Kitabı oku: «Arena Bir », sayfa 14

Yazı tipi:

Y İ R M İ B E Ş

Gözlerimi bir süre şoförden çekmek gibi aptalca bir hata yapıyorum.

Tabancasını bana doğrultarak, gülümsüyor. Artık onun insafındayım.

Tabancanın horozunu indirerek, beni vurmaya hazırlanıyor. Kaçabileceğim tek bir yer bile yok, artık öldüm sayılır.

Fakat şoförünün omuzunun üzerinden gördüğüm bir şey tüm gidişatı değiştiriyor. Bir rögar kapağının içinde fırlayan Çılgın'ın ateşlediği roket, doğrudan üzerimize geliyor.

Yaşanan patlama her yanı sarsıyor. Kulakları sağır eden patlama, beni otobüsün tavanına fırlatırken, vücudumu saran ısı dalgasını hissedebiliyorum. Otobüsün devrilmesiyle, her şey tepetaklak oluyor.

Bir yere zincirlenmemiş veya kemerini takmamış tek kişi ben olduğum için, otobüs boyunca savruluyorum. Kırılmış camların birinden dışarı fırlamamın ardından havaya uçan otobüsten yayılan şok dalgası beni çok daha ilerilere fırlatıyor. Bu şekilde an az on beş metre uçtuktan sonra bir kar yığının içine yüz üstü gömülüyorum.

Etrafa saçılan alevlerden tutuşan sırtımı hemen karın içinde yuvarlanarak, söndürüyorum. Sırtımda oluşan yanıklar canımı acıtmaya başlıyor.

Alevler içindeki otobüs yerde yan yatıyor. Üzerinden yükselen alevler en az on metre kadar göğe doğru yükseliyorlar. Tüm cadde resmen mahşer yerine dönmüş durumda. Bu patlamadan kurtulan kimse olmadığını düşünmek içimi acıtıyor. Tüm o küçük, masum kızları düşündükçe fenalaşıyorum.

Tüm bu dumanın içinde soluklanmaya çalışarak, kardan tümseğin üzerine uzanıyorum. Başımın dönmesi bir yana, daha önce hiç çekmediğim kadar büyük bir acı çekiyorum. Biraz doğrulabilmek bile başlı başına bir mücadele. Arkama bakıp, Humvee'yi bulmaya çalışıyorum.

Az ilerideki bir binanın dibinde can çekişen bir yaratık gibi yana yatmış duruyor.

Logan. Acaba halen hayatta olabilir mi?

Son gücümle yerimde doğrularak, düşe kalka da olsa ona doğru ilerlemeye başlıyorum. Aramızda en fazla elli metre olmasına rağmen, sanki ona ulaşmak için bir çölü geçmek zorundaymışım gibi hissediyorum.

Humvee'ye iyice yaklaşmışken, aniden açılan bir rögar kapağından dışarıya Çılgınlar'dan biri elinde bıçağıyla fırlıyor. Çektiğim tabancamla onu tam kafasından vuruyorum. Cansız bir şekilde yere yıkılıyor. Yerden kaldırdığım bıçağı kemerime sokuyorum.

Omuzumdan geri baktığımda, birkaç yüz metre ilerden bana doğru koşturan Çılgınlar'dan oluşan bir grubu tespit ediyorum. En az elli taneler. Etrafımda devamlı bir yenisi açılan rögar kapakları ile metro istasyonlarından ise daha onlarcası çıkıyor. Metro tünellerinde yaşayıp yaşamadıklarını ve halen metroların çalışıyor olabilme ihtimallerini merak ediyorum.

Fakat şu an bunu düşünecek vaktim yok. Artık kullanılmaz halde olan Humvee'nin yanına varıyorum. Yan yatan aracın üstüne çıkarak, kapıyı açıyorum. Logan'ın ölmemiş olması için dualar ederek, içeri bakıyorum.

Şansıma halen yaşıyor. Kemeri takılı ve baygın bir halde sürücü koltuğunda uzanıyor. Alnından kanlar akıyor olsa bile en azından nefes almaya devam ediyor. Tanrıya şükür ki halen hayatta.

Kafamı çevirmemle beraber Çılgınlar'ın iyice yaklaşmış olduğunu görebiliyorum. Logan'ı acilen buradan çıkarmam gerek.

Elimi uzatarak, kıyafetinden çekmeye çalışıyorum, fakat kaldıramayacağım kadar ağır.

"LOGAN!" diye bağırıyorum.

Her an patlayabilecek olan Humvee'den biran önce çıkmamız için Logan'ı sertçe sarsıyorum. Yavaşça gözlerini açıp, etrafa bakıyor.

"İyi misin?" diye soruyorum.

Kafasıyla onaylıyor. Epey kendinden geçmiş ve ürkmüş görünse bile ciddi bir yarası yok.

"Buradan çıkamıyorum." diyor güçsüz düşmüş sesiyle. Emniyet kemerinin bükülmüş demirini düzeltmeye çabalıyor.

Yanına ulaşarak, kilide bastığım zaman sıkışmış olduğunu anlıyorum. Çılgınlar'ın mesafeyi elli metreye kadar düşürdüklerini görüyorum. İki elimi birden kullanarak, tüm gücümle kemere asılıyorum. Hadi, hadi ama!

Birden açılan kilit, serbest kalan Logan'ın aşağı yuvarlanıp, kafasını çarpmasına neden oluyor. Kendini hemen toparlayan Logan, yukarı tırmanmaya başlıyor.

Logan'ın gözleri arabadan çıkmak üzereyken dehşetle açılıyorlar. Silahı çektiği gibi beni sertçe kenara itip, tetiğe basıyor. Hemen kulağımın dibinde patlayan silahın sesinden kulaklarım çınlıyor.

Birkaç metre ötemizdeki Çılgınlar'dan biri yere yığılıyor. En fazla otuz metre ilerimizde olan diğer Çılgınlar'ın bize ulaşması ise an meselesi.

Ve onlardan kaçmamıza hiçbir olanak yok.

Y İ R M İ A L T I

Hızla seçeneklerimi gözden geçiriyorum. Az önce vurulan Çılgın'ın düşürdüğü roket atar birkaç metre ötemde yerde yatıyor. Ateş almamış olan silah halen çalışır vaziyette görünüyor. Heyecandan hızlanan kalp atışlarımla beraber ona doğru koşuyorum. Tek umudum silahın çalışması ve birkaç saniye içinde nasıl kullanabileceğimi çözmem.

Karın içine eğilerek yerden kaldırdığım roketatarı, omzumun üzerine yerleştiriyorum. Tetiğini bulduktan sonra roketatarı üzerime gelen kalabalığa doğrultuyorum. Gözlerimi yumup, çalışması için bir dua ettikten sonra tetiğe basıyorum.

Bir vınlama sesiyle yerinden fırlayan roket, beni sırt üstü geriye fırlattıktan sonra patlama sesini duyuyorum.

Kafamı kaldırıp baktığım zaman yarattığım hasar beni dehşete düşürüyor: Bize doğru yaklaşan düzinelerce kişiden geriye kalan tek şey, vücutlarının uzuvları.

Ancak bu küçük zaferimi kutlayacak vaktim yok. İlerden bize doğru koşturan daha onlarca Çılgın var. Ateşleyecek başka roketim de kalmadığına göre ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.

Arkamdan gelen metal sesine kafamı çevirdiğimde, Logan'ın Humvee'nin üzerindeki sabit makinalı tüfeği tekmelemekte olduğunu görüyorum. Birkaç kere darbe daha alan makinalı tüfek yerinden çıkıyor. Makinalı tüfeği yerden alan Logan, silahtan dışarı çıkan mermileri yerden kaldırıp, omzuna doluyor. Elde değil, araçların üzerinde taşınması için tasarlanmış olan bu silah en az yirmi kilogram kadar var. Logan'ın iri cüssesine ve iki eliyle taşıyor olmasına rağmen, silahı taşırken zorlandığını görebiliyorum. Koşarak yanımdan geçen Logan, namluyu Çılgınlar'a çevirdikten sonra, tetiğe asılıyor.

Yağan karları delip geçen makinalı tüfek ateşinin çıkardığı ses kulağımı sağır ediyor. Ancak etkisi de buna bağlı olarak epey etkileyici; kalabalığı yarıp geçen iri mermiler, Çılgınlar'ı bir bir yere deviriyor. Logan'ın parmağını tetikten çekmesiyle beraber her şey eskisi gibi karlı ve sessiz haline geri dönüyor. Saldıranların hepsinin öldürmeyi başardık. En azından şimdilik ortada tek bir Çılgın bile kalmadı.

Yarattığımız yıkımı biraz inceliyorum: aldığı roket darbesiyle havaya uçarak her şeyi başlatan siyah otobüs var, yana

yatık durumdaki sarı otobüs alevler içinde yanıyor, karın her yanı vücut parçalarıyla dolu ve hemen arkamızdaki Humvee ise artık hurdadan başka bir şey değil. Yoğun bir çatışmanın yaşandığı küçük çaplı bir savaş meydanına benziyor.

İçinde Bree'nin de bulunduğu diğer otobüsün izlerine bakıyorum.

Yanlış otobüsü seçmem çok, ama çok kötü oldu.

Etrafıma baktığım zaman tek düşünebildiğim şey Bree ve otobüsünün bıraktığı izler. Bu izler beni ona götürebilir. Onları takip etmeliyim.

"Bree diğer otobüste." diyorum, izleri göstererek. "Onu bulmam lazım."

"Nasıl?" diye soruyor. "Onları yürüyerek mi takip edeceksin?"

Mahvolmuş haldeki Humvee'ye tekrar baktığımda, yürümekten başka bir seçeneğim olmadığını görebiliyorum.

"Sanırım öyle olacak." diyorum.

"Seaport nereden baksan en az elli blok ötededir" diyor Logan. "Yürümek için uzun bir mesafe, hele ki böyle tehlikeli bir bölge için."

"Başka bir fikrin var mı?" Omuz silkiyor.

"Artık bundan geri dönüş yok" diyorum. "En azından, benim için."

Beni incelerken, karar vermeye çalışıyor. "Benimle misin?" diyorum.

En sonunda kafasıyla onaylıyor.

"O zaman vakit kaybetmeyelim." diyor.

* * *

Bree'yi taşıyan otobüsün izlerini takip ediyoruz. Baldırımdaki şişkinlik artık vücudumdan ayrı yaşayabilecek bir organizma kadar büyüdü sayılır. Attığım her bir adımda cehennem azabını yaşıyorum. Tökezleyerek de olsa Logan'a yetişmek için elimden geleni yapıyorum. Logan da taşıdığı ağır makinalı tüfek yüzünden pek hızlı sayılmaz. Kar halen tüm şiddetiyle yağarken, rüzgar da suratımıza çarpıyor. Havanın düzelmesi bir yana, daha kötüye gittiğini bile söyleyebilirim.

Her birkaç metrede bir önümüze fırlayan Çılgınlar'ı Logan teker teker biçiyor. Ardımızda karı, kızıla boyayan bir sürü ceset bırakarak ilerliyoruz.

"Logan!" diye haykırıyorum.

Tam zamanında arkasına dönüp bize doğru gelen Çılgınlar'ı vuruyor. Umarım gideceğimiz yere ulaşana kadar yetecek miktarda cephanesi vardır. Benim tabancamda sadece tek bir mermi kaldı; artık hiçbir umudun kalmadığı bir ana saklıyorum bu kurşunu. Mermimim olmaması kendimi çaresiz hissetmeme neden oluyor.

Başka bir caddeyi daha geçer geçmez bir binanın ardında beliren Çılgınlar, doğrudan üzerimize saldırmaya başlıyorlar. Logan ateş açıyor, ama diğer taraftan gelen Çılgın'ı fark edemiyor. Hızla yaklaşan Çılgın'ı Logan'ın durdurmasına imkan yok.

Belimden çektiğim bıçağı hedef alarak, fırlatıyorum. Logan'a yaklaşan Çılgın'ın alnına saplanan bıçak, onu Logan'ın ayaklarının dibine deviriyor.

Broadway'den aşağıya doğru, öncekine göre biraz daha hızlanmış şekilde ilerliyoruz. Biz ilerledikçe, sanki karşımıza çıkan Çılgın sayısı da azalıyor. Belki onlara yaşattığımız kayıplardan dolayı artık daha temkinli davranmaya karar vermişlerdir. Belki de bir kenara çekilmiş, doğru anı bekliyorlardır. Cephanemizin en nihayetinde biteceğini ve saklanabileceğimiz bir yer olmadığının farkındadırlar.

On dokuzuncu, on sekizinci ve on yedinci caddeyi geçtiğimiz an, önümüzde açık bir alan beliriyor, Union Meydanı. Bir zamanların gösterişli meydanından geriye kalan tek şey bakımsız ağaçların doldurduğu, karın içinden çıkan otlarla sarılı kocaman bir park. Etrafındaki tüm binalar harabe halinde, dükkanların camları kırık ve ön cepheleri alevler yüzünden kararmış haldeler. Tamamen çökmüş olan bazı binalardan geriye kalan tek şey ise moloz yığınları.

Savaştan önce Bree'yi götürüp, içinde saatlerce kaybolduğumuz kitapçının halen ayakta olup olmadığını anlamak için gözlerim etrafı ararken, bulduğum tek şey sadece yıkıntılar

oluyor. Binadan geriye kalan tek şey, karlı zeminin üzerine devrilmiş olan eski ve paslanmış tabelası. Artık olmayan dükkan camlarının ardında tek bir kitap bile yok. Hatta yapı öyle bir hale gelmiş ki, bir zamanlar burada bir kitapçı olduğunu söyleyebilmek imkansız.

Otobüs izlerini meydan boyunca izlerken, moloz yığınlarının etrafından dolaşıyoruz. Etrafa çöken tekinsiz sessizlikten ise hiç hoşlanmıyorum.

Meydanın güney ucuna vardığımız zaman, buradaki devasa George Washington heykelinin yıkılıp, karlar içinde yattığını üzülerek görüyorum. Gerçekten de New York'u diğer herhangi bir yerden farklı yapan ne varsa artık birer yıkıntıdan ibaretler. İnanması güç.

Logan'ı omuzundan tutup, soluklanmak için biraz duruyorum. Bacağım o kadar ağrıyor ki dinlenmem gerek.

Bana bir şeyler söylemeye hazırlanan Logan'ın sözcükleri ilerden gelen koşturmaca sesleriyle bölünüyor. Meydanın bir köşesinde yer alan metro istasyonundan çıkan düzinelerce Çılgın bize doğru hızla ilerliyorlar. Metrodan çıkan bu kalabalığın sanki ardı arkası kesilmeyecekmiş gibi görünüyor.

İşleri daha da kötüye çeviren şey ise, Logan'ın tetiğe basmasıyla bizi dehşete düşüren boş ve manasız 'klik' sesi. Gözleri şaşkınlık ve korkuyla açılan Logan ve benim kaçabileceğimiz hiçbir yer yok. En az yüz kişiden oluşan Çılgınlar, bize yaklaşmak üzereler. Kendimi kaybetmiş bir şekilde etrafıma bakınarak, kaçabileceğimiz bir nokta, araç veya silah olarak

kullanabileceğimiz herhangi bir şeyler arıyorum. Ancak etrafımızda işimize yarayabilecek hiçbir şey yok.

Şimdiye kadar şanslı sayılabileceğimiz bu yolculuğun sanırım sonuna vardık.

Y İ R M İ Y E D İ

Etraftaki binalar arasında saklanabileceğimiz bir tanesini ararken gözüme eskiden ailece alışveriş yaptığımız bir market takılıyor. İçi tamamen yağmalanmış durumdaki bu binanın diğerlerinden farklı yanı kapısının halen yerli yerinde oluşu. İçeri saklanıp, ardımızdan kapıyı kilitleyebileceğimizi düşünüyorum.

"Bu taraftan!" diye bağırıyorum şaşkınlık içinde etrafına bakınan Logan'a.

Marketin girişine doğru koşarken, Çılgınlar'la aramızdaki mesafe en az otuz metreye kadar iniyor. Bağırış çağırışlarını duymayı beklerken, hepsinin üzerinde bir ölüm sessizliği var. Karda yürüyor olmalarına rağmen tek bir ses dahi çıkarmıyor oluşları, üzerimize naralar atarak gelmelerinden bile daha ürkütücü.

Markete ulaştığımızda kapısının kilitlenmemiş olduğunu görmek içimi rahatlatıyor. Ardımdan gelen Logan da içeriye girince, kapıyı kapatıyorum. Logan ağır makinalı tüfeği omuzundan indirerek, kapının kolları arasına sıkıştırıyor. Biraz daha ittirmesiyle beraber, silah yerine tam yerleşiyor. Ben de diğer kapıların ne durumda olduğunu kontrol ediyorum.

Dükkanın içine doğru ilerlemeye başlıyoruz. İçerisi soğuk ve boş. Geriye tek kalan şey yırtılıp, fırlatılmış paketler. Ne bir silah ne de erzak namına bir şey var. Saklanabileceğimiz bir yer de yok. Burası epey uzun bir süre önce yağmalanmış olmalı. Bir çıkış kapısı arasam bile bulamıyorum.

"Şimdi ne olacak?" diye Logan soruyor.

Onlarca Çılgın'ın vurduğu kapıdan gıcırtılar yükseliyor. Kilidin onlara fazla dayanmayacağının farkındayım. Aklıma bir fikir gelsin diye dükkanın her noktasını tararken gözlerim dükkanın ilerlerinde bir şeyi fark ediyor; merdivenler.

"İşte, orası!" diye bağırıyorum, parmağımla işaret ederek.

Hızla merdivenlerin kapısına ulaşarak, içeri giriyoruz. Logan dönüp, bana bakıyor.

"Aşağı mı, yukarı mı?" diye soruyor.

İyi bir soru. Eğer aşağı gidersek, belki bir bodrum katına ulaşırız ve burada erzaklar bulur, kapıya barikat kurabileceğimiz bir yol keşfederiz. Ama öte yandan burası bir ölüm tuzağı da olabilir. Hem marketin genel durumu göz önüne alındığında, aşağıda herhangi bir erzak olabilmesi ihtimali epey

düşük sayılır. Eğer yukarı gidersek, belki üst katlarda bir şeyler bulabiliriz. Çatıdan ulaşabileceğimiz bir kaçış yolu gibi.

Kapalı alanlara karşı duyduğum korku ağır basıyor. "YUKARI!" diyorum, bacağımdaki ağrıya rağmen.

Metal basamakları tırmanmaya başlıyoruz. Logan'ın hızına yetişmem imkansız. Aşağı yanıma gelip, kolunu sıkıca belime dolayarak, beni tek başıma yapabileceğimden çok daha hızlı bir şekilde yukarı çıkarıyor. Her bir adım sanki bacağıma bıçak saplanan bir işkence gibi. O yılanın doğduğu güne lanetler okuyorum.

Kat üstüne kat çıkıyoruz. Dördüncü kata vardığımızda, durup, soluklanmam gerekiyor. Bana bile korkutucu gelen hırıltılı nefesim, sanki 90 yaşında bir kadına aitmiş gibi duruyor. Son 48 saatte vücudumun başına gelmeyen şey kalmadı.

Aniden gelen kırılma sesini duyunca önce birbirimize, sonra merdivenlerden aşağıya bakıyoruz; Çılgınlar içeriye girmeyi başardılar.

"ÇABUK OL!" diye bağırıyor Logan.

İçime dolan adrenalin ve koluma giren Logan sayesinde basamakları öncekinden iki kat daha hızla çıkmaya başlıyoruz. Merdivenlerde koşturan Çılgınlar'ın çıkardığı gürültüyü duyabiliyorum. Onlar da tüm hızlarıyla merdivenleri tırmanıyorlar. Nerede olduğumuzun farkındalar.

Çıkabileceğimiz tek bir kat kaldı. Soluksuz bir halde son basamakları da çıkabilmek için kendimi zorluyorum. Çatıya

açılan metal kapıya varıyoruz. Logan omuzuyla yüklenmesine rağmen kapı yerinden bile oynamıyor. Kilitli, hem de dışardan. Buna inanamıyorum.

Yukarı yaklaşmak üzere olan Çılgınlar'ın metal basamakları döven ayak sesleri tüm katlarda yankılanıyor. Birkaç saniye içinde bizi parçalarımıza ayıracaklar.

"GERİ ÇEKİL!" diye Logan'a bağırıyorum. Aklıma bir fikir geliyor.

Son kurşunumu burada kullanmamam için hiçbir sebep yok. Silahı çekerek, kalan son mermimi kapı koluna ateşliyorum. Bu kadar yakına mesafeden ateş etmek riskli olsa bile başka bir seçeneğim yok.

Seken kurşun ucu ucuna bizi ıskalarken, kapıyı da açmayı başarıyor.

Kapıdan çıktığımızda, gün ışığına ulaşıyoruz. Çatıdan başka bir yere kaçabilmemize olanak olup olmadığını görmek için etrafı hızla inceliyorum. Fakat hiçbir yolu yokmuş gibi görünüyor.

Elimden tutan Logan'la beraber çatının uzak köşesine koşuyoruz. Çatının hemen bitişiğinde, biraz daha alçağında, büyük bir taş duvar var. Üniversite binasından, 14. Cadde'ye kadar uzanan bu duvar, güneyinde bulunan her şeyin geçişini engelliyor.

"14. Cadde duvarı!" diye haykırıyor Logan. "Çorak toprakları, Çöl'den ayıran şey."

"Çöl mü?" diye soruyorum.

"Bombanın düştüğü yer. 14. Cadde'nin güneyinde kalan her şey radyasyon içinde. Kimse oralara gitmez, Çılgınlar bile. Aşırı riskli bir bölge."

Çatıya çıkan kapının olduğu yerden bir kırılma sesi geliyor ve Çılgınlar çatıya doluşmaya başlıyorlar.

Duvarın kenarında yaklaşık iki metre yüksekliğinde bir kar yığını görüyorum. Epey kalın gözüken bu yığının üzerine düzgün şekilde atlayabilirsek, düşüşün etkisini oldukça hafifletecek. Fakat en az on beş metrelik olan bu atlayış, bizi Çöl'ün olduğu tarafa geçirecek.

Ancak görünüşe göre başka bir şansımız yok gibi.

"Kar yığını! Üzerine atlayabiliriz." diye bağırırken, parmağımla işaret ediyorum.

Aşağı bakan Logan ürkmüş görünüyor.

Çılgınlar birkaç saniye içinde yanımızda olacaklar. "Başka şansımız yok!" diye bağırıyorum.

Logan'ın elini tutup, çatının kenarına çıkıyorum. Korku dolu gözleriyle bir an duraksadıktan sonra, yanıma çıkıyor.

"Gözleri kapa!" diyorum. "Ve bana güven!"

Çılgınlar bizi yakalamak üzereyken, kendimizi aşağı bırakıyoruz.

Y İ R M İ S E K İ Z

Çığlıklar içinde aşağı düşerken aklımdan geçen tek şey kar yığınını tutturabileceğimizi ummak. Çünkü atladığımız mesafe o kadar yüksek ki, onu ıskalamamız halinde öleceğimiz kesin.

Göz açıp kapayıncaya kadar etrafımızı kardan bir bulut sarıyor. Halen elimi tutan Logan ile beraber kar yığınının tam ortasına iniyoruz. Ayaklarımız kar yığınının dibindeki betona çarpana dek saplanıyoruz. Şansımıza kalın olan kar, çarpışmanın etkisini epey hafifletiyor. Sanki sadece bir iki metre yüksekten atlamışım gibi geliyor.

Çarpışmanın şokunu üstünden atamayan ben, her yanım karla kaplanmış bir şekilde en dipte kalakalıyorum. Birkaç metre yukardan içeriye güneş ışıkları sızıyor. Bir yerlerimin kırılmış olduğunu görmekten korktuğum için hareket etmeye bile korkuyorum. Kendimi bir sahil kenarında, kum yığınlarının içine gömülmüş bir çocuk gibi hissediyorum.

Yavaşça önce elimi, sonra kolumu ve ardından omuzumu oynatmaya başlıyorum.... Adım adım kendimi saplandığım çukurdan kurtarmaya başlıyorum. Ellerimi pençe gibi kullandığım pek kullanışlı olmayan bir yöntemle, yukarı ulaşmaya çalışıyorum. Çimenlerinden içinden fırlayan bir sincap gibi kafamı kar yığınından dışarı çıkarmayı başarıyorum. Logan da aynısını yapıyor.

Atladığımız çatıdan aşağı bakan Çılgınlar'ın halen orada olduklarını görüyorum. Aralarında geçen hararetli tartışmaya bakılırsa, bizim yaptığımız gibi aşağı atlamaya pek gönüllü görünmüyorlar. Bunda şaşılacak bir şey yok: Çatının ne kadar yüksekte kaldığını düşünürsek, böyle bir atlayışı yapacak olağanüstü cesareti gösterebilmem beni gururlandırıyor. Atlamadan önce durup, bir an bunu düşünmüş olsam, kesinlikle atlayamazdım.

Logan'la beraber kar yığınından tamamen kurtuluyoruz. Karlar içindeki üstümü temizliyorum. Vücudumda kırık olup olmadığını görmek için ileri doğru yavaşça birkaç adım atıyorum. Hiç olmadığı kadar acıyan baldırımın dışında, birkaç çürükten başka herhangi bir hasarım yok.

Logan'a baktığım zaman sevindirici şekilde onun da ciddi bir yarası olmadığını görüyorum. Aynı şekilde duvarın diğer tarafında olmak da beni sevindiriyor. Çöl'de. Belki burada bizi daha yavaş bir ölüm bekliyor olabilir, fakat en azından şimdilik güvendeyiz.

Harap haldeki üniversite bölgesindeki binaların çoğu ya yanmış ya da çökmüş haldeler. Etrafta sağlam kalmayı başarmış tek bir şey bile yok. Çorak toprakların karmaşası ve vahşeti yanında, Çöl o kadar ıssız ve huzur dolu ki. Uzun bir aradan sonra ilk defa biraz gevşeyebilirim.

Fakat bunu yapmamam gerektiğini biliyorum. Eğer şehrin bu kısmı gerçekten radyasyonluysa, diğer kısımların hepsinden daha tehlikeli olabilir. Burada geçirdiğimiz her an radyasyon bize de bulaşabilir. Hem ayrıca burada kimin veya neyin hayatta kalmayı başardığını nereden bilebiliriz ki? Böyle bir şeyle karşılaşmayı gerçekten de istemem.

"İlerleyelim." diyor Logan. Duvarın kemerinin altından geçerek, üniversitenin oradan aşağı doğru ilerleyen otobüsün izlerini takip etmeye başlıyoruz.

Hızlı adımlarla ilerlerken, bir yandan da arkamızı kontrol ediyoruz. Bir silaha hiçbir zaman şimdiki kadar ihtiyaç duyduğumu hatırlamıyorum. Alışkanlıktan üzerini arayan Logan'ın da bir silaha ihtiyaç duyduğu belli. Tek umudumuz bu izleri takip ederek Bree'yi bulmak ve buradan defolup gitmek.

Bir süre ilerledikten sonra yolun sağ tarafında bulunan bir açıklığa geldiğimizde, Washington Meydanı Parkı'nın hali karşısında dehşete düşüyorum. Eskiden, savaştan önce, burada geceleri arkadaşlarımla oturur, kaykaycıların yaptığı numaraları izlerdik. Ancak şimdi bu parktan geriye kalan hiçbir şey

yok. Girişinde yer alan koca kemer, şimdi yerde, karın içinde yatıyor. Parkın tam ortasında ise yüzlerce metre derinliğe inen ve göz alabildiğine uzanan bir krater var. Sanki bir makina şehrin bu bölümünü kepçeyle alıp atmış gibi.

Şaşkın bakışlarımı fark eden Logan "Orası bombanın düştüğü yer." diye açıklıyor. "Şehre düşen ilk bomba."

Buna inanamıyorum. Burası tıpkı Büyük Kanyon'a benziyor. Bombanın yarattığı şok dalgasının etkilerini, etraftaki binaların erimiş ön cephelerinden fark etmek mümkün. Bildiğim her şey artık yok olmuş durumda. Kendimi Mars'ın yüzeyine bakarmış gibi hissediyorum.

Sabırsızca, "Hadi, gidelim." diyen Logan'ın da bu görüntüden fazla hazzetmediğini anlayabiliyorum.

Otobüsün izleri üniversite yolundan bir süre daha devam ettikten sonra, sola doğru, 4. Cadde'ye dönüyor. Biraz daha ilerledikten sonra geniş bir bulvara varıyoruz. Burası da tıpkı diğer yerler gibi ıssız ve görünürde kimse yok.

Aslında biraz rahatlamam gerektiği halde, enteresan şekilde hiç olmadığım kadar gergin hissediyorum. Uğuldayan rüzgarın sesi ve suratıma çarpan kar taneleri dışında, etrafımızda yaşama dair hiçbir şey yok. Sanki her an bir yerden bir şeyler fırlayıp, üstüme atlayacakmış gibi geliyor.

Fakat öyle bir şey olmuyor. Bunun yerine saatlerce yürüyor, şehir merkezine yaklaşıyoruz. Ucu bucağı belli olmayan bir çölde ilerliyor gibiyiz. Bu bölgenin asıl tehlikesinin ne olduğunu en sonunda anlayabiliyorum. Uzak mesafeler ve soğuk. Otobüsün izleri sanki hiç bitmeyecekmiş gibi devam ederken, bacağım ise devamlı kötüleşiyor.

Akşama doğru iyice kararmaya başlayan gökyüzünü, fırtına bulutları kaplıyor. Bir zamanlar Houston Cadde'si olarak bilinen yerden geçerken, buna daha ne kadar dayanabileceğimi merak ediyorum.

Eğer Logan, Bree'yi götürdükleri yer hakkında yanılmıyorsa, daha gideceğimiz çok yol var. Fakat kendimi sersem gibi hissediyorum ve açlıktan delirmek üzereyim. Normal halinden beş kat daha büyükmüş gibi gelen bacağımın daha ne kadar dayanabileceğini sınamanın bundan daha kötü bir yolu olamazdı.

Fakat bir şekilde devam etmeyi başarıyorum. Sessizlik içinde, tek bir kelime dahi söylemeden ilerliyoruz. Halbuki ona söylemek istediğim o kadar çok şey var ki. Hayatımı kurtardığı için teşekkür etmek istiyorum; bir gün içinde üç kere hayatımı kurtarmış olmasının borcunu nasıl ödeyeceğimi merak ediyorum. Benim için yaptığı fedakarlıkları düşündükçe, bunların altında boğulacakmış gibi oluyorum. Bunları neden yaptığını ona sormak istiyorum.

Dövüş konusundaki yetenekleri de beni epeyce etkiledi. Logan bana, babamın savaş zamanlarında nasıl davranıyor olabileceğine dair bir fikir veriyor. Logan'ın nereli olduğunu, New York'ta doğup doğmadığını ve ailesinin başına neler geldiğini merak ediyorum. Ayrıca benim hakkımdaki hislerini de

öğrenmek istiyorum. Benden hoşlanıyor mudur? Tabii, bunu ona asla soramam. Fakat yine de merak etmekten kendimi alamıyorum. Bana karşı hisleri neler? Eline fırsat geçtiğinde neden kaçmadı? Neden benim için hayatını riske attı? Bunları düşünmek kendimi suçlu hissettiriyor. Onu tehlikeye attım. Şu an başka bir yerde, güvende olabilirdi.

İşin en garip tarafı ise bir kız arkadaşı var mı ya da önceden hiç olmuş muydu, öğrenmek istiyorum. Ancak aklıma henüz kısa bir süre önce ayrıldığım Ben gelince, kendimi azarlıyorum. İkisi farklı bir tür gibi. Ben'e karşı hissettiğim şeyler en içten haliyle halen sürüyor; Ben'in kırılganlığını ve duyarlılığını gerçekten seviyorum. Ben'in kocaman, acı çeken gözlerine baktığım zaman kendimden bir şeyler bulabiliyorum.

Fakat Logan'la ilgili hoşlandığım şeyler daha başka. Logan iri, güçlü ve sessiz. Heybetli görünümüyle, tam bir eylem adamı olan Logan'ın her türlü işin üstesinden gelebilecek biri olduğu kesin. Bana halen gizemli gelen Logan'ı keşke biraz daha iyi tanıyabilseydim. Fakat bu hali de hoşuma gidiyor.

İkisiyle de ilgili sevdiğim belli başlı yönler var. Garip bir şekilde, onlara karşı olan hislerim aynı anda var olabiliyorlar. Belki de bunun sebebi, ikisi birbirinden bu kadar farklı olduğu için, kafamda birini, diğerinden daha üstün bir yere koyamamamdandır.

Doğrudan kar fırtınasının içine ilerlerken, bu tür düşüncelerle kendimi meşgul ediyorum. Hem böylece kafamı acıdan, açlıktan ve soğuktan uzak tutmuş da oluyorum.

Eskiden Küçük İtalya adıyla anılan mahalleye girdiğimizde sokaklar daralıyor. Babamla bir zamanlar burada yemek yediğimiz küçük bir restoran vardı. Şimdi ise geriye kalan hiçbir şey yok.

Dizlerimize kadar yükselen karın içinde yürümek zorluyor. Artık adımlarımı sayarak, Bree'nin olduğu yere varacağımız anı umutla bekliyorum. Üzerinde "Delancey." yazan paslanmış bir tabela gördüğüm zaman kafamı sola, Williamsburg Köprüsü'ne doğru çeviriyorum.

Yerinde yeller esiyor.

Bir çatışma esnasında yıkıldığı belli olan köprünün giriş kısmı, modern heykelleri andırır biçimde gökyüzüne doğru kıvrılmış bir halde duruyor. Tüm o emekler, tasarım çalışmasının hepsi büyük ihtimalle göz açıp kapayınca kadar yok edildi. Fakat ne için? Bir hiç.

İğrenmiş şekilde başımı döndürüyorum.

Birkaç blok daha ilerledikten sonra Kanal Cadde'sinin merkezine geliyoruz. Kendimi, Manhattan Köprüsü'nün olduğu tarafa bakmamak için zor tutuyorum. Fakat dayanamayıp baktığım zaman, buna pişman oluyorum. O da tıpkı Williamsburg Köprüsü gibi oraya buraya yayılmış birkaç metal parçası ve doğrudan nehrin içine açılan bir giriş bölümünden ibaret kalmış.

Zorla da olsa yolumuza devam ediyoruz. Ancak ellerim ve ayaklarım o kadar üşümüş durumda ki, kangren olmuş olabilirim. Yüksek binaları ve dar sokakları olmaksızın tanınmaz bir haldeki Çin Mahallesi'nin içinden geçiyoruz.

Son birkaç bloğu geçerken, artık nefes alabilmekte zorlanıyorum. Devasa bir dört yol ağzına geldiğimizde ise inanmayan gözlerle etrafıma bakıyorum.

Sağımda, belediye binasının yıkıntıları yer alıyor. İnanılmaz bir mühendisliğin ürünü olan bu koca yapı, artık bir hatıradan başka bir şey değil.

Arkamda yer alan Brooklyn Köprüsü'ne bakmaya çekiniyorum. Bree ile beraber sıcak yaz günlerinde üstünde dolaştığımız o güzelim yapıdan en az birkaç parça kalmış olması için dualar ederek, gözlerimi kapıyorum ve yavaşça arkama dönüyorum.

Fakat ne yazık ki o da diğer iki köprüyle aynı kaderi paylaşıyor. Geriye ayakları bile kalmadan, ortadan yok olmuş. Nehirden çıkan birkaç adet eğilip, bükülmüş metal parçası dışında hiçbir şey yok.

Daha korkutucu olan şey ise nehrin ortasından garip bir açıyla kuyruğunu dışarı çıkarmış olan devasa boyutlardaki askeri uçak. Sanırım yaptığı pikeden sonra kendini bir daha toparlayamamış. Böyle koca bir uçağın nehirden dışarı uzandığı görmek, insanı dehşete düşürüyor. Küçük bir çocuğun küvete fırlattığı oyuncak bir uçakmış gibi suyun içinde öylece duruyor.

Güneş artık neredeyse batmak üzere ve benim daha fazla

yürüyebilmeme olanak yok. Buna rağmen rüzgar ve kar gittikçe kuvvetleniyor. Diz hizasını aşan kar kalınlığı, insana canlı canlı yutuluyormuş gibi hissettiriyor. Limanın fazla uzakta olmadığını biliyorum, ancak başka bir adım daha atamayacak kadar canım yanıyor.

Elimi uzatıp, Logan'ın omzuna tutunuyorum. Şaşırmış şekilde bana bakıyor.

"Bacağım." diyorum, sıktığım dişlerimin arasından. "Yürüyemiyorum."

"Kolunu omzuma dola." diyor

Dediğini yapıyorum ve o da elini belime dolayarak, beni sıkıca tutuyor.

Beraber yürümeye başlayınca, acım biraz da olsa diniyor. Bunu yapmak beni biraz utandırıyor ve mahcup hissettiriyor: asla bir erkeğe muhtaç olmak istememiştim. Veya herhangi birine. Fakat şu an bunu yapmaya ihtiyacım var.

Önce sola, köprüye uzanan yollardan birine dönüyoruz, ardından ise eskiden Pearl Caddesi adıyla anılan yere doğru, sağa dönüyoruz. Bu tesadüf hiç hoşuma gitmiyor, çünkü bu kadar dolaşıp durduktan sonra gele gele büyüdüğüm mahalleye geldik. Buraya tekrar dönmek o kadar garip ki. Bu mahalleden ayrılırken buraya bir daha asla geri dönmeyeceğime yemin etmiştim. Hem de asla. Manhattan'ın yok olacağından ve onu bir daha asla göremeyeceğimden oldukça emindim. Bir zamanlar turistlerin doldurduğu, tüm hayatımı geçirdiğim bu

Arnavut kaldırımlı dar sokaklarda yürümek bana dayanılmaz bir acı veriyor. Bree ve benim her köşesinde oyunlar oynadığımız bu yerlerle ilgili anılar her yanımı sarıyorlar. Annem ve babamın birbirini halen seviyor olduğu o eski, güzel günler.

Evimiz, pazar yerinin bulunduğu mahallede, alt katında bir dükkanın bulunduğu, küçük ve tarihi bir apartman dairesiydi. Büyürken burada yaşamayı hiç sevmezdim. Cumartesi gecelerinin hiç bitmeyen tantanası, odamın camının altında sürekli konuşan ve sigara içen insanlar beni rahatsız ederdi. Şimdi ise bu gürültüyü duymak için her şeyimi verirdim. Sokağın karşı tarafındaki bir kafeye gidip, kahvaltı etmek için yapmayacağım şey yok. Bunu düşünmek bile karnımın açlıkta kıvranmasına neden oluyor.

Kader bu ya, bunun üzerine bir de yaşadığım bloğa, Water Caddesi'ne giriyoruz. Yaşadığım apartmanın ta kendisinin önünden geçeceğimizi fark ettiğim an kalbim duracak gibi oluyor. Yukarlardan beni izleyen babamın, gideceğimiz yönü belirliyor olabileceği düşüncesinden kendimi alamıyorum. Belki de bunu yapan annemdir, tabii eğer ölmüşse. Evet, belki de yukardan bakan ondan başkası değildir. Belki benimle alay ediyor, beni cezalandırıyordur. Ne de olsa yıllar önce onu terk ettiğim noktadayız. İstese, benimle gelebilirdi. Fakat onun kalmayı tercih edeceğini çok iyi biliyordum. Ancak yine de, kendim ve daha da önemlisi Bree için doğru olan şeyi yaptığımı biliyorum. Hem başka ne yapabilirdim ki? Burada oturup, ölümü mü bekleseydik?

Yaş sınırı:
16+
Litres'teki yayın tarihi:
09 eylül 2019
Hacim:
293 s. 6 illüstrasyon
ISBN:
9781632912138
İndirme biçimi:
Serideki Birinci kitap "Köle Tüccarları Üçlemesinin"
Serinin tüm kitapları
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Türlerin Kökeni
Charles Darwin
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 3 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,8, 6 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,8, 6 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre