Kitabı oku: «Arena Bir », sayfa 15

Yazı tipi:

Gerçi bu yaşananlardaki komik yönü de görmeden edemiyorum. Hayatın gittiği farklı yönleri ve ani dönüşleri yani. Yanıma Bree'yi alıp, onun güvenliği için kaçmıştık. Fakat kendisi şu an esir durumda, yani başladığımız noktaya geri döndük ve bu sefer işler yoluna girmeyecekmiş gibi görünüyor. Hem şu an vücudumun hali düşünülürse, birkaç saatten daha fazla yaşayabileceğimi sanmıyorum. Demek istediğim o ki, tüm bu macera gerçekte ne işe yaradı? Eğer burada, annemin yanında kalmış olsaydık, en azından beraber, huzur içinde ölecektik. Şu an yaşadığım yavaş ve işkence dolu ölümden bin kat daha iyidir. Belki de annem en başından beri bunun farkındaydı.

Apartmanın yanından geçerken karşılaşacağım görüntüye kendimi hazırlıyorum. Saçma olduğunu biliyorum, ama bir parçam, acaba annem cam kenarında oturup, beni bekliyor olabilir mi, diye meraklanıyor.

Eski apartmanımızdan geriye kalan tek şey üstü karlarla örtülmüş bir moloz yığınından ibaret. Molozların arasından çıkan yüksek otlar, binanın uzun bir süre önce yıkılmış olduğunu söylüyor. Karnıma bir yumruk yemişim gibi hissediyorum. Artık bir evim yok ve annem de gerçekten ölü.

"Ne oldu?" diye soruyor Logan.

Durduğum yerden boş gözlerle binaya bakıyorum. Kafamı yıkıntılardan çevirmeyi başarınca, tekrar Logan'ın omzuna dolanıp, ilerlemeye devam ediyoruz.

"Hiçbir şey." diyorum.

Pazar yerinin göbeğine doğru yola devam ediyoruz. Eskiden buralarda oturur, parlayan Arnavut kaldırımlarına, etraftaki onca pahalı dükkana bakarak, kendimi dünyanın en şık yerindeymiş gibi hissederdim. Bu pazar yerinin hep aynı kalacağını düşünürdüm. Fakat şu an gördüğüm tek şey, yıkım. Etrafta tek bir tabela, bir zamanların buranın ne olduğunu gösterecek tek bir işaret dahi kalmamış.

Fulton'a doğru sağa döndüğümüz zaman rıhtımı görebiliyorum. Güneş neredeyse batmak üzere ve kalın, gri bulutlar ufukta toplanıyor. Birkaç blok ötedeki denizi görünce içimde bir umut yükseliyor. Otobüs izleri bu yoldan aşağı doğru ilerleyip, iskele kenarında bitiyor. En sonunda başardık.

Bree'nin halen burada, iskelede bir yerlerde olabileceğini düşünmek bana enerji veriyor. Silahımın olmadığını tamamen unutarak, istem dışı bir şekilde belimi kontrol ediyorum. Fark etmez. Eğer buradaysa, onu kurtarmak için muhakkak bir yol bulacağım.

İskelenin ıssız rıhtımına varıyoruz. Uzun direkli, tarihi yelkenliler halen suyun üzerinde inip, kalkmaya devam ediyorlar. Fakat artık sadece çürüyen gövdelerden ibaretler. Rıhtımın sonundaki otobüsü en sonunda görüyorum. Ona doğru Bree'nin halen içinde olduğunu umut ederek koşarken, kalbim hızla atmaya başlıyor.

Fakat otobüs tabii ki bir süre önce boşaltılmış. Kızların geride bıraktıkları izler bir rampadan, tekneye doğru iniyor. Denize doğru baktığımda, yaklaşık 800 metre uzakta büyük,

paslanmış bir mavnanın Vali Adası'nın rıhtımına yanaşmış olduğunu görüyorum. Sıralar halindeki kızlar, tekneden indiriliyorlar. Bree de onların arasında, bunu hissedebiliyorum.

"Sabaha karşı başka bir tekne daha olacak." diyor Logan. "Her gün şafakta mutlaka bir tane kalkar. Tek yapmamız gereken bu geceyi geçirebileceğimiz bir sığınak bulup, beklemek."

"Tabii eğer bu geceyi sağ atlatabilirseniz." Arkamızdan gelen bu yabancı sese doğru hızla dönüyoruz.

Sarı renkli askeri üniformalar giymiş yaklaşık bir düzine figür, beş metre ilerimizde duruyorlar. Tam ortalarında yer alan kişi ise sanırım liderleri. Onun da suratı tıpkı diğerlerininki gibi erimiş ve bozulmuş. Halleri Biyokurbanlarından bile daha beter. Belki de radyasyonlu bölgede yaşadıkları için böyledirler.

Yanımıza bu kadar sessizce nasıl sokulduklarını bilmiyorum. Bizden sayıca fazla ve ayrıca silahlılar da. Hiçbir şansımız yok.

"Artık bizim bölgemizdesiniz." diye devam ediyor. "Sizi hemen öldürmememiz için bir sebep var mı?"

"Lütfen." diye yalvarıyorum. "Köle avcıları kız kardeşimi kaçırdılar. Onu kurtarmam lazım."

"Bizim de köle avcılarına bayıldığımız yok. Sanki kendi bölgeleriymiş gibi otobüslerle buraya geliyorlar. AMA BURASI BENİM BÖLGEM!" diye birden bağırmaya başladığında, erimiş

suratı garip şekiller alırken, göz bebekleri yerinden fırlayacakmış gibi oluyor. "DUYUYOR MUSUNUZ? BURASI BENİM!"

Öfkeyle dolu ses tonu beni ürkütüyor. Yorgunluktan ve acıdan bayılmak üzereyim.

Üzerimize doğru bir adım atınca, kendimi korumaya çalışıyorum. Fakat birden her şey dönmeye başlıyor ve ne olduğunu anlayamadan, yere devriliyorum.

Ve ardından ise her yer kararıyor.

Y İ R M İ D O K U Z

Zorla da olsa gözlerimi aralıyorum. Halen hayatta olup, olmadığıma dair hiçbir fikrim yok, fakat eğer hayattaysam da hayatın insana böyle hissettirebileceğini hiç tahmin etmezdim: vücudumdaki her bir kas adeta yanıyor. Terler içinde soğuktan titreyen vücudum, aynı anda sanki alevler içindeymiş gibi de hissettiriyor. Saçlarım, suratımdaki soğuk terlere yapışmış haldeler. Vücudumdaki her bir eklem tarif edebileceğimden çok daha büyük bir acıyla kıvranıyor. Hayatımda geçirdiğim en kötü hastalıktan, sanki bin kat daha kötüymüş gibi.

Acılarımın merkez noktası ise baldırım: zonklayan yara, en az bir beyzbol topu kadar büyük. Acısı o kadar keskin ki, gözlerimi kısıp, dişlerimi birbirine kenetlerken tek dileğim birinin gelip bacağımı kesmesi.

Bir deponun üst katındaki beton zeminin üzerinde yatıyorum. Duvarlarda yan yana dizili iri pencerelerin üzerindeki camların çoğu kırılmış. Camlardan içeri kesik kesik giren soğuk havanın yanı sıra tek tük kar da odanın içine kadar girmeyi başarıyor. Pencerelerden dışardaki gece yarısı gökyüzünü görebiliyorum. Henüz alçakta ve etrafı bulutlarla sarılı olan dolunay, bugüne kadar gördüğüm en güzel haliyle, odanın içini aydınlatıyor.

Nazikçe omzuma dokunan bir el hissediyorum.

Kafamı zor da olsa elin olduğun tarafa çevirdiğimde, yanı başımda dizleri üzerine çökmüş, bana gülümseyen Logan'ı görüyorum. Kim bilir ne kadar kötü görünüyorumdur. Beni bu halimle gördüğü için biraz utanıyorum.

"Hayattasın." diyor. Sesindeki rahatlamayı duymak mümkün.

En son nerde olduğumuzu düşünmeye çalışıyorum. Denizi hatırlıyorum… rıhtımı… Bacağıma ulaşan yeni bir acı dalgası, içten içe Logan'ın beni şuracıkta öldürmesini istememe sebep oluyor. Logan ise elinde tuttuğu bir iğneyi, enjekte etmeye hazırlanıyor.

"Bize ilaç verdiler." diyor. "Hayatta kalmanı istiyorlar. Köle avcılarından en az bizim kadar nefret ediyorlar."

Kafam pek yerinde olmadığı için ne dediğini anlamakta zorlanıyorum. Vücudum o kadar titriyor ki, dişlerim takırdıyor.

"Penisilin. İşe yarayıp yaramayacağı kısmını geçtim, gerçek olup olmadığını bile bilmiyorum. Fakat denemekten başka şansımız yok."

Bunları bana anlatmasına gerek yok. Vücudumu saran acıyı durdurmak için başka bir olanağımızın olmadığını biliyorum.

Elimi tutan elini sıkıyorum. İğneyi baldırıma doğru yaklaştırıyor ve bir saniye sonra sivri ucun etime saplanışını hissediyorum. Sertçe bir nefes aldıktan sonra, elini iyice sıkıyorum.

Logan iğneyi daha derinlere sapladıkça, vücuduma yayılan yakıcı sıvıyı hissediyorum. Tahammül sınırlarımın ötesindeki bu acı, istemiyor olsam da çığlığımın depoda yankılanmasına neden oluyor.

Logan iğneyi çekerken camlardan içeri akın eden yeni bir soğuk hava dalgası, alnımdaki ateşi az da olsa dindiriyor. Soluklanmaya çalışıyorum. Logan'a dönüp, ona teşekkür etmek istiyorum. Fakat gözlerim o kadar ağırlaşıyor ki, kendiliğinden kapanıyorlar.

Tekrar bayılıyorum.

* * *

Aylardan, yaz. Ben on üç, Bree ise altı yaşında. El ele tutuşmuş, liman bölgesinin hayat dolu sokaklarında dolaşıyoruz. Sanki herkes kendini sokaklara atmış gibi. Bree ve ben Arnavut kaldırımlı sokaklarda koşarken karşımıza çıkan komik görünümlü insanlara bakıp, gülüşüyoruz.

Yarım yamalak bir şekilde sek-sek oynayan Bree'nin attığı adımları taklit etmeye çalışıyorum. Başarısız hareketlerime çılgıncasına gülen Bree, onu bir heykelin etrafında kovalamaya başlayınca iyice kahkahalara boğuluyor.

Annem ile babam ise el ele ve gülerek bizi izliyorlar. Mutlu olduklarını hatırladığım ender zamanlardan biri. Ayrıca babamın bizimle olduğunu hatırladığım nadir günlerden biride. Onların hemen yanımızda olması, kendimi hayatımda hiç olmadığım kadar güvende hissetmemi sağlıyordu. Her şey kusursuz gibiydi. Her zaman o anki kadar mutlu olacaktık.

Bir tahterevalli gören Bree, sevinçten çıldırarak, doğrudan üzerine atlıyor. Benimde hemen diğer tarafına bineceğimi çok iyi biliyor. Ben de onu yanıltmadan, derhal biniyorum. Benden çok daha hafif olduğu için, dengemize dikkat ediyorum.

Gözlerimi açıp kapadığımda, zaman geçmiş oluyor. Artık deniz kenarındaki parkta değiliz. Ailemiz de yok ve biz bir başımızayız. Güneş batmak üzere.

"Daha hızlı it, Brooke." diyor Bree.

Salıncaktaki Bree'yi dediği gibi biraz daha hızlı itiyorum.

Yükseklere çıktıkça, kahkahalar atıyor.

Salıncaktan indikten sonra hemen yanıma koşup, küçük ellerini belime doluyor. Dizimin üzerine eğilip, ona sarılıyorum.

Kafasını biraz geriye çekerek, bana gülümsüyor. "Seni seviyorum, Brooke." diyor.

"Ben de seni." diyorum.

"Her zaman ablam olacak mısın?" "Olacağım."

"Söz veriyor musun?" "Veriyorum."

* * *

Gözlerimi açtığım zaman, uzun bir süredir ilk defa acı çekmediğimi fark ediyorum. İnanması güç ama tekrar sağlıklı biriyim. Bacağımdaki şişkinlik artık en fazla bir golf topu büyüklüğünde ve neredeyse ağrısı yok gibi. İlaç gerçekten de işe yaradı.

Vücudumda sızlayan noktalarında epey azaldığını ve ateşin neredeyse tamamen geçtiğini hissedebiliyorum. Artık ne önceki gibi üşüyor ne de terliyorum. Yaşamam için ikinci bir şans verildi bana.

Hava halen karanlık. Fakat ayı artık göremediğim için, ne kadar süre baygın kaldığımı bilmiyorum. Logan ise halen yanı başımda oturuyor. Kendime geldiğimi görür görmez, ıslak bir bezle alnımı siliyor. Montunu üzerime sermiş olduğu için biraz utanıyorum, çünkü benim yüzümden donuyor olmalı.

Ona olan minnettarlığım iyice güçleniyor ve artık kendimi ona daha yakın hissediyorum. Ancak halen pek yerinde olmayan kafam, konuşmamı olanaksız kılıyor.

Elini kafamın arkasına yerleştirip, yavaşça doğrultuyor. "Ağzını aç." diyor nazikçe.

Dilimin üzerine üç tane hap koyduktan sonra, ağzıma bir pet şişe dayıyor. Ağzım o kadar kuru ki, suyu yutabilmek için biraz çabalamam gerekiyor. Kafamı biraz daha doğrultarak, büyükçe bir yudum alıyorum.

"Ateş düşürücüler." diyor.

"Çok daha iyi hissediyorum." diyorum, gücümü toplayarak. Elini tutarak, minnettarlığımı gösteren bir şekilde sıkıyorum. Hayatımı kurtardı. Hem de tekrar. Kafamı ona çevirip, en içten şekilde "Sağ ol." diyorum.

Gülümsedikten sonra birden elini çekiyor. Bundan ne anlam çıkarmam gerektiğini bilmiyorum. Yoksa beni düşündüğüm kadar önemsemiyor mu? Tüm bunları bana karşı duyduğu bir yükümlülükten dolayı mı yaptı? Onun asıl ilgilendiği kişi başka birisi mi? Yaptığım bir hareketle fazla ileri mi gittim? Ya da sadece çekingen olduğu için mi? Utangaç belki de?

Tam içimden, bunları neden bu kadar kafama taktığımı geçirirken, birden dank ediyor; ona karşı bir şeyler hissediyorum.

Elini soktuğu sırt çantasından bir şey çıkarıyor.

"Bize bunu verdiler." diyor.

Elindeki kurumuş meyveleri avucuma bırakıyor. Hayret içinde bunlara bakarken, ne kadar acıkmış olduğumu hatırlıyorum.

"Peki ya sen?" diye soruyorum.

Kafasını sallayarak, sorumu geçiştirmeye çalıştırıyor. Ancak o yemiyorsa, ben de yemeyeceğim. Avucumdakini ikiye bölerek, bir parçasını onun eline bırakıyorum. İstemeden de olsa kabul ediyor. Ardında kendi avucumdakini adeta yalayıp yutuyorum. Bu herhalde hayatımda yediğim en güzel şey. Tadı çilek gibiydi.

O da bana gülümseyerek yemeye başlıyor ve ardından sırt çantasından iki tane tabanca çıkarıp, birini bana uzatıyor. Elimdeki tabancayı hayranlıkla inceliyorum.

"Şarjörü tamamen dolu." diyor.

"Köle avcılarından gerçekten nefret ediyor olmalılar." diyor.

"Kız kardeşini kurtarmanı ve bunu yaparken onlara hasar vermemizi istiyorlar."

Tabanca epey bir ağır geliyor; ancak tekrar bir silaha sahip olmak çok güzel. En sonunda kendimi çaresiz hissetmiyorum. Artık Bree'yi kurtarmak için bir şansım var.

"Bir sonraki tekne şafakta ayrılacak." diyor. "Birkaç saat sonra yani. Buna hazır mısın?"

"Ölmüş olsam bile gene de kalkar ve o tekneye binerim." dediğimde, gülüyor.

O silahını incelerken, bir anda onunla ilgili daha çok şey öğrenmek istiyorum. Çok da burnumu sokuyormuş gibi görünmek istemem ama, Logan benim için halen tam bir muamma. Fakat bense, ona gittikçe daha çok bağlandığımı hissediyorum. Onu daha iyi tanımak istiyorum.

"Nereye gitmeyi düşünüyordun?" diye soruyorum. Kısık bir sesle soruyorum ama boğazım o kadar kuru ki, laflar ağzımdan biraz rahatsız edici bir tonda çıkıveriyor.

Şaşırmış bir şekilde bana bakıyor.

"Demek istediğim, eğer tek başına kaçmış olsaydın. Bahsettiğin o tekneye binseydin."

Uzaklara bakıp, göğüs geçiriyor. Sessizliğini bozacak gibi görünmediği için, cevap vermeyeceğini düşünüyorum.

"Herhangi bir yere." diyor sonunda. "buradan çok uzaklara."

Söylemediği bir şeyler var, fakat bunun ne olduğunu anlamıyorum. Ama Logan'ı tanıdığım kadarıyla, kesinlikle çok daha elle tutulur bir planı olduğunu tahmin edebiliyorum.

"Aklında bir yerler vardır muhakkak." diyorum.

Bakışlarını çeviriyor. Uzun bir sessizlikten sonra, isteksizce cevaplıyor, "Evet, aslına bakarsan vardı."

Sesindeki imaya bakılırsa, artık oraya ulaşmasının imkanı

yokmuş gibi düşündüğünü görmek mümkün. Gene uzun bir sessizliğin ardından, devamını getirmeye peki istekli olmadığını anlıyorum. Fazla üstüne gitmek istemesem de, sormam lazım.

"Neresi?" diyorum.

Kaçırdığı bakışlarından bana nedense söylemek istemediği anlaşılıyor. Belki de bana halen güvenmiyordur. Fakat birden konuşmaya başlıyor.

"Geriye bir tane kasabanın kalmış olduğu söyleniyor. Güvenli, her şeyin eskisi gibi kusursuz olduğu bir yer. Sınırsız su ve yiyecek. Oradaki insanlar, sanki savaş hiç yaşanmamış gibi hayatlarına devam ediyorlar. Herkes sağlıklı ve dünyanın geri kalanından soyutlanmış haldeler."

Bana bakıyor.

"Gittiğim yer orası olacaktı."

Bir an benimle dalga geçtiğini sanıyorum. Bunun kulağa ne kadar şüpheli, hatta çocukça geldiğini biliyor olmalı. Onun gibi olgun ve aklı başında bir insanın böylesi bir saçmalığa inanmayı bırak, oraya ulaşmayı ciddi şekilde planlıyor olmasına, inanamıyorum.

"Peri masallarından çıkmış bir yere benziyor." diyorum gülerek. Şaka yaptığını söylemesini umuyorum.

Ancak kaşlarını çatarak bana döndüğünde, şaşırıyorum. "Bunun hakkında bir şey söylemem gerektiğini biliyordum." derken, kırılmış görünüyor.

Buna inanamıyorum! Sahiden de bu yerin varlığına inanıyor.

"Özür dilerim" diyorum. "Şaka yaptığını sanmıştım."

Utanmış şekilde kafasını çeviriyor. Bunu idrak edebilmek bana çok zor geliyor: çünkü dünyada halen iyi bir şeyler olabileceği fikrinden uzun bir zaman önce vazgeçmiştim. Logan'ın halen buna inanıyor olmasını şaşırtıcı buldum. Böyle bir şeye inanmasını beklediğim en son kişi Logan'dı çünkü.

"Nerede burası?" diye soruyorum. "Bahsettiğin bu kasaba?"

Bir an durup, bana söyleyip söylememesi gerektiğini tartıyor.

"Kanada'da."

Söyleyecek laf bulamıyorum.

"Tekneyle tüm bir Hudson'ı aşıp, orayı bulmaya çalışacaktım."

"Eh, sanırım hepimizin bir şeylere inanmaya ihtiyacı var." diyorum.

Ancak bunu söylediğim an, pişman oluyorum. Çünkü kelimeler ağzımdan, kast ettiğimden daha sert şekilde çıkıyorlar. Benim her zaman böyle bir sorunum olmuştur zaten; her zaman yanlış kelimeleri seçerim. Tıpkı babam gibi, bazen fazla sert veya eleştirel olabiliyorum. Ne zaman söylemek istediğim şeyi söylemek beni gerse, utandırsa veya korkutsa, hep gider en olmadık şeyi söylerim. Özellikle de erkeklerin yanındayken. Logan'a demek istediğim şey şuydu: Bence halen bir şeylere inanıyor olman çok güzel. Keşke ben de bunu başarabilsem.

Utançtan kızaran yanaklarını görebiliyorum. Söylediklerimi düzeltebilmek için artık çok geç. Olan, oldu. Her şeyi çoktan elime yüzüme bulaştırdım.

Hemen konuyu değiştirmek için söyleyebileceğim başka bir şeyler düşünüyorum. Muhabbet açmakta hiçbir zaman iyi olmamışımdır. Zaten artık durumu kurtarmak için belki de çok geçtir.

"Kaybettiğin kimse oldu mu?" diye soruyorum. "Savaşta yani?"

Tam bir salağım. Ne kadar aptalca bir soru. İyice yerin dibine batıyorum.

Derin bir nefes alıyor, sanki bu sefer canını gerçekten yakmış gibiyim. Alt dudağını ısırırken, bir an için gözyaşlarını bastırmaya çalıştığını düşünüyorum.

Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir sessizliğin ardından, "Herkesi." diyor.

Eğer sabah uyandığımda, onu yanımda bulamazsam, Logan'ı kesinlikle suçlamam. Hatta gitmemiş olması beni daha çok şaşırtır. Sesimi kesip, şafağın sökmesini beklemeliyim.

Ancak bilmem gereken son bir şey daha var. İçimi kemirip duran bu şeyi sormaktan kendimi alamıyorum:

"Beni neden kurtardın?"

Yoğun bir ifade taşıyan keskin bakışlarını bir anda bana çeviriyor, ardından ise kanlanmış gözlerini benden uzaklaştırıyor. Sanırım soruma asla cevap vermeyecek.

Aramızda uzun bir sessizlik yaşanıyor. Camı olmayan pencerelerde rüzgar ıslık çalarken, kar tanecikleri zemine iniyor. Göz kapaklarım ağırlaştıkça, uyanıklık ile uyku arasında gidip, geliyorum. Gözlerim tamamen kapanmadan önce duyduğum son şey ise Logan'ın ağzından dökülen kelimeler. Kulağıma o kadar belli belirsiz ve hoş geliyorlar ki, bu laflar gerçekten ağzından çıkıyor mu, yoksa ben mi hayal ediyorum, emin değilim.

"Çünkü bana birini hatırlatıyorsun."

* * *

Önümüzdeki birkaç saat boyunca kimi zaman uyanıyor, kimi zaman rüya görüyor veya geçmişe dönüyorum. Geçirdiğim bu nöbetlerden birinde, şehirden ayrıldığımız gün yaşananlar aklıma geliyor. Bunları her ne kadar unutmak istesem de, elimden bir şey gelmiyor.

Bree'yi o sokakta, etrafı sarılmış halde bulup, Molotof kokteylini fırlattığım zaman gerçekleşen küçük çaplı patlamayı, çığlıklar takip etmişti. Vurmayı başardığım ele başları, bir anda alevler içinde kalmıştı. Çıldırmışçasına etrafta koşturan çocuğu, arkadaşları söndürmeye çalışıyordu.

Bir an bile beklemedim. Tüm o karmaşanın içinde, yanan çocuğun yanından geçerek, Bree'ye ulaştım. Onu elinden tuttuğum gibi, arka sokakların birine doğru koşmaya başladık. Her ne kadar bizi kovalasalar da, bu arka sokakları onlardan çok daha iyi biliyorduk. Kısa yollara girerek, çöp konteynırlarının ve tellerin üzerinden atlayarak izimizi kaybettirdik. Birkaç blok sonra, çoktan apartmanımızın önüne varmıştık bile.

Bu bardağı taşıran son damlaydı. Şehri terk etmeyi o an kafama koymuştum. Artık güvenli bir yerde değildik ve annem buna göremiyorsa, o zaman biz de onsuz giderdik.

Apartmana hızla girerek, doğrudan annemin odasına çıktım. En çok sevdiği koltuğunda oturmuş, camdan dışarıya bakarak, her zamanki gibi babamı bekliyordu.

Kararlı bir sesle, "Biz gidiyoruz." dedim. "Artık buralar fazla tehlikeli. Bree demin neredeyse öldürülüyordu. Ona bir bak. Delirmiş gibi ağlıyor."

Önce Bree'ye, ardından bana bakan annem, tek bir laf bile söylemiyor.

"Onun geri geleceği yok." diyorum. "Bunu kabul et. Babam çoktan öldü."

Birden suratıma bir tokat atıverdi. Şaşkına dönmüştüm. Yanağımın nasıl sızladığı bugün bile aklımda.

"Bir daha sakın böyle bir şey söyleme." diyor sinirli bir ses le.

Bana vuracak cüreti gösterebilmesi beni deliye döndürmüştü. Bunun için onu asla affetmeyeceğim.

"Sen bilirsin." diyorum öfkeyle. "Seni hayal dünyanla baş başa bırakıyorum. Gelmek istemiyorsan, gelmezsin. Fakat biz gidiyoruz. Bree ve ben dağlara doğru yol alacağız."

Alaycı bir kahkaha atıyor. "Bu dediğin komik. Çünkü tüm köprüler kapalı."

Bunu söyleyeceğini bildiğim için hazırlıklıydım, "O zaman tekneye binerim." dedim. "Bizi götürebilecek birini tanıyorum. Sürat teknesi ile bizi Hudson'dan yukarı götürecek."

"Ve sen bunun ücretini nasıl karşılamayı düşünüyorsun?" diye duygusuzca sordu.

Bir an tereddüt ettikten sonra, suçluluk duyarak cevap verdim, "Altın saatimi takas ettim."

Gözlerini kısarak bana baktı, "Yani babanın altın saatini demek istiyorsun." dedi sinirlenerek.

"O saati bana vermişti." diyerek, dediği şeyi düzelttim. "Ve eminim ki saatini, işe yarar bir şey için kullandığımı görmeyi o da isterdi."

Tiksinti dolu gözlerini benden çekerek, tekrar camdan dışarıya bakmaya başladı.

"Anlamıyor musun?" diye devam ettim. "Birkaç hafta içinde bu şehir yerle bir olacak. Artık burası güvenli değil. Belki de bu kaçabilmek için son şansımız."

"Peki baban eve dönüp de bizi bulamadığı zaman nasıl hissedecektir sence? Onu terk ettiğimizi anladığında?"

Bu dediklerine inanamıyordum. Sahiden de bir hayal dünyasının içinde kaybolmuştu.

Dayanamayarak, "Bizi terk etti." diye bağırdım. "Bu saçma savaşa katılmak için kendisi gönüllü oldu. Kimsenin onu çağırdığı falan da yoktu. O bir daha geri gelmeyecek. Hem emin ol ki, bizden yapmamızı isteyeceği şey de bu olurdu, hayatta kalmamız. Bir apartman dairesinde salak gibi oturarak, ölmeyi beklememizi değil."

Annem donuk, çelik grisi renkteki gözlerini yavaşça bana doğru çevirdi. İnsanı yıldıran, aynısına benim de sahip olduğum o kararlılık ifadesi, gözlerinden okunabiliyordu. Bazen anneme bu kadar çok benzediğim için kendimden nefret ediyorum. Böylece oturup beklemenin, yapılabilecek en sadakatli şey olduğunu bir şekilde kafasına sokmuştu. Ve o kafasına bir kere bir şeyi soktuğu zaman, kimse onu bundan vazgeçiremezdi.

Fakat bana kalırsa, sadakati yanlış kişiyeydi. Esas düşünmesi gereken bizdik, yani çocukları. Ailesinden çok, savaşmayı seven bir adamı değil.

"Eğer babanı terk etmek istiyorsan, buyur, hiç durma. Benimse bir yere gitmeye niyetim yok. Planların suya düşüp de

nehri aşamadığınız zaman, geri dönebilirsiniz. Ben burada olacağım."

Bir saniye daha beklemedim. Bree'yi elinden tutarak, hızla kapıya doğru yöneldim. Bree ağlıyordu ve bir an önce buradan ayrılmamız gerektiğini biliyordum. Kapıdan çıkmadan önce son bir kez durdum.

"Çok büyük bir hata yapıyorsun." diye anneme sesleniyorum.

Fakat o kafasını çevirip, veda etme zahmetine bile katlanmadı. Böyle yapacağını tahmin etmeliydim.

Dışarı çıktıktan sonra, kapıyı çarparak kapadım. Bu annemi son görüşümdü.

Yaş sınırı:
16+
Litres'teki yayın tarihi:
09 eylül 2019
Hacim:
293 s. 6 illüstrasyon
ISBN:
9781632912138
İndirme biçimi:
Serideki Birinci kitap "Köle Tüccarları Üçlemesinin"
Serinin tüm kitapları
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Türlerin Kökeni
Charles Darwin
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 3 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,8, 6 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,8, 6 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre