Kitabı oku: «Arena Bir », sayfa 6

Yazı tipi:

Y E D İ

Tepetaklak bir şekilde uçuyorum ve en sonunda yere çarptığımda kaburgalarım eziliyor ve ben kendimden geçiyorum. Taklalar atıyorum. Durmadan yuvarlanarak etrafa çarpıyorum. Kask halen sıkı bir şekilde yerinde durduğu için minnettarım çünkü kafamı yolun üzerindeki kayalara çarpıyorum. Ardımda ise parçalanan metalin gürültülü sesini duyabiliyorum.

Yaptığım şey karşısında hayrete düşmüş bir halde, hareketsiz olarak yerde uzanıyorum. Bir süre yerimden kıpırdayamıyorum. Fakat aklıma Bree geliyor ve doğrulmak için kendimi zorluyorum. Yavaşça bacağımı oynatıyorum ve denemek için kolumu kaldırıyorum. Bunu yapmamla beraber sağ tarafımda, kaburgalarımda, nefesi kesecek güçte şiddetli bir acı hissediyorum. Kaburgalarımdan birini kırmışım. Olağanüstü bir çaba göstererek yan tarafa dönmeyi başarıyorum. Güneşliğimi kaldırarak, etrafa bakıyorum ve karşımdaki görüntüyü anlamaya çalışıyorum.

İlk arabaya o kadar güçlü bir şekilde çarpmışım ki araç yan yatmış ve tekerlekleri boşta dönüyor. Diğer araç yoldan çıkmış ama halen sağlam görünüyor; kırk beş metre ilerimizde, yolun kenarındaki bir hendeğe düşmüş. Ben hala sepette; ölü mü yaşıyor mu anlayamıyorum. Anlaşılan o ki bilincini tekrar kazanan ilk kişi benim. Etrafta başka bir hayat belirtisi yok.

Daha fazla vakit harcamıyorum. Hayatımda hiç olmadığı kadar büyük bir acı çekiyorum (sanki koca bir kamyon üzerimden geçmiş gibi), fakat tekrar Bree'yi düşünüyorum ve her nasılsa içime bir enerji doluyor. Diğerleri kendini toparlamaya çalıştığına göre şu an avantajlı olan benim.

Kaburgalarıma saplanan acı eşliğinde topallayarak yan yatmış arabaya yavaşça yaklaşıyorum. Bree'nin canlı bir halde arabanın içinde olmasını ve onu buradan bir şekilde kurtarabilmek için dua ediyorum. Araba yaklaşırken elimi kılıfa uzatarak, silahı çekiyorum ve tedbirli şekilde önümde tutuyorum.

Arabanın içinde baktığım zaman iki köle avcısının da kanlar içinde koltuklarına yığılmış olduğunu görüyorum. Bir tanesinin açılmış gözlerinden ölmüş olduğu hemen anlaşılıyor. Diğeri de ölmüş gibi görünüyor. Bree'yi görme umuduyla hızla arka koltuğa bakıyorum.

Fakat orada değil. Onun yerine iki tane çocuk, biri kız diğeri erkek, arka koltuktalar. Korkudan dehşete düşmüş bir halde oturuyorlar. Buna inanamıyorum, yanlış arabaya çarptım.

Derhal ufuktaki diğer arabaya bakıyorum. Halen hendeğin içinde ve benim bakmamla beraber birden motoru tekrar çalışıyor ve tekerlekleri dönüyor. Hendekten dışarı çıkmak için uğraşıyor. Hendekten çıkmadan önce araca yetişmek için ona doğru koşmaya başlıyorum. Bree'nin o arabada, yaklaşık kırk beş metre ötemde olduğunu bildiğim için kalbim hızla atmaya başlıyor.

Tam arabaya yaklaşmak üzereyken birden bir bağırma sesi duyuyorum.

"YARDIM ET!"

Kafamı çevirmemle beraber sepetten çıkmaya çalışan Ben'i görüyorum. Benzin deposunun hemen ardından alevler yayılıyor. Motosikletim yanıyor ve Ben sıkışmış durumda. İki arada kalmış şekilde, bir Ben'e bir de kız kardeşimin bulunduğu arabaya bakıyorum. Kız kardeşimi kurtarmam gerekiyor. Fakat Ben'in de ölmesine izin veremem. Özellikle de bu şekilde.

Öfkeli bir şekilde Ben'e koşuyorum. Arkasında yükselen alevlerin sıcaklığını hissederken onu sıkıca kavrayarak, dışarı doğru çekmeye çalışıyorum. Fakat sepetin bacaklarının üzerine doğru bükülerek, onu sıkıştırıyor. Onu dışarı çekmek için ikimiz de uğraşırken, alevler iyice yükseliyor. Tüm gücümle onu kurtarmak için çabalarken üzerimden terler boşanıyor. En sonunda sıkıştığı yerden onu kurtarabiliyorum.

Onu çıkardığım an motosiklet havaya uçuyor.

S E K İ Z

Patlama ikimizi de havaya savuruyor ve ben sert bir şekilde karla kaplı zemine çarpıyorum. Bu sabahtan beri nefesim bu şekilde tam üç kere kesildi.

Kafamı kaldırdığımda etrafımda yıldızların döndüğünü görüyorum ve kafamı toparlamaya çalışıyorum. Alevlerin sıcaklığını halen suratımda hissedebiliyorum ve kulaklarım patlamadan dolayı halen çınlıyorlar.

Dizlerimin üzerine doğrulmaya çalışırken sağ kolumda keskin bir acı hissediyorum. Baktığım zaman, tam pazımın içine doğru saplanmış olan, dört santimetre uzunluğunda bükülmüş bir metal parçası görüyorum. Canımı çılgınlar gibi acıtıyor.

Dişlerimi sıktıktan sonra bir an bile düşünmeden şarapnel parçasına uzanarak onu yerinden hızla çekiyorum. Kolumun

bir ucundan girip, diğer ucundan çıkmış olan şarapnel bir an için bana hayatımın en büyük acısını yaşatıyor. Kolumdan akarak, kara dökülen kan ve ceketimin üzerine de damlıyor.

Hızla deri ceketimin kolunu çıkardığım zaman kanın tişörtüme de bulaşmış olduğunu görüyorum. Koldan dişlerimle bir parça kopardıktan sonra kumaşı yaramın üzerine sararak, sıkıca bağlıyorum ve ceketi tekrar giyiyorum. Bunun kan akışını keseceğini umut ediyorum. Doğrulmayı başardığımı zaman bir zamanlar babamın motosikleti olan şeye bakıyorum: o artık hurdaya dönmüş, yanan metal parçalarından ibaret bir yığın. Artık buradan ayrılma şansımız kalmadı.

Ben'e doğru bakıyorum. O da benim gibi sersemlemiş bir halde el ve dizlerinin üzerine çökmüş, is içindeki suratıyla nefes almakta zorlanıyor. Fakat en azından halen hayatta.

Motorun uğultusunu duymamla beraber uzaktaki arabanın tekrar yola çıktığını fark ediyorum. Yanında kız kardeşimle beraber çoktan otoyola çıkmış ve gittikçe hızlanıyor. Kız kardeşimi kurtarmama engel olduğu için Ben'e karşı öfkeliyim. Onlara yetişmem gerekiyor.

Halen yana yatmış duran köle avcılarına ait arabaya bakarak, halen sürülebilir durumda mı diye merak ediyorum. Denemeye kararlı bir şekilde ona doğru koşuyorum.

Tüm gücümle iterek, dört tekerinin üzerine düşürmeye çalışıyorum. Fakat o kadar ağır ki yerinden neredeyse oynamıyor bile.

"Bana yardım et!" diye Ben'e sesleniyorum.

Ayağa kalkıyor ve aceleyle topallayarak arabaya doğru geliyor. Yanıma yerleştikten sonra tüm gücümüzle arabayı itiyoruz. Arabanın üzerine eklenmiş demir çubuklar onu tahmin ettiğimden daha ağır bir hale getirmişler. Yavaş yavaş yerinden oynamaya başlıyor ve son bir kez yüklenmemizle beraber araba tekrar dört tekerleğinin üzerine iniyor. Karlı zemine sertçe çarpıyor.

Vakit kaybetmiyorum. Sürücü kapısını açtıktan sonra içeri uzanıp ölü sürücüyü kıyafetinden tutarak, koltuğundan çekiyorum. Kanlar içinde olan gövdesi, onu tutan ellerime de kan içinde bırakıyor.

Kafamı araçtan içeri sokarak yolcu koltuğundaki köle avcısını inceliyorum. Onunda suratı kanlar içinde ama ölüp ölmediğinden emin olamıyorum. Hatta biraz yaklaşık baktığımda, halen hareket ettiğini tespit ediyorum. Bunun üstüne birde hareket ettiğini gördüğümde, hala hayatta olduğundan emin oluyorum.

Arabanın içinde boydan boya eğilerek kıyafetinden sıkıca tutuyorum. Silahımı kafasına dayadıktan sonra onu sertçe sarsıyorum. Sonunda gözleri açılıyor. Şaşırmış bir halde gözlerini kırpıştırıyor.

Diğer köle avcılarının Arena Bir'e gitmekte olduklarını tahmin ediyorum. Ancak aramızdaki mesafeyi o kadar açtılar ki bundan emin olmalıyım. Ona doğru iyice yaklaşıyorum.

Kafasını çevirip bana baktığı zaman, bir an için afallıyorum: suratının yarısı erimiş halde. Bu kazanın sebep olmadığı, eski bir yara. Bu da demek oluyor ki o bir Biyokurbanı. Bu tür insanlarla ilgili söylenenlere işitmiş ama daha önce içlerinden biri hiç görmemiştim. Nükleer bombalar şehirlere bırakıldığı zaman buna ilk elden maruz kaldığı halde hayatta kalmayı başaran az sayıdaki kişi, bu saldırıların izlerini taşırlardı ve söylentilere göre diğer hayatta kalanlara göre daha sadist ve saldırgan tavırlar sergilerlerdi. Biz onlara Çılgınlar diyorduk.

Bu köle avcısına karşı daha dikkatli olmalıydım. Silahımı daha sıkı tuttum.

"Onu nereye götürüyorlar?" diyerek, sıkılmış dişlerimden arasından bir cevap talep ettim.

Boş gözlerle bana baktı, sanki anlamaya çalışıyormuş gibiydi. Fakat ben anladığından eminim.

Namluyu yanağına bastırıyorum ki ciddi olduğumu anlasın. Ciddiyim de. Kaybettiğim her an çok kıymetli ve Bree'nin gittikçe benden uzaklaştığını hissedebiliyorum.

"Sana nereye götürdüklerini sordum?"

Sonunda gözleri korkuyla açılıyor. Sanırım en sonunda kararlılığımı gördü.

"Arena'ya."diyor sesinde rahatsız edici bir tınıyla.

Korktuğum şey başıma geldi, kalbim hızla çarpmaya başlıyor.

"Hangisine?"diye öfkeyle soruyorum. Arena Bir dememesi için dua ediyorum.

Duraksıyor, bana söylemekle, söylememek arasında kaldığını görebiliyorum. Silahı elmacık kemiğine iyice batırıyorum.

"Hemen söyle yoksa geberirsin!"diye bağırıyorum, sesimdeki öfkeye kendim bile şaşırarak.

Bir süre daha düşündükten sonra cevap veriyor: "Arena Bir."

Başıma gelebilecek en kötü şey gelmesiyle kalbim küt küt atmaya başlıyor. Arena Bir. Manhattan. Aralarında en kötüsünün orası olduğu söylenir. Bunun tek bir manası olabilir: Bree kesinlikle ölecek..

Bu herife karşı içim yeni bir öfkeyle doluyor. Bu aşağılık köle avcısı, toplumun en alt basamağında yer alan bu adi herif, kız kardeşim ve Tanrı bilir başka kimleri kaçırıp için buralara geliyor ve sırf birileri, masum insanların birbirini öldürüşünü izlesin diye Arena'ya götürüyordu. Hiçbir manası olmayan bunca ölüm sırf onlar eğlensin diyeydi. Onu hemen öldürmem için bu kadar sebep yeterliydi.

Fakat silahı yanağından çekip, tutuşumu gevşetiyorum. Onun öldürmem gerektiğini biliyorum ama bunu yapamıyorum. Sorularıma cevap verdiği için şimdi onu öldürmenin adil olmayacağını hissediyorum. O yüzden onu öyle bırakacağım. Arabadan fırlatıp, yolun ortasına terk edeceğim. Böylece açlıktan yavaş yavaş ölecektir. Bir köle avcısının doğada tek

başına hayatta kalmasına imkan yok. Onlar şehirlere alışkınlar, bizim gibi hayatta kalmaya değil.

Ben'e köle avcısını dışarı atmasını söylemek için arabadan dışarı çıkarken, birden gözümün ucunda bir hareket fark ediyorum. Kemerine doğru uzanan köle avcısı, sandığımdan daha hızlı şekilde hareket ediyor. Beni kandırdı: aslında epey iyi bir durumda.

Düşünebileceğimden daha hızlı bir şekilde tabancasını çekiyor. Ben henüz ne olduğunu anlayamadan, o silahını bana doğrultmak üzere. Onu küçümseyerek aptallık ettim.

Bir çeşit içgüdü beni ele geçiriyor, büyük ihtimalle babamdan aldığım bir içgüdü, daha ne olduğunu bile anlayamadan tabancamı kaldırıyorum ve köle avcısının tam ateş edeceği anda, tetiği çekiyorum.

D O K U Z

Kulakları sağır eden silah sesini, arabanın içine sıçrayan kanlar takip ediyor. Adrenalim o kadar yüksek ki silahı ilk kimin ateşlediğini bile bilmiyorum.

Eğilip, arabanın içine baktığımda, köle avcısının kafasından vurulmuş görüntüsü karşısında sarsılıyorum.

Bir çığlık yükseliyor. Arka koltuğa bakıyorum ve genç bir kızın titrer halde sürücü koltuğunun arkasında oturduğunu görüyorum. Birden öne eğilerek, arka koltuktan kurtuluyor ve kendini dışarı attığı gibi karda koşmaya başlıyor.

Onu takip etsem mi, diye bir an için düşünüyorum. Şok geçiriyor olduğu açık, bu durumda nereye gittiğini bile bildiğinden şüpheliyim. Böyle bir havada ve gözlerden bu kadar ırak bir yerde uzun süre hayatta kalabileceğinden kuşkuluyum.

Fakat aklıma Bree geliyor, başka şeyler dikkatimi bozmamalı. Şu an önemli olan Bree. Bu kızın peşine takılarak vakit kaybedemem. Onu koşuşunu izliyorum, benden çok daha genç olduğunu düşünmem garip. Doğrusunu söylemek gerekirse, neredeyse benimle yaşıt.

Arka koltukta oturan diğer çocuğun tepkisi kontrol ediyorum. Büyük ihtimalle on iki yaşlarında olan bir erkek çocuğu. Fakat orada öylece oturmuş, donmuş gözlerle bomboş bakıyor. Gözlerini kırpmıyor bile. Acaba bir çeşit sinir krizi mi geçiriyor diye merak ediyorum. Kafamı arabadan çıkararak, boş gözlerle cesede bakan Ben'in halen aynı şekilde durduğunu görüyorum. Ağzından tek bir kelime bile çıkmıyor.

Yaptığım şey tüm ağırlığıyla üstüme çöküyor: az önce bir adamı öldürdüm. Hayatım boyunca böyle bir şey yapabileceğim aklıma bile gelmezdi. Bir hayvanı bile öldürürken kendini kötü hisseden ben, şu an berbat hissetmeliymişim gibi düşünüyorum.

Fakat bunun için fazla uyuşmuş bir haldeyim. Şu an tek hissettiğim, kendimi korumak için yapmak zorunda olduğum şeyi yaptığım. Ne de olsa o bir köle avcııydı ve buraya bize zarar vermek için gelmişti. Biraz daha fazla vicdan azabı çekmem gerektiğinin farkındayım ama çekmiyorum. Bu beni ürkütüyor. Kabul edebileceğimden daha fazla babama benzediğimi düşünmekten kendimi alamıyorum.

Hiçbir şey yapmadan, boş gözleriyle öylece duran Ben, işime yaramaz bir halde. O yüzden arabanın diğer yanına koşup,

yolcu kapısını açıyorum ve cesedi dışarı çekiyorum. Epey ağır.

"Bana yardım et!"diye öfkeyle sesleniyorum. Hiçbir şey yapmadan duran bu hali beni rahatsız ediyor, özelliklede köle avcıları bizden uzaklaşmak üzereyken.

Sonunda kendine gelen Ben, aceleyle yanıma gelip, bana yardım ediyor. Köle avcısının cesedini sürüklerken kanı, kıyafetlerimize bulaşıyor. Birkaç metre ilerledikten sonra onu atıyoruz ve bıraktığımız yerdeki kar, kızıla dönüyor. Hızla cesedin üzerine eğilerek, mermilerini ve tabancayı alırken Ben'in ya fazla sakin olduğunu ya da aklının başında olmadığını fark ediyorum.

"Kıyafetlerini al." diyorum. "Onlara ihtiyacın olacak."

Artık daha fazla vakit kaybetmiyorum. Arabaya geri koşup, sürücü kapısını açıyorum ve içeri atlıyorum. Anahtarları çevirmek için elimi uzattığımda ise kontağın boş olduğunu görüyorum. Anahtarlar yok.

Kalbim duracak gibi oluyor. Paspasların altını, koltukları ve ardından torpidoyu telaşla arıyorum. Hiçbir şey yok. Anahtarlar çarpışma anında fırlamış olmalı.

Arabanın camından baktığım zaman karın üzerinde beni anahtara götürebileceğini düşündüğüm birtakım garip izler fark ediyorum. Dizlerimin üzerine çökerek çılgınca karı tarayarak, anahtarları arıyorum. Umutsuzluğum gittikçe artıyor. Bunun samanlıkta iğne aramaktan hiçbir farkı yok.

Fakat birden bir mucize gerçekleşiyor: ellerim küçük bir şeye değiyor. Karı biraz daha dikkatle taradığımda ise anahtarları buluyorum ve içime büyük bir rahatlık çöküyor.

Tekrar arabaya atlayıp, kontağı çevirmemle beraber araba, kükreyerek çalışmaya başlıyor. Bu araba eski model bir Camaro'nun modifiyeli bir hali gibi. Motoru haddinden fazla gürültü çıkarıyor; bunun şimdiden hızlı bir yolculuk olacağını söyleyebilirim. Tek umudum diğer arabayı yakalayabilecek kadar hızlı olması.

Vites değiştirip, kalkmaya hazırlanırken Ben'in halen orada dikilmiş, cesede baktığını görüyorum. Donmak üzere olduğu halde halen cesedin kıyafetlerini almış değil. Sanırım ölümle yüz yüze gelmek, onu beni etkilediğinden daha fazla etkiledi. Artık hiç sabrım kalmadı ve basıp gitmeyi düşünüyorum; ancak onu bu şekilde tek başına bırakmak doğru olmaz, hele ki köprüde beni kurtardıktan ya da vücut ağırlığı sayesinde kurtulduktan sonra, onu bırakmam yanlış olur.

"GİDİYORUM!"diye bağırıyorum. "BİN!"

Bağırışı onu kendine getiriyor. Koşarak geliyor, arabaya atladıktan sonra kapıyı hızla kapatıyor. Tam gaza basacağım anda arkaya dönerek, koltuğa bakıyor.

"Onu ne yapacağız?"diye soruyor.

Onun bakışlarını takip ederek kafamı arka koltuğa çeviriyorum. Kendini kaybetmiş halde olan çocuk, halen hiçbir şey yapmadan, boş boş bakıyor.

"İnmek istiyor musun?"diye soruyorum çocuğa. "Bu senin son şansın."

Fakat karşılık vermiyor. Başka bir çözüm düşünme lüksüm yok; zaten çok fazla gecikme yaşandı. Eğer o bir karar vermeyecekse, ben onun adına vereceğim. Bizimle gelirse ölme ihtimali var, ancak burada kalırsa kesin ölecektir. Bizimle geliyor.

Patinaj çekerek, gürültülü bir şekilde tekrar otoyola çıkıyorum. Arabanın halen çalışıyor olmasından ve sandığımdan daha hızlı gitmesinden memnunum. Ayrıca frenlerinde, karlı yola rağmen epey iyi çalışmaları beni sevindiriyor. Debriyaja basıp, gaz verirken, ikinci vitese, sonra üçüncüye, ondan sonra dördüncüye geçiyorum.... Babama, bana vitesli arabaları sürmeyi öğrettiği için minnettarım. Bir kız çocuğu olarak asla öğrenmemiş olmam gereken ve o an bana ters geldiği halde şu an şükran duyduğum şeylerden sadece biri. Hız ibresi tırmanışını izliyorum: 130…140…150…160…170…180.... Daha ne kadar zorlayabilirim, bilmiyorum. Eğer fazla hızlanırsam yıllardır bakımdan geçmemiş ve üzerindeki çukurların karla örtülü olduğu bu otoyolda, kontrolü kaybedebilirim diye endişeleniyorum. Büyükçe tek bir çukur veya bir buz kütlesi, bizi yoldan atmaya yeter. Hızı biraz daha arttırarak 190'a ulaştıktan sonra orada tutuyorum.

Kemerini takmayı yeni bitiren Ben'e doğru bakıyorum. Ön paneli sıkıca tutan parmaklarının boğumları beyaz ve korku dolu gözlerle doğrudan önümüzdeki yola bakıyor.

"Onu öldürdün." diyor.

Kükreyen motorun gürültüsünde, Ben'i güçlükle işitebiliyorum. Acaba Ben gerçekten bir şeyler söyledi mi, yoksa vicdanım benimle mi konuşuyor, diye merak ediyorum. Fakat Ben bana dönerek, söylediğini tekrar ediyor.

"O adamı öldürdün." diyor, daha yüksek bir sesle, sanki böyle bir şeyin olabilmesi imkansızmış gibi.

Nasıl cevap verebileceğimi bilmiyorum.

"Evet, öldürdüm." diyorum en sonunda rahatsız olmuş bir şekilde. Bana yaptığım şeyi hatırlatmasına gerek yok. "Bununla ilgili bir sorunun var mı?"

Yavaşça kafasını sallıyor. "Sadece, daha önce birinin öldürülüşünü görmemiştim."

Gaza biraz daha basıp, 195'e çıkıyorum ve virajı aldığımızda ufukta gördüğüm diğer arabanın görüntüsü, içimi rahatlatıyor. Onları yakalamak üzereyim, onların cesaret edebileceklerinden çok daha hızlı sürüyorum. Bu hızla gidersem, birkaç dakika içinde onları yakalayabilirim. Kendime güveniyorum.

Arabayı tespit ettiklerinden eminim ama içindekilerinden biz olduğunu anlamamışlardır diye umuyorum. Belki diğer köle avcılarının yola dönmeyi başardıklarını sanıyorlardır. Aramızda gerçekleşen çarpışmayı gördüklerini sanmıyorum.

Gaza daha fazla basıyorum. 200 kilometredeyiz ve aramızdaki mesafe kısalmaya başlıyor.

"Onları yakaladığın zaman ne yapacaksın?"diye bağırıyor Ben, panik içinde.

Ben de tam olarak bunu merak ediyordum. Henüz düşünmedim. Tek bildiğim onları yakalamak gerektiği.

"Arabalarına ateş edemeyiz, tabii eğer düşündüğün şey buysa." diyor.

"Mermiler kardeşimi veya senin kardeşini öldürebilir."

"Biliyorum." diye cevaplıyorum. "Ateş etmeyeceğiz. Onları yoldan çıkaracağız." diyorum, o an aldığım bir kararla.

"Bu çılgınlık!"diye bağırırken, ön paneldeki parmakları aramızdaki mesafe azaldıkça, iyice sıkılaşıyor.

Kar taneleri ön camdan delicesine sekerken, ben, kendimi sanki bir bilgisayar oyununda ve kontrolü kaybediyormuş gibi hissediyorum. Taconic'in virajları, biz ilerledikçe daralıyor.

"Bunu yaparsan ölebilirler!"diye bağırıyor. "Bu ne işimize yarayacak ki? Kardeşimi de öldüreceksin!"

"Benim kız kardeşim de orada!"diyerek ona geri bağırıyorum. "Sence onun ölmesini ister miyim?"

"O zaman aklından geçen şey ne?" diye haykırıyor.

"Daha iyi bir fikrin var mı?" avazım çıktığı kadar bağırıyorum. "Gidip, kenara çekmelerini mi rica edeceğimi sanıyorsun?"

Sessizleşiyor.

"Onları durdurmak zorundayız." diye devam ediyorum. "Eğer şehre ulaşılırsa, kardeşlerimizi asla geri alamayız. Bu onlar için kesin ölüm manasına gelir. Bu şekilde, en azından onlara bir şans vermiş olacağız."

Bir kez daha gazı köklemek üzereyken, köle avcıları birden yavaşlayarak, beni şaşırtıyorlar. Birkaç saniye içinde arkalarına varıyorum. İlk önce bunu neden yaptıklarını anlamıyorum, ta ki neler olup bittiğini birden çözene kadar: bizi kendi ekiplerinden sanıyorlar. Arabadakilerin biz olduğunun, halen farkında değiller.

Direksiyonu hızla üzerlerine kırmak için hazırlanarak, yanlarına yaklaşıyorum. Yolcu koltuğunun yanındaki renkli cam açıldığında, suratındaki maskeyi kaldırmış bir köle avcıının sırıtan yüzü ortaya çıkıyor; halen onlardan biri olduğumuzu sanıyor.

Ben de camımı indirip, sert bir bakış fırlatıyorum: onu cehenneme göndermeden önce, suratımı iyice görmesini istiyorum.

Sırıtmayı kesmesiyle beraber, suratında şaşkın bir ifade oluşuyor. İlk darbeyi indiren olma şansı halen bende. Tam direksiyonu sertçe onlara doğru çeviriyordum ki gözüme arka koltukta oturan Bree'nin görüntüsü ilişti. Hala hayattaydı. Korku dolu gözlerle bana bakıyordu.

Birden bir çukura girdik. Çıkan ses sağır edici yükseklikte ve arabamız sanki bir bomba patlamış gibi sarsılıyor. Darbe o kadar güçlü ki kafamı metal tavana vurmamla beraber, dişlerim birbirine çarpıyor. Bir dolgum yerinden çıkmış gibi geliyor. Arabamız delicesine dönmeye başlıyor, direksiyon hakimiyetini tekrar sağlamam ve arabayı toparlamam saniyelerimi alıyor. Ucuz kurtulduk. Benim salaklığım yüzünden böyle oldu; gözlerimi yoldan asla ayırmamam gerekiyordu. Hız kaybettik ve diğer araç hızlanarak, en az kırk beş metre önümüze geçti. İşin kötü yanı ise artık onlardan olmadığımızı biliyor olmaları.

Tekrar gazı köklüyorum: 190… 200… Pedala, zemine değene kadar basıyorum, fakat daha fazla hızlanacağı yok. İbre 210'a vuruyor. Önümdeki aracında en az benim kadar hızlı gidebileceğini tahmin ediyorum, ama onlar biraz daha dikkatli sürmekten yanalar. Buz tutan bu yolda saatte 140 kilometre hızla gitmek bile epey tehlikeliyken, bir de ayrıca riske girmek istemiyorlar. Fakat benim kaybedecek hiçbir şeyim yok. Eğer Bree'yi kaybedersem, zaten uğruna yaşayacak bir şeyim kalmayacak.

Tekrar mesafeyi kapatmak üzereyiz. Yirmi beş metre kaldı… yirmi.

Aniden yolcu tarafındaki pencere aşağı inmeye başlıyor ve parlak bir şeyin ışıltısı seçiliyor. Ne olduğunu anladığımda, artık çok geç: bir silah.

Frene asılmamla beraber, birkaç el ateş ediliyor. Mermiler kaporta ve ön camdan sektikçe, kafamı eğiyorum. Seken mermilerin çıkardığı metalik sesler kulaklarımızın içinde yankılanıyor. İşimizin bittiğini sanıyorum ama sonra mermilerin

arabayı delmediğini fark ediyorum; araba, kurşun geçirmez olmalı.

"Bizi öldürteceksin!"diye bağırıyor Ben. "Durdur şunu! Başka bir yolu olmalı!"

"Başka bir yol yok!" diyorum, ondan çok kendimi buna ikna etmek ister bir halde.

Gaza son kez kökleyerek, arabayı öbür yana çekiyorum. Yaptığım keskin bir direksiyon hareketiyle, köle avcısı silahına uzanamadan, arabalarına sertçe çarpıyorum. Ön çamurluğum, arka tekerlerine vuruyor. Onların arabaları gibi, bizim arabamız da çılgınca savruluyor. İkimiz de yoldan çıkıyoruz. Onların arabası, metal korkuluğa çarpıp, sekiyor ve bizim arabamıza çarpıyor. Çarpışmanın kuvveti, bizi yolun kenarındaki korkuluklara doğru yolluyor.

Otoyoldan çıkıyoruz, korkuluklar kayboluyor ve artık iki tarafımız da düz arazi. Bu harika. İşte şimdi onları alt edebileceğimi biliyorum. Tekrar gaza basarak, onları yoldan çıkarmak için hazırlanıyorum. Artık tam olarak görüş alanım içindeler ve ben direksiyonu kırmaya hazırım.

Köle avcısının aniden elinde parlayan metalle dışarı uzanıyor ve silahını bize doğrultuyor.

"DİKKAT ET!"diye haykırıyor Ben.

Fakat artık çok geç. Silah seslerini işitiyoruz ve ben direksiyonu kıramadan kurşunlar, ön tekerleklerimi delip geçiyor. Arabanın kontrolünü tamamen kaybediyorum. Araba yolda

savrulmaya başladığında, Ben haykırıyor. Bundan utansam bile, ben de çığlık atmaya başlıyorum.

Araba taklalar attıkça, dünyam alt üst oluyor ve sürekli, ama sürekli dönüyoruz.

Kafam metal tavana çarpıyor. Emniyet kemerinin, göğsümün içine doğru saplanışını hissediyorum, ön camdan gördüğüm dünya, sadece bir bulanıklıktan ibaret. Parçalanan metalin sesi o kadar güçlü bir şekilde kulaklarımda çınlıyor ki bir şey düşünebilmek imkansız.

Hatırladığım son şey, babamın burada olup, başarmaya ne kadar yaklaştığımı görmesini dileyişimdi. Benimle gurur duyar mıydı diye merak ediyorum.

Ve son bir çarpışmadan ardından, her taraf kararıyor.

Yaş sınırı:
16+
Litres'teki yayın tarihi:
09 eylül 2019
Hacim:
293 s. 6 illüstrasyon
ISBN:
9781632912138
İndirme biçimi:
Serideki Birinci kitap "Köle Tüccarları Üçlemesinin"
Serinin tüm kitapları