Kitabı oku: «Turfanda mı Turfa mı?», sayfa 4
Harem sofasına gelince Efendi:
“Siz burada biraz eğlenin.” diyerek yalnızca bir kapıdan içeriye girdi.
Yalnız kalınca İsmail Bey Mansur’u kolundan tutup pencerenin önüne götürdü ve elini yakalayarak bir saniye kadar yüzüne, gözüne samimiyetle, sevgiyle baktı.
“Ne kadar memnun olduğumu bilsen, kardeşim! Ne iyi ettin de geldin. Ben seni Türkçe bilmez bir Arap zannederdim. Sen ise halis İstanbullu gibi konuşuyorsun, hem hâl ve tavrın da seni taşralı gibi göstermiyor. Nasıl oldu da buna muvaffak oldun?”
“Annem yalnız Türkçe konuşurdu. Bir de hemşehrilerle görüşürdüm.”
“Hangi hemşehriler?”
“Hangi hemşehriler olacak? İstanbullu, taşralı Türk, Osmanlılar.”
“A! Demek ki sen kendini Türk ve Osmanlı biliyorsun. Çoktan mı?”
“Kendimi bildiğim günden beri.”
“Bak Mansur Bey! Buna da pek memnun oldum. Fakat babama söyleme. O haz etmez. O kendini hâlâ “İbni Galib” zannediyor. Hatta birkaç kere itiraz ederek gücendirdim bile.”
İsmail Bey’in konuşması ve hâli Mansur Bey’de iyi bir tesir uyandırmıştı. Mansur buna pek sevindi.
Gittiği kapıdan geri gelen Efendi, “Buyurun evladım.” diyerek yine önde yürüdü.
Üçü birlikte önce bir odaya, odadan binanın iç tarafındaki pencereden aydınlık alan aralığa dönerek bir iki kapalı kapının önünden geçtikten sonra, karşılarına gelip bir halayık tarafından hususi surette perdesi kaldırılmış olan diğer bir kapıdan içeriye girdiler. O da büyük bir sofaydı.
Sofanın bir kenarında biri minderde, diğer ikisi biraz uzağında sandalyede olmak üzere üç kadın oturuyordu ki erkekler girince hemen ayağa kalktılar. Mansur, yüzlerine dikkat etmeye vakit bulamadı.
Salih Efendi:
“İşte yirmi sene sonra kavuştuğumuz oğlumuz Mansur Bey.” diyerek Mansur’u minderdeki karısının yanına kadar götürdü.
Mansur nasıl hareket edeceğini önceden düşünmemişti. Hatırına birden çocukken el öptüğü geldi. Hanımefendi’nin elini öpmek istedi. Hanımefendi ise elini çekerek Efendi’nin yüzüne baktı.
Efendi:
“Elini versene! Evladın değil mi? Elbette elini öpecek. Sen de kucakla da mukabele et.”
Hanımefendi itaat etti. Fakat bu oyun oyuncular tarafından ustalıkla oynanamadı. Oyuncular acemiydiler. Daha doğrusu, her iki taraf için oyun yeni, ilk oyundu. Acemiliklerini kendileri de anladılar. Gerek Hanımefendi, gerek Mansur utanarak kızardılar. Hatta Mansur bu sırada eteğine doğru gelmiş olan Sabiha ile Zehra Hanımlara bir “Estağfurullah” ile olsun karşılık verememiş ve alafranga baş eğerken kuru bir temenna ile yetinmişti. O bile biraz geç kalmıştı.
Hanımefendi:
“(Arap çocuğu olduğunu belli eder bir telaffuzla) Sefa geldiniz, evladım. Biraz geç görüştükse de İsmail’inkinin yanı başında sizin için de kalbimde yer hazır olduğunu hatırınızda sıkı tutunuz. Belki de size söylenmiştir; annenizi pek severdim. Sizi de seveceğimi biliniz.”
“İltifatınıza teşekkür ederim, efendim. Evet, annem her zaman sizin ve Amca Efendi’nin teveccühlerini ve faziletlerinizi söylerdi. Hatta iki ay daha ömrü vefa etmiş olsaydı, on sene önce bizi yanınızda görecektiniz. Teveccühünüzü şimdi ben de gözümle görüyorum. Bendeniz de İsmail Beyefendi kadar olmazsam bile sevginizi kaybetmemek için gereken davranışlardan pek geri kalmamaya gayret ederim.”
Salih Efendi’nin yüzünü sevinç kapladı. Gözleri parladı. Kendi kendine dedi ki:
“Acayip şeydir. Kadınlarda bilinmeyen bir tesir kuvveti var. Nasihatlerime karşı çelik gibi görünen Mansur, gönül alıcı bir sözü üzerine balmumu gibi yumuşadı. Kadınların yanında Mansur pek mahcup oluyor. Vicdan temizliğine işarettir. Buna da şükür olunur…”
İsmail Bey:
“Mansur beni kıskandırmaktan sakın ha! Zira annemi pek severim.”
Sabiha Hanım:
“Ya ben? Beni hesaba koymuyor musunuz?”
Mansur kendisinin hesaba konulmasını hatırlatan pehlivana dönüp baktı.
Gençlik, güzellik parıltılarına boğulmuş melek çehreli bir genç kız göründü.
Kusursuz beyaz yüz, dudaklarının uçları nazlıca yukarıya kıvrılmış küçük pembe ağız, siyah göz, iri göğüs, ince bel, mini mini eller, süslü ve pahalı tuvalet, kısaca fistanı altından beyaz iskarpin içinde görünen küçük ayaklar, hepsi güzel bir tesir uyandırıyordu.
Mansur biraz şaşırdı. Bir şey söyleyemedi. Fakat gözünü yüzünden alamadı. Sabiha Hanım’ın siyah göz ile tuhaf bir tezat teşkil etmiş olan açık sarı kaşlarına dikkat etmişti. Hatta baş örtüsünün inceliği dolayısıyla altındaki saçın da kaşı renginde olduğu fark edilebilirdi.
Gözüne bakarken bakışları karşılaştı. Sabiha Hanım gözünü çabuk indirdi. İffet vazifesi onu gerektiriyorduysa da Mansur bundan hoşnut olmadı.
Gözünün bakışından zekâ kuvvetini ve karakter sağlamlığını gösteren bir ifade yoktu. Bilakis “İşte ben böyle güzelim.” der gibi bir gurur görünüyordu.
Sabiha Hanım değil, hatta baba ve annesi bile Mansur’un zihninden hangi ince düşüncelerin geçtiğini keşfedemediler. Hepsi Sabiha’nın Mansur’da büyük bir tesir yarattığına hükmettiler. Bu hüküm, Efendi’nin ekmeğine yağ demekti. Diğer anneler gibi kızını bir gün evvel ev bark sahibi etmeyi ilk iş sayan Hanımefendi de bu hususta kocasına içinden katıldı. İsmail Bey ise bir anda Mansur’u sevivermişti.”
Hepsinin düşüncelerini üzerinde toplayan Sabiha’nın kalbinden ne geçtiği pek belli değildi. Başka bir fikir geçip geçmediğini biz de bilemeyiz. Bildiğimiz bir şey varsa, o da genç, yakışıklı Mansur’un kendi güzelliğine hayran kalmasından dolayı Sabiha’nın duyduğu zafer lezzetinden ibarettir. Sabiha buna pek sevindi.
Yalnız bir kişi, herkesten ziyade önündeki manzaranın en ince gölgelerini bile keşfetmeye muvaffak olmuştu. O da hâlâ kenarda duran Zehra idi.
Zehra, ömrü boyunca Mansur’u birçok defa hayallerinin dünyasına dahil etmişti. Gerçi hatırlama şekli Mansurca pek arzu edilir bir şey değildi. Çünkü her vakit Mansur’un hayalini Zehra’nın düşünce âlemine sevk eden kuvvet, hırs ve düşmanlıktan başka bir şey değildi.
Fakat –belki zihninde bu kadar yer etmesinden dolayı olmalıydı ki– Mansur, herkesten çok Zehra için dikkat çekici oldu. Zehra, Mansur’u iyi görmeye hazır değildi. Tersine ne kadar fena ve aşağı görmüş olsa o kadar memnun olacaktı. Zira hâlâ mevcut olan çocukluk rekabeti buna sebepti.
Zehra, vaktiyle mecburi ayrılıktan sonra, tekrar karşılaşmaları hâlinde düşmanının önünde küçük düşmemek kesin azmiyle kendisini silahlandırmaktan bir an geri kalmamıştı. Karşılaştıkları esnada kendisini Mansur’dan ne kadar büyük görürse, kalbinde o kadar bir haz, bir zafer şanı hissedecekti.
O karşılaşmayı kader şimdiye kadar geciktirmişti.
Bu gibi duygulara kapılmış olan Zehra, salona girerken Mansur’u görünce yüzünde memnuniyet hasıl edemedi. Aksine siyah kaşları hafifçe çatıldı, alnını sanki bir duman bürüdü. Çünkü ilk bakışta Mansur’u her bir tahminin üstünde büyük ve şanlı gördü!
Ah bu Mansur! Bu o mükemmel kızın kibir ve vakarının yine her vakit önüne dikiliyordu!
Mansur, Hanımefendi ile görüşürken şaşaladığı ve kendisiyle Sabiha’nın nazik tavırlarına karşılık vermekte kusur ettiği vakit, Zehra’nın yüreğine sanki biraz su serpildi. Bencilliği, “Kabuğu parlak ise de galiba içi koftur.” demek istedi.
Fakat her nedense Sabiha’nın serbestçe söze karışması üzerine Mansur’un hayran gözlerini onun güzelliğine çevirdiğini görünce, yüreğinde meçhul bir ıstırap hissetti. Bütün dikkatini Mansur’un yüzüne vermiş bulunan Zehra, en sonra Mansur’un hayranlık bürümüş yüzünde aksine bir değişme gördüğü vakit, yüreğindeki ıstırap hissi kayboldu. Yüreği bundan hazzetti. Lakin Mansur’un Sabiha gibi en parlak bir yıldıza bile aldanmaya hiç meydan vermemiş olan zekâsını görünce ruhundaki kıskançlık yeniden gıcıklandı.
Tam bu sıradaydı ki, herkesi sarmış olan garip sükûta nihayet vermek üzere İsmail Bey:
“Zehra Hanım! Hani ya, sen “Mansur Beyefendi ile beraber büyüdüm, okudum.” diyordun? Sende çocukluk ve hele ders arkadaşlığı hâline benzer henüz bir şey göremedik. (gülerek) Boynuna sarılmalı değil mi?” demişti.
Zehra’nın vücudu görünmez bir titreme içinde kaldı. Mansur’un gözü ise Zehra’yı yalnız şimdi gördü.
Zehra, Sabiha’dan biraz irice yapılı fakat fevkalade tenasübe sahipti. Sabiha’ya latif, nazik, güzel diyecek bir kalemin Zehra’ya da güzel hem de pek güzel diyeceği şüphesizdi. Lakin güzellikte incelik değil, aksine vakar ve ağırbaşlılık vardı. Can yakıcı, göz kamaştırıcı, saygı duygusu uyandırıcı bir güzelliğe malikti.
Üzerinde güzelliğini göstermeye özendiğini ilan eden hiçbir alamet yoktu. Düz renkli ince bir yünlüden yere kadar uzun elbisesi ve kalın baş örtüsü ile ilk bakışta pek sade görünebilirdi. Lakin güzelliği ve cazibesi bu sadelik içinde daha ziyade kendisini göstermekteydi.
Uzunca ela gözleri, kömür gibi uzun kirpiklerinin arasından vicdan temizliğine mahsus bir safiyeti, azim ve zekâyı gösterir bir metanetle ta kalbe nüfuz edercesine pırıl pırıl parlıyordu.
Kendisine mahcup olduğu bu güzel varlığın önünde kendini affettirme arzusu Mansur Bey’de pek şiddetliydi. Şimdi, işte gözü önünde duruyordu. O garip, huysuz ilkbahar şimdi göz kamaştırıcı zengin bir yaza dönmüştü. İşte fırsattır. Kendini affettirmeli. Kabahatinin yüreğinde açtığı yarayı işaretle af ve merhametine layık olduğunu göstermeli!
Lakin kabahati tamir kabul eder mi? Şu güzel vücut kadar gelişmeye elverişli olan kültürü önüne bir cehalet seddi çekmek küstahlığında bulunmuştu. Seddin kaldırılması kabil olur mu? Maziyi geri getirmeye imkân bulunur mu?
Ya o set kendiliğinden kalkmış da, kültürü de vücudu gibi gelişmişse? Ah, o vakit Mansur kendisini ne kadar bahtiyar sayacaktı! Vicdanına baskı yapan o tek ağırlık da ortadan kalkmış olacaktı.
Mansur, ağabeyce samimiyeti maksada varmak için en kısa bir yol addetti. Kırgınlık sebebini düşündü. Fikrini ayrılık noktasından tamire çalışmak uygun olacaktı. Saçı hatırına geldi. Baş örtüsüne baktı. Altından bir şey göremedi. Kendi kendine, “Kim bilir şu bez parçasının altındaki saç, başını ne güzel taçlandırmış bulunuyor?” dedi.
Yabancı memleketlerde, dört duvar arasında cemiyetten, hususiyle kadınlardan uzak olarak ömrünü geçirmiş olan Mansur’un, bir Müslüman evinin harem dairesine mahsus adap hududunu birkaç defa tecavüz etmek suretiyle terbiye olunduğu yoktu. Bunun için Zehra’yı bir anda samimi latifeye davet etmek maksadıyla hemen düşünmeksizin hatırına geleni söyleyiverdi:
“Başındaki örtü o kadar kalın olmasaydı, birbirimize yabancı olmadığımızı ispat edecek bir şahide müracaat edebilirdim…”
Büyük bir kabahat etmekte olduğunu, söze başlar başlamaz Zehra’nın kaşlarının çatılmasıyla, alnında bir çizgi belirmesinden ve burun kanatlarının kalkmasından anladı. Fakat iş işten geçmişti.
“Başımdaki bezin kalınlığının sizi korktuğunuzdan muhafaza için olduğunu anlamanız icap ederdi!”
Şu cevap, boylu boyunca doğrulmuş olan Zehra’nın ağzından hakaretli ve kibirli bir şekilde çıktı.
Efendi ile küçük bey gülmek istedilerse de muvaffak olamadılar. Sözünün o tarafa çekileceğini hiç hatırına getirmemiş olan biçare Mansur, kıpkırmızı kızararak yalvarırcasına Zehra’nın yüzüne bakmak istedi!
Yükselip inmekte bulunan göğsünde, kalbinin çarptığını, gurur ve azameti içinde dahi Zehra’nın fevkalade, cazip bir güzelliği bulunduğunu görebildiyse de kendisi için sığınacak bir af noktası göremedi.
Mansur’un bu hareketi ile layık olduğu cevaptan sonra tabii olarak ortalığa çöken sükût Salih Efendi’yi görüşmeyi kesmeye mecbur etti.
“Oğlumuza artık kavuştuk. Sonra istediğiniz kadar görüşürsünüz. Bu günlük bize bağışlayınız.” diyerek selamlığa doğru yürüdü. Hanımlar da ayağa kalktılar. Mansur utanarak temenna ettiği vakit hepsi karşılık verdiler. Fakat Zehra’nın bakışıyla el kaldırışında Mansur sanki, “Benden uzak dur, terbiyesiz!” ihtarını anlatmak isteyen bir şey gördüm zannetmişti.
Selamlığa doğru gelirken, Mansur kabahatini düşünüyordu: “Ben ne demek istedim, bak o nereye çekti? Hâlâ bana düşmanlığı devam ediyor. Hakkı da var ya! Fakat bugün haksızlık etti. Ben saçını kastederek ‘Bu kadar güzel saça karşı söz söylemek gibi büyük bir kabahatim var.’ demek istemiştim. O ise başka bir şey anladı. Hâlâ benim eski terbiyesizliğin aynısını tekrar edebileceğimi zannetti…”
Biraz düşündükten sonra yine, “Lakin pek büyük terbiyesizlik etmiş oldum. Yetişkin bir Müslüman kızının saçı hakkında kalabalık içinde söz söylemek… Kabahatim eskisinden aşağı kalmadı. Hem de ilk görüşmede. Bense tamirini İstanbul’daki hususi işlerimin birincileri sırasına koymuştum.” dedi.
Amcasına dönerek:
“Amca Efendi! Bendeniz dış memleketlerde büyüdüm. Arkadaşlığın adap ve usulü bakımından pek çok eksiğim vardır. Gördükten sonra açıkça söylemenizi istirham edeceğimden başka, hatta bu hususta babaca birkaç ders vermenizi bile bilhassa rica edeceğim.
“Estağfurullah evladım! Sen zekisin, İsmail ile beraber konakta bir hafta kaldıktan sonra hiçbir eksiğin kalmayacaktır.”
Mansur (kendi kendine):
“Burada kalmam için kati ısrar var. Lakin ben kesin kararımı bozabilir miyim? Seçmiş olduğum yolun daha ilk adımında bir zikzak yapmak hatasına düşecek miyim? Hayır, bu olamaz.” diyordu.
İlk Adım ve İlk Ümitsizlik
O akşam Mansur otele döndüğü vakit, İsmail Bey de beraberindeydi. Salih Efendi, Mansur’u konağa getirtmek ve yerleştirmek için İsmail ile beraber birçok ısrar ettiği hâlde muvaffak olamamıştı. Akşamüstü Mansur giderken Salih Efendi mutlaka kandırmak vazifesiyle İsmail’i yanına katmıştı.
Yolda, Löbon’un yemek salonunda, yine otele kadar Beyoğlu Caddesi’nde İsmail başka bir lakırtı etmemiş, hep yalvarmış, bir iki kere hiddetlenmişken yine Mansur’un yumuşadığı yoktu.
Otelin odasında oturur oturmaz, İsmail yine ricaya başladı. Mansur’un canı sıkıldı. Başını biraz kaldırdı ve mühim bir kararı bildiren hâkim gibi dedi ki:
“Bak kardeşim. Odamdasın. Misafire saygı, İslam’ın hasletlerindendir. Onun için seni bilhassa odamda kırmak istemem. Sırf senin kardeşçe sevgin için büyük bir fedakârlık olmak üzere işte ricanı bu şartla kabul ederim.”
“Ben doktorum. Oldukça işe yarar diplomam da var. Ben yarın, öbür gün Tıbbiye Mektebi’ne gideceğim, diplomamı göstereceğim, imtihanlı imtihansız, her nasıl olursa, İstanbul’da doktorluk yapmak için izin isteyeceğim. İzin verilir, doktor sıfatıyla cemiyette tutulur, amcam da fikrimi almaksızın başkasına müracaat etmemek şartıyla beni aile doktoru tayin etmeye razı olursa, ben de o vakit hizmete karşılık ücret yerine konakta bir iki oda ile yemeği vesaireyi kabul edebilirim. Yoksa taş çatlasa başka türlü olmak ihtimali yoktur. Nafile yere yorulma.”
“Bir de bu “bedel” maddesi, sırf vicdanımı teskin için olacağından üçümüzden başka da bir kimsenin bundan asla haberi olmayacaktır. O vakte kadar ben de birtakım aletler ve ilaçlarla uğraşıp tecrübeler yapmak lüzumundan bahisle, mektebe yakın bir daire kiralar ve konağa mümkün mertebe sık gelip giderim. Artık bunun bahsini keselim.”
Gece İsmail Bey hâl ve keyfiyeti babasına arz etti.
Ertesi günü Salih Efendi, üzerinde “gizlidir” ibaresi yazılı bir zarfı uşağı vasıtasıyla Bab-ı Seraskerî (Millî Savunma Bakanlığı)’ye gönderdi. O gün akşamüstü Serasker Kapısı’ndan da mektep idaresine özel bir mektup gitti.
Mansur, İsmail gittikten sonra kalbindeki duygu ve düşünceleri hatıra defterine yazdığı sırada şu satırları ilave etti:
“Nazariyat ile tatbikat arasında zannettiğimden ziyade fark olduğunu hissediyorum.”
“Henüz bir işe el sürmemişken hareket tarzımdan bir iki noktayı değiştirmeye mecbur oldum. Memleketin usul ve âdetleri, yani ‘Ne diyecekler?’ meselesini ben hesaba katmamıştım. Hâlbuki amcamın telaşından, İsmail’in ısrarından, saçmalığıyla beraber bunun da hesaba katılacak meselelerden olduğunu anlıyorum. Küçük, bir iki odalı dairemde, tek başıma, her harekette serbest bulunmak birinci emelimdi. İşte bu emelimi, geçim derdimin ilk kurbanı yapmış oluyorum. Cenabıhak ilerisini hayreyleye.”
Defteri kapadıktan sonra bir müddet düşündü.
“Yok, böyle bırakmaya gelmez. Mutlaka hareketimi düzeltmeliyim.” dedi.
Düşündüğü, o gün amcasının evinde Zehra’ya karşı yaptığı münasebetsiz hareketti.
Mektupluk kâğıt alıp birkaç satır yazdı, tekrar okudu, zarfa koydu.
Ertesi günü, sabahleyin gelen İsmail Bey ile birlikte İstanbul’un ziyaret edilecek yerlerini dolaştılar.
İsmail Bey’in arabasına binmiş, Beyoğlu Caddesi’nden geçerlerken İsmail Bey karşılarına gelen bir harem arabasının içindekilere bakarak tebessüm etti ve ufak bir işarette bulundu. O tarafa bakmış olan Mansur arabadaki hanımların karşılık verdiklerini gördü.
Mansur’un zihninden, “Karısı ile kayınvalidesi olmalı.” düşüncesi geçti. Lakin İsmail Bey, İstanbul tarafında diğer bir arabaya bakarak hareketini tekrar etti. Zaten o gün pazar bulunduğu için sokaklarda birçok konak arabası vardı. İsmail Bey, güya suale cevap veriyormuş gibi:
“Bunlar Beyoğlu’na, Kâğıthane’ye giderler. Fakat asıl Kâğıthane günü cumadır. Cuma günü beraber gidelim. Kâğıthane’mizi görmüş olursun.” dedi.
Mansur sesini çıkarmadı. Fakat bir müddet sonra İsmail Bey, üçüncü bir arabadakilerle işaretlenince ciddi olarak:
“Bunlar bizim ailemizden mi?” diyerek sordu. İsmail Bey sualin ciddiyetiyle sesteki değişiklikten dolayı “hayır” derken biraz kızardı.
İsmail Bey’in millî ahlak ve terbiyeye vergili olan bu kızarmasını gören Mansur, yine sesini çıkarmadı ve arabanın köşesine çekilip yalnız kendi tarafına bakmaya başladı.
Ayrıldıkları sırada Mansur, İsmail’e bir zarf uzatarak:
“Şunu Zehra Hanım’a vermek zahmetinde bulunur musunuz?” dedi.
İsmail, hayret ve latifeyi ima eder bir tarz ile dedi ki:
“Vay! Şimdiden başladınız mı? Bense dünkü görüşmenizin aksi neticesinden dolayı üzülmüştüm.”
“Hükümde pek acele etme. Mektup açıktır. Okuyabilirsin.”
“Okuyup ne yapacağım? Hem Mansur, sen Zehra’yı adi kadınlardan sayma, aldanırsın.”
İsmail bunu söyleyerek zamklı kenarını ıslattı ve mektubu kapayarak yan cebine attı.
Mansur bir şey söylemeye lüzum görmedi.
Pazartesi günü sabahleyin saat on bir sularında Mansur, Tıbbiye Mektebi’ne giderken İsmail Bey de beraber gitmek için ısrar etti. Mansur kesinlikle reddetti.
Mansur’un kendine göre bir düşüncesi vardı. İşinde kayırılma eseri bulunmayacaktı. Zavallı çocuk! Kayırılma zaten olmuş hem de kendisinin en istemediği bir surette tesirini göstermişti!
Bunun için mektepteki işi çabucak bitti, o günden itibaren Mansur hekimlik yapmaya yetkili Osmanlı doktorlarından olmuştu. Haftada iki kere mektebe gidip otopsi salonunda bulunacak ve hastaları muayene eden nöbetçi doktora yardım edebilecekti.
Mansur memnun, mesut olarak mektepten çıktı; memnuniyeti, işinin “sürat ve intizam” üzere bitmesinden dolayı idi.
Mekteptekiler ise Mansur’dan evvel gelen kayırılma emri üzerine daha görmeden Mansur hakkında kıskançlık duymuşlarken, Mansur’u görüp konuştuktan ve diplomasını gördükten sonra kanaatlerini değiştirdiler. Hatta iç hastalıkları hocası Mehmet Efendi:
“Keşke her kayırılmış olan böyle olsa!” demişti.
Kendisini dinleyenler de tasdik ettiler.
Tıbbiye Mektebi’nden çıktıktan sonra Mansur, Göçmen İşleri Komisyonu’na giderek Osmanlı tabiyetine geçiş muamelesini tamamladı.
Akşamüstü konağa uğradı ve amcasıyla görüştükten sonra hariciye kalemlerinin birine devam etmeye karar verdi. Ertesi gün birlikte Babıâli’ye gidilip hariciye nazırı (dışişleri bakanı)’na takdim olunacaktı.
Çünkü Mansur’un emeli, devlet memurları sırasına geçmekti. Hariciye işlerine meyli vardı, ilmî hazırlığı ona göre yapılmıştı. Geçinmeye yetecek aylık temininin güç olduğunu Fransa’da iken tahmin etmişti. Doktorluk geçimini sağlayacaktı. Zamanı gelince asıl hizmet, hariciye işlerinde edilecekti.
Ertesi günü Hariciye Nezareti’ne gittiler, Mansur itibar ve iltifatla kabul olundu. Tercüman Bey çağrılarak kalemde uygun şekilde çalıştırılması için emir verildi.
Mansur, kalem odasına gitmezden evvel, Hariciye Nazırı’nın hatırlatması üzerine Babıâli’nin diğer bazı mühim şahsiyetlerini ziyaret etmek üzere huzurlarına dahi çıktı, iltifat ve teşvik gördü.
Mansur, amcasının ileri gelen devlet adamlarının saygısını kazandığını görmüştü. Bilhassa kapılarda nöbet bekleyen askerin, onun sarıklı başına esas duruşa geçerek selam durmalarına dikkat etmişti.
Hariciye dairesine tekrar gelişinde Mansur’u doğru Tercüman Bey’in odasına götürdüler. Odacı vasıtasıyla kır sakallı bir efendi çağırıldı.
“Beyefendi, kaleme memur buyurulmuştur. Yanınızda bir sandalye veriniz. Yalnız sizin nezaretiniz altında bulunacaktır. Haydi beraberce gidiniz beyefendi oğlumuz.” denildi.
Otuzdan fazla genç ve ihtiyar efendi ile dolmuş büyük bir odaya gittiler. Sakallı efendi, ayrı olarak köşede duran bir makam masasına oturdu. Mansur’a da bir sandalye gösterdi.
Çağrılan odacı vasıtasıyla sağ taraftaki sıra, yani çuha kaplı eskimiş büyük koltuklarla önlerindeki üstleri eğik masalar öteye doğru çekildi. Sakallı efendinin sağ tarafında açılan boşluğa dışarıdan bir koltuk ile masa geldi. Mansur’a:
“İşte yeriniz hazır! Yazı takımınızı yarın getiriniz. Şimdi bir kahve içip gidebilirsiniz.” dendi.
Mansur kahveyi reddettiği gibi sigara yapılmak üzere uzatılan teneke tütün tabakasını da kabul etmedi. Henüz alışmadığını söyledi.
İzin alıp gitmezden önce sağında, solundaki daire arkadaşları üzerinde bakışlarını gezdirdi. Gözlerinde azim ve metaneti, hâllerinde iş yapma arzusunu göremedikten başka, kendisine karşı kıskançlık ve öfke hissettiklerini de sezerek üzüldü.
Bu suretle Mansur hem Tıbbiye Mektebi’ne intisap etti hem de hariciyeye yerleşti.
Bir sene kadar bu hâl devam etti.
***
Mansur’un mektepteki mevkisi birkaç ay içinde ehemmiyet kazandı. Nöbetçi doktorun beraberinde hastaları muayene ettiği sırada, nöbetçi doktorun verem dediği bir hastadan şüphelenerek hastayı muayeneden sonra ciğerlerinde su olduğunu anlattı.
Mansur bunu düşünmeksizin bir içgüdüyle söylemişti. Doktoru gücendirmiş olacağını hesaba katmamıştı.
En nazik damarından yaralanmış olan doktor ısrar edince, Mansur da haklı olduğunu ispat ve bilhassa hakikati müdafaa etmeye mecbur oldu. Mesele mektepçe bir “vaka” rengini aldı. Hastayı konsülte eden beş doktorun üçü Mansur’un doğru teşhis ettiğini gösterdi.
Günün birinde bir hastanın bacağını kesmeye karar vermişlerdi. Fakat yaranın kalçaya yakın olmasından dolayı ameliyattan sonra yine yaşayacağı umulmadığından nafile yere acı çektirilmemesi uygun görülüyordu. Mansur muayene ederek hastanın kendisine bırakılmasını istedi ve Avrupa’da henüz kullanılmaya başlanmış olan “Asit fenik” iğnesiyle kangrene yüz tutmuş yarayı iyi edip biçareyi ayağa kaldırdı.
İstanbul’un o vakit en meşhur doktorlarından sayılan Frenk Lakur devlet adamlarından birini bir ay tedavi ettikten sonra ümit olmadığı iddiasıyla elini çekmişti. Çaresizlikten ailesi mektep hocalarından bulunan komşuları Doktor Mehmet Efendi’ye koşmuşlar, Mehmet Efendi de Mansur’u konsültasyona getirmişti.
Mansur, ciğer üzerinde yara olduğunu ve ameliyatın yapılması için vakit kaybedilmemek gerektiğini söyledi.
Lakur’un sözü, kesin karar demekti. Ümidini kesişi, aileye sirayet etmişti. Bu bakımdan henüz bilinmeyen bu ağır ameliyata büyük bir korkuyla razı olundu. Göğüs delinip ciğer açıldı yaralar temizlendi. Hasta da iki hafta zarfında iyileşmeye yüz tuttu.
Vakanın ehemmiyetiyle beraber, zaten çocuğunun hastalığını annesine söyleyivermek derecesine varan Lakur’un terbiyesizliğinin yarattığı umumi nefret Mansur’un şöhretini mektep çevresinden yüksek tabaka çevrelerine çıkarmıştı.
Hastalardan baş alamamaya başladı. Seraskerlik, resmen askerliğe intisap etmesini teklif etti. Mektep idaresi de en mühim derslerden birini vermeye razı oldu.
Mansur, Hariciye’ye intisabı bahanesiyle askerlikten affını istedi. Cuma günleri saat bire kadar Hamidiye civarındaki eczanelerden birinde fakirlere parasız bakacağını ilan ettirdi. Vizitelerini sabahlara ayırdı. Birde daireye gider, beşte çıkardı. Geceleri odasında kendi işiyle meşgul olurdu.
İtibar sahibiydi, geçimini fazlasıyla temin etmişti. Herkesin teveccühünü kazanmıştı. İşte o vakit Sirkeci civarında kiralamış olduğu üç odalı evi büsbütün terk etmeksizin, doktorluğa yaramayan eşyasını, kitaplarını Şeyh Efendi’nin konağına naklederek mabeyin dairesinde sobalı salona bitişik bir odaya yerleştirdi.
İşte Mansur’un “harem odası” o oldu.
İsmail, selamlık odalarının birlikte kullanılmasını isteyerek muvafakat ettirdi.
Konakta hastaların kabul olunmadığını söylemeye hacet yoktur.
Bu durum, Salih Efendi’nin isteği üzerine olmamıştı. Mansur’dan memnun ve muvafakat edebilirdi. Müteşekkir olan efendi, belki kibrini yenip önce buna da Mansur kendiliğinden böyle hareket etmeyi uygun gördü.
Salih Efendi, mektepte hocalığın kabul edilmemesi için ısrar etmişken, Mansur yalnız pazar günleri verilmek üzere mektepte iki ders aldı. O da, gittikçe Mansur’un sevgisini kazanmaya başlamış olan Doktor Mehmet Efendi’nin ısrarı neticesiydi.
Romanın şahıslarından bulunan bu Doktor Mehmet Efendi, Çankırılı halis bir Türk’tü. İri yapılı, tıknazca, kumral, ablak çehreli, yakışıklı değil fakat çekici, sevimli bir adamdı. Yaşı otuz beş civarındaydı. Ağustos gecesi gibi berrak gözleri, dost ve açık olan kalbinde herkes için birer samimiyet ve sevgi köşesi bulunacağını ifşa ederdi.
Büyük ile büyük, küçük ile küçük, herkes için iyi, alçak gönüllü bir adamdı. Herkesin işini görmek, kim olursa olsun birine iyilik etmek için can atardı. O da takdir beklediği için değildi, bilakis bununla vicdanî bir zevk duyardı.
Tıbbiye Mektebi’nin talebe iskemlesine nasıl düştüğünü iyice hatırlayamazdı. Çankırı köylerinden birinde yaşayan fakir babası, on iki yaşında bulunan oğlu Mehmet’i kazanç peşine düşüp İstanbul’da oturan kardeşinin yanına göndermişti. Belki de hamamlardan birine tellaklığa kayırsın diyerek evinden ayırmıştı. Mehmet, kahve ocağında amcasının hizmet ettiği efendinin dikkatini çekerek mektebe verilmişti. Bunu haber alan babası, çocuğa mektepten ayda kaç kuruş kadar para verileceğini sormuştu. Cevap olarak, on iki sene kadar “para kazanmadan” ders okumakla meşgul olacağını ve Mehmet’in bu sayede adamlar sırasına geçeceğini işiten babadaki keder görülecek şeydi.
“Komşu Ahmet’in Mehmet kadar bir oğlu İstanbul hamamlarından birine kayırılarak her üç ayda babasına yüz elli kuruş akçe gönderiyor. İşte o ‘adam’ olmuş. Bizim ayı daha on iki sene sonra ‘adam’ olacak imiş! Vay, başımıza gelenler!” demişti.
Mehmet Efendi “adam” olduğu vakit biçarenin babası hayatta değildi. Mehmet Efendi mektepten çıkıp memuriyete geçince, annesi Ayşe ile kız kardeşi Fatma’yı yanına getirtmişti.
Mehmet Efendi annesini okutmaya muvaffak olamadı. Fakat kız kardeşi okuryazardı. Hatta Mehmet Efendi bir aralık kız kardeşine Fransızca ders vermeye bile kalkışmıştı.
Mehmet Efendi’nin kendisi Tıbbiye’de birinciler arasında tahsilini bitirmişti. Hatta buna mükâfat olarak hükûmet tarafından Paris’e gönderilip iki sene kadar Paris’te bulunmuştu. Mehmet Efendi, Paris’e ne kıyafette, ne tavır ve iddiada gitmişse, yine aynı kıyafet ve tavırda dönmüştü. Dindardı. Beş vakti bırakmazdı.
O günlerde iç hastalıkları dersini vermekle meşguldü. Dersine dindarcasına bağlıydı. Talebesinin muhabbetini, idarenin takdirini kazanmıştı.
Mehmet Efendi’nin mazi yahut istikbal ile işi yoktu. Aklını fikrini bugüne, hatta bugünün de kendi gözü önündekine, kendi vazifesine veren bir adamdı.
Kendisine, “Mehmet Efendi şunu yap!” dedikleri vakit, zihnini yorup nasıl ve ne yolda yapılıp yapılmayacağını düşünmez ve hemen iş başına koşar, çalışırdı. İş bilir olduğu için yapılacak bir iş ise bitirir, gelirdi. Değilse yapamadığını doğruca söylerdi. Herkes için “Bizim Mehmet Efendi” yahut “Koca Türk” idi.
Hırs ve bencilliği, kendine ait düşünceleri yoktu. Bütün emeli işini görmek, vaktini hoş geçirmekti. Belki de kendisini dünyanın en bahtiyar adamı sayardı.
Maaşça, rütbece kendisini mağdur etseler, hakkını başka bir hak etmeyene verseler, Mehmet Efendi yine üzüldüğünü belli etmezdi.
İlk defa olarak haber alınca:
“Ya, öyle mi uygun görülmüş? Pekâlâ!” der ve kendini yeni vaziyete uydurarak işine devam ederdi.
Bu gibi Mehmet Efendiler âmir olamazlar. Fakat emsalsiz makine gibi memur olurlar. Mansur, daha ilk görüşmesinde Mehmet Efendi’yi pek beğendi, sevdi. Mehmet Efendi ilkin Mansur’u görmezliğe geldi. Yavaş yavaş Mansur’u takdir etti. Bir kere Mansur’u kendisinden daha yüksek görünce samimiyetle bölüğüne yazılıp komutası altına girmek istedi. Yukarıda bahsedilen vakada, hastalığın teşhisinde aldanmış olanlar arasında bulunan Mehmet Efendi, Mansur’un isabetini ve kendi hatasını görünce, garaz ve kıskançlık gibi şeyleri kalbine uğratmaksızın ilk vesilede Mansur’u konsültasyonuna davet etti.
Mehmet Efendi Ahırkapı Mahallesi’nde oturmaktaydı. Mansur arada sırada gider, candan, gönülden kendisiyle konuşurdu.
Bir gün, Mehmet Efendi Mansur’u görmek üzere konağa gitmişken, konaktakiler o saatlerde Mansur Bey’in Sirkeci tarafındaki dairesinde bulunmakta olduğunu haber vermişlerdi.
Mehmet Efendi’nin o daireyi gördüğü yoktu. Hemen acele oraya gitti, Mansur’u tıbbî aletler ve ilaçlar arasında buldu.
“Bravo beyefendi hazretleri! Zatıalileri burada âdeta bir ‘laboratuvar’ kurmuşlar imiş! Gördün mü bir kere? Her şey mevcut… Burada bir oda daha var. Vay! Bu da öyle. Al sana bir üçüncü oda! Mansur’cuğum, Allah’ını seversen burası kimindir?”
“İbni Sina’nın!”
“(düşünmeksizin) İbni Sina kim oluyor?”
Mansur gülmeye başladı. Latife olduğunu anlamış olan Mehmet Efendi:
“Allah cezanı vermesin. Şakanın sırası mı?”
“Ne var?”
“Hayırlar, ne olacak? Göreceğim geldi. Konağa gittim, burayı haber verdiler. Koştum geldim.”
İki saat kadar oturdular. Mehmet Efendi mektep çocuğu gibi Mansur’un tecrübelerini seyretmekteydi.
“(birden) Mansur! Oğlum, kardeşim, gözüm! Senden bir ricam var. Kabul edeceğine söz vermedikçe söyleyemem. (tebessümle) Reddedersen ölürüm. Haydi, kabul edeceğini çabuk söyle!”
“Bilmediğim şeyi nasıl kabul edeyim? Fakat senin öldüğünü de tabii istemem.”
“Teşekkür ederim. Ricam işine yarar. Beni de ihya edersin. Sana söyleyeyim: Ben, burada, annem ile kız kardeşimi sığdıracak bir yer bulmuş olsaydım, mutlaka gelirdim. Fakat burası müsait değil. Fakirhane malumundur. Üst katta bomboş dört oda var. Gel şu dolapları oraya nakledelim. Benim de birkaç kırık parça var. Birleştirelim. Her vakit beraber bulunalım, beraber çalışalım.
Mansur Bey kızardı ve canı sıkıldı. Mehmet Efendi:
Sakın sen “beraber bulunalım” sözünden bir mana çıkarma. Ben seni evlendirmek istemedikten başka, hatta Hint’ten, Çin’den gelin getirmeye kalkışsan ona bile mâni olurum. Sen devlet, millet hizmetindesin. Karı ve çocuk hizmetinde olamazsın. Benim dediğim, beraber çalışalım da senden istifade edeyim, sana muavin olarak yardım edeyim, işini görüp memnun olayım.” diyorum.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.