceye daldığı vakit gözü bakar fakat görmez, kulağı da kolayca işitmez olurdu.
Hatta bazı muzip arkadaşları öyle bir dakikada “Mansur, Mansur” diye önce yavaşça, sonra hızlı çağırırlar ve gülerler de yine Mansur’un haberi olmazdı. Yalnız vücuduna bir şey dokunursa güya uykudan uyanıyormuş gibi birden kendini toplardı.
Mubassırın önünden geçmesi böyle bir dakikaya rast gelmişti. Aksine mubassır da yeni gelmiş olup vazifeşinaslığını göstermeye fırsat aramaktaydı. Mansur Bey’in hâl ve tavrını henüz öğrenememişti.
Mubassır, Mansur’un üzerine dönüp azarlamıştı.
Mansur:
“(ayağa kalkarak hürmet ve nezaketle) Affedersiniz Mösyö! Hakikaten sizi görmedim.”
“Yalandır! Görmüşken mahsus kalkmadınız.”
“Ben yalan söylemem!”
“Doğru söylemeyi git de tevkifhanede öğren, terbiyesiz!”
Mansur birinci defa olarak işittiği bu “tevkifhane” ve “terbiyesiz” sözlerinden yıldırım isabet etmişe dönmüştü.
“(büyük bir hiddetle) Tevkifhaneye demiştim, işitmediniz mi?”
“(benzi kül gibi olarak) Haksız yere tevkifhaneye gidemem.”
“Şimdi nasıl gideceğini görürsün, hayvan!”
“(kendini kaybederek) Asıl söz anlamaz hayvan sensin, terbiyesiz herif! İşte götür göreyim.” diyerek iskemle üzerine oturuvermişti.
Mubassır elini Mansur’un kulağına götürmek istemişti. Mansur kulağını eliyle “sertçe” korumuştu. Mubassır tutup sürüklemeyi kurmuşken, Mansur’u mıh gibi yerinde saplanmış bularak kımıldatmaya muvaffak olamamıştı.
Arkadaşları toplanmış, iş büyümüş, hatta müdür ve hademeler bahçeye inmişlerdi.
Mubassırın tek taraflı şikâyeti üzerine müdür, hademelere hitap ederek, hâlâ iskemle üzerinde güya pervasız oturmakta bulunan Mansur’u kaldırıp zorla tevfikhaneye götürmelerini emretmişti. Üç hademe koşup koltuklarından kaldırdıkları vakit Mansur’un başı arkaya doğru omzuna düşmüştü. Hiddetinden kaskatı kesilen Mansur bayılmıştı!
Hasılı Mansur’u tevkifhaneye götürememişlerdi!
Ya Mansur’u ya mubassırı kovmak lazımdı. Müdür kabahati mubassıra yükleyerek onu kovmak ve bir daha mubassıra karşı gelme yolunda –velev ki haklı olarak– söz söylememek üzere Mansur’a sıkı tembihte bulunmak suretiyle meseleyi halletmeyi uygun görmüştü.
İşte bu iki vaka Mansur Bey’i mektepte güç bir durumda bırakmıştı. İdare memurunun bundan sonra Mansur hakkındaki muameleleri tehlikeli bir madde hakkında lazım olan muameleye benzerdi. Mansur da nezaketinden kusur olmadığı için keder etmezdi.
Ya mektep arkadaşları?
Onlar Mansur’u nasıl kabul etmişlerdi?
Mansur şahsen yakışıklı ve çekiciydi. Bunun için önceleri tereddütsüz kendisine yakınlık ve sevgi göstererek laubalice görüşmeye başlamışlardı. Fakat nezaket ve hürmet dairesinin birazcık dışına çıkan bir iki arkadaşının parmakları hızlıca yandığından uzak dururlardı.
Dersçe ve oyunca geri bulunanlar, himayesinden emin olarak samimiyet göstermişlerdi. Dersçe başarılı olanlar ile yaramazlar ise Mansur’a emelleri önünde en büyük bir engel gözüyle bakarak kıskançlık beslerler ve kendisiyle temastan kaçınırlardı.
Yalnız arkadaşlarından biri, yani Henri, (Duplesse) kendi itibar ve haysiyetini oldukça muhafaza ederek yakın bir dostluk ve münasebet kurmaya muvaffak olmuştu. Mansur, Henri’yi kabiliyetli, vakarlı, doğru yürekli olduğu için cidden sever ve hürmet ederdi, öteki de büyük bir iftiharla hemen karşılık göstermişti.
Hatta Mansur ile Henri oyun ve jimnastik esnasında birbirlerine karşı birçok şaka ederek gülüşürlerdi. Şakaları çok defa karşılıklı keskin sözler söylemekten ibaret kalırdı.
Bir gün bahçede otururlarken arkadaşlarından biri düşüncelere dalmış olduğu görülen Mansur’un alnını yoklayarak:
“Lakin Mansur! Alnın ne kadar büyüktür. Ona bakarken ‘place de la Concord’3 diyeceğim geliyor!” demişti. Çocuklar gülüştüler.
Mansur:
“O hâlde kendine de Pigma4 demelisin!”
Kahkahalarla gülen Henri de:
“Bana kalırsa ‘Place de le Concorde’ değil, ‘Place de L’Utopie’5 dedi.
Çocuklar daha beter güldüler. Mansur bile gülmekten kendini alamadı.
“A, bravo, bravo! Tabir, bizim ‘Büyük Sahra Filozofu’nun bile hoşuna gitti.”
“Evet, Henri pek güzel söyledi. ‘Ütopya Meydanı’dır.” diyerek tekrar ettiler.
O günden itibaren Mansur’un “Büyük Sahra Filozofu” lakabına “Ütopist” lakabı da ilave olunmuştu.
Mansur, İslamcı temayülleriyle beraber Osmanlıcı temayüllere kapılmış olduğunu bir türlü arkadaşlarından saklayamamıştı. Bunun için de “paşa olmak istiyorsun” yolunda az sataşma yapılmamıştı.
Fakat dedik ya, alay ve sataşmalar hiçbir vakitte belli bir ölçüyü aşamazdı. Çünkü lüzumundan fazla uzamaya heveslenmiş olan dili, Mansur yalnız şiddetli bir bakışla yutturuyordu.
Bu suretle altı sene beraberce geçmişti. Mansur üniversiteye girmek için lazım olan diplomayı almak üzere bulunuyordu. Fakat hangi bölümü seçeceği hakkında henüz kesin bir karar verdiği yoktu.
Bu hususta bir gün Henri’ye danışmıştı. Henri, kendisinin tıp fakültesine girip doktor olmak arzusunda bulunduğunu, lakin babasının politeknik okulu için ısrar ettiğini söylemişti. Zaten Mansur da Paris Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi’ne girmek istiyordu.
“Doktor her memleket, her cemiyet için yararlı bir insan olabilir.” diyordu.
Henri’nin de tıbbı tercih ettiğini görünce artık tereddüt etmeye lüzum görmemişti.