Kitabı oku: «Arena Bir », sayfa 9

Yazı tipi:

BÖLÜM III

O N Ü Ç

Karanlığın içinde uyanıyorum. Başım dönüyor ve her yerim ağrı içinde. Yaşıyor muyum, yoksa öldüm mü, emin değilim. Garip bir pozisyonda, soğuk ve metal bir zeminin üzerinde yüzükoyun yatıyorum. Avuçlarımı yere dayayıp, kendimi yavaşça kaldırmak için uğraşıyorum.

Her bir hareketim acı veriyor. Vücudumda ağrının ulaşamadığı tek bir nokta bile yok gibi. Yavaşça doğrulmayı becerdiğimde, sanki kafam ortadan ikiye yarılıyormuş gibi hissediyorum. Hem midem bulanıyor, hem de kendimi sersemlemiş, aç ve güçsüz hissediyorum. Dilim damağım kurumuş bir halde. Sanki blender'den geçirilmiş gibiyim.

Başım dönmüş bir halde otururken, halen hayatta olduğumun farkına varıyorum. Bir şekilde yaşamayı başarmış.

Odanın etrafına bakarken, kendimi toparlamaya, nerede olduğumu anlamaya çalışıyorum. Karanlık odaya giren tek ışık, odanın diğer ucunda yer alan kapının altındaki aralıktan sızıyor. Etrafı görebilmek için yetersiz.

Kafamdaki acıyı azaltmak için onu ellerimin arasına alarak, yavaşça tek dizimin üzerinde doğruluyorum. Bu ufak hareket bile her şeyin dönmesine yol açıyor. Bana bir çeşit ilaç mı verdiler, yoksa bunların sebebi son 24 saattir aralıksız olarak vücuduma verdiğim zararlar mı?

Üstün bir çabayla, ayaklarımın üzerinde doğrulmaya çalışıyorum. Büyük bir hata. En az bir düzine bölgemden ağrılar yükseliyor: kolumdaki yara; kırılmış kaburgalarım; arabanın gösterge paneline çarpan alnım ve suratımın yanı. Buraya uzattığım elime bir şişkinlik geliyor, köle avcısının attığı yumruk buraya isabet etmiş olmalı.

Hatırlamaya çalışıyorum… Penn İstasyonu… Üzerlerinden geçtiğim köle avcıları… Trene çarpışımız… Onun arkasından koşmam… Trene tutunuşum… Ve ardından gelen güçlü darbe… Ben'in o an yanımda olmadığını hatırlıyorum. Bilincini kaybetmiş bir şekilde arabada oturuyordu. Yaptığımız son kazadan kurtulabilmiş midir acaba.

"Ben?" Tereddüt içinde karanlığa doğru sesleniyorum.

Bir cevap duymayı, burada, yanımda olmasını umarak bekliyorum. Gözlerimi kısarak karanlığın içinde gezdiriyorum, fakat bir şey görebilmek mümkün değil. Sessizlikten başka bir şey yok. Hissetmekte olduğum korku, derinleşiyor.

Acaba Bree trende miydi, eğer öyleyse, tren nereye gidiyordu, soruları kafama takılıyor. Ben'in kardeşini trende gördüğümü hatırlıyorum, fakat Bree'yi görmemiştim. Bugünlerde halen çalışan trenlerin olduğunu öğrenmek, beni şaşırtıyor. Acaba onları Arena Bir'e naklediyor olabilirler mi?

Bunların şu an bir önemi yok. Kim bilir kaç saattir baygınım ve ne kadar zaman kaybettim? Trenin istikametini veya kaç yüz kilometre ilerlemiş olduğunu öğrenmem imkansız. Buradan kaçabilsem bile, onlara yetişebilmemim hiçbir yolu yok. Kaçabileceğimi de hiç sanmıyorum. Tüm çabalarımın bir hiç için olduğunu anlamamla beraber, içime büyük bir keder ve umutsuzluk doluyor. Artık tek yapabileceğim, köle avcılarının bana vereceği cezayı, benden alacakları intikamı, yani kesin olan ölümümü beklemek. Büyük ihtimalle öldürmeden önce işkence edeceklerdir. Tek umudum bunu fazla uzatmamaları.

Buradan kaçabilmenin bir yolunun olup olmadığını bilmek istiyorum. Ellerimle karanlığı yoklayarak, birkaç dengesiz adım atıyorum. Ağrılar ve acılar içinde olan vücudumun attığı her adım bir ıstırap. Soğuk olan oda, titrememe neden oluyor; günlerdir sıcak bir ortamda bulunamadım ve sanırım bu yüzden ateşim çıkmak üzere. Elime kaçabileceğim bir fırsat geçse bile, bu halimle ne kadar uzaklaşabileceğim şüpheli.

Bir duvara ulaşıyorum ve ona sürtünerek, kapıya doğru ilerliyorum. Aniden dışardan bir ses geliyor. Bunu takip eden ayak sesleri ise çelik zemini döven botlara aitler. Karanlıkta yankılanan bu uğursuz sesler, gittikçe yaklaşıyor.

Anahtar şıkırtıları geliyor ve hücremin kapısı aralanıyor. İçeri birden giren kör edici ışığa karşı elimi gözlerime siper ediyorum.

Gözlerim halen kamaşmış durumda, fakat girişte duran birkaç silueti fark edebiliyorum. Köle avcılarının kıyafetlerini giyen bu siyah maskeli figürler, uzun boylu ve kaslılar.

Artık ışığa alışan gözlerimin önünden ellerimi indiriyorum. Beş kişiler. Ortadaki, elinde bir kelepçe tutuyor. Ne bir şey söyleyen ne de herhangi bir harekette bulunan bu adamın suratındaki ifadeye bakılırsa, benim yanına giderek, kendimi ona kelepçeletmem gerekiyor. Beni bir yere götürmek için gelmiş gibiler.

İçi artık aydınlanmış olan odama şöyle bir göz gezdirdiğim zaman, buranın çelikten zemin ve duvarlara sahip, içinde kayda değer hiçbir şey bulunmayan, basit bir oda olduğunu görüyorum. Kısacası kaçılabilecek bir noktası yok. Ellerimi belimi yokladığımda, silah kılıfımı aldıklarını anlıyorum. Savunmasız bir haldeyim. İyi silahlanmış bu askerlerle dövüşmenin hiçbir manası yok.

Beni kelepçelemelerine izin vermekle kaybedecek bir şeyim yok. Seçme şansım da yok nasıl olsa. Her halükarda, buradan çıkabilmenin tek yolu bu. Eğer beni ölümüme götürüyorlarsa bu bana uyar. Bunu beklemektense, bir an önce aradan çıkarmak en iyisi.

Yavaşça ilerleyerek, arkamı dönüyorum. Soğuk, metal kelepçeleri bileklerime gereğinden daha sıkı bir şekilde takıyorlar. Sonra da üzerimdeki kıyafetten çekerek, koridora ittiriyorlar.

Koridor boyunca tökezleyerek yürüyorum, arkamdaki köle avcılarının botlarından çıkan eko ise, sanki Gestapo buradaymış gibi hissettiriyor. Koridorlar, ortama loş bir ışık veren acil durum lambalarıyla aydınlatılıyor. Her beş metrede bir yerleştirilmiş olan bu lambalar, sadece yürüdüğünüz yolu gösterecek kadar ışık veriyorlar. Burası metal bir zemin ve duvarlarla kaplı, uzun ve sade bir koridor. Hızlanmam için tekrar ittiriyorlar. Attığım her adım bana acı verse bile, yürüdükçe, vücudumdaki gerginlik çözülmeye başlıyor.

Koridorun sonlamasıyla, sağa dönmek zorunda kalıyorum ve karşıma yeni bir koridor çıkıyor. Bu sefer de bu yeni koridora doğru ittiriliyorum. Birkaç adım sonra kendimi, içinde yüzlerce köle avcısının olduğu geniş bir odada buluyorum. Duvar boyunca düzgün sıralar halinde, bir yarım çember şekli oluşturacak şekilde dizilmişler. Hepsinin üniformaları ve maskeleri üstlerinde. Halen yer altında olmalıyız, çünkü ne bir pencere ne de doğal bir ışık kaynağı var. Bu kasvetli odayı aydınlatan tek şey, çıkardıkları çatırtılarla içerdeki sessizliği bozan meşaleler.

Odanın ortasında ise tahta demeye dilimin varmadığı, ahşaptan derme çatma bir platformun üzerinde yerleştirilmiş, devasa bir sandalye. Bu sandalyenin üzerindeki adamın, köle avcılarının lideri olduğu aşikar. Genç, en fazla otuzlarında olan bu adamın ilginç tarafı ise saçları. Beyaz ve inanılmaz gürlükteki saçlar, tıpkı deli bilim adamlarının saçları gibi her yana dağılmış bir halde. Yeşil kadifeden büyük bir özen gösterilerek yapılmış üniformasının üzeri askeri düğmelerle dolu ve kıyafetinin yüksek yakaları boynunu tamamen sarıyor. İri, yeşil ve donuk olan gözleri sonuna kadar açılmış bir halde, bana doğru bakıyor. Tam bir ruh hastasına benziyor.

Köle avcılarının oluşturduğu sıra ayrılıyor ve ben arkadan itiliyorum. Tökezleyerek odanın içine, liderlerinin karşısına çıkmak için yönlendiriliyorum.

Beni liderlerine on metre kadar yaklaştırıp, hemen arkama dikiliyorlar. Beni infaz edecekleri noktaya mı getirdiler, diye şüphelenmekten kendimi alamıyorum. Ne de olsa, onlardan bir sürü kişiyi öldürdüm. Hızla odayı tarayarak Ben, Bree veya Ben'in kardeşinden bir iz olup olmadığına bakıyorum. Hiçbiri burada değil. Tek başımayım.

Liderleri beni incelerken, gergin sessizlikte hiçbir şey yapmadan bekliyorum. Zaten yapabileceğim başka bir şey de yok. Kaderimin artık bu adamın ellerinde olduğu apaçık.

Sanki bir avmışım gibi bana baktıktan sonra, beni şaşırtan bir hareket yaparak, yavaşça gülümsemeye başlıyor. Bu suratındaki büyük yara izinin bozduğu, alaycı bir gülümseme. Birden atmaya başladığı kahkahalar, gittikçe derinleşiyor. Hayatımda duyduğum en duygusuz sese ait bu kahkahalar, loş odanın içinde yankılanıyor. Gözlerinde manyakça bir parıltıyla bana bakıyor.

"Demek sen, O'sun." diyor en sonunda. Sesi normal olmayan bir şekilde boğuk ve derin. Sanki yüz yaşında birine aitmiş gibi.

Ne cevap vermem gerektiğini bilmeden, ona bakıyorum.

"Adamlarımın üzerine onca yıkımı getiren sensin demek. Şehrin bu kadar içine kadar bizi takip edebilmeyi başarmış olan da gene sensin. Benim şehrime! New York artık benim. Bunu bilmiyor muydun?" Sesine aniden dolan bir öfke ve kocaman açılan gözleriyle bana bunu soruyor. Sandalyesini sıktıkça, kolları titremeye başlıyor. Sanki az önce bir akıl hastanesinden kaçıp, doğrudan buraya gelmiş biri gibi görünüyor.

Nasıl cevap vermem gerektiğini halen bilmediğim için, sessizliğimi koruyorum.

Kafasını onaylamayan bir şekilde sallıyor.

"Bunu daha önceleri deneyenler olmuştu, fakat kimse şehrimin içine girebilmeyi başaramamıştı. Ya da ta buraya, evimin içine kadar ulaşabilmeyi. Bunun kaçınılmaz ölüm demek olduğunu biliyordun. Ve fakat, yine de geldin." Gözleriyle her yanımı inceliyor.

"Seni sevdim." diyerek, kararını belirtiyor.

Bana değer biçmeye çalışan, sabit bakışları beni iyice huzursuz ediyor ve yaşanabilecek şeylere karşı hazır olmamı söylüyor.

"Ve bir de şu haline bak." devam ediyor. "Bir kız. Aptal, genç bir kız. Ne iri, ne güçlü. Silah namına bir şeyi bile yok. Nasıl olur da bu kadar çok adamımı öldürmüş olabilirsin?"

Kafasını sallıyor.

"Çünkü sende yürek var. Yaşadığımız dünyadaki en kıymetli şey bu. Sahiden de tek kıymetli olan o." Birden gülmeye başlıyor. "Gerçi her şeye rağmen, en sonunda başarısız oldun. Aksi mümkün müydü ki zaten? Ne de olsa burası benim şehrim!" Titreyen vücudunun eşliğinde, avazı çıktığı kadar bağırıyor.

Titreyen vücuduyla sandalyesine yayılıyor. Endişem gittikçe artıyor; kaderimin bir ruh hastasının ellerinde olduğu artık kesinleşti.

Boğazını temizliyor.

"Kuvvetli bir ruha sahipsin. Neredeyse benimkisi kadar kuvvetli bir ruh bu. Bunu takdir ediyorum. Hatta o kadar takdir ediyorum ki seni yavaşça öldürmek yerine, hemen şimdi öldürebilirim."

Duyduklarım hiç hoşuma gitmiyor, yutkunuyorum.

"Evet." diye devam ediyor, dimdik bakarak. "Bunu gözlerinde görebiliyorum. Bir savaşçının ruhuna sahipsin. Gerçekten de tıpkı bana benziyorsun."

Bende ne gördüğünü bilmiyorum, fakat umarım bu adama benzer hiçbir yanım yoktur.

"Senin gibi birini bulabilmek, nadiren gerçekleşebilecek bir olay. Bunca yıl boyunca pek azı şehrin dışında hayatta kalabilmeyi başardı. Çok azı böylesi bir ruha sahip olabilir.... O

yüzden, seni hak ettiğin şekilde idam etmek yerine, ödüllendireceğim. Sana bir hediyem olacak. Özgür irade hediyesi. Bir seçim hakkı.

"Bize katılabilirsin. Bizden biri, bir köle avcısı. Aklına gelebilecek her türlü lükse, hayal bile edebileceğinden daha fazla yiyeceğe sahip olacaksın. Köle avcılarından oluşan bir birliğin lideri olacaksın. Kendi bölgene hakimsin. Hani şu dağlar. Evet, oralarda işime yarayabilirsin. Oraya yaptığın yolculuklarda, diğer hayatta kalanların hepsini ele geçireceksin. Ordumuzun büyümesine yardımcı olacaksın. Ve bunun karşılığında, hayatta kalacak ve lüks içinde yaşayacaksın."

Durup, bir cevap bekliyormuş gibi bana bakıyor.

Teklifini düşünmek bile midemi bulandırıyor. Bir köle avcısı. Bundan daha çok iğreneceğim başka bir şey olamaz. Cevap vermek için ağzımı araladığımda, kurumuş boğazımdan ses çıkmıyor. Boğazımı temizlemeye çalışıyorum.

"Ya reddedersem?" kelimler istediğimden daha tane tane çıkıyorlar.

Gözleri şaşkınlıkla açılıyor.

"Reddetmek mi? O zaman gebermen için seni arenaya yollarız. Hepimizin eğlencesi adına, iğrenç bir şekilde öldürülürsün. Bu da diğer seçeneğin."

Bana biraz zaman kazandırabilecek bir şeyler düşünmek için uğraşıyorum. Bu teklifi kabul etmeme imkan yok, fakat başka bir yol bulmam gerek.

"Peki ya kız kardeşim?" diye soruyorum. Arkasına yaslanıp, gülümsüyor.

"Eğer bize katılırsan, onu serbest bırakırım. Şehrin dışına dönmekte özgür olacak. Ancak reddedersen, şüphesiz ki onu da öldürürüz."

Bunu duyar duymaz kalbim hızla atmaya başlıyor. Bree halen hayatta. Tabii bu manyağın doğru söylüyor olduğunu farz edersem.

Enine boyuna düşünüyorum. Bu hayatı pahasına olsa bile, Bree, köle avcısı olmamı ister miydi? İstemezdi. Bree, küçük kız ve oğlan çocuklarını öldürülsünler diye ele geçirilmelerinin, asla sorumlusu olmak istemezdi. Onu kurtarmak için her şeyi yapabilirdim. Fakat bu noktada bir sınır çizmem gerekiyor.

"Beni öldürmek zorunda kalacaksınız." diye cevaplıyorum, uzun sessizliğimin ardından. "Asla bir köle avcıı olmam."

Kalabalığın içinde başlayan mırıldanmalar, liderlerinin, sandalyesinin koluna indirdiği yumruğuyla kesiliyor. Oda anında sessizleşiyor.

Ayağa kalkarak, çatılmış kaşlarıyla bana doğru bakıyor.

Dişlerinin arasından hırıldayarak, "Öldürüleceksin." diyor. "Ve ben de en öndeki koltuktan bunu izliyor olacağım."

O N D Ö R T

Halen kelepçeli olan ellerimle, geldiğim koridordan geri dönüyorum. Koridorda ilerlerken, yanlış kararı vermiş olabileceğim düşüncesinden kendimi alamıyorum. Kendi hayatım değil de, Bree'nin hayatı için. Onun hayatı için bu teklifi kabul etmeli miydim?

Teklifi reddederek, resmen onun ölüm fermanını imzalamış oldum. Pişmanlık içimi parçalıyor. Fakat her şeye rağmen, masum insanların zarar görmesindense, Bree'nin de ölümü tercih edeceğini düşünmeden edemiyorum.

Artık tamamen hissizleşmiş bir haldeyim. Beni koridorda itelerlerken, beni şimdi neyin bekliyor olduğunu merak ediyorum. Arenaya mı götürülüyorum? Nasıl bir yerdir acaba? Ve Bree'ye ne olacak? Onu sahiden de öldürürler mi? Yoksa çoktan öldürmüşler midir? Köle olarak mı kullanacaklar? Ya da onu arenada dövüşmeye mi zorlayacaklar? İşte en kötüsü bu olurdu.

Hayır, bundan çok daha kötü bir ihtimal aklıma geliyor; arenada, bana karşı mı dövüşmeye zorlayacaklar?

Koridoru döndüğümüzde, karşıdan gelen bir grup köle avcısının yanlarında birini sürüklediklerini görüyorum. İnanamıyorum, bu Ben. Halen hayatta olduğunu görünce, içim rahatlıyor.

Kırılan burnu şişmiş, gözlerinin altı çürüklerle dolu, dudaklarından kan damlıyor ve biraz da köle avcılarınca hırpalanmış gibi. En az benim kadar güçsüz ve tükenmiş görünüyor. Hatta onun kadar kötü gözükmediğime eminim. Benim gibi tökezleyerek ilerliyor. Sanırım onu da liderlerinin huzuruna götürüyorlar. Anlaşılan ona da aynı teklifi sunacaklar. Kararı ne olacak, merak ediyorum.

Aramızda birkaç metre olduğu halde önüne düşmüş haldeki kafası, beni görmesini engelliyor. Kafasını bile kaldıramayacak kadar güçsüz ya da moralsiz. Kaderini çoktan kabullenmiş gibi görünüyor.

"Ben!" diye sesleniyorum.

Kafasını kaldırıyor, tam yanımdan geçerken gözleri umut ve heyecanla açılıyor. Beni gördüğü için büyük bir şaşkınlık içinde olduğu apaçık. Belki hala yaşıyor olmama şaşırmıştır.

"Brooke!" diyor. "Seni nereye götürüyorlar? Kardeşimi gördün mü?"

Fakat henüz cevap veremeden, ikimizi birden sertçe itekliyorlar. Köle avcılarından biri iğrenç kokulu ellerini ağzıma sıkıca bastırarak, konuşmamı engelliyor.

Hücremin kapısı açılınca, içeri itiliyorum. Sendeleyerek hücrenin içine giriyorum. Kapı ardımdan sertçe kapanıyor ve yerine oturan kilidin sesini duyabiliyorum. Kapıya doğru dönerek, üzerine vurmaya başlıyorum ama faydasız.

"Çıkarın beni!" diye bağırıyorum kapıyı yumruklarken. "ÇIKARIN BENİ!"

Bir işe yaramadığının farkındayım, ama yine de kendimi bağırmaktan alıkoyamıyorum. Dünyaya, bu köle avcılarına, Bree'nin yokluğuna, yaşamıma, her şeye hatırlayamadığım kadar uzun bir süre bağırıyorum.

Bir noktadan sonra sesim kısılıyor, yorgun düşüyorum. Nasıl bu hale geldiğimi bilmeden, kendimi duvara doğru yere yığılmış halde buluyorum.

Çığlıklarım, hıçkırıklara dönüşüyor ve ağlaya ağlaya uykuya dalıyorum.

* * *

Devamlı uyanıyorum. Metal zemin üzerinde, iki büklüm uzanmış haldeyim. Başım acımasın diye altına ellerimi koyuyorum, fakat zemin o kadar rahatsız edici ki, sürekli dönüp duruyorum. Hızla değişen kabuslar görüyorum. Kimisinde bir köle olan Bree kamçılanırken, kiminde ben arenada işkence görüyorum. Tükenme noktasında olsam bile, böyle uyumaktansa uyanmayı tercih ederim.

Başım ellerimin arasında, karanlık odaya bakarken, doğrulmaya çalışıyorum. Bana burayı unutturacak bir şeyler düşünebilmek için kendimi zorluyorum.

Savaştan önceki yaşamı düşünüyorum. Babamın neden ayrıldığını, ne zaman ayrıldığını ve bizim için neden geri dönmediğini, tamı tamına anlamaya çalışıyorum. Ve bir de Bree ile benim şehri neden terk ettiğimizi ve annemin neden bizimle gelmediğini. Ya da bir gecede her şeyin nasıl böyle değişebildiğini. Veya bazı şeyleri daha farklı yapabilir miydim? Bu düşünceler, bitirebilmek için sürekli baştan başladığım birer bulmaca gibiler.

Kendimi, henüz savaş başlamadan önceki önemli bir günü düşünürken buluyorum. Her şeyin ikinci kez tamamen değiştiği o günü.

Hoş bir Eylül günüydü ve ben halen Manhattan da ki evimizde, Bree ve annem ile beraber yaşıyordum. Babam ayrılalı bir yılı geçmişti. Her gün ondan haber beklememize rağmen henüz ortada bir şey yoktu.

Ondan haber beklediğimiz her gün, savaş daha da kötüye gidiyordu. Önce şehir kuşatıldı; birkaç hafta sonra, su tasarrufu ve ardından, karneye bağlanan yiyecekler. Artık yemek için girilen uzun kuyruklar normal karşılanıyordu. Ve işte bu noktadan sonra işler iyice kötüye gitmeye başladı, çünkü insanlar artık umutlarını kaybediyorlardı.

Manhattan'ın sokaklarında yürümek gittikçe tehlikeli bir hal alıyordu. İnsanların hayatta kalabilmek için yapmayacakları şey yoktu. Su ve yemek bulmak, ilaç stoklayabilmek için her şeyi yapıyorlardı. Yağmalamalar artık sıradan bir şeydi ve düzen, her gün biraz daha bozuluyordu. Artık kendimi güvende hissetmiyordum. Daha da önemlisi, Bree'nin güvenliği için endişelenmeye başlamıştım.

Annemse kendini bir yalana inandırmıştı, tıpkı diğer insanlar gibi; savaşın yakında biteceğine ve her şeyin eski haline döneceğinde ısrarlıydı.

Fakat tam tersine, her şey daha da kötüye gitti. Açılan her yeni cephe, evimize biraz daha yakın bir yerde oluyordu. Bir gün, uzaktan gelen bir patlama sesi işittim. Koşarak çıktığım çatıdan ufka baktığım zaman, New Jersey'nin tepelerinde yaşanan bir çatışmaya tanıklık ettim. Tanklar, tanklara karşıydı. Savaş uçakları. Helikopterler. Tüm bir şehir alevler içindeydi.

Ardından, korkunç bir gün yaşandı. Ufukta, inanılmaz büyüklükte bir patlama gerçekleşti. Bu, diğerlerinden daha farklıydı. Binamız tümüyle sallanmıştı. Bir mantar bulutu, gökyüzüne doğru yükseliyordu. Bundan sonra hiçbir şeyin düzelmeyeceğini artık anlamıştım. Bu savaş asla bitmeyecekti, yükselen mantar bulutu da bunun kanıtıydı. Bu kuşatılmış adada, köşeye sıkışmış bir halde öleceğimiz günü bekleyecektik. Babam ise her zaman savaşıyor olacak ve asla dönmeyecekti.

Artık beklemenin bir manası kalmamıştı. Şundan emindim ki babam, belki de hayatında ilk defa sözüne sadık kalmayacaktı. İşte o zaman ne yapmam gerektiğini anladım. Ailemizden geri kalanların hayatta kalması için cesur bir hamle yapmalıydım. Babamın, kızından bekleyeceği kadar cesur bir hamle hem de; bizi bu adadan çıkarıp, uzaklara, güvende olacağımı dağlara götürmek.

Anneme, babamın bir daha asla dönmeyeceği gerçeğini kabul ettirmek için aylardır didiniyordum. Fakat direnmekte ısrar etti. Buranın evimiz olduğunu söylüyor ve şehir dışının, Manhattan'dan bile daha tehlikeli olduğunda ısrar ediyordu. Ve tabii en önemlisi ise, babamı terk edemezdik. Ya eve döner de, bizi bulamazsa?

Annem ve ben her gün suratlarımız öfkeden kırmızıya dönene kadar bağrışırdık. Artık onunla bir açmaza girmiştik. Bundan sonra birbirimizden nefret etmeye başladık ve nadiren iletişim kurar olduk.

Ve mantar bulutunu gördüğümüz gün geldi. Annem buna inanamayarak, halen ayrılmayı reddediyordu. Fakat ben kararımı çoktan vermiştim. O olsa da olmasa da ayrılacaktık.

Bree'yi almak için alt kata indim. Çöplerden yiyecek bir şeyler bulmak için gizlice dışarı çıkmıştı; bunu yapmasına izin veriyordum, ne de olsa fazla uzaklaşmıyor ve en geç bir

saat içinde eve dönüyordu. Fakat bu sefer gecikmişti; hiç adeti olmadığı halde saatlerdir ortalıkta yoktu. Onu bulup, buradan bir an önce toz olup gitmek için merdivenleri, artan bir endişeyle beraber hızla indim. Elimde de ev yapımı bir Molotof kokteyli vardı. Sahip olduğum tek gerçek silah buydu ve ihtiyaç duyduğum an kullanmaya hazırdım.

Adını bağırarak sokaklarda dolaşıyor, her yerde onu arıyordum. Oyun oynamak için gittiği her sokağa bakmıştım ama ondan hiçbir iz yoktu. Endişem artıyordu.

Birden uzaklardan gelen boğuk bir çığlık sesi duydum. Sesi tanır tanımaz, tüm gücümle oraya doğru koşmaya başladım.

Birkaç blok sonra, çığlık sesleri daha net gelmeye başladı.

Girdiğim dar bir sokakta en sonunda onu görebildim.

Sokağın sonunda duran Bree'nin etrafı sarılmıştı. Altı kişiydiler ve hepsi gençti. İçlerinden biri saçlarını çekerken, diğeri kıyafetini parçalamaya başladı. Geri çekilsinler diye savurduğu çantası, onları durdurmaya yetmemişti. Ona tecavüz etmeye hazırlandıkları ortadaydı. Yapabileceğim tek şeyi yapmaya karar verdim: Molotof kokteylini yaktıktan sonra, aralarında en iri olanının ayaklarının dibine doğru fırlattım.

Metalik gıcırdamalar, ardından açılan kapı, içeri dolan ışık ve gürültüyle kapanan kapı, beni anılarımdan çekip çıkarıyor. Zincir ve ayak sesleri duyuyorum. Yakınımda başka bir vücudun varlığını hissedebiliyorum.

Yanımdaki bedenin Ben'e ait olduğunu anlamamla, rahatlıyorum. Ne kadar süredir bu hücrede olduğumu bilmiyorum. Yavaşça ayağa kalkmaya çalışıyorum.

Hücremiz, çevresi metal tellerle sarılı bir lambadan çıkan kızıl ışıkla aydınlanıyor. Işığın tek yaptığı etrafı biraz aydınlatmak. Odanın içine tökezleyerek giren Ben kendinden geçmiş bir durumda; burada olduğumu fark edemiyor bile.

"Ben!" diye fısıldıyorum kısılmış sesimle.

Kafasını kaldırıp, beni gördüğünde gözleri şaşkınlıkla açılıyor.

"Brooke?" diye şüpheyle soruyor.

Dizimin üzerine doğrulmaya çalışıyorum, fakat en küçük hareketim bile vücudumun her yanına ağrı ve sızılar saplanmasına yetiyor. Bana doğru atılan Ben, kolumdan tutup, kalkmama yardım ediyor. Yardımı için ona karşı minnettar olmam gerektiğinin farkındayım ama onun yerine bu hareket biraz sinirlerime dokunuyor; çünkü bana ilk kez ve benim fikrimi almadan dokunuyor. Bu da kendimi biraz garip hissetmeme neden oluyor. Hem ayrıca, insanların bana yardım etmesinden pek hoşlanmam, özelliklede yardım eden kişi bir erkek ise.

Kafamda bu düşüncelerle, elini iterek, kendi başıma ayakta duruyorum.

"Kendimi idare edebilirim." diye kesip atıyorum, biraz fazla sert bir ses tonuyla. Buna anında pişman olup, keşke ona içimden geçenleri anlatsaydım, diye hayıflanıyorum. Keşke şöyle demiş olsaydım: Hayatta olduğun için mutluyum. Burada, benim yanımda olduğun için kendimi daha rahat hissediyorum.

Aslında şimdi düşündüm de onu gördüğüme neden bu kadar sevindiğimi ben de bilmiyorum. Belki benim gibi sıradan bir insanı, bunca paralı askerin arasında, hayatta kalmayı başarmış başka birini gördüğüm için bu kadar seviniyorumdur. Belki son 24 saattir aynı belalarla uğraştığımız ya da kardeşlerimizi kaybettiğimiz içindir bu sevincimin sebebi.

Ya da (bu ihtimali düşünmek istemesem bile) onu gördüğüme sevinmiş olmamım sebebi, başka bir nedendendir.

Ben'in iri mavi gözlerini bana çevirmesiyle, bir anlığına kendimden geçiyorum. Ben'in gözleri bulunduğumuz bu iğrenç hücre için fazla güzeller. Bunlar bir şair, bir ressam, sanatçı ya da ıstırap çeken bir ruha ait gözler.

Kafamı onlardan çevirmeye çalışıyorum. Bu gözlerdeki bir şey, onlara baktığım zaman sağlıklı düşünebilmemi engelliyor. Bunun ne olduğunu bilmemek ise beni rahatsız ediyor. Daha önce hiçbir erkeğe karşı böyle bir şey hissetmemiştim. Ben'e olan bu bağlılığımın sebebinin ne olduğunu düşünmeden edemiyorum; beraber yaşadığımız onca olay mı, yoksa başka bir şey mi?

Canımı sıktığı ve beni sinirlendirdiği anları düşünüyorum. Hatta elimde olmadan, başımıza gelen her şey yüzünden halen onu sorumlu tutuyorum. Mesela, onu kurtarmak için otoyolda vakit kaybetmeseydim, belki şimdi Bree ve Ben evimize dönüyor olurduk. Ya da elinden silahı düşürmemiş olsa, belki kardeşlerimizi Central Park'ta kurtarmış olacaktık. Keşke biraz daha güçlü, mücadeleci biri olsaydı. Fakat öte yandan, beni kendine çeken bir yanı da var.

"Üzgünüm." diyor paniklemiş bir halde. Boynu bükük birine ait bir ses bu. "Seni gücendirmek istememiştim."

Ona karşı yumuşuyorum. Bunun onun hatası olmadığının farkındayım. Burada kötü adam o değil.

"Seni nereye götürdüler?" diye soruyorum. "Liderlerine. Onlara katılmamı teklif etti."

"Kabul ettin mi?" diyorum. Cevabı beklerken kalbim sıkışıyor. Eğer tekliflerini kabul etmişse, onun hakkında iyi şeyler düşünemem; hatta bir daha suratına bile bakmak istemem.

"Tabii ki, hayır." diyor.

İçim rahatlıyor ve Ben'e olan hayranlığım artıyor. Bunun yapması zor bir fedakarlık olduğunun bilincindeyim. Ben de tıpkı benim gibi, kendi ölüm fermanını imzalamış.

"Ya sen?" diye soruyor. "Sence?" diyorum.

"Hayır." diyor. "Şüphem bile yok."

Kırılmış gibi gözüken parmaklarından birini örtmeye çalışıyor. Suratında acı çekiyormuş gibi bir ifade var.

"Ne oldu?" diyorum

Bakışlarını parmağına doğru indiriyor. "Araba kazasından."

"Tam olarak hangisinden?" diye sorarken, son 24 saattir yaşadığımız tüm kazaları düşünüyorum ve suratıma yerleşen alaycı gülümsemeden kendimi alamıyorum.

Çektiği acılar suratını buruştursa bile, Ben de gülümsüyor. "Sonuncusu. Hani şu trene çarpmaya karar verdiğin. İyi hareketti." Ciddi mi yoksa dalga mı geçiyor anlayamıyorum.

"Kardeşim o trendeydi." diye ekliyor. "Onu görebildin mi?" "Bindiğini gördüm. Daha sonra ise göremedim."

"Trenin nereye gittiğini biliyor musun?"

Hayır anlamında kafamı sallıyorum. "Sen kız kardeşimi görebildin mi peki?"

Kafasını sallıyor. "Pek bir şey göremedim zaten. Her şey fazla hızlı gelişti."

Endişeli bakışlarını yere doğru indiriyor. Hücreye derin bir sessizlik çöküyor. Başka alemlerdeymiş gibi görünüyor. Çarpık haldeki parmağı beni üzüyor. Bu kadar sert davranmayı bir yana bırakarak, ona biraz şefkat göstermeye karar veriyorum.

Uzanıp, yaralı elini avuçlarımın içine alıyorum. Şaşırmış bir halde bana bakıyor.

Teni düşündüğümden daha da yumuşak; hayatında bir kere bile ağır iş yapmamış birinin elleri gibi. Parmak uçlarımızın birbirine değmesiyle, karnımda kelebekler uçuşmaya başlıyor.

"Dur da sana yardım edeyim." diyorum nazikçe. "Biraz canın acıyabilir, fakat yapmam lazım. Bu şekilde kaynamadan önce yerine oturtmalıyız." diye ekledikten sonra, kırık parmağı incelemeye başlıyorum. Çocukken sokakta düştüğümü ve kırılmış parmağımla eve gelişimi hatırlıyorum. Annem hastaneye gitmemiz için ısrar etmişti. Fakat babam bunu reddetmiş, parmağımı avuçlarının arasına alarak, annemin itiraz etmesine zaman tanımadan, hızlı bir hareketle onu yerine geri oturtmuştu. Acı içinde çığlık atmıştım. Verdiği acı bugün bile aklımda, fakat işe de yaramıştı.

Ben, korku dolu gözlerle bana bakıyor. "Umarım ne yaptığını biliyo–"

O daha cümlesini bitiremeden, kırık parmağını yerine itiyorum.

"Lanet olsun!" diye bağırıyor ve acı içinde elini tutarak, hücrenin içinde dolaşıyor. Yavaş yavaş sakinleşmeye, derin nefesler almaya başlıyor. "Beni uyarmalıydın!"

Üzerimdeki kıyafetten bir parça kopartıp, yaralı parmağını, yanındaki parmağa sarıyorum. Pek sağlam bir sargı olmadı ama şimdilik bundan iyisi mümkün değil. Hemen yanımda duran Ben'in bakışlarını üzerimde hissedebiliyorum.

"Sağ ol." diye fısıldıyor, sesinde daha önce hiç duymadığım bir samimiyetle.

Kelebekleri tekrar hissediyorum ve ona fazla yakın durduğumu düşünüyorum. Şu an aklımı başımda tutmalı, güçlü ve

mesafeli olmalıyım. Hızla ondan uzaklaşarak, hücrenin öbür ucuna ilerliyorum.

Gözümün ucuyla, Ben'in yaşadığı hayal kırıklığını görebiliyorum. Aynı zamanda bitkin ve hüzünlü de. Duvara dayanıyor ve yavaşça yere doğru kayıp, başını dizlerinin üzerine koyarak oturma pozisyonu alıyor.

İyi bir fikir, ben de yorgun bacaklarımı dinlendirmek için aynısını yapıyorum.

Hücrede tam karşısına oturuyorum ve başımı ellerimin arasına alıyorum. O kadar açım ki. Yorgunum da. Her yerim sızlıyor. Yemek, su, ağrı kesiciler ve bir yatak için her şeyi yaparım. Bir de sıcak bir duş. Sanki sonsuza dek uyuyabilirmişim gibi. Tüm yaşananların bitmesini istiyorum. Eğer öleceksem, bu bir önce olsun bitsin.

Uzun bir süre, sessizlik içinde oturuyoruz. Belki bir veya iki saat geçiyor. Artık zamanı takip edemiyorum.

Kırık burnundan çıkan bozuk nefes alışverişleri duyabiliyorum, kalbim Ben için sızlıyor. Acaba uyuyor mudur? Bizi ölümlerimize götürecek olan o bot seslerinin, bir daha ne zaman duyulacağını merak ediyorum.

Ben'in yumuşak, hüzünlü, yorgun düşmüş sesi hücreyi dolduruyor: "Tek öğrenmek istediğim erkek kardeşimi nereye götürmüş oldukları." Sesindeki acıyı ve kardeşine duyduğu sevgiyi görebiliyorum. Söyledikleri, Bree'yi düşünmeme neden oluyor.

İçimden bir ses, kendime acımayı kesmem ve daha güçlü olmam gerektiği söylüyor.

"Niye?" diye parlıyorum. "Bu ne işe yarardı ki? Yapabileceğimiz bir şey yok nasıl olsa." Fakat aslında aynı şeyi ben de öğrenmek istiyorum.

Kafasını sallayan Ben'in kalbi kırılmış gibi gözüküyor.

"Bilmek istiyorum işte." diyor yumuşak bir sesle. "Kendim için. Bilmiş olmak için."

Şu an Bree'nin başından neler geçtiğini düşünmemeye veya onun benim hakkında neler düşünüyor olabileceğini, aklımdan geçirmemeye çalışıyorum. Belki onu terk ettiğimi ve yüz üstü bıraktığımı zannediyordur.

"Sana da arenaya çıkacağını söylediler mi?" diye soruyor.

Sesindeki korkuyu seçebiliyorum.

Düşüncesi bile kalbimde bir çarpıntı duymama yetiyor. Başımla onaylıyorum.

"Sen?" diye soruyorum ama cevabı zaten biliyorum. Umutsuz bir ifadeyle, onaylıyor.

"Kimsenin arenadan canlı çıkamadığını söylüyorlar."

"Biliyorum." diyerek kesip atıyorum. Bunun hatırlatmasına ihtiyacım yok. Şu an düşünmek istemediğim bir konu.

"Peki ne yapmayı düşünüyorsun?" diye soruyor Ben. Bakışlarımı ona çeviriyorum.

"Ne demek istiyorsun? Sanki başka bir seçeneğim mi var."

"Her zaman bir planın varmış gibi hareket ediyorsun." diyor. "Paçanı kurtarmak için son ana kadar sakladığın birtakım numaraların varmış gibi."

Hayır anlamında kafamı sallıyorum. Bunu ben de düşünüyordum ama aklıma yapabileceğim hiçbir şey gelmiyor.

"Benden bu kadar."diyorum. "Elimden gelen bir şey yok."

"Bu kadar mı yani?" diye söyleniyor. "Öylece pes mi ediyorsun? Seni arenaya çıkarıp, öldürsünler mi yani?"

"Elimizde başka bir seçenek mi var?" diyorum sinirlenerek.

Yaş sınırı:
16+
Litres'teki yayın tarihi:
09 eylül 2019
Hacim:
293 s. 6 illüstrasyon
ISBN:
9781632912138
İndirme biçimi:
Serideki Birinci kitap "Köle Tüccarları Üçlemesinin"
Serinin tüm kitapları