Kitabı oku: «Arena Bir », sayfa 13
Gözlerinin içine dikkatle baktığım zaman, söylediği şeylerde dürüst olduğunu anlayabiliyorum. Kendime hakim olabilmek için derince bir nefes alıyorum.
"Ancak bunu başaramayacağını şimdiden bilmelisin." diyor. "Onu asla dışarı çıkaramazsın. Kardeşin diğer kölelere, onlarda zırhlı bir otobüse zincirlenmiş olacaklar. Otobüs ise bir düzine asker ve araçla korunuyor olacak. Yanına bile yaklaşamayacaksındır. Tek yapacağın kendini öldürtmek olacak." ve ardından ekliyor, "Otobüslerin çoğunun çorak topraklardan geçmeyi başaramadığından bahsetmiyorum bile."
"Çorak topraklar mı?" diyorum. İsteksizce boğazını temizliyor.
"Seaport'a, yani Vali Adası'nın rıhtımına ulaşmak için otobüslerin şehir merkezine gitmesi, yani duvarın dışına çıkmaları gerekiyor. Duvar 23. Cadde'nin orada başlıyor. Onun güneyi de çorak topraklar dediğimiz yer. Çılgınlar orada yaşarlar. Binlercesi. Neredeyse oradan geçen her otobüse saldırmışlardır. Otobüslerin çoğu o noktayı geçmeyi başaramıyor. Bu yüzden aynı anda birden fazlasını yolluyorlar."
Sözleri içimi sıkıyor.
"Bu yüzden sana, sabah benimle birlikte ayrılmanı söylüyordum. Böylece en azından güvende olursunuz. Kardeşlerinizi unutun. En azından siz halen hayatta kalabilirsiniz."
"Şansımın ne kadar düşük olduğu umurumda bile değil." Sesim, sert ve kendinden emin çıkıyor. "Ölmekten korktuğum falan yok. Ben kız kardeşimin peşinden gidiyorum."
"Ve ben de erkek kardeşimin." diye ekliyor Ben. Sesinin en az benim kadar kararlı çıkması beni şaşırtıyor.
Logan kafasını sallıyor.
"Keyfiniz bilir. O zaman kendi başınasınız. Şafakta o bota binip, buralardan toz olacağım."
"Yapman gereken neyse, onu yap." diyorum tiksintiyle. "Önceden de yapmış olduğun gibi."
Bana attığı sert bakışlardan, onu gerçekten de kırmış olduğumu görebiliyorum. Birden arkasına dönerek, ilerliyor ve odanın diğer köşesindeki duvara sırtını dayayarak, yere çöküyor. Tabancasını kontrol edip temizlerken, sanki artık ben yokmuşum gibi davranıyor.
Onun oturuşu bana baldırımdaki ağrıyı ve ne kadar tükenmiş bir halde olduğumu hatırlatıyor. Logan'dan olabildiğince uzak bir köşeye gidip, ben de yere çöküyorum. Yanıma gelip oturan Ben'in dizleri ise neredeyse benimkilere değiyor. Onun yanımda oluşu beni mutlu ediyor. Çünkü yaşadığım durumu çok iyi anlayabiliyor.
Şimdiye kadar ölmemiş olmamıza inanamıyorum. Bunu hayal bile edemezdim. Daha az önce ölümlerimize sürüklenirken, şimdi ise yaşamak için ikinci bir şansım var.
Kız kardeşimi ve Ben'in kardeşini düşünürken, Ben ve benim yollarımızı ayırmak zorunda kalacağını fark ediyorum. Bu fikir hiç hoşuma gitmiyor. Kafası öne eğik şekilde otururken, onu şöyle bir inceliyorum. Savaşmak onun içinde yok. Tek başına hayatta kalması imkansız. Bunları düşünmek, nedense ona karşı bir sorumluluk hissetmeme neden oluyor.
"Benimle gel." diyorum aniden. "Böylesi daha güvenli olacaktır. Şehir merkezine iner, kız kardeşimi bulur ve sonra kaçmak için bir yol ararız."
Kafasını sallıyor. "Kardeşimi bırakamam."
"Dur ve bunu bir düşün," diyorum. "Onu nasıl bulabilirsin ki? Şehrin diğer ucunda, yerin yüzlerce metre derinindeki bir madende. Hem onu bulsan bile, dışarı nasıl çıkarabileceğini düşünüyorsun? En azından kız kardeşimin nerede olduğunu biliyoruz. Bir şansımız var."
"Sen onu kaçırmak için ne yapmayı düşünüyorsun?" diye soruyor.
Hiçbir cevabımın olmadığı, iyi bir soru. "Bir yolunu bulurum." diyorum.
"O zaman ben de bulurum." diye cevaplıyor. Fakat sesindeki kuşkuyu sezinleyebiliyorum, sanki bunun mümkün olmadığını şimdiden biliyormuş gibi.
"Lütfen, Ben" diye yalvarıyorum. "Benimle gel. Bree'yi bulur ve buradan kurtuluruz. Beraber hayatta kalabiliriz."
"Aynı şeyi ben de sana söyleyebilirim, benimle gelmeni. Neden senin kız kardeşin, benim erkek kardeşimden daha önemli olsun ki?"
Haklı bir nokta. Kardeşini en az benim kendi kardeşimi sevdiğim kadar seviyor. Bunu anlayabiliyorum. Diyebileceğim
bir şey yok. Öyle ya da böyle yollarımız ayrılacak ve büyük ihtimalle onu bir daha asla göremeyeceğim
"Tamam" diyorum. "Fakat bana tek bir konuda söz vermeni istiyorum."
Bana bakıyor.
"İşini hallettiğin zaman, Doğu Nehri'ne doğru ilerle ve Seaport'ta bulunan rıhtımı bul. Şafakta orada ol. Ben bir yolunu bulup, orada olacağım. Benimle oradan buluş, böylece hep beraber şehirden çıkmak için bir yol bulabiliriz. Bana söz ver"
Bu fikri düşünürken, bana bakmaya devam ediyor.
"Seaport'a ulaşabileceğinden nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?" diye soruyor. "Çılgınlar'ı nasıl geçeceksin?"
"Eğer ulaşamazsam." diyorum, "Bu öldüm demektir. Fakat benim böyle bir şeye niyetim yok. Hele ki yaşadığım bunca şeyden sonra ve Bree'nin hayatta olduğunu öğrenmişken."
Sesim oldukça kendinden emin çıkıyor. Hatta sanki konuşan ben değil de, bir yabancıymış gibi geliyor.
"Orası buluşma noktamız olacak." diye ısrar ediyorum. "Lütfen orada ol. Söz mü?"
"Tamam." diyor. "Peki. Eğer şafağa kadar yaşamayı başarırsam, orada olacağım. Fakat değilsem, ölmüşüm demektir. O zaman sen de beni beklemeyeceksin. Söz mü? Beni beklemeni istemiyorum." diyor. "Söz mü?"
Biraz düşündükten sonra, "Söz." diyorum.
Güçsüz elini bana uzatıyor. Nazikçe elinden tutuyorum.
Öylece oturuyoruz. Ellerimiz bir arada, parmaklarımız birbirine kenetlenmiş bir halde. Onun elini gerçek anlamıyla ilk kez tutmuş olduğumu fark ediyorum. Yumuşak derisine dokunmak, kendimi iyi hissettiriyor. İstemeden de olsa karnımdan uçuşan kelebekleri tekrar hissediyorum.
Uzun bir süre loş odada bu şekilde oturuyoruz. Tek bir kelime etmeden, kendi dünyalarımızda kaybolmuş bir haldeyiz. Fakat ellerimiz asla birbirinden ayrılmıyorlar. Uykuya dalmadan önce bunun, onu son görüşüm olabileceği düşüncesini kafamdan çıkaramıyorum.
YİRMİ ÜÇ
Güçlü bir el beni uyandırıyor. "Gidelim!" diye fısıldıyor elin sahibi.
Gözlerimi açtığımda halen o kadar sersem bir haldeyim ki, uykuda mıyım yoksa rüya mı, anlayamıyorum. Kendimi toparlarken etrafa bakıyorum. Şafak öncesi oluşan gri renkli hava, küçük pencereden içeri sızıyor. Gün ağarmak üzere. Kafamı Ben'in omuzuna dayarken uykuya dalmış olmalıyım. Logan onu da sertçe uyandırıyor.
Yattığım yerden hızla doğruluyorum, fakat bu baldırımdaki şiddetli ağrının bacağıma yayılmasına yol açıyor.
"Zaman kaybediyoruz." diyor Logan öfkeyle. "Hareket edin! İkinizde! Ben gidiyorum. Eğer beni takip edecekseniz, bu son şansınız."
Kapının yanına giden Logan, kulağına ona dayıyor. Yeni bir adrenalin dalgası vücudumu sararken, Ben ile birlikte Logan'ın yanına gidiyoruz. Hep berber dışarıyı dinlemeye başlıyoruz. Tek bir ses bile yok. Ne ayak sesi var, ne de bağıran veya küfür eden birisi. Olayların üzerinden kaç saat geçmiş olabilir ki? Sanki herkes ortadan yok olmuş gibi.
Bu durum Logan'ı da memnun ediyor. Bir elinde silahı, boştaki eliyle kapı koluna uzanıp, kilidini açıyor ve bize dönerek, hazır olup olmadığımıza bakıyor. Kapıyı yavaşça çekiyor.
Koridora doğru temkinli bir adım atan Logan, parmağı tetikte, hemen köşeleri kontrol ediyor.
Yanına gelmemiz için eliyle bizi çağırıyor. "Hareket edin!" diye telaşla fısıldıyor.
Koridorda koşmaya başlayan Logan'ı güçlükle takip ediyorum. En küçük adımımda dahi baldırlarıma acılar saplanıyor. Baldırıma baktığım zaman, hiç bakmamış olmayı diliyorum: üzerinde, neredeyse beyzbol topu boyutlarında bir şişkinlik oluşmuş. Parlak kırmızı rengi, iltihap kapmış olabileceğimi söylüyor. Diğer tüm kaslarımda, kaburgalarımdan suratıma kadar hepsi sızlıyorlar, ancak beni en çok endişelendiren baldırımdaki bu yara. Diğerleri sadece birer yara, fakat eğer bacağımdaki bu şey bir iltihapsa, o zaman ilaca ihtiyacım olacak. Hem de bir an önce.
Fakat kafamı şu an buna takamam. Ben de topallayarak peşinden koşmaya devam ediyorum. Ben hemen arkamda, Logan ise üç metre ilerimde. Loş ışıklarla aydınlanan koridorlarda, Logan'ı karanlığın içine doğru takip ediyorum. Umarım bu koridorları iyi biliyordur. Şansımıza, henüz kimseye rastlamadık. Şu an büyük ihtimalle hepsi bizi arıyordur.
Logan önce sağdaki, ardından solundaki bir koridora dönüyor. Artık ölümle yaşam arasındaki tek bağımız Logan. Ona güvenebilmekten başka yapabilecek bir şeyim yok. Tek şansım bu.
Birkaç dönüşten sonra, Logan bir kapının önünde duruyor. Ben de ardında durarak, soluklanıyorum. Kapıyı aralayarak, içeriyi kontrol ettikten sonra, Ben'i omuzundan çekerek, içeriye ittiriyor.
"İşte, orada." diyor parmağıyla göstererek. "Gördün mü?"
Ben de içeriye eğiliyorum. Uzakta, terminalin ucundaki tren raylarını gösteriyor.
"Hareket etmeyi başlayan şu tren, madenlere gider. Günde bir kere buradan ayrılır. Eğer gitmek istiyorsan, işte sana fırsat. O treni yakala."
Ben arkasını dönerek, adrenalden açılmış gözleriyle son kez bana bakıyor. Elimi tutarak, üzerine koyduğu öpücüğe şaşırıyorum. Elimi bir saniye daha tuttuktan sonra, anlamlı bir şekilde bana bakıyor, sanki bu, birbirimizi son görüşümüz olabilirmiş gibi.
Elimi bıraktığı an, terminalin içinden trene doğru koşmaya başlıyor.
Bana alaycı bir bakış fırlatan Logan'ın kıskançlığını sezebiliyorum.
Ben'in bana verdiği öpücükten nasıl bir anlam çıkarmam gerektiğini bilmiyorum. Trene koşarken ona baktığımda, bunun onu son görüşüm olabileceği gerçeğinden kendimi alamıyorum.
"Bu taraftan." diyor sinirlenen Logan ve başka bir koridora sapıyor.
Ancak ben yerimden kıpırdayamadan, Ben'in arkasından bakıyorum.
Sabrı tükenmeye başlayan Logan, "Çabuk!" diye fısıldıyor.
Penn İstasyonu'nu baştan aşağı koşan Ben, yavaş hareket eden trenin arkasına atlamayı başarıyor. Tren karanlık bir tünelin içine girmek üzereyken, metal barlardan birine sıkıca tutunuyor. Trene binmeyi başardı.
"Ben gidiyorum!" diyen Logan, arkasını dönerek, koridorlardan birine koşuyor.
Kendimi toparlayıp, peşine takılıyorum. Bacaklarımın kaldırabildiği kadar hızlı gitsem de, Logan görüş alanımdan çıkıyor. Onu kaybettiğimi düşünmek bile beni ürkütüyor.
Başka bir koridoru daha geçip, bir rampadan yukarı çıktığımda Logan'ı tekrar görebiliyorum. Duvara dayanmış, cam
bir kapının önünde beni bekliyor. Kapıdan, dışarısı görülebiliyor. 8. Cadde. Her taraf bembeyaz. Dışarda, tüm şiddetiyle devam eden bir kar fırtınası var.
Logan'ın yanına ulaştığım zaman, sırtımı duvara verip, soluklanıyorum.
"Şurayı görüyor musun?" diyen Logan'ın gösterdiği noktaya bakıyorum.
"Sokağın karşısında." diyor, "Eski postane binasının orda.
Binanın hemen önüne park edilmiş olan otobüsler."
Gözlerimi iyice kıstığım zaman, karla kaplı haldeki üç büyük otobüsü görebiliyorum. Okul otobüsü olmalarına rağmen, etraflarına yerleştirilen kalın demirler, onları zırhlı araçlara benzetmiş. İkisi sarı, bir tanesi siyah renkli. Birbirine zincirlenmiş haldeki onlarca kız çocuğu bu otobüslere bindiriliyorlar. Sarı otobüslerden birine bindirilen çocuklar arasında Bree'yi gördüğüm an, kalbim duracakmış gibi oluyor.
"İşte orada!" diye bağırıyorum. "Bu Bree!"
"Vazgeç artık."diyor. "Benimle gel. En azından sen hayatta kalırsın."
Bir anda içim Bree'yi kurtarmak için büyük bir hırsla doluyor. Çok ciddi bir şekilde Logan'a bakıyorum.
"Bunun hayatta kalabilmekle bir ilgisi yok."diyorum. "Bunun farkına varamadın mı?"
Doğrudan gözlerimin içine bakan Logan'ın ne demek istediğimi en sonunda anladığını görebiliyorum. Ne kadar kararlı olduğumu ve dünyadaki hiçbir şeyin beni bundan alıkoyamayacağını anlayabiliyor.
"Peki o zaman.d" diyor. "Buraya kadarmış. Bu kapıdan bir kere çıktık mı, ben şehir dışında, tekneye doğru ilerliyor olacağım. Sen de kendi başının çaresine bakacaksın."
Avucumun içine sert bir cisim bırakıyor. Bir tabanca. Bu harekete şaşsam bile, bunu yaptığı için ona minnettarım.
Tam veda etmek üzereyken bir motor sesi duyuyorum. Camdan dışarı baktığımda ise otobüslerin uzun egzozundan çıkan dumanları fark ediyorum. Ben daha ne olduğunu anlayamadan, üç otobüs kalın karların arasında harekete geçiyor.
"HAYIR!" diye bağırıyorum. Kapıyı attığım bir tekmeyle açarak, dışarıya fırlıyorum. Dışardaki güçlü fırtına, nefesimi kesiyor.
Dizime kadar ulaşan karların içinde kar fırtınasına karşı koşuyorum. Bree'nin yanına ulaşmama hiçbir şey engel olamamalı.
Fakat geç kaldım. Benden en az yüz metre ilerideler ve iyice hızlanmaya başladılar. Onların arkasından koşmaya çalışırken, baldırımdaki acı katlanılmaz bir noktaya varıyor. Nefesim kesilmiş halde otobüsün arkasından bakarken, Logan'ın haklı olduğunu anlıyorum. Bu çabalarım boşuna. Köşeden dönen otobüs, gözden kayboluyor. Bree'yi ulaşamamış olduğuma inanamıyorum.
Arkamı döndüğüm zaman, Logan'ın da çoktan gitmiş olduğunu görüyorum. Artık tamamen yalnız olduğumu bilmek, içimi umutsuzlukla dolduruyor.
Beni bu durumdan kurtarabilecek yeni bir fikir bulmak için umutsuzca çabalıyorum. Etrafımda işe yarayabilecek bir şeyler ararken, Penn İstasyonu'nun önüne park edilmiş Humvee'leri fark ediyorum. Kaporta ve tavanlarında köle avcıları oturuyor. Paltolarına iyice sarılmış olan köle avcılarının sırtları bana dönük. Bir tanesi bile benim tarafıma bakmıyor. Hepsinin gözleri giden otobüslerde.
Acilen bir araca ihtiyacım var. Otobüsleri yakalayabilmem için tek yol bu.
Üzerinde hiçbir köle avcsının oturmadığı tek Humvee'ye doğru düşe kalka ilerliyorum. Motoru çalışır durumda olan aracın egzozundan dumanlar çıkıyor. Arabanın şoför koltuğunda oturan köle avcısı da ellerini ısıtmaya uğraşıyor.
Yavaşça arabanın kapısına doğru yaklaşıp, kapıyı hızla açtıktan sonra silahımı köle avcısına doğrultuyorum.
Maske takmayan köle avcısının suratındaki dehşet ifadesi açıkça belli oluyor. Vurmamdan korkarak, ellerini havaya kaldırıyor. Onun, diğerlerini uyarması ihtimalini göze alamam. Silahımı kafasına dayadıktan sonra, onu kıyafetinden yakalayarak, dışarı çekiyorum. Sert bir şekilde karın içine düşüyor.
Tam direksiyonun başına geçecekken, kafamın yanına hızla çarparak, bana inanılmaz bir acı yaşatan metal bir şey hissediyorum. Aldığım darbe, beni yere düşürüyor.
Anlaşılan o ki, gizlice yanıma yaklaşan bir köle avcısı, silahının kabzasıyla kafama vurmuş. Elimi kafama uzattığım zaman avuçlarımın içi kana bulanıyor.
Yanıma dikilen köle avcısı silahını yüzüme doğru indiriyor. Şeytanca bir sırıtış attıktan sonra, tabancanın horozunu indirerek, parmağını tetiğin üzerine koyuyor. Ölmek üzere olduğumu anlıyorum.
Silahın ateşlenmesiyle beraber, artık her şeyin bittiğini anlıyorum.
Y İ R M İ D Ö R T
Suratıma sıçrayan sıcak kanın yapışkanlığını tenimde hissedebiliyorum. Ölmüş olabilir miyim?
Gözlerimi aralamamla, neler olduğunu anlıyorum. Halen hayattayım; vurulan bile ben değilmişim. Üstüme sıçrayan beyin parçaları kafasının arkasından vurulan köle avcısına ait. Birileri onu vurarak, benim hayatımı kurtardı.
Köle avcısının arkasında duranın, dumanı halen tüten silahıyla Logan olduğunu fark ediyorum. Benim için geri dönmüş olduğuna inanamıyorum.
Logan yerden kalkmam için elini uzatıyor. İri ve kaba olan elinden tuttuğumda, beni tek bir hareketiyle ayaklarımın üzerine doğrultuyor.
"BİN!" diye bağırıyor.
O direksiyonun başına, ben yanına yerleşiyorum. Logan hiç vakit kaybetmeden gazı köklüyor. Patinaj çekmeye başlayan araba, karda kayıyor.
Toparlanan diğer köle avcıları, arabalarının kaportalarından inerek, arabalarına biniyorlar. Bir tanesi ise koşarak peşimize takılıyor. Logan hızla tabancasını çekerek, köle avcısı daha parmağını tetiğe bile götüremeden, onu kafasından vuruyor. Doğrudan bize nişan almış olan bir başkasına ise camdan sarkarak ben ateş ediyorum. Kafasından vurulan adam yere yıkılıyor.
Tam başka birine daha ateş etmek üzereyken, hızlanan araba beni koltuğuma mıhlıyor. Gazı kökleyen Logan, bizi kar yığınlarının içinden geçiriyor. Hantal otobüslerin döndüğü caddeye hızla girmemizle beraber, onlarla aramızdaki farkı neredeyse kapatıyoruz. Artık en fazla birkaç yüz metre ilerimizdeler.
En az yarım düzine Humvee bizi takip ediyor. Birazdan bize yetişecekler ve sadece ikimizin onlarla mücadele edebilmesine imkan yok.
Logan öfkeyle "Benimle gelsen olmazdı, değil mi?" dedikten sonra beşinci vitese takarak, tekrar gazı köklüyor. "Benden bile daha inatçısın."
Doğuya doğru ilerleyen otobüslere doğru biraz daha yaklaşıyoruz. Yedinci ve Altıncı Cadde'yi geçtikten sonra Beşinci Cadde'ye doğru sert bir dönüş yapan otobüsü birkaç yüz metre gerisinden takip ediyoruz.
Dikiz aynasından, bizi takip eden köle avcılarını görebiliyorum. Köle avcılarından biri arabanın camından sarkarak, üzerimize ateş açıyor. Kurşunlar arabanın üzerinden sekmeye başladığında, kendimi camın kenarından çekip, arabanın kurşun geçirmez oluşuna seviniyorum.
Gazdan ayağını bir an bile çekmeyen Logan'ın kullandığı araba, caddeleri bir bir arkada bırakarak ilerliyor. Önümüzde yükselerek Beşinci Cadde'ye geçişi engelleyen kocaman duvarı gördüğüm an hayrete düşüyorum. Bu dar ve kemerli geçiş, buradan çıkabilmenin tek yolu.
Birkaç köle avcısı kapının devasa metal sürgülerini yukarı kaldırarak, otobüslerin tek sıra halinde geçebilmesine olanak sağlıyorlar.
"Durmamız lazım!" diye haykırıyor Logan. "Bu kapıların ardında çorak topraklar başlıyor! Oraya girmek fazla tehlikeli olur!"
"HAYIR!" diye bağırıyorum. "Duramazsın! Devam et! GAZLA!"
Terler içindeki Logan, bunu onaylamadığını gösteren bir kafa hareketi yapsa bile gururuna yediremediği için gazdan ayağını çekmiyor.
Kapının metal sürgüleri inmeye başlıyor. "Sıkı tutun." diye bağırıyor Logan.
Arabamız demir kapıya, büyük bir hızla çarpıyor. Kaza geçireceğimize emin bir şekilde kendimi buna hazırlıyorum.
Fakat bu Humvee'nin bir tanktan farkı yok. İnanamadığım bir şey oluyor ve yerinden sökülen demir kapı, havaya fırlıyor. Otobüslerle aramızda artık sadece elli metre var.
Peşimizden gelen diğer Humvee'leri görmeyi umarak dikiz aynasına baktığım zaman hepsinin kapının önüne geldiklerinde frene asıldıklarını görüyorum. Hiçbiri bizi izlemeye cesaret edemiyor. Sanki duvarın diğer tarafına geçmeye korkuyormuş gibiler.
"Ne yapıyorlar?" diye soruyorum. "Duruyorlar! Bizi izlemeyi bıraktılar!"
Logan'ın bu duruma hiç şaşırmamış olmasını anlayamıyorum.
"Tabii ki duracaklar." "Niye?"
"Duvarı geçtik. Bizi çorak topraklarda takip edecek kadar salak değiller."
Anlamayan gözlerle ona bakmaya devam ediyorum. "Korkuyorlar." diyor.
Üzerlerine makinalı tüfekler yerleştirilmiş zırhlı araçlardaki silahlı askerlerin nasıl olur da bir şeylerden korkabileceğini anlayamıyorum.
Artık etrafımıza biraz daha temkinli bakıyorum. Tüylerim diken diken oluyor. Altlarında Humvee'leri olan bir bölük askeri, bu kadar korkutabilecek olan şey ne olabilir ki?
Öne doğru eğilip, dikkatlice baktığım zaman ilerde hareket eden bir şeyler görüyorum. Çevremizi saran binalara baktığım zaman ise, suratları korkunç şekilde yaralarla dolu olan yüzlerce Biyokurbanı'nın bakışlarının üstümüzde olduğunu fark ediyorum.
Etrafımızdaki rögar kapakları birden açılmaya başlıyor. Düzinelerce daha Biyokurbanı bir anda yerden bitiveriyor. Yanından geçtiğimiz bir metro istasyonunun merdivenlerinden koşarak çıkan yüzlercesi daha peşimize takılıyor.
Bu insanların görüntüsü karşısında kalbim duracak gibi oluyor. Yüzlercesi, her yönden üzerimize doğru saldırıyorlar. Onların hakimiyetindeki topraklara girerek, kuralları çiğnedik. Bree'yi bularak, bir an önce buradan tüymemiz lazım.
Çılgınlar'dan biri arabaya atlayarak, açık olan camdan beni yakalamaya çalışıyor. Kendimi geriye çekerek, tabancamın kabzasını suratına doğru indiriyorum. Yere yuvarlanan vücudu, karda sürükleniyor.
Önümüzde savrularak ilerleyen otobüslerin peşinden ayrılmayan Logan'ın yaptığı dönüşler midemi bulandırıyor.
"Niye dönüp duruyorsun?" diye soruyorum
"Yol mayınlı." diye bağırıyor. "Lanet olası çorak toprakların tümü mayın dolu."
Dediğini kanıtlar şekilde yolun ilerisinde gerçekleşen bir patlamadan, otobüslerden biri son anda kurtulabiliyor. İşler bundan daha kötüye gidiyor olamazdı.
"Bree'nin olduğu otobüse yaklaş!" diye bağırıyorum, motor gürültüsünden sesimi duyurabilmek için.
Aramızdaki fark 30 metreye kadar iniyor. Kafamda bir plan oluşturmaya çalışıyorum. Otobüse yaklaşmak üzereyken, rögar kapaklarının birinden fırlayan bir Çılgın, omuzundaki roket atarı ateşliyor.
Havayı delerek ilerleyen roket, siyah otobüse tam isabet ediyor. Önümüzde patlayan araç yüzünden Logan direksiyonu sertçe kırmak zorunda kalıyor.
Yan yatarak, yerde kaymaya başlayan otobüs, devasa bir alev topuna dönüşüyor. İçindeki tüm küçük kızları düşününce yüreğim sızlıyor. Artık geriye sadece iki otobüs kaldı. Bree sarı otobüslerin birinde olduğu için Tanrı'ya şükrediyorum. Şu andan itibaren zaman bizim için çok daha önemli.
"ACELE ET!" diye bağırıyorum. "ONUN OTOBÜSÜNE YAKLAŞ!"
Otobüslerden biri sola dönerek, Broadway'e doğru ilerlerken, diğer sağa dönerek, Beşinci Cadde'den yoluna devam ediyor. Bree'nin hangisinde olduğuna dair hiçbir fikrim yok ve bu beni inanılmaz endişelendiriyor. Bir seçim yapmam gerekiyor.
"Hangisi?" diye bağırıyor Logan çılgınca. Tereddüt ediyorum.
"HANGİSİ?" diye tekrar bağırıyor.
Yol ayrımına varmak üzereyiz ve ben hala kararımı veremedim. Kafamı iyice zorlayarak, hangisini binmiş olduğunu hatırlamaya çalışıyorum. Fakat çabalarım bir işe yaramıyor. Kafam karışık bir durumda ve iki otobüs de birbirinin tıpatıp aynısı. Tahminde bulunmaktan başka şansım yok.
"Sağa dön!" diyorum.
Logan yol ayrımından hızla sağa dönerek, otobüsün arkasından gazı köklüyor. Umarım doğru seçimi yapmışımdır.
Artık otobüse o kadar yakınız ki egzozundan çıkan dumanlar bizim arabamızın içine giriyorlar. Otobüsün pislik içindeki pencerelerinden içerideki yüzleri görebilmek mümkün değil. Sadece birbirine zincirlenmiş, genç kızlara ait siluetleri seçebiliyorum. Umarım Bree de bunların arasındadır.
"Şimdi ne yapıyoruz?" diyor Logan. Ben de aynı şeyi düşünüyordum.
"Onları yoldan çıkaramam!" diye ekliyor. "Çünkü kardeşin ölebilir!"
Hızla düşünerek, bir yol bulmaya çalışıyorum. "Yakınlaş." diyorum. "Yanına çek!"
Otobüse yaklaştırdığı arabamızın tamponu önümüzdeki aracına tamponuna neredeyse değecek kadar yaklaşıyor. Hemen arabanın koltuğundan kalkarak, açık pencerenin üstüne çıkıyorum. Rüzgar, en az beni uçurabilecek kadar şiddetli esiyor.
"Ne yapıyorsun?" diye bağırıyor Logan endişeli bir sesle. Duymamış gibi yapıyorum. Yaptığım şeyin mantığını sorgulayacak vaktim yok.
Logan arabayı otobüsün yanına yaklaştırırken, kar ve rüzgar suratıma kamçı gibi iniyorlar. Sıkıca tutunarak, doğru anın gelmesini bekliyorum. Otobüsle aramızda artık sadece birkaç metre var. Tamponunun üzerindeki düz çıkıntıyı gözüme kestiriyorum.
Ve ardından atlayışımı gerçekleştiriyorum.
Çıkıntıya ayak basmamla beraber, omuzum otobüse çarpıyor. Kalın metal çubuklara sıkıca tutunuyorum. Her ne kadar metalin soğukluğu çıplak ellerimin donmasına neden olsa da, onları bırakmaya niyetim yok. Altımdaki yol, belli belirsiz seçilebiliyor.
Saatte en az 130 kilometre ile giden otobüs yolda çılgınca yalpalıyor. Çubuklardan birine kolumu dolamayı başararak, güçlükle düşmekten kurtulabiliyorum.
Girdiğimiz bir çukur, neredeyse beni aşağı doğru fırlatıyor. Ayaklarımdan biri kenardan düşerek (sakat olan ayağım), karda sürtünüyor ve yola çarptıkça acılar içinde bağırıyorum. Zorla da olsa kendimi tekrar yukarı çekmeyi başarabiliyorum.
Arka kapıyı açmaya çalıştığım zaman, üzerindeki asma kilit beni hayal kırıklığına uğratıyor. Titreyen ellerime rağmen tabancamı belimden çekmeyi başarabiliyorum. Biraz geriye çekildikten sonra, tetiğe basıyorum.
Etrafa kıvılcımlar sıçrıyor. Kırılan asma kilit ve etrafını saran zincirler yola düşüyor.
Açtığım kapı rüzgarın etkisiyle öyle bir savruluyor ki, beni yere fırlatmasından son anda kurtuluyorum. Tüm gücümle kendimi otobüsün arka kapısından içeri çekiyorum.
Sonunda otobüsün içindeyim. Etrafıma bakarak, hızla içinde ilerliyorum. İçerideki düzinelerce kız çocuğu, hem birbirlerine hem de koltuklarına zincirlenmiş bir halde oturuyorlar. Dehşet içindeki suratların hepsi bana bakıyor. Her sırayı hızlıca tarayarak, Bree'yi arıyorum.
"BREE!" diye haykırıyorum umutsuzca.
Varlığımın onlar için bir kurtuluş imkanı olabileceğinin farkına varan kızların tümü kendilerinden geçmiş bir halde ağlamaya başlıyorlar.
"BANA YARDIM ET!" diye bağırıyor içlerinden biri.
"LÜTFEN BENİ BURADAN ÇIKAR!" diye çığlıklar içindeki başka bir tanesi haykırıyor.
Şoför benim farkıma varmış olmalı ki, dikiz aynasından bana bakan gözlerini görebiliyorum. Birden direksiyonu sertçe kırarak, beni koridor boyunca uçuruyor. Kafamı sertçe zemine çarpıyorum.
Dengemi tekrar sağlamaya çalışırken, otobüsü bir kez daha hızla döndürüyor ve beni aracın diğer yanına fırlatıyor.
Çatlayacakmış gibi ağaran başıma rağmen kendimi toparlayabiliyorum. Tek tek koltuklara tutunarak, sürücüye doğru ilerlemeye başlıyorum. Yanından geçtiğim her sırayı incelesem bile Bree'den hiçbir iz yok ve bu şekilde yanından geçebileceğim sadece birkaç sıra daha var.
"BREE!" diye bağırırken, halen ses çıkarmamış olmasına şaşırıyorum.
Kalan son birkaç sırayı daha inceledikten sonra adeta yıkılıyorum.
Bree burada değil.
Yanlış otobüsü seçmiş olduğumu bilmenin verdiği acı, üzerime bir çekiçmiş gibi iniyor.
Fakat birden gözümün ucuyla camın hemen dışında fark ettiğim bir hareketi, büyük bir patlama takip ediyor. Dönüp baktığımda, bunun Logan'ın kullandığı Humvee olduğunu anlıyorum. Üzerinden geçtiği bir mayın yüzünden, alevler içinde tekerlekleri yerden yükseliyor. Tekrar yere ulaştığında, karın içinde biraz kayarak, duruyor.
Logan'ın ölmüş olabileceği fikri, beni kahrediyor.