Kitabı oku: «Arena Bir », sayfa 12
O N D O K U Z
Ringin diğer ucuna o kadar çabuk varıyorum ki, bir insanın bu kadar hızlı hareket edebileceğini asla tahmin etmezdim. Çarpışmayla beraber bir kaburgamın daha kırıldığını ve suratımda yeni çiziklerin oluştuğunu hissediyorum. Vücudumun bu muameleye daha ne kadar dayanabileceğini merak ediyorum.
Tekrar üzerime doğru koştuğunu hissetsem dahi, yerimden hareket edemeyecek kadar kötü bir durumdayım. Tekrar nefes almaya uğraşırken, yerde kıvranıyorum. Rakibimin acelesi yok gibi. Tekrar yaklaştığı zaman, bu sefer beni kesin öldürecek. Ölüm yürüyüşünü yapıyor.
Kaderimi kabullenmekten başka bir şey yapamayacak kadar yorgun, güçsüz ve kendimden geçmiş bir haldeyim. Burada, bu ringin içinde, şu an ölmek, benim alınyazım. Başarısız oldum. Bree'yi yarı yolda bıraktım.
Kanlar içinde yerde yatarken, kulaklarımdaki çınlamayı ve seyircilerin gürültüsünü bastıran bir ses işitiyorum. İnsana ait bir ses bu. Babamın sesi. Sert bir tona sahip. Beni bir şeyler için eleştirirken kullandığı sesi. Kendi sınırlarımı zorlamamı, daha iyisini başarmam istediği zaman başvurduğu o haşin ses.
Dayanıklı ol, Denizci! Kendine acımayı bırak! Başarısız olduğunu düşündüğün an, başarısız olursun. Güçlü ol! GÜÇLÜ OL!
Yükselen sesi, diğer tüm gürültüleri bastırıyor. Görüşüm bulanık bir halde olmasına rağmen, bir an için babamı yanı başıma çökmüş ve sert gözleriyle bana bakarken gördüğüme yemin bile edebilirim. Suratında bir küçümseme, hatta bir tiksinti ifadesi vardı. Bu görüntü tek başına beni motive etmeye, içime yeni bir kuvvetin dolmasına yeter de artar bile.
Bir şeyi babamın hoşuna gitmeyecek şekilde yapmaya asla tahammül edemezdim. Onu susturmak, yanıldığını kanıtlamak için elimden gele her şeyi yapardım. Bu sefer de durum daha farklı sayılmaz. İçim öfke ve ona yanıldığını gösterme arzusuyla doldukça, vücuduma bir adrenalin dalgası yayılıyor. İçimdeki bu yeni öfke, beni tekrar ayaklarımın üzerine kaldırmaya başlıyor.
GÜÇLÜ OL!
Üç büyük adımın ardından atacağı tekmeyle beni yıkmaya hazırlanan hayvansı rakibimin bu tekmesi, suratımdaki tüm kemikleri kırabilir.
Fakat ben buna hazırım. Tekmesinden o kadar büyük bir hızla kurtuluyorum ki, şaşırıyor. Beni ıskalayan tekmesi, tel örgülerin arasında takılı kalıyor.
Ayaklarımın üzerine fırladığım gibi, koşarak yerden gürzü kapıyorum. O ise halen ayağını kurtarmaya çalışıyor.
Bu sefer beklemek yok. Bu sefer, tereddüt etmek yok. Dersimi acı yollardan öğrendim.
Onun tarafına doğru koşmaya başlıyorum ve gürzün ucundaki topları sallayarak, vuruşum için hazırlıyorum. Bunu başarmak için tek şansım var, o yüzden hamlemi koca ve kel kafasına doğru yapmayı düşünüyorum..
Ona yaklaşmak üzereyim. 5 metre… 2 metre… Çivili metal topları arkama aldıktan sonra, ileri doğru savuruyorum.
Ancak birden ayağını tel örgüden kurtarmayı başarıp, bana doğru dönüyor.
Hareketlerine devam eden çivili metal toplar, kafamın üzerinden geçerek, alnının ortasına saplanıyor. Kanın fışkırmasıyla beraber, gürzün sapından ellerimi çekiyorum.
Şaşıran seyircilerden, çıt çıkmıyor.
Geriye doğru bir adım atan yaratık, tökezliyor. Şok olmuş bir halde gürzün sapına uzanarak, yerinden çıkartmak için sertçe asılıp, çekiyor. Bu hareketiyle beraber kafasındaki delikten dışarı kan ve beyin parçaları dökülmeye başlıyor.
Ürkmüş ve şok olmuş bir halde bu görüntüyü izliyorum.
Böylesi bir darbeden sonra birinin nasıl halen ayakta kalabildiğini anlamak mümkün değil.
Gürzü elinden bıraktıktan sonra, önce dizlerinin üzerine, ardından suratının üzerine düşüyor. En sonunda, bu beni şaşırtsa da, sonunda ölmüş olduğunu anlıyorum. Onu öldürdüm.
Bir süre daha şaşkınlıktan sesleri çıkmayan kalabalık, birden yerlerinden fırlayıp, hiç olmadığı kadar güçlü bir sesle benim adımı haykırmaya başlıyor.
"BROOKE! BROOKE! BROOKE!"
Fakat onları duyamayacak kadar kendimden geçmiş bir durumdayım. İçimde güç namına kalmış olan ne varsa birden kayboluyor, başım dönmeye başlıyor, dizlerim boşanıyor ve yere devriliyorum. Hatırladığım son şey bana doğru hızla yaklaşan zemin.
Ve sonra her şey kararıyor.
Y İ R M İ
Yaşıyor olup olmadığımdan emin değilim. Hayal etmesi imkansız bir şekilde ağrıyan vücudum, bana ölmenin buna benzer bir şey olabileceğini düşündürüyor. Ancak bir yandan da, sanki hayattaymışım gibi hissediyorum: çünkü ölümün bu kadar acı verici bir şey olmayacağını umuyorum.
Gözlerimi araladığım zaman, hafifçe aydınlatılmış karanlık bir odanın metal zemininde yüz üst yattığımı anlıyorum. Gözlerimi kısarak, önümde duran şeyin ne olduğunu çözmeye çalışıyorum.
"Brooke?" diyor bir ses. Bir erkeğe ait bu sesi bir yerlerden tanıyorum, fakat nereden olduğunu hatırlayamıyorum.
Tekrar "Brooke?" diyor, bu nazik ses.
Omuzumun üstünde, bana kibarca dokunan bir el hissediyorum. Sanki halen yaşıyor muyum diye kontrol etmek istermiş gibi.
Gözlerimi biraz daha açabildiğim zaman, karşımdaki suratı tanıyorum: Ben.
"Bu senin." diyor.
Metal zeminde kayan plastik tabaktan çıkan kokular, beni aniden ele geçiriyor. Fakat tabağa bakamayacak kadar bitkinim, zaten çevremde olup bitenleri de pek anladığım söylenemez.
"Şimdi gitmem gerekiyor." diyor. "Lütfen. Bunu yemeni istiyorum."
Kapının açılmasıyla beraber içeriye koridorun ışığı doluyor. Bot sesleri, şakıyan zincirler ve çıkartılan kelepçeler. Uzaklaşmaya başlayan seslerle beraber kapıda kapanınca, neler olduğunu anlıyorum: Ben' i götürdüler.
Kafamı kaldırmak, gözlerimi açıp, ona seslenebilmek istiyorum. Teşekkür etmek. Uyarmak. Veda edebilmek.
Fakat kafam sanki kaldıramayacakmışım gibi ağır hissettiriyor ve gözlerim ise kendiliğinden kapanmaya başlıyorlar. Bir an sonra ise derin bir uykuya dalıyorum.
* * *
Ne kadar süredir uyuduğuma dair hiçbir fikrim olmadan uyanıyorum. Bu sefer, zor da olsa, suratımı metal zeminden kaldırabiliyorum. Başım çatlayacakmış gibi ağrıyor, vücudum ise acıdan kıvranıyor.
Biraz doğrulduğum zaman, kaburgalarıma iki yandan da bir ağrı saplanıyor. Suratım çizikler, şişikler ve çürükler ile dolu. Omuzum ise beni mahvediyor. En kötüsü ise bacağımdaki şiddetli ağrı. Bacağımı biraz bile oynatınca, dayanılmaz bir acı hissediyorum.
Elimin yardımıyla, yarım yamalak oturabiliyorum. Karanlık odada Ben'i arıyorum, fakat halen yok. Tek başımayım.
Önümde hiç ellenmemiş bir tabak yemek duruyor. Ben'in yemeği. Elimle dokununca, soğumuş olduğunu görüyorum. Yemeğini bana bırakmış olması beni üzüyor; eminim bu yemeğe en az benim kadar ihtiyacı vardı. Bu tabağı bırakmanın ne büyük bir fedakarlık olduğunun farkındayım. Eğer bu son yemeğiyse, bunun anlamı onu arenaya götürdüler demek. Bunu kavramamla beraber, kalbim duracak gibi oluyor. Bunun anlamı, çoktan öldürüldü demek.
Yanımdaki bu yemek tabağı, ölü bir adamın son yemeğiydi. İçimden ona elimi sürmek gelmiyor.
Bot seslerinin ardından odanın kapısı açılıyor. Daha önce beni arenaya sürüklemiş olan dört köle avcısıı içeri giriyor. Kalkıp, yürümeye çalıştığımda tarifi imkansız bir acı yaşıyorum. Kafam ağırlaşıyor ve oda dönmeye başlıyor. Karşılarında yıkılmadan durabileceğimden emin değilim.
Koridor boyunca sürekli beni itiyorlar. Uzaktan gelen kalabalığın gürültüsünü duyduğum zaman, arenaya geri götürüldüğümü anlıyorum.
Eğer dövüşebileceğimi sanıyorlarsa, şaka yapıyor olmalılar. Neredeyse yürüyemiyorum bile. Benimle şu an dövüşecek olan birinin işi epey kolay olacaktır. Ne dövüşecek iradem var, ne de bunu yapabilecek gücüm. Sahip olduğum her şeyi zaten çoktan verdim.
Arenaya doğru son kez itekleniyorum. Seyircilerin bağırışları yükseliyor. Gözüme kısarak güçlü ışığa doğru, rampadan aşağıya doğru kaçınılmaz sonuma doğru ilerliyorum.
Beni gören kalabalık yerlerinden fırlıyor. Ayaklarına tüm güçleriyle yere vurmaya başlıyorlar. Alay ve yuhalamaların yerini bu sefer, sevgi gösterileri alıyor.
"BROOKE! BROOKE! BROOKE!"
Bu gerçeküstü bir his. Artık ünlü biriyim. fakat buna tiksindiğim davranışlar sayesinde ve dünyada aklıma gelebilecek en son yerde ulaştım.
Ring kenarına, merdivene doğru götürülüyorum. Çaresiz bir şekilde tırmanarak, ringden içeri giriyorum.
Girmemle beraber, seyirciler çılgına dönüyor.
Halen yarı uyanık sayılırım. O yüzden çevremde gördüğüm manzara, sanki tüm bunları daha önceden yapmışım veya hepsi bir rüyanın parçasıymış gibi geliyor. Baldırımdaki şişkinliğe
bakınca, işte bu gerçekti, diyorum. İnanamıyorum. Tekrar ringdeyim. Bu seferkinin ölümle sonuçlanacağı ise kesin.
Burada kimse hayatta kalamaz derken, şaka yapmıyorlarmış. Artık benim de bir istisna olmayacağımdan eminim.
İçinde sadece benim olduğum ringden, stadyumu inceleyerek, bir sonraki rakibimin kim olacağını ve nereden giriş yapacağını anlamaya çalışıyorum. Tam o anda tribünlerden neşe dolu haykırışlar yükseliyor. Tünelin çıkışından içeriye başka bir dövüşçü giriyor. Etrafı saran köle avcıları yüzünden gelenin kim olduğunu seçemiyorum. Görüşüm o kadar bulanık ki, rakibimin kim olduğunu, merdivenleri çıkıp da, kafesin açılan kapısından içeri girene kadar anlayamıyorum.
Gördüğüm zaman ise, içimde azıcık kalmış olan mücadele isteği de yok oluyor.
Şoke olmuş bir durumdayım. Bu olamaz.
En az benim kadar şok olmuş bir şekilde karşımda dikilen kişi ise Ben.
Y İ R M İ B İ R
Araba farları karşısında donup kalan bir geyik gibi görünen Ben'e hayretler içerisinde bakıyorum. Nasıl bu kadar acımasızca bir şey yapabildiklerini kafam bir türlü almıyor. Karşıma çıkarabilecekleri onca insanın arasında, neden Ben'i seçmek zorundaydılar ki?
Birbirimizi öncesinden tanıyor olduğumuzu sezinleyen kalabalık buna bayılıyor: çığlıklar atıyorlar ve kapanan ring kapısını coşkuyla karşılıyorlar. İlk önce hangimizin diğerini öldürmeye razı olacağına dair hırsla bahis oynamaya başlıyorlar.
Ben, tüm bu seyircilerden ve arena ortamından o kadar uzaklardaymış gibi görünüyordu ki. Gözlerimizin birbirlerine bir kez kilitlenmesiyle, o duygusal anı yaşıyoruz. O iri, mavi
renkli, nazik bakışlı gözleri parçalarına ayrılmak üzerelermiş gibi görünüyor. Kaybolmuş küçük bir çocuk gibi görünüyor. Benim canımı yakabilecek hiçbir şey yapmayacağını anlamak hiç de zor değil.
Ben arenaya çıkarılana kadar, ölmeye çoktan razı olmuştum. Fakat Ben'in düştüğü bu kötü hali gördükten sonra, yaşama isteğim geri dönüyor. İkimizi de buradan çıkaracak bir yol bulmam lazım. Kurtulmalıyız. Ben başaramasam bile en azından Ben buradan canlı çıkabilmeli.
Kalbimin atışları sanki bir yarış arabasıymış gibi hızlanırken, bir yol bulmaya, kalabalığın gürültüsünü bastırıp, bir şeyler düşünebilmeye çalışıyorum.
Dövüş adına hiçbir şey yapmadığımızı gören kalabalık, huysuzlaşmaya başlıyor. Yavaş yavaş öfkeli bir hal kazanan bağırışları, kafese fırlatılan şeyler izliyor. Çürük domatesler ve benzeri şeyler metal kafesten sekiyor.
Birden böbreklerimde elektrik şoku hissediyorum. Arkamı dönmeye başardığımda, bir köle avcısının elindeki sopayı tellerin arasından uzatmış olduğunu görüyorum. Aleti elinden çekmek için bir hamlede bulunsam da, benden önce davranıyor. Aynı anda Ben'e de elektrik veriliyor. Bizi öfkelendirmek ve bir şeyler yapmaya zorlamak için çevirdikleri adice bir numara bu. Fakat seyirciler buna tabii ki seviniyor.
Fakat biz yerimizden kıpırdamıyoruz ve halen kavga etmeye hevesli değiliz.
"Son yemeğini bana verdin." diyorum Ben'e, kalabalığın gürültüsü yüzünden bağırarak.
Kafasıyla yavaşça onaylıyor, konuşamayacak kadar ürkmüş bir durumda.
Birden yukardan bir şey bırakılıyor, bir silah. Bıçak. Yakından baktığım zaman, bunun babama ait olan, üzerinde Deniz Piyadeleri logosunun bulunduğu bıçak olduğunu görmek, beni dehşete düşürüyor.
Düşen nesneyi coşkuyla karşılayan kalabalık, bunun bizi dövüşmeye iteceğini farz ediyor.
Babamın bıçağını görünce aklıma Bree geliyor. Ve hayatta kalmam gerektiğini, tekrar hatırlıyorum. Onu kurtarmak için. Tabii halen hayattaysa.
Birden seyirciler sessizleşiyor. Etrafıma bakıp, neler olduğunu anlamaya çalışıyorum. Kafamı yukarı çevirdiğim zaman, Lider'in platformunun üzerinde doğrulduğunu görüyorum. Herkes dikkat kesilmiş bir halde ona bakıyor.
"Arenanın kurallarında yapılan bir değişikliği açıklıyorum!" diye bağırıyor, derinden gelen sesiyle. Yavaş ve tane tane yaptığı konuşması, tüm stadyum tarafından dikkatle dinleniyor. Lider'in bu tür konuşmalar yapmaya aşina olduğu hemen anlaşılabiliyor.
"Arenada ilk defa bir kişinin hayatta kalmasına müsaade edeceğiz! Sadece bir kişi!" diye duyurusunu yapıyor. "Bu karşılaşmanın galibine merhamet gösterilecektir. Ve tabii kardeşine de. Maçın sonunda buradan ayrılmakta serbestler."
Lider yavaşça yerine geri yerleşirken, kalabalıkta heyecanlı fısıldaşmalar başlıyor ve bahisler de tekrar açılıyor.
Tekrar bıçağı baktığım zaman, Ben'in de ona bakıyor olduğunu fark ediyorum.
Hayatta kalmak için bir şans. Özgür olmak için. Sadece ben değil, Bree içinde. Eğer Ben'i öldürürsem, Bree'yi kurtarabilirim. Bu son şansım. Dışarı çıkış biletim.
Bıçağa bakmaya devam eden Ben'in de aklından benzeri şeylerin geçtiğini görebiliyorum. Erkek kardeşini kurtarması için bir şansı var.
Bıçağı doğru fırladığım gibi, tek harekette onu yerden kapıveriyorum.
Ben'in hiçbir girişimde bulmadığı düşünülürse, bıçağı yerden almak epey kolaydı.
İkimiz, farklı kumaştan yapılmış insanlarız. Hayatta kalmam için gereken neyse, bunu her zaman yerine getiririm. Ve tabii Bree'nin hayatta kalması için gereken neyse de.
O yüzden bıçağı tutan elimi geriye uzatıp, Ben'e fırlatmaya hazırlanıyorum.
Yap, Brooke! Kız kardeşini kurtar! Bu senin sorumluluğun!
YAP ŞUNU!
Tüm gücümle fırlatıyorum.
Ve işte o an, her şeyi değiştiren bir gelişme yaşanıyor.
B Ö L Ü M I V
YİRMİ İKİ
Elimden bıçağın fırlamasıyla beraber tüm stadyumda nefesler tutuluyor. Işığın altında parlayan bıçak, havayı yararak hızla ilerliyor. Bu hayatım boyunca yaptığım en hatasız ve kuvvetli fırlatış. Fırlattığım andan itibaren hedefine ulaşacağını biliyorum. Ve Ben'i öldüreceğini de.
Birkaç saniye sonra özgür olacağım.
Etle buluşan metalin çıkardığı ses, sessizliğe gömülmüş stadyumun içinde yankılanıyor. Bıçak, tam da tahmin ettiğim gibi, hedefine on ikiden saplanıyor.
Dehşete düşen seyircilerin nefesleri kesiliyor.
Hayatımda ilk defa babama kulak asmayarak, Ben'i öldürmekten vazgeçtim.
Bunun yerine, Lider'i öldürdüm.
* * *
Bıçak, Lider'in alnının tam ortasına saplanıyor; gerçekleştirdiğim kusursuz atış, kafesin tellerini aşmayı başararak, açısını hiç bozmadan, yirmi beş metre uzağımdaki adama kusursuz bir şekilde saplandı. Kuvvetle saplanan bıçak, kafasını da tahtına yapıştırdı. Artık dehşetle açılmış gözleriyle, cansız bir şekilde tahtında oturuyor.
Yaşananlar karşısında afallayan seyircilerden hiçbir ses çıkmıyor. Yaşadıkları şok o kadar büyük ki, ilk birkaç saniye boyunca yerlerinden bile kıpırdayamıyorlar.
Fakat çok geçmeden kargaşa başlıyor. Yerlerinden fırlayan binlerce insan etrafta koşturmaya başlıyor. Bazıları dehşet için hayatlarını kurtarmak için kaçarlarken, kimileri ise özgürlüklerini kazanmak için ellerine geçen bu fırsatı değerlendirmeye karar veriyor; kimileri kendi aralarında, kimileri de köle avcıları ile kavgaya tutuşuyorlar. Uzun süredir bastırılan vahşi içgüdüler, Lider'in ölümüyle serbest kalıyor.
Her yana koşturan köle avcıları, düzeni koruyabilme çabasındalar.
Acaba kaçabilir miyiz, diye kafesin kapısına baktığım zaman, köle avcılarının bizi almak için içeri girmeye hazırlandıklarını görüyorum.
Halen yaşadığı şokun etkisinde olan Ben'in yanına koşup, onu kolundan çekiyorum.
"BENİ İZLE!"
Ben'i elinden tutarak kafesin tel örgüsüne doğru ilerleyip,
tırmanmaya başlıyorum. Ben'in de tırmanmaya başladığını görmek içimi rahatlatıyor.
Tam zamanında tırmanmaya başlamışız, çünkü köle avcıları metal kapıyı açarak, peşimize takılıyorlar.
Ancak biz çoktan yerden beş metre yüksekte, kafesin tepesindeyiz. Kafesin kenarından baktığım zaman tereddüt ediyorum: uzun ve zor bir düşüş olacak. Ben de benim gibi tereddüt ediyor.
Fakat başka bir şansımız yok. Ya şimdi, ya asla. Atlıyorum.
Beton zemine ayak üstü sertçe iniyorum. Baldırıma keskin bir acı saplanıyor. Yere yuvarlandığım zaman ise kaburgalarımdaki acı nefesimi kesiyor. Bunlara rağmen başka bir yerim kırılmadan, inişi gerçekleştiriyorum.
Her yanda koşturan birilerinin olduğu bu kargaşanın içinde Ben'i de yanımda görebilme umuduyla bakıyorum. Fakat o halen tereddüt içinde, kafesin kenarında bekliyor.
Ringe girmiş olan köle avcıları tellere atlayıp, ona doğru tırmanmaya başlıyorlar. Ben ise ürkmüş bir şekilde, hiçbir şey yapmadan öylece duruyor.
Ayaklarımın üzerine doğrulup, ona bağırıyorum. "BEN! ATLA! HADİ!"
Panik içinde ona sesleniyorum. Zamanımız kalmadı. Eğer zıplamazsa, buradan onsuz ayrılmak zorunda kalacağım.
Neyse ki Ben, son anda kalabalığın içine doğru atlıyor. Biraz dengesine kaybetse bile, hemen toparlanıyor. Şaşırmış görünse bile yaralanmamış olduğunu görebiliyorum. Kolundan tuttuğum gibi koşmaya başlıyoruz.
Etrafta öyle bir kargaşa var ki, kimse bizi fark etmiyor bile. Herkes dışarıya çıkabilmek için birbiriyle mücadele halinde. Kalabalığın içinden kimliğimizi belli etmeden geçmeyi başarıyoruz. Peşimize takılan köle avcılarının halen bizi takip ettiğini ise arkamı döndüğümde görüyorum.
Yüzlercesinin tüymek için akın ettiği çıkışlardan birine doğru yöneliyorum. Köle avcıları ise kalabalığın içinden kendilerine yol açarak, bize doğru yaklaşıyorlar. Bu şekilde ne kadar kaçabileceğimizi bilmiyorum. Yoğun kalabalık neredeyse hareketsiz halde duruyor sayılır.
Karanlık tünellerden birine girer girmez, karanlıktan fırlayan bir el ağzımı örterek, beni geriye çekiyor. Bir başka el de aynı şekilde Ben'i kendine doğru çekiyor.
Karanlığın içine çekiliyoruz. Beni sıkıca tutan kollar, duvarın içindeki bir girintiye çekiyor. Karşı koyamayacak kadar güçlü biri. Öldürülmek üzere olabileceğimi düşünüyorum.
Tünelden koşarak geçen köle avcıları halen peşimizde olduklarını sanıyorlar. Onları atlattığımıza inanamıyorum.
Artık beni buraya çeken kişiye bir teşekkür borçluyum. Ağzımın üzerindeki gevşemeye başlayan elin kime ait olduğunu ve bize neden böyle bir iyilik yaptığını merak ediyorum. Elini
tamamen çektiği zaman hemen omuzumun üzerinden ona bakıyorum; siyahlar içinde, fakat maske takmamış irice bir asker. Diğerlerinden daha farklı bir görünümü var. En fazla 22 yaşında görünen bu askerin hatları sanki taştan yontularak yapılmış kadar kusursuz. Güçlü bir çenesi ve kısacık kesilmiş kumral saçları var. Uzun boyuyla bize tepeden bakan yeşil gözleri, hareketleriyle şaşırtıcı derecede zıtlar: içlerinden uysallığın aktığı bu gözler, içinde bulunduğumuz ortam için kesinlikle fazla iyiler.
"Benimle gelin." diyor aceleyle.
Arkasını döndüğü gibi duvarın içinde bulunan gizli bir kapıdan içeri dalıyor. Ben'le bir anlığına bakıştıktan sonra hemen onu izleyerek, kapıdan içeri giriyoruz.
Bu adam az önce hayatlarımızı kurtardı, fakat kim olduğuna dair en ufak bir fikrim bile yok.
* * *
Ardımızdan kapıyı kilitliyor. Tavanında küçük bir pencerenin yer aldığı, hücreye benzer küçük bir odayız. Camdan içeri sızan güneş ışığı olmadığına göre şu an gece olmalı. Odayı aydınlatan tek şey küçük bir lamba. Bakışlarını bize çeviriyor.
"Neden bizi kurtardın?" diye soruyorum.
"Henüz kurtulduğunuz falan yok." diye soğukça cevaplıyor. "O şeylerden binlercesi halen sizi arıyor. Gün ışıyana dek burada saklanmalısınız. Ondan sonra nasıl kaçacağımızı konuşuruz. Şansımız fazla yüksek sayılmaz. Ama başka bir seçeneğimiz de yok."
"Fakat neden?" diye üstüne gidiyorum. "Neden bize yardım ediyorsun?"
Kapıya doğru ilerleyip, tekrar kilidi kontrol ediyor. Ardından bize dönüp, "Çünkü ben de buradan kurtulmak istiyorum." diyor.
Koridorda ilerleyen bot seslerinin yarattığı gürültüye kulak veriyorum. Bitmeye hiç niyetleri yokmuş gibi görünen bağırış ve küfürler, bizi nöbetleşe arayan grupların arasında bazen kavgalara bile sebep oluyor. Pandora'nın kutusu açmayı başardım: kapının dışı resmen kıyamet günü gibi. Umuyorum ki kimsenin aklına duvardaki girintiyi kontrol etmek gelmez veya gelirse, kilit onları engeller.
Korktuğum şey gerçek oluyor ve kapının kolu oynamaya başlıyor. Yavaşça silahını kapıya doğrultan asker, parmağını tetiğin üzerine getiriyor.
Sırtımdan boşalan terler, soğuk odaya rağmen kesilmiyor. Dışardaki her kimse kapının kolunu bırakmaya pek niyetli görünmüyor. Eğer açabilirse, işimiz biter. İlk gireni belki öldürebiliriz, fakat silah sesini duyan diğerleri hemen buraya gelecektir. En sonunda diğer taraftaki el, kapıyla uğraşmaktan vazgeçiyor. Arkasını dönüp, yürümeye başladığını duyabiliyorum.
İçin rahatlıyor. Büyük ihtimalle kendine sığınacak bir yer arayan kaçaklardan biriydi.
Benim gibi rahatlayan asker de silahını indirip, kılıfına geri sokuyor.
Sesimin dışarı gitmesinden çekinerek, sessizce soruyorum: "Kimsin sen?"
"Adım Logan." diyor, elini uzatma zahmetine girmeden. "Ben Brooke, arkadaşım ise-" bitiremeden sözümü kesiyor. "Biliyorum. Tüm yarışmacıların adı okunur."
Doğru ya.
"Halen soruma cevap vermedin. Sana adını değil, kim olduğunu sordum." diye ısrar ediyorum.
Soğuk ve küstahça bir bakış atıyor. "Onlardan biriyim." diyor gönülsüzce.
"Köle avcısı mısın?" diyor Ben, ondan beklemeyeceğim kadar yüksek ve tiksinti dolu bir sesle.
Logan, hayır anlamında kafasını sallıyor.
"Hayır. Arena nöbetçisiyim. Asla köle yakalamak işinde görev almadım."
"Ama bu onlar için çalıştığını değiştirmiyor." diye sinirle kesip atıyorum. Sesimdeki yargılayan tonun farkındayım. Bizi kurtardığı için ona en azından bir şans tanımam gerektiğini
de biliyorum. Fakat Bree'yi kaçıran insanlar aklıma geldikçe, Logan'a anlayış gösterebilmem zorlaşıyor.
Omuz silkiyor. "Dediğim gibi, artık onlardan biri değilim." Gözlerinin içine bakıyorum.
"Anlamıyorsunuz." diyor kendini izah etmeye çalışan birinin sesiyle. "Şehirde yaşıyorsanız, başka şansınız yoktu. Ya onlara katılırsın ya da ölürsün. Bu kadar basit. Başka bir seçeneğim yoktu."
"Ben ölmeyi tercih ederdim." diyorum küstah bir şekilde.
Loş ışığın altında yeşil gözlerindeki öfkeyi seçebiliyorum. Bunu düşünmek istemesem bile gözlerinin ne kadar güzel olduklarını fark etmekten kendimi alamıyorum. Duruşunda bir asalet, daha önce hiç kimsede görmediğim bir mertlik var.
"Öyle mi?" diyor. Beni şöyle bir inceledikten sonra, "Belki de yapardın." diyor. "Belki benden daha iyi bir insansındır. Fakat ben, hayatta kalmam için ne gerekiyorsa onu yaptım."
Odanın diğer ucuna doğru yavaş adımlarla ilerliyor.
"Fakat dediğim gibi, bunların şu an hiçbir önemi yok." diye devam ediyor. "Geçmiş, geçmiştir. Ben buradan gitmeye niyetliyim."
Onu yargılamakta ne kadar aceleci davrandığımı fark etmem, beni üzüyor. Belki haklıdır. Belki halen şehirde yaşıyor olsaydım, ben de onlara katılırdım. Onun ne tür bir baskı altında olduğunu bilebilmem imkansız.
"Ee, şimdi planımız nedir? Onlardan ayrılıyorsun demek?
Döneklik mi yapıyorsun?"
"Hayır, sadece kaçıyorum. Onları yeteri kadar çektim. Seni dövüşürken izlemek, bende bir şeylerin değişmesine sebep oldu. Mücadeleci ruhun beni etkiledi. Kaçmam ya da ölmem gereken anın gelmiş olduğunu seni görünce anladım."
Kulağa dürüstçe gelen sesinden doğruyu söylediğini anlayabiliyorum. Ona ilham vermiş olduğumu duymak, beni şaşırtıyor. Halbuki benim tek amacım hayatta kalabilmekti. Fakat yardımı için ona tabii ki minnettarım.
Ancak kapının önünden geçen ayak seslerinin miktarı göz önüne alınırsa, bu savaşı çoktan kaybetmiş olduğumuzu söyleyebilirim. Buradan çıkabilmek için hiçbir olanak görmüyorum.
"Bota binebileceğimiz bir yer biliyorum." diye devam ediyor, sanki zihnimden geçenleri okumuş gibi. "Batı yakasında, küçük bir bot. Hudson Nehri'ni devriye gezmek için kullanıyorlar. Ancak ilk devriye şafaktan önce ayrılmıyor. Eğer oraya daha önce varabilirsek, botu çalabilirim. Nehirden yukarı doğru kaçabiliriz."
"Nereye?" diye soruyorum. Boş gözlerle bana bakıyor.
"Sen nereye giderdin?" diye tekrarlıyorum. Umursamadığını gösteren şekilde omuzlarını silkiyor. "Bilmiyorum. Umursamıyorum da. Burası hariç her yere razıyım. Nehrin beni götürdüğü yere kadar giderim sanırım."
"Sence dağlarda yaşayabilir misin?" diye birden soruyor Ben. Sesinde ise daha önce onda hiç duymadığım bir gerginlik, tanıdık olmayan bir şeyler var. Öyle bir şey olmadığını bilmeseydim, sözlerinin kulağa beni sahiplenmeye çalışıyormuş gibi geldiğini söyleyebilirdim. Hatta sanki birilerini kıskanan birinin sesiymiş gibi.
Bunun ne anlamana geldiğini suratım kızararak anlıyorum: Ben'in bana karşı hisleri var. Logan'ı kıskanıyor.
Kafasını Ben'e çeviren Logan, ona küçümser bir şekilde bakıyor. "Sen yaşayabilmişsin. Ben niye yaşayamayayım ki?"
"Ona pek yaşamak denmez." diyor Ben. "Yavaşça ölmek, daha doğru bir tanım olur."
"Gene de burada olmaktan iyidir. Ayrıca ben mağlubiyetleri kabul edecek biri değilim. Her halükarda hayatta kalmanın bir yolunu bulurum. Silahım, cephanem ve birkaç gün yetecek kadar yemeğim var. Tek ihtiyacım olan da bu. Yapmam gereken neyse, onu yaparım."
"Ben de kaybetmeye razı olacak biri değilimdir." diye karşılık veriyor sinirlenen Ben.
Omuzlarını silken Logan, umurunda olmadığını anlatmak istiyor.
"Bot sadece iki kişilik." diyen Logan, önce Ben'e sonra bana bakıyor. Bakışlarından sadece benim gelmemi istediği anlamak kolay. Acaba benden sahiden hoşlanıyor mu, yoksa sırf erkeksi bir içgüdüyle beni elde etmeye mi çalışıyor, bilmiyorum. Logan gözlerimdeki taviz vermeyen bakışları yakalamış olmalı ki cümlesine şöyle devam ediyor, "Fakat gerekirse üç kişiye kadar almasını sağlayabiliriz sanırım."
Volta atmaya başlıyor.
"Kaçmanıza yardım edeceğim. Şafakta yola çıkacağız. Hudson'da yolculuğumuz başlayacak. Sizi evlerinize bıraktıktan sonra, kendi yoluma devam edeceğim."
"Yanımda Bree olmadan bir yere gidecek değilim." diyorum kesin bir şekilde.
Logan bana bakıyor. "Bree kim?"
"Kız kardeşim."
"Ben de erkek kardeşim olmadan ayrılmıyorum." diye ekliyor Ben.
"Şehre gelmemizin bir nedeni vardı. Kardeşlerimizi buradan kurtarmak. Bree olmadan hiçbir yere gitmiyorum." diye açıklıyorum.
Logan biraz sinirleri bozulmuş gibi görünüyor.
"Neden bahsettiğinizin farkında değilsiniz. Size bir çıkış yolu sunuyorum. Hem de hiçbir karşılık talep etmeden. Buradan çıkabilmenin başka bir yolu olmadığını anlamıyor musunuz? Siz daha beş metre bile ilerleyemeden, sizi yakalarlar. Hem kız kardeşini bulsan bile sonra ne yapmayı düşünüyorsun?"
Yerimden hiç kıpırdamadan, öfkeli bir şekilde duruyorum.
Beni aksine ikna etmesine kesinlikle izin vermeyeceğim.
"Hem ayrıca, bunu söylemek istemiyorum ama…" lafını kesip, sözlerini gözden geçiriyor.
"Ayrıca ne?" diye üstüne gidiyorum.
Bir şeyler söyleyip, söylememek konusunda tereddüt eder gibi görünüyor. İyice bir soluklanıyor.
"Onları bulmanızın hiçbir yolu yok."
Kalbim, sözleri karşısında duracakmış gibi hissediyorum. Bize söylemek istemediği şeyin ne olduğunu öğrenmek için gözlerinin içine bakıyorum.
"Bunun sebebini neden bize söylemek istemiyorsun?" diye soruyorum.
Gözlerini benimkilerden çekip Ben'e, oradan da yere indiriyor. Benimle göz göze gelmek istemediği kesin.
"Anlatmadığın şey nedir?" Kalbim küt küt atıyor. Bree'nin ölüm haberini öğrenmekten korkuyorum.
Biraz daha tereddüt ettikten sonra, en sonunda konuşmaya başlıyor.
"İkisini birbirinden ayırdılar. Fazla küçüktüler. Onları her zaman daha büyük olanlardan ayırırlar. Güçlüyü, güçsüzden.
Oğlanları, kızlardan. Güçlü ve yaşı biraz daha geçmiş olanlar, arena için ayrılır. Fakat daha küçük ve güçsüz olanları…" konuşmasını gene kesiyor.
Cümlesinin nasıl devam edeceğini öğrenmek zorundayım. "Ee?" diyor Ben.
"Oğlan çocuklarını, madenlere yolluyorlar." "Madenler mi?" diyen Ben, öfkeyle ileri doğru fırlıyor.
"Kömür madenleri. Şehrin diğer tarafına. Grand Central'ın altı. Çocukları, o yöne giden bir trene yerleştiriyorlar. Daha sonra da toprağın altındaki ocaklara yolluyorlar. Kömürü ateş yakabilmek için çıkarıyorlar. Erkek kardeşin orada. Tren oraya gidiyordu. Üzgünüm." diyor dürüstçe.
Öfkesi gözlerinden okunan Ben, kapıya doğru fırlıyor. "Nereye gidiyorsun?" diye panikle soruyorum.
"Kardeşimi bulmaya." diye kesip atan Ben, yavaşlamıyor bile.
İleri fırlayan Logan, kolunu uzatarak Ben'in yolunu kapıyor. Ben'den en az on beş santimetre daha uzun olan Logan'ın iri ve kaslı omuzlarının genişliği ise Ben'e göre en az iki kat daha fazla. Onun yanında Ben küçücük görünüyor. Birbirleriyle hiçbir benzerliği olmayan iki bambaşka tip: Logan her yanıyla tipik bir Amerikan erkeği iken, Ben ise zayıf ve tıraşsız suratı, uzun sayılabilecek saçları ve duygu dolu gözleriyle, sanatçı ruhlu ve duyarlı biri. Ancak bu kadar farklı olabilirlerdi.
Fakat ikisi de güçlü birer iradeye ve isyankar kişiliklere sahipler.
"Hiçbir yere gitmiyorsun." diyor Logan, otoriter bir sesle. Ben sert bir şekilde gözlerini ona dikiyor.
"O kapıdan dışarı çıktığın an, hepimizi ele verirsin. Ölümümüze neden olursun."
Ben vazgeçince, Logan da kolunu indiriyor.
"Erkek kardeşini bulmak istiyorsan, bulabilirsin. Fakat şafağa kadar bekleyip, sonra buradan hep beraber ayrılmalıyız. Sadece birkaç saatimiz kaldı. Ondan sonra istersen gidip kendini öldürtebilirsin." diyor Logan.
Ben sinirli bir şekilde odanın içinde yürümeye başlıyor.
"Peki ya Bree?" diye soğuk bir sesle soruyorum. Sormaya korkuyorum, fakat bilmem lazım. "Onu nereye götürdüler?"
Logan kafasını çevirerek, bakışlarımdan kaçınmaya çalışıyor.
"NEREYE?" nefret dolu bir sesle bağırıyorum. Yaşadığım dehşet yüzünden kalbim durmak üzere.
Boğazını temizliyor.
"Genç kızlar," diye başlıyor, "Arena için fazla genç olanlar yani… onları kölelik yapsınlar diye başka yerlere yolluyorlar." Bana doğru bakıyor. "Seks köleliği."
Yüreğim parçalanıyor. Kapıdan dışarı fırladığım gibi, adını
haykırarak, her yerde onu aramak istiyorum. Ancak bunun manasız olacağının farkındayım. Daha fazla bilgi edinmem gerekiyor. Tüm vücuduma ateş basıyor, öfkeyle yumruklarımı sıkıyorum.
"Köle avcılarını Vali Adası'na yolluyorlar. Önce otobüslerle rıhtıma yolladıktan sonra teknelere bindiriyorlar. Bir sonraki otobüs şafakta kalkacak. Kız kardeşin muhakkak içinde olacaktır."
"Bu otobüsler nerede?" diye öğrenmek istiyorum.
"Sokağın karşısında. 34. ile 8. caddenin orada. Eski postanenin oradan kalkıyorlar."
Bir an bile düşünmeden kapıya doğru fırladığımda, bacaklarımdaki korkunç ağrılar nüksediyor. Logan, tekrar kolunu kapıya uzatarak, beni durduruyor. Güçlü ve kaslı kolu karşımda bir duvar gibi duruyor.
"Senin de gün doğumuna kadar beklemen gerekecek. Onu şimdi araman hiçbir işe yaramaz. Henüz otobüse bindirilmemiştir. Otobüse binene kadar onları yer altında, hücre gibi bir yerde tutuyorlar. Neresi olduğunu ben bile bilmiyorum. Fakat sana söz veriyorum, şafakta onları yukarı çıkarıp, otobüslere bindireceklerdir. Eğer kız kardeşini bulmak istiyorsan, hamleni o zaman yaparsın."