Kitabı oku: «Arena Bir », sayfa 10

Yazı tipi:

Suratını buruşturuyor. "Bilmiyorum." diyor. "Bir planın olmalı. Burada, böylece oturamayız. Bizi ölüme götürmelerini bekleyemeyiz. Yapabileceğimiz bir şeyler olmalı."

Kafamı sallıyorum. Yorgunum. Bitkinim. Yaralıyım. Açım. Bu hücre baştan aşağı metalden. Kapının dışında silahlı halde yüzlerce nöbetçi var. Bilmediğimiz bir yerde, yerin altındayız. Kim bilir neresi. Silahımız yok. Yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Hiçbir şey.

Tek bir şey dışında. En azından dövüşerek ölebiliriz.

"Onların beni ölüme götürmesine izin verecek değilim." diyorum karanlığın içinde.

Ben, bana bakıyor. "Ne demek istiyorsun?" "Dövüşeceğim." diyorum. "Arenada."

Ben, alaycı bir şekilde gülüyor.

"Dalga geçiyor olmalısın. Arena Bir profesyonel katillerle dolu. Hatta bu katiller bile öldürülebiliyor. Orada hayatta kalmanın imkanı yok. Asla. Bunun, en iyi ihtimalle uzun vadeli bir idam cezasından farkı yok. Her şey onların eğlenmesi için."

"Bu şansımı deneyemeyeceğim anlamına gelmiyor ama." diyorum öfkeyle sesimi yükselterek. Karamsarlığı beni deli ediyor.

Sadece bakmakla yetinen Ben, kafasını umutsuzlukla sallıyor.

"Benim hiçbir şansımın olamayacağı ortada." diyor.

"Eğer böyle düşünürsen, olmayacaktır da." diyorum. Babama ait olan bu alıntıyı, birebir kullandığım için kendime şaşırıyorum. Ondan bana geçen şeylerin ne kadar fazla olduğunu öğrenmek, beni rahatsız ediyor. Sesimdeki sertliği duyabiliyorum, bugüne kadar hiç farkında olmadığım bir sertlik. Sanki babam, benim aracılığımla konuşuyormuş gibi geliyor. Rahatsız edici bir düşünce.

"Ben." diyorum. "Eğer hayatta kalabileceğini düşünürsen, kafanda bunu canlandırabilirsen, işte o zaman gerçekten hayatta kalabilirsin. Bu kafanı nasıl çalışmaya zorladığınla, kendini nasıl ikna ettiğinle alakalı."

"Bunun kendini kandırmaktan bir farkı yok." diyor Ben.

"Hayır, hiç de değil." diye cevaplıyorum. "Kendini terbiye edebilmekle ilgili bu. Arada önemli bir fark var. Bu geleceğini

görebilmek gibi bir şey. Onu zihninde olmasını istediğin şekilde tasarlamak ve bunu gerçekleştirebilmek için çabalamak demek. Bunu düşünemiyorsan, yapamazsın da."

"Hayatta kalmayı başaracağına gerçekten inanıyormuşsun gibi konuşuyorsun." diyor Ben şaşkın bir sesle.

"İnanmıyorum, biliyorum. Ben hayatta kalacağım. Bunu başaracağım." Kendime artan bir güvenle bunları söylüyorum. Her zaman kendimi motive edebilme yeteneğine sahip olmuşumdur. Kendimi öyle bir ruh haline sokarım ki asla geri adım atmam. Her şeye rağmen, içime yeni bir özgüven ve iyimserliğin dolduğunu hissedebiliyorum.

Ve işte tam o anda bir karara varıyorum: hayatta kalmaya kararlıyım. Kendim için değil. Bree için. Ne de olsa, halen hayatta olma ihtimali var. Onu kurtarmak için tek şansım ise hayatta kalmak. Tabii eğer arenadan canlı çıkabilirsem. Ve eğer yapılması gereken buysa, o zaman ben de bunu yapacağım.

Hayatta kalacağım.

Neden hiçbir şansım yokmuş, anlayamıyorum. Eğer iyi yapabildiğim tek bir şey varsa, bu da dövüşebilmektir. Babam beni bu işte iyi olmam için yetiştirdi. Daha önce de ringe çıkmış ve kıçıma tekmeyi yemiştim. Bu yüzden güçlüyüm ve korkum yok.

"Peki o zaman, nasıl kazanmayı düşünüyorsun?" diye soruyor Ben. Bu sefer sesi daha samimi geliyor, sanki arenada başarılı olacağıma sahiden inanıyormuş gibi. Belki sesimin tonunda onu ikna eden bir şeyler var.

"Kazanmama gerek yok." diyorum sakince. "Olay da bu zaten. Tek yapmam gereken hayatta kalmak."

Son kelimeden ağzımdan çıktığında, koridorda ilerleyen botların sesi geliyor. Birkaç saniye içinde de kapımız açılıyor.

Beni almak için geldiler.

O N B E Ş

Gıcırdayarak açılan hücre kapısından içeriye koridorun ışığı doluyor. Ellerimi gözlerimi siper ediyorum ve köle avcıına ait bir siluet görüyorum. Üzerime atılıp, beni götürmesini beklerken, o bunun yerine yere sert ve plastik bir şey bırakarak, bize doğru itiyor. Yerde kayan nesne, ayağıma çarpıp duruyor.

"Son yemeğin." diye belirtiyor ürkütücü bir sesle. Ardında hızla dışarı çıkıyor ve kapıyı çarpıp, kilitliyor.

Yemeğin kokusunu alabiliyorum. Karnıma açlıktan bir sancı saplanıyor. Plastik tabağı yerden dikkatle kaldırıyorum, ama bu loş ışıkta içindekileri zar zor seçebiliyorum: üzeri folyo ile kapatılmış, düz ve uzun bir şey. Folyoyu kaldırmamla beraber yemeğin (yıllardır ağzıma sürmediğim, gerçek ve pişmiş bir yemek) kokusu doğrudan burnuma ulaşıyor. Biftek gibi bir şey sanki. Tavuk ve patates belki de. Tabağı daha dikkatli inceliyorum; iri ve etli bir biftek, iki adet tavuk kanadı, püre ve sebzeler. Hayatımda duyduğum en güzel koku bu olmalı. Bu yiyecekleri Bree ile paylaşamadığım için suçluluk hissediyorum.

Bana neden bu kadar zengin bir tabak verdiklerini merak etmek üzereyken, sebebini hemen anlıyorum. Bana karşı nazik görünme isteklerinden değil, kendi çıkarlarından dolayı yapıyorlar: arenaya çıktığım zaman güçlü olmamı istiyorlar. Belki de eğer tekliflerini kabul edersem nasıl bir lüks içinde yaşayacağımı göstermek için beni son kez baştan çıkarmaya çalışıyorlardır. Gerçek öğünler. Sıcak yemekler. Lüks içinde bir yaşam.

Koku, burnumun deliklerinden içeriye dolmaya devam ettikçe, teklifleri daha da cazip görünmeye başlıyor. Böyle bir yemeği koklamayalı uzun süre oldu. Birden ne kadar acıkmış ve sağlıksız olduğumu fark ediyorum. Eğer bu tabağı vermemiş olsalar, arenada hiçbir şansımın olmayacağını fark ediyorum.

Doğrulan Ben, tabağa doğru bakıyor. Yemeği onunla paylaşmayı aklıma bile getirmediğim için biraz utanıyorum. O da en az benim kadar aç olmalı ve odanın içini dolduran yemek kokusu, eminim onu da çıldırtıyordur.

"Paylaşalım." diyorum karanlıkta. Bu teklifi yapabilmek için tüm irademe başvurmam gerekiyor, fakat doğru olan da bu.

Kafasını sallıyor ve "Hayır." diyor. "Senin için getirdiklerini söylediler. Sen ye. Benim için geldikleri zaman, bana da bir tabak getireceklerdir. Fakat senin şu an ihtiyacın var. Arenaya çıkmak üzere olan sensin.

Haklı. Buna sahiden de ihtiyacım var. Çünkü dövüşmeden ölmeyi geçtim, kazanmayı düşünüyorum.

Kendimi ikna etmem fazla uzun sürmüyor. Yemeğin baskın çıkan kokusu, elime aldığım bir tavuk kanadını saniyeler içinde silip süpürmemi sağlıyor. Yutmak için bile uğraşmadan, arka arkaya ısırıklar alıyorum. Bu tavuk hayatımda yediğim en güzel şey. Diğer kanadı zor da olsa yemeyerek, Ben'e ayırıyorum. Belki Ben'e de yemek getirirler, belki de getirmezler. Her ne olursa olsun, yaşadığımız bunca şeyden sonra yapılacak en doğru şey yemeğimi onunla paylaşmak olacaktır.

Püreyi yemek için ellerimi kullanıyorum. Acıyla guruldayan karnım, bu yemeğe ne kadar da çok ihtiyacım olduğunu bana hatırlatıyor. Vücudum bir ısırık, sonra bir ısırık daha almam için bana yalvarıyor. O kadar hızlı yiyorum ki birkaç dakika bile geçmeden püreyi yarılıyorum. Gerisini Ben'e ayırmak için kendimi zor tutuyorum.

Parmaklarımla kaldırdığım biftekten büyük ısırıklar alıyorum ve her bir dilimin tadına varmak için yavaş yavaş çiğniyorum. Eğer son yemeğim buysa, ben buna razıyım. Bifteğin yarısını bitirdikten sonra sebzelerinden yarısını yiyip, bırakıyorum. Tüm bunları yemem en fazla birkaç dakikamı almıştır. Fakat gene de doymuş hissetmiyorum. Ben için ayırdıklarıma baktığım zaman, içimden tüm tabağı silip süpürmek geliyor. Fakat iradeli davranıyorum ve yavaşça ayağa kalkıp, tabağı hücrenin diğer ucuna, Ben'in bulunduğu yere götürüyorum.

Yerde oturan Ben'in kafası dizlerinin üzerinde ve gözleri de yere çevrili. Hayatımda hiç bu kadar umutsuz görünen birine rastlamamıştım. Eğer yemeği yiyen o olsaydı, tüm lokmalarını sayar ve tadının nasıl olduğunu merak ederdim. Fakat Ben, içinde hiçbir yaşama isteği kalmamış gibi gözüküyor.

Yemeğin kokusunu almış olmalı çünkü en sonunda kafasını kaldırıyor. Şaşırmış şekilde bakıyor. Ona gülümsüyorum.

"Sahiden de hepsini yiyeceğimi mi düşünmüştün?" diye soruyorum.

Gülümsüyor, fakat kafasını salladıktan sonra bakışlarını tekrar yere çeviriyor. "Yiyemem." diyor. "Onu senin için getirdiler."

"Ama artık senin." dedikten sonra tabağı eline bırakıyorum. "Artık almaktan başka bir şansı yok."

"Fakat bu adil değil–" diyerek başladığı cümlesini kesiyorum.

"Ben yeteri kadar yedim." diye yalan söylüyorum. "Ayrıca kavga etmek istiyorsam, biraz hafif olmalıyım. Şişmiş bir karınla rakibimin hamlelerinden pek de iyi kaçamam, öyle değil mi?"

Kulağa fazla inandırıcı gelmeyen yalanıma, Ben de kanmıyor. Fakat bir yandan da yemek kokusunun suratında yarattığı etkiyi ve ilkel içgüdülerine boyun eğmek üzere olduğunu görebiliyorum. Tıpkı az önce benim de hissettiğim dürtü gibi.

Tabağı silip süpürüyor. Gözleri kapalı bir şekilde duvara yaslanarak, her bir lokmanın tadına varıyor. Tabağını bitirişini izliyorum ve bu yemeğe ne kadar ihtiyacı olduğunu anlıyorum.

Kendi köşeme çekilmek yerine, ben de onun yanına oturuyorum. Benim için gelmeleri daha ne kadar sürer bilmiyorum, ancak kalan son dakikalarımızda, onun yakınında olmak istediğimi fark ediyorum.

Ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre yan yana, sessizce oturuyoruz. Gerginim ve bir kulağım sürekli koridordan gelecek bot seslerinde. Beni bekleyen şeyleri düşününce, kalbim hızla atmaya başlıyor. Bu tür düşünceleri kafamdan atmaya çalışıyorum.

Bizi arenaya beraber çıkaracaklarını düşünmüştüm. O yüzden bizi ayırmış olmalarına epey şaşırıyorum. Bizim için başka ne tür sürprizler hazırladıklarını merak ediyorum. Ancak şu an bunları düşünmek istemiyorum.

Bunun Ben'i son görüşüm olabileceğini düşünmekten kendimi alamıyorum. Onu kısa bir süredir tanıyorum ve belki ayrılacak olmamızı kafama hiç takmamam gerekir. Önümdeki dövüş için zihnimi boşaltmam ve duygularımı kontrol etmem gerektiğinin farkındayım.

Fakat nedense devamlı Ben'i düşünüyorum. Tam nedenini bilmesem bile, kendimi bir şekilde ona bağlanmışım gibi hissediyorum. Onu özleyeceğim. Kulağa saçmalık gibi gelen bu tür şeyleri düşündüğüm için kendime kızıyorum. Onu tanıyor bile sayılmam. Ona veda etmenin sandığımdan bile zor olacak olması, sinirlerimi bozuyor.

Huzurlu bir sessizliğin içinde oturuyoruz. Arkadaşların paylaşabileceği türden bir sessizlik. Bunu artık garip karşılamıyorum. Konuşmuyoruz, fakat sanki bu sessizlikte benim ona veda edişimi hissedebiliyor. Ve bende onunkini.

Bana bir şey, herhangi bir şey söylemesini bekliyorum. Birkaç dakika bu şekilde bekledikten sonra, belki konuşmamasının bir nedeni vardır, belki hislerim karşılıklı değildir, diye düşünmeye başlıyorum. Belki onun umurunda bile değilimdir; hatta belki başına bu belaları sardığım için benden nefret ediyor bile olabilir. İçimde bir kuşku yükseliyor. Gerçeği öğrenmem lazım.

"Ben?" diye fısıldıyorum sessizce.

Cevap vermesini bekliyorum ama duyduğum tek şey kırık burnundan çıkan hırıltılı nefesi. Biraz dikkatli baktığımda, uyumuş olduğunu anlıyorum. Bu sessiz kalmasının nedenini açıklıyor.

Suratını inceliyorum. Ezik ve çürüklerle dolu olmasına rağmen yine de o kadar güzel ki. İkimizin ayrılacak olması sinirlerimi bozuyor. Ve tabii onun ölme ihtimali de. O ölmek için fazla genç. Sanırım ben de öyleyim.

Yemek uykumu getiriyor ve istemesem bile gözlerim, karanlığın içinde kapanıyor. Kafam, Ben'in omuzuna ulaşana kadar duvarda kayıyor. Uyumamam ve zinde kalıp, kendimi arena için hazırlamam gerektiğini biliyorum.

Fakat saniyeler bile geçmeden, hızla uykuya dalıyorum.

* * *

Koridorda düzenli adımlarla ilerleyen botların yarattığı yankıya uyanıyorum. En başta bunun bir kabus olduğunu sansam bile, öyle olmadığını anlamam fazla zaman almıyor. Kaç saattir uyuduğumu bilmiyorum. Ancak iyi dinlenmiş olan bedenim, bana uzun süredir uyuyor olduğumu söylüyor.

Yaklaşan botların sesi kapımızın önünde kesiliyor. Sallanan anahtarları duyunca doğruluyorum ve kalbim göğsümden fırlayacakmış gibi atmaya başlıyor. En sonunda geldiler.

Ben'e nasıl veda edebileceğimi bilmiyorum veya benim vedamı duymak isteyeceğini. Bu yüzden hiçbir şey yapamadan, tüm kaslarım sızı içinde, ayrılmaya hazırlanıyorum.

Fakat birden bileğimin üzerinde bir el hissediyorum. Şaşırtıcı derece güçlü olan bu elin dokunuşu, içimde bir şeylerin kıpırdanmasına sebep oluyor.

Kafamı ona çevirmeye, o gözlerin içine bakmaya korkuyorum. Fakat başka bir şansım yok, doğrudan bana bakıyorlar.

Bu gözler endişe ile dolular. İşte bunun fark ettiğim zaman, onun için ne kadar önemli olduğumu anlıyorum. Gözlerindeki endişenin yoğunluğu, beni ürpertiyor.

"Epey iyiydin." diyor, "Bizi buralara kadar getirebildin.

Haddinden bile fazla hayatta kaldık."

Ne diyeceğimi bilemeden ona bakıyorum. Tüm bunlar için üzgün olduğumu söylemek istiyorum. Benim için ne kadar önemli olduğunu da anlatmak istiyorum. Hayatta kalmasını istediğimi. Benim de hayatta kalmayı istediğimi. Onun tekrar görebilmeyi istediğimi de. Kardeşlerimizi bulup, eve dönebilmeyi.

Fakat bunların hepsini çoktan biliyormuş gibi hissediyorum. Bu yüzden ağzımdan tek bir kelime bile çıkmıyor.

Kapının açılmasıyla birlikte, içeri köle avcıları giriyor. Onlara doğru döneceğim sırada Ben bileğimden çekerek, beni kendine çeviriyor.

"Hayatta kal." diyor, sanki ölen bir adamın son sözleriymiş gibi.

Ona bakakalıyorum.

"Hayatta kal. Benim için. Kardeşin için. Kardeşim için. Hayatta kal."

Sözleri sanki bir emir gibi havada çınlıyor. Sanki babam, Ben'in üzerinden benimle konuşuyormuş gibi hissediyorum ve bu tüylerimi diken diken ediyor. Önceden, hayatta kalmaya niyetliydim. Fakat şimdi ise bundan başka bir seçeneğim yok gibi hissediyorum.

Köle avcıları emin adımlarla yaklaşıp, arkamda dikiyorlar.

Ben, bileğimi bırakıyor. Köle avcılarının karşısına gururla dikiliyorum. Yemek ve uykudan aldığım yeni bir güç içimde kabarmaya başlıyor. Meydan okuyan gözlerle onlara dimdik bakıyorum.

İçlerinden biri bir anahtar çıkarıyor. Önce sebebini anlamasam bile sonra hemen anlıyorum: kelepçelerim. O kadar uzun süredir oradalar ki, takılı olduklarını bile unutmuşum.

Kilidi açıyorlar. Metal kolumdan çekildiği zaman, bileklerimde büyük bir rahatlama hissediyorum. Kelepçelerin bileklerimde bıraktığı izleri ovuşturuyorum.

Onlar beni ittiremeden odadan çıkıyorum. Biraz üstünlük hissedebilmeye ihtiyacım var. Ben'in beni izlediğinin farkındayım, fakat dönüp de ona bakmaya gönlüm el vermiyor. Güçlü olmalıyım.

Hayatta kalmak zorundayım.

O N A L T I

Köle avcıları beni dar koridorlardan geçirirlerken, uzaktan gelen boğuk bir gürültü duyuyorum. En başta ne olduğunu anlayabilmek zor. Fakat yaklaştıkça, bu bir kalabalığın sesine dönüşmeye başlıyor. Neşeli bir kalabalıktan çıkan çılgınca bağırışlar.

Başka bir koridora döndüğümüz zaman sesler daha da netleşiyor. Tribünlerden gelen bağırışlar, tıpkı bir depremmiş gibi koridoru sallıyor. Binlerce insan ayaklarını yere vuruyor olmalı

Bu köle avcıları tarafından itilip kakılmak gururuma dokunuyor, hele ki ölümüme götürülürken. Dönüp, içlerinden birini yere yıkmayı o kadar çok isterdim ki. Ancak silahsızım ve onlar benden çok daha iri ve güçlüler. Ayrıca, gücümü arenaya saklamam lazım.

Son kez ittirildiğim zaman koridorun sonuna ulaşmış bulunuyoruz. Uzakta projektöre benzeyen güçlü bir ışık var, kalabalığın gürültüsü ise akıl almaz bir şekilde artıyor. Koridordan, geniş ve yüksek tavanlı bir tünele geçiyoruz. Sürekli güçlenmeye devam eden ışığın, gün ışığı olabileceğini fark ediyorum.

Fakat hava sıcaklığında hiçbir değişme yok. Halen yeraltındayım ve bir tünelin girişine doğru yürüyorum. Arenaya doğru. Babamın beni götürdüğü beyzbol maçını hatırlıyorum. Koltuklarımıza ulaşmak için stadyum içindeki bir tünelde yürürken birden karşımıza tribünler çıkıvermişti. Bu rampadan aşağı ilerlerken de benzer şeyleri hissediyorum. Ancak bu sefer, günün yıldızı benim. Rampanın sonuna ulaştığımızda, karşımdaki görüntü beni dehşete düşürüyor.

Binlerce insanın doldurduğu inanılmaz boyutlardaki stadyum, her bir yöne uzanıyor. Stadyumun tam merkezinde sekizgen bir ring yer alıyor; bir boks ringine benzeyen bu mekanın tek farkı etrafının halatlarla değil de metal bir kafesle sarılmış olması. Yerden yaklaşık beş metre yüksekte olan kafes, açık olan üst kısım hariç ringin etrafını tamamen sarıyor. Bir zamanlar UFC7 tarafından kullanılan ringlerin biraz daha büyüğü gibi. Kan izleri ile kaplı olan bu kafesin iç tarafına kısa aralıklarla yerleştirilmiş demir kazıklar, buranın spor amaçlı değil, sadece ölüm için kullanıldığını kanıtlıyor.

Kafesten çınlayan metallerin sesi yükseliyor. Ringde dövüşen iki kişiden biri kafese doğru fırlatılıyor. Metale çarpan vücudu küçük bir farkla kazıkları ıskalayınca, kalabalık çılgınlar gibi bağırıyor.

Kanlar içindeki ufak tefek dövüşçü, dengesini kaybetmiş bir halde kafesten sekiyor. Dev gibi olan diğeri ise tıpkı bir sumo güreşçisine benziyor. Asyalı olan bu adam, en az 230 kilogram kadar var. Bu küçük, sıska adamı kafese fırlatan sumo güreşçisi, bu hamlenin ardından yerinden fırladığı gibi rakibini sanki oyuncak bir bebekmiş gibi iki eliyle tutarak kafasının üzerine kaldırıyor. Bu şekilde ringin içinde dolaşan sumocuya, tribünler çılgıncasına tezahüratlar yağdırıyor.

Ringin diğer ucuna fırlattığı adam, gene kıl payı sivri demirlere saplanmaktan kurtuluyor. Ancak hızla yere çarpan bu adam, kıpırdamadan ringde uzanıyor.

Ayaklanan tribünlerden bağırışlar yükseliyor. "İŞİNİ BİTİR!" diye bağırıyor kalabalıktan biri. "ÖLDÜR ONU!" diyor haykırıyor bir başkası. "MAHVET!"

Haykıran binlerce kişinin metal zemini döven botlarının çıkardığı ses kulakları sağır edebilecek kadar yüksek. Yavaş hareketlerle, anın tadını çıkaran sumocu ringin etrafında yavaşça dönmeye devam ediyor. Kalabalığın coşkusu iyice artıyor.

Sumo yavaş ve ürkütücü adımlarla ringin diğer ucunda bilincini kaybetmiş bir halde yüz üstü yatan ufak adama doğru ilerliyor. Adama yaklaştığında, dizlerinden birini, aniden yerde yatan adamın beline doğru hızla indiriyor. Adamın omuriliğinden mide bulandırıcı bir kırılma sesi çıkaran 230 kilogramlık bu darbeyi duyan seyircilerden bir inleme sesi yükseliyor.

Bakmak istemediğim için kafamı çeviriyorum. Küçük ve savunmasız adamın başına gelenler kendimi kötü hissettiriyor. Karşılaşmayı neden durdurmadıklarını anlayamıyorum. Güreşçinin kazandığı apaçık ortada halbuki.

Fakat görünen o ki böyle bir niyetleri yok, zaten Sumo da henüz işini bitirmemiş gibi. Adamın sakatlanmış vücudunu iki eliyle kaldırarak, suratını çarptıracak şekilde ringin diğer ucuna fırlatıyor. Metal kafese çarpan adam, tekrar zemine yığılıyor. Kalabalık çılgınlar gibi bağrışıyor. Adamın eğri duran vücudundan, ölüp ölmediğini anlamak mümkün değil.

Güreşçi halen tatmin olmamış gibi görünüyor. Havaya kaldırdığı kollarıyla, tezahürat eden seyircileri selamlıyor.

"SU-MO! SU-MO! SU-MO!"

Bağırışlar, kulak tırmalayıcı bir seviyeye ulaşıyor, ta ki Sumo ringin diğer tarafına gidip, kaldırdığı ayağını yerde yatan adamın boğazına indirene dek. İki ayağıyla da adamın boğazına çıkarak, onu eziyor. Boğazının üzerindeki ayakları çekmek için çabalayan adamın gözleri dehşetle açılıyor. Nafile olan bu çabalar, birkaç saniyelik mücadelenin ardından tamamen kesiliyor. Kolları yanlarına düşüyor ve en sonunda ölüyor.

Çılgın kalabalık zıplayarak, çığlıklar atıyor.

Cesedi yerinden kaldıran Sumo, onu kafasının üzerine kaldırdıktan sonra ringin diğer ucuna fırlatıyor. Bu sefer doğrudan kazıklara fırlattığı vücut, sivri metallerden birine saplanıyor. Adamın midesinden geçerek, onu kafese asılı bırakan kazık, ringi kanlar içinde bırakıyor.

Kalabalığın coşkusu hepten artıyor.

Arkadan ittirilince, güçlü ışığın içine doğru sendeleyerek stadyumun içine çıkıyorum. Stada girmemle beraber en sonunda nerede olduğumu anlıyorum; burası eski Madison Square Garden stadyumu. Ancak çökmek üzere olan tavanı ve paslanmış tribünleriyle artık bir harabeden farksız.

Kalabalık beni tespit etmiş olmalı ki bana dönerek büyük beklentilerle tezahürat yapmaya başlıyor. Bağıran ve tezahürat yapan suratları iyice incelediğimde, hepsinin Biyokurbanı olduğunu fark ediyorum. Deforme olmuş suratlarının çoğu erimiş bir halde. Birçoğu inanılmaz zayıf ve sağlıksız. Hayatımda bu kadar geniş bir yelpazeden oluşan ruh hastası çeşidini hiç bir arada görmemiştim.

Ringe doğru yaklaşırken, binlerce gözün üzerimde olduğunu hissedebiliyorum. Aralarında, dalga geçenler de, yuhalayanlar da var. Yeni gelen tipleri sevmedikleri kolayca anlaşılabiliyor. Belki de sevmedikleri benimdir.

Ringin yanındaki kısa bir merdivene doğru ittiriliyorum. Kafamı kaldırdığım zaman, ringin üstünden bana dik dik bakan Sumo'yu görüyorum. Ardından halen kazığa oturmuş şekilde duran vücuda kayıyor bakışlarım. Bir an için duraksıyorum: bu ringe girmeye çokta meraklı değilim.

Sırtıma dayanan bir tabanca, beni ilk adımlarımı atmaya zorluyor. Ardından bir adım daha. Seyircilerin yükselen bağırışları, dizlerimin boşalmasına neden oluyor.

Bir köle avcısının ringin kapısını açmasıyla içeriye giriyorum. Ardımdan kapıyı hızla kapatması beni ürpertiyor. Kalabalık alkış tutmaya başlıyor.

Tribünleri incelemeye başlıyorum; Bree, Ben, kardeşi veya tanıdık herhangi bir yüz bulabilirim umuduyla. Fakat hiç kimse yok. Kendimi zorlayarak ringin diğer ucuna, rakibime bakıyorum. Sırıtışı, görüntüm karşısında kahkahalara dönüşüyor. Benim kolay bir lokma olacağımı düşündüğünden eminim. Onu, bunun için suçlayamam da.

Sumo seyircilere yaltaklanmak için sırtını bana dönerek, seyircilere doğru kollarını kaldırıyor. Varlığımın onu tehdit etmediği, hatta bu karşılaşmayı çoktan kazandığını düşündüğü ortada. Zaferinin tadını çoktan çıkartmaya başlamış bile.

Birden kafamın içinde babamın sesini işitmeye başlıyorum:

Her zaman kavgayı başlatan sen ol. Asla tereddüt etme. En büyük silahın, rakibini gafil avlamaktır. Bir kavga, sen onu BAŞLATTIĞIN zaman başlar. Bunu yapması için rakibini bekliyorsan, çoktan kaybetmişin demektir. Bir kavganın sonucunu daima onun ilk üç saniyesi belirler. Vur. VUR!

Babamın kafamda haykıran sesinin, kontrolümü ele geçirmesine izin veriyorum. Bunun ne kadar çılgınca olduğunu veya şansımın ne kadar düşük olduğunu bir an bile düşünmüyorum. Tek bildiğim, eğer bir an önce bir şey yapmazsam, ölecek olmam.

Sanki vücudumu başka biri yönetiyormuş gibi hissediyorum. Kendimi ringin diğer tarafına, Sumo'ya odaklanmış bir şekilde koşarken buluyorum. Halen sırtı dönük, elleri havaya kalkık bir halde tezahüratların tadını çıkarıyor ve ne kadar korunmasız olduğun farkında değil.

Ringin diğer ucuna koşarken geçen her bir saniye sanki sonsuzlukmuş gibi hissettiriyor. Halen demir uçlu botları giyiyor olduğumu unutmuş değilim. Attığım üç büyük adımdan sonra, Sumo farkına bile varamadan, sağ dizinin arkasına doğru uçuyorum.

Ne kadar büyüklerse, düşüşleri de o kadar büyük olacaktır, diye fısıldıyor babam.

Umarım haklıdır.

Çünkü tek bir şansım var.

Tekmem tüm gücümle dizinin arkasına çarpıyor. Demir uçlu botlarımın, yumuşak deri üzerinde yarattığı darbeyi hissedebiliyorum.

Şansıma darbem başarıya ulaşıyor. Tek dizinin üzerinde zemine düşen Sumo'nun ağırlığı, tüm ringi sallıyor.

Bu beklenmedik gelişmeyi şaşkınlık ve memnuniyetle karşılayan seyirciler, hep bir ağızdan bağırıyorlar.

Bir kavgada yapabileceğin en büyük yanlış, onlara vurduktan sonra arkanı dönmektir. Bir kavgayı tek bir yumruk veya tekme ile kazanamazsın. Bunları birleştirerek kazanırsın. Bir kere tekmelediysen, tekrar tekmele. Ardından bir daha ve bir daha. O yerden kalkamayacak hale gelene kadar durmamalısın.

Şaşkın bir ifadeyle bana dönmeye başlayan Sumo'ya bunun için fırsat tanımıyorum.

Tam boynunun arkasına dönen bir tekme indiriyorum. Yere yıkılarak, suratını zemine sertçe vuruyor.

Yine beklemiyorum. Ayakkabı topuğunun tam bel çukuruna saplanacağı şekilde bir tekme daha indiriyorum. Bir saniye bile beklemeden, botumun demir ucuyla şakaklarına bir tekme savuruyorum. Tam da en yumuşak kısmına doğru. Tekrar ve tekrar, hiç durmadan vuruyorum. Kanla kaplanan suratını korumak için ellerini kullanmaya çabalıyor.

Kalabalık çıldırmak üzere. Hepsi ayaklarının üzerine fırlamış bir halde delicesine bağırıyorlar.

"ÖLDÜR ONU!" diyorlar. "ÖLDÜR!"

Fakat tereddüt ediyorum. Dağılmış suratıyla önümde iki büklüm yatan görüntüsü beni üzüyor. Bu acımasız katil için üzülmemem gerektiğini biliyorum. Ancak gene de onu öldürebilirmişim gibi gelmiyor.

Böylece en büyük hatamı yapmış oluyorum. Tereddüdümden faydalanan Sumo, ben ne olduğunu anlayamadan ayak bileğimi yakalıyor. Kocaman ellerinin arasında bacağım sanki bir çıra parçasıymış gibi görünüyor. Rahatça yaptığı bir hareketle beni döndürerek, ringin diğer ucuna fırlatıyor.

Kazıklardan birini birkaç santim farkla ıskalayarak, kafese çarptıktan sonra yere düşüyorum.

Kalabalık coşuyor. Başım dönmeye başlıyor. Çoktan ayağa kalkmaya başlayan Sumo, üstüme doğru gelmeye başladı bile. Suratından kanlar damlıyor. Buna sebep olanın ben olmasını, aklım almıyor. Yaralanabiliyor olması bile epey şaşırtıcı. Ayrıca şu an epey bir sinirli de olmalı.

Hızı beni ürkütüyor. Göz açıp kapayamadan havaya doğru atılarak, üzerime inmeye başlıyor. Hızla yolundan çekilmezsem, tüm kemiklerim kırılacak.

Son anda kaçmayı başarıyorum. Zemine o kadar sert bir şekilde iniyor ki yarattığı sarsıntı beni havaya fırlatıyor.

Yuvarlanarak ringin diğer ucuna kadar ulaşıyorum. Sumo doğrulmaya çalışırken, ben de hızla ayağa fırlıyorum. İkimizde ringin bir ucunda soluklanırken, bakışlarımızı birbirimize çeviriyoruz. Tribünler çıldırmak üzere. Bu kadar uzun süre hayatta kalmayı başarmış olmama inanamıyorum.

O saldırıya geçmeye hazırlanırken, artık hiçbir seçeneğimin olmadığını fark ediyorum. Ringde, bu boyutlarda birinden kaçabileceğim hiçbir yer yok. Tek bir hata ve artık ölü

biriyim. Gafil avlayarak şansımı bir kere kullandım. Ama artık yüz yüze dövüşmem gerekecek.

Birden kafesin açık kısmından bırakılan bir şey, ikimizin ortasına doğru büyük bir hızla düşüyor. Kocaman bir savaş baltası bu. Böyle bir şeyin olmasını hiç ummazdım. Sanırım karşılaşmaları dengeli ve eğlenceli tutmak için uyguladıkları bir yol olsa gerek bu. Balta ikimize de eşit bir uzaklığa, yaklaşık üç metre ilerime iniyor.

Bir an bile tereddüt etmiyorum. Hızla baltaya doğru koşarken, Sumo'dan daha hızlı olduğumu görmek beni rahatlatıyor. İlk ulaşan ben oluyorum.

Fakat düşündüğümden daha hızlı çıkan Sumo, ben baltayı alıp, kaldırdığım zaman koca kollarını gövdeme doluyor. Sanki bir böcekmişim gibi, beni hiç çaba sarf etmeden havaya kaldırıyor.

Kaburgalarıma uyguladığı baskı o kadar artıyor ki, sanki hepsi birer birer kırılmaya başlayacaklarmış gibi hissediyorum. Pek işime yaramasa da baltayı halen elimde tutmayı başarabiliyorum. Omuzlarımı bile hareket ettiremiyorum.

Beni döndürmeye başlayarak, eğleniyor. Bu hareketi karşısında tepkisiz kalmayan kalabalıktan neşe dolu bağırışlar yükseliyor. Kollarımı bir kurtarabilsem, baltayı kullanabileceğim.

Fakat yapamıyorum. Vücudumdaki tüm oksijen beni terk ediyor. Boğulmaya başlamam için bir iki hareket daha yapması yeterli olacak.

En sonunda şansım tükendi.

Yaş sınırı:
16+
Litres'teki yayın tarihi:
09 eylül 2019
Hacim:
293 s. 6 illüstrasyon
ISBN:
9781632912138
İndirme biçimi:
Serideki Birinci kitap "Köle Tüccarları Üçlemesinin"
Serinin tüm kitapları