Kitabı oku: «Arena Bir », sayfa 7
O N
Ne kadar süre kendimden geçtim bilmiyorum. Gözlerimi hafifçe aralıyorum ve başımda müthiş bir ağrıyla uyanıyorum. Ters giden bir şeyler var ama ne olduğunu çözemiyorum.
Sonra farkına varıyorum ki, her yer baş aşağı.
Kanın suratıma hücum edişini hissediyorum. Etrafa bakınıp, neler olduğunu, nerede olduğumu ve halen hayatta olup olmadığım anlamak için çabalıyorum. Ve ardından, yavaşça, her şeyi anlamaya başlıyorum.
Halen tepetaklak duran arabadayım, motor durmuş ve emniyet kemeri beni halen koltuğumda tutuyor. Etraf sessiz Ne kadar süredir bu şekilde durduğumu merak ediyorum. Herhangi bir kırık var mı diye yavaşça kolumu oynatıyorum. Bunu yapmamla beraber, kol ve omuzlarımda keskin bir acı
saplanıyor. Kırığım var mı veya varsa nerede, bilmiyorum, koltukta böyle asılı kaldığım sürece de anlayamayacağım ortada. Kendimi kemerden kurtarmalıyım. Emniyet kemerinin tokasını görmediğim için elim soğuk ve plastik bir şeye dokunana kadar, kemeri yokluyorum. Baş parmağımı düğmesine basıyorum. İlk basışım, işe yaramıyor.
Daha sıkı basıyorum. Hadi ama.
Birden tıkırdıyor. Kemer hızla çekildiğinde, aşağı doğru dalışa geçiyorum ve suratım, metal tavana yapışıyor; aşağı yukarı otuz santim olan düşüş, başımdaki ağrıyı daha beter bir hale sokuyor.
Kafamı toparlamam birkaç saniye alıyor, yavaşça dizlerimin üzerine kalkıyorum. Biraz ilerime baktığım zaman, Ben'i görüyorum; kemeri halen takılı ve baş aşağı bir halde. Suratı kanlar içinde ve burnundan aşağı yavaşça damlıyor. Hayatta mı değil mi, anlayamıyorum. Fakat kapalı duran gözlerini iyiye işaret olarak yorumluyorum; en azından açık veya kıpırtısız durmuyorlar.
Arka koltuktaki çocuğa bakmak için kafamı çevirdiğimde, buna pişman oluyorum. Boynu doğal olmayan bir şekilde dönmüş, arabanın en köşesinde, gözleri açık ve donmuş bir şekilde uzanıyor. Ölmüş.
Kendimi bunun sorumlusu gibi hissediyorum. Belki de onu zorla arabadan çıkartmalıydım. İşin komik yanı, bu çocuk benle değil de, köle avcılarıyla kalsaydı, halen hayatta olabilirdi. Fakat artık bunun için yapabileceğim bir şey yok.
Çocuğun ölmüş olduğunu görmek, bana tekrar kazanın boyutlarını hatırlatıyor; tekrar vücudumda kırıklar olup olmadığını kontrol ediyorum, gerçi her yanım ağrıdığı için, nereme bakmam gerektiğinden bile emin değilim. Hareket ettiğim zaman, kaburgalarıma öyle bir ağrı saplanıyor ki, nefes almak bile acı veriyor. Elimi oraya uzatıyorum, küçük bir dokunuşa karşı bile hassas. Sanırım bir kaburgamı daha kırdım.
Hareket edebiliyorum, fakat inanılmaz acıyor. Önceki kazamızda şarapnelin sebep olduğu şiddetli ağrı da halen devam ediyor. Kafam, sanki bir mengene tarafından sıkılıyormuş ağrıyor, kulaklarım çınlıyor ve zonklayan başım ise hiç durmayacak gibi. Büyük ihtimalle bir beyin sarsıntısı geçiriyorum.
Fakat şimdi bunlara takılıp kalmanın vakti değil. Ben'in hayatta olup olmadığını kontrol etmeliyim. Uzanıp, onu sallıyorum. Tepki vermiyor.
Onu dışarı çıkarmanın en iyi yolu ne olabilir diye düşünüyorum, fakat bunu yapmanın kolay bir yolu olmadığının farkındayım. Emniyet kemerinin tokasına uzanarak, sertçe basıyorum. Kemer geri çekildiğinde, Ben, hızla suratının üzerine düşerek, metal tavana çarpıyor. Yüksek sesle homurdandığını işittiğim zaman, rahatlıyorum: Ben, hayatta.
İki büklüm uzanmış, sızlanıyor. Elimi uzatıp, onu sert şekilde, defalarca sallıyorum. Uyandırıp, yaralarının ciddiyetine bakmak istiyorum. Hafifçe kıpırdanıyor, fakat bilinci henüz yerine gelmiş değil.
Bu arabadan çıkmam lazım; kendimi kapana kısılmış hissediyorum, özellikle de gözlerinde en ufak bir kıpırtı dahi olmaksızın bana bakan şu ölü çocuğun yanındayken. Kapı kolunu bulmaya çalışıyorum. Bulanık görüşüm, bulmamı zorlaştırıyor, hele ki her şey böyle baş aşağı olmuş iken. İki elimle birden kapıyı yoklama başladığımda, nihayet kapı kolunu buluyorum. Çekiyorum ama bir şey olmuyor. Harika. Sıkışmış olmalı.
Defalarca asılıyorum, ama halen bir şey olduğu yok.
Arkama yaslanıp, bacaklarımı göğsüme çekiyorum ve iki ayağımla birden, kapıyı var gücümle tekmeliyorum. Kırılan metalin sesi geliyor ve kapının fırlamasıyla beraber, içeri soğuk hava akın ediyor.
Beyazlara bürünmüş bir dünyanın içine yuvarlanıyorum. Kar gene başlamış ve daha önce hiç olmadığı kadar güçlü yağıyor. Gene de arabadan çıkmış olmak güzel. Dizlerimin üzerinden, yavaşça doğruluyorum. Kafama birden hücum eden kan, başımı döndürüyor. Başımdaki ağrı yavaşça kayboluyor, tekrar ayaklarının üzerinde dik durup, temiz havayı içine çekebilmek, kendimi iyi hissettiriyor. Sırtımı dikleştirmeye çalışınca, kaburgalarımdaki ağrı güçleniyor, tıpkı kolumdaki ağrının da yaptığı gibi. Omuzlarımı geriye attığımda, sırtımın tutulduğunu hissediyorum ve her yanımın da çürükler içinde olduğunu. Fakat hiçbir yerimde kırık yok gibi, ayrıca kanamam da yok. Şanslıyım.
Hızla yolcu kapısına koşuyorum, dizimin üzerine çökerek, kapıyı sertçe açıyorum. İçeri uzanıp Ben'i üzerindeki kıyafetten tuttuğum gibi, dışarı doğru çekmeye çalışıyorum. Sandığımdan daha ağır, daha güçlü çekmem gerekecek; yavaş, fakat sıkıca çekiyorum ve sonunda onu, taze karın üzerine getirmeyi başarıyorum. Kara önce suratının girmesi, nihayet Ben'i uyandırıyor. Yana dönüp, suratındaki karı siliyor. El ve dizlerinin üzerine kalkarak, gözlerini aralıyor ve yere bakarak, soluk alıp vermeye başlıyor. Bunu takiben, burnundan damlayan kanlar, beyaz karı lekeliyor.
Birkaç kere gözlerini kırpıştırdıktan sonra, dengesini kaybetmiş bir halde dönerek, bana bakıyor ve düşen karlardan korunmak için elini, gözlerinin önüne siper ediyor.
"Ne oldu?" diye, geveleyerek soruyor.
"Bir kaza geçirdik." diye cevaplıyorum. "Sen iyi misin?" "Nefes alamıyorum." genizden gelen sesiyle cevap verirken,
ellerinin burnunun altına götürüp, damlayan kanları tutuyor. Kafasını geriye attığı zaman, durumun ne olduğunu sonunda anlıyorum: burnu kırılmış.
"Burnun dağılmış." diyorum.
Korku dolu gözlerini bana çevirip, durumu yavaşça idrak etmeye başlıyor.
"Endişelenme." diyorum, yanına yaklaşarak. Ellerimi burnuna doğru uzatıp, üstüne yerleştiriyorum. Babamın, bana, kırık bir burnun yerine nasıl oturtulacağını gösterdiği günü
hatırlıyorum. Bana zorla izleterek, işe yarar bir şey öğrenmenin benim için faydalı olacağını söylemişti. Banyoda, ben onu izlerken, aynanın üstüne doğru eğilmiş, elini burnunu götürerek, yerine yerleştirmişti. Çıkan çatırdama sesini halen hatırlıyorum.
"Kıpırdama." diyorum.
Hızlı bir hareketle uzanıp, kırık burnunu iki yanından sertçe tutarak, düzleştiriyorum. O acılar içinde bağırınca, kendimi kötü hissediyorum. Fakat burnunun düzelmesi için bunu yapmam gerektiğini ve kanamayı durdurmanın tek yolunun bu olduğunu biliyorum. Yerden bir avuç kar alarak, ellerine koyuyorum ve burnuna yaklaştırması için onu yönlendiriyorum.
"Bu kan akışını kesecek ve şişmeyi engelleyecektir." diyorum.
Ben'den biraz uzaklaşıp, arabamızı inceliyorum: tepe taklak olmuş bir vaziyetteki gövdesi, gökyüzüne doğru bakıyor. Halen sağlam olan üç tekerleği, yavaşça dönmeye devam ediyor. Kafamı çevirip, arkamdaki otoyola bakıyorum. Otoyoldan, aşağı yukarı yirmi beş metre uzaktayız, demek ki epey bir takla atmışız. Acaba diğer araba bize ne kadar fark atmıştır?
Gittiğimiz hızı da göz önüne alırsak, halen hayatta olmamız inanılmaz. Otoyolun bu kısmını gözden geçirdiğimde, ne kadar şanslı olduğumuzu fark ediyorum: biraz daha geride takla atmış olsaydık, doğrudan uçurumdan aşağı yuvarlanmış
olacaktık. Ve eğer kar inişimi yumuşatmamış olsa, eminim çarpışmanın sonuçları çok daha kötü olacaktı.
Arabayı gözden geçirirken, acaba onu tekrar çalıştırabilir miyiz, diye merak ediyorum. Bu biraz şüpheli. Bu da demek oluyor ki, Bree'yi asla bulamayacağım, Ben'le ikimiz burada mahsur kalıp, büyük ihtimalle bir gün içinde öleceğiz. Başka bir şansımız yok: bu arabayı çalıştırmanın bir yolunu bulmalıyız.
"Ters çevirmemiz lazım." diyorum, sesimde bir aciliyet ile. "Tekrar tekelerinin üzerine getirip, halen çalışıp çalışmadığını görmeliyiz. Yardımına ihtiyacım var."
Ne dediğimi anlamaya başlayan Ben, hızla, fakat tökezleyerek yanıma geliyor. Arabanın yan tarafında yerimizi alıp, aynı anda itmeye başlıyoruz.
Kıpırdatmayı başardıktan sonra, tüm ağırlığımızı vererek itmeye devam ediyoruz. Tüm gücümle itiyorum, ayaklarımın karda kaymaya başladığını ve acının, koluma ve kaburgalarıma yayılışı hissedebiliyorum.
Araba gittikçe daha çok sarsılmaya başlıyor, tam artık daha fazla dayanabilir miyim, diye düşünürken son bir kez yükleniyoruz. Ellerim kafamın üstünde, karın üzerinden ilerlerken, bir yandan itmeye devam ediyorum.
Bu kadar yetiyor. Araba, yan tarafa devrileceği noktaya ulaşıyor ve birden dört tekerleğinin üzerine doğru düşerek, yerden büyük bir kar bulutu kaldırıyor. Benim gibi Ben de soluklanmaya başlıyor.
Arabada oluşan hasarı inceliyorum. Epey fazla. Kaporta, tavan ve bagaj kısmı, sanki biri onlara balyozla vurmuş gibi görünüyorlar. Fakat şaşırtıcı bir şekilde, arabanın iskeleti halen sağlam. Ancak ne yazık ki, ciddi bir sorunumuz var. Lastiklerden biri, kurşunun isabet ettiği, o kadar kötü bir durumdaki, arabayı böyle sürmemizin imkanı yok.
"Belki yedek bir lastiği vardır." diyor Ben, sanki aklımdan geçeni okumuş gibi. Ona baktığımda, çoktan bagaja doğru gitmeye başlamış bile. Etkilendim.
Ben de bagaja doğru ilerliyorum. Açmak için birkaç kere düğmeye basıyor ama nafile.
"Geri çekil." diyorum ve bunu yapmasıyla beraber, dizimi yukarı doğru çekerek, topuğumu hızla üzerine indiriyorum. Pat diye açılıveriyor.
Bagajın içinde yedek lastiğini görünce, rahatlıyorum. Ben içeri uzanıp, lastiği yerinden alıyor ve ben de balatayı kaldırdıktan sonra, altında duran İngiliz anahtarı ile krikoyu buluyorum. Bunları yanıma alarak, ön tarafa doğru elinde lastikle ilerleyen Ben'i takip ediyorum. Ben, bir an bile kaybetmeden krikoyu alarak, şasinin altına yerleştiriyor ve İngiliz anahtarını alarak, yükseltmeye başlıyor. Aletlerin kullanmadaki aşinalığı ve krikoyla arabayı çabucak kaldırışından, etkileniyorum. Tüm cıvataları söküp, işe yaramaz haldeki lastiği yerinden çıkararak, kara doğru fırlatıyor.
Yerleştirdiği yeni lastiği ben sabit tutarken, Ben de cıvataları teker teker yerine yerleştiriyor. Sıkılaştırdıktan sonra, arabayı alçaltıyor. Bir adım geriye çekilip, baktığım zaman, sanki yepyeni bir tekerlek satın almışız gibi görünüyor. Ben'in araba tamirine olan yatkınlığı beni epey şaşırttı; böyle bir şeye yeteneği olacağı aklımın ucundan bile geçmezdi.
Hiç vakit kaybetmeden sürücü koltuğuna yerleşerek, anahtarları çeviriyorum. Hiçbir ses çıkmayınca, umutsuzluğa kapılıyorum. Araba pert olmuş. Kontağı defalarca çeviriyorum. Fakat ses yok. Hem de hiç. Kaza, arabayı bir şekilde mahvetmiş olmalı. İçimi bir çaresizlik hissi kaplıyor. Tüm bunlar bir hiç için miydi?
"Kaportayı aç." diyor Ben.
Kolu çekiyorum. Ben hızla kaportaya ilerliyor, ben de arabadan çıkıp ona katılıyorum. Kaportanın üzerine eğilip, bazı kablolarla oynarken ben de başında dikiliyorum. Araba hakkındaki ustalığı, beni şaşırtıyor.
"Tamirci misin?" diye soruyorum.
"Pek sayılmaz." diye cevaplıyor. "Ama babam öyle. Bana çok şey öğretmişti, tabii halen arabalarımızın olduğu günlerde."
Birbirine değdirdiği iki kablo, kıvılcım çıkartıyor. "Bir de şimdi dene." diyor.
Çabucak arabaya biniyorum, umut ve dualar eşliğinde kontağı çeviriyorum. Bu sefer araba kükremeye başlıyor.
Kaportayı kapatan Ben'in kırık burnundan dolayı çoktan şişmeye başlamış olan suratında mağrur bir ifade görüyorum.
Kapıyı açıp, içeri girmek üzereyken arka koltuğa takılan gözleri donup kalmasına sebep oluyor.
Bakışlarını takip ettiğimde, durumu hatırlıyorum. Arkadaki çocuk.
"Onu ne yapacağız?" diye soruyor Ben.
Artık kaybedecek vaktimiz yok. Arabadan çıkarak, çocuğun bedenini elimden geldiği kadar nazikçe çıkarmaya çalışırken, bir yandan gözlerimi kaçırıyorum. Onu, birkaç metre öteye sürükledikten sonra, büyük bir ağacın dibine yatırıyorum. Çocuğa son bir kez baktıktan sonra, dönüp, arabaya geri koşuyorum.
Ben halen bıraktığım yerde duruyor.
"Bu kadar mı?" diye soruyor, hayal kırıklığına uğramış bir sesle.
"Ne bekliyordun?" diye öfkeleniyorum. "Cenaze merasimi mi?"
"Sadece… biraz duyarsızca." diyor. "Bizim yüzümüzden öldü."
"Bunu tartışacak vaktimiz yok." diyorum, kafam karışık bir halde. "Nasıl olsa hepimiz öleceğiz!"
Çalışmakta olan arabaya geri biniyorum, şu an tek düşündüğüm Bree ve diğer köle avcılarının ne kadar uzaklaşmış olabilecekleri. Ben daha kapıyı kapatamadan, patinaj çekmeye başlıyorum.
Karla kaplı tarlada hızla ilerleyen arabamız, dik bir yokuşu aşarak, büyük bir gürültüyle tekrar otoyola geri dönüyor. Arabayı biraz kaydırdıktan sonra, düzeltmeyi başarıyorum. Tekrar yollardayız.
Tekrar gaza basıyorum ve epey bir hız kazanıyoruz. Hayretler içindeyim: bu arabayı engellenemez. Sanki fabrikadan yeni çıkmış gibi.
Kısa bir sürede 160 kilometreye ulaşıyoruz. Önceki kazanın etkisinden olsa gerek, bu sefer biraz daha temkinliyim. 170' kadar çıkıyorum ama o kadar. Tekrar yoldan çıkma riskini göze alamam.
En aşağı bizden on dakika ilerde olduklarını ve belki de onları yakalayamayacağımızı tahmin ediyorum. Fakat ne olacağını belli olmaz. Tek ihtiyacım olan, derin bir çukura girmeleri veya ufak bir talihsizlik yaşamaları.... Aksi halde ise yapabileceğim tek şey, izlerini takip etmek olacak.
"Şehre ulaşmadan önce onları bulmalıyız." diyen Ben, aklımdan geçenleri okuyor olmalı. Zihnimden geçenleri okumak gibi rahatsız edici bir huyu var. "Eğer bizden önce oraya varacak olurlarsa, onları bir daha asla bulamayız."
"Biliyorum." diye cevaplıyorum.
"Ve eğer ki şehre girersek, bir daha oradan çıkabilmemize olan yok. Bunun farkındasın, değil mi?"
Aynı şeyi bir süredir ben de düşünüyordum. Ben, haklı. Şehir hakkında duyduğum her şey, oranın yırtıcılarla dolu bir
ölüm tuzağı olduğu yönündeydi. Oradan savaşarak çıkacak kadar iyi donanıma sahip değiliz.
Gaza biraz daha basıyorum. Kükreyen motorun eşliğinde, 180'e ulaşıyoruz. Kar, yavaşlamak bir yana, ön camdan hızla sekmeye devam ediyor. Ölen çocuğu, cansız suratını, kıpırdamayan gözlerini düşünüyorum; ölüme ne kadar yaklaştığımızı düşündüğümde, içimden yavaşlamak geliyor. Fakat böyle bir seçeneğe sahip değilim.
Yollarda, zaman, sanki hiç geçmiyormuş gibi, emekleyerek ilerliyor. Sonsuz beyazlığın içine doğru sürüyoruz… Onlarca kilometre boyunca. Öne doğru eğdiğim başımla, hayatımda hiç olmadığı kadar dikkatli şekilde yolu izlerken, ellerim direksiyona yapışmış bir halde. Adeta bir bilgisayar oyunundaymışım gibi, önüme çukurlar çıktıkça, direksiyonu bir sağa bir sola kırıyorum ve bu böyle bir havada, bu hızla giderken bunu yapabilmek çok zor. Yine de aşağı yukarı hepsinden kaçmayı başarıyorum. Başarısız olduğum birkaç seferin bedeli ise ağır oluyor, kafamı tavana geçirdiğim gibi, dişlerim birbirine sertçe vuruyor. Ancak ne olursa olsun, asla durmuyorum.
Virajı dönerken, ilerde beni endişelendiren bir şey tespit ediyorum: köle avcılarının ait arabanın izleri yoldan ayrılıp, bir araziye doğru devam ediyor. Bu kar fırtınasında yanlış görüyor olabilir miyim diye düşünüyorum, çünkü bu hiç mantıklı değil.
Fakat yaklaştıkça, daha emin oluyorum. Hızımızı ciddi şekilde düşürüyorum.
"Ne yapıyorsun?" diye soruyor Ben.
Bana yavaşlamamı söyleyen altıncı hissimin, izlere yaklaştığımız zaman haklı olduğunu anlıyorum.
Frenlere asıldığımda, şansımıza sadece 110 kilometre ile gidiyorduk. 20 metre kadar kaydıktan sonra nihayetinde duruyoruz.
Tam zamanında. Otoyol, yeryüzünün içine doğru inen devasa bir kriterin dibinde garip bir şekilde sonlanıyor. Eğer durmamış olsaydım, şu an kesin ölmüştük.
Uçurumun kenarından aşağı doğru bakıyorum. Devasa boyutlarındaki bu kraterin yarıçapı en az 100 metre civarında olmalı. Anlaşılan o ki savaş esnasında birileri otoyolun bu kesimine kocaman bir bomba bırakmış olmalı.
Direksiyonu, köle avcılarının izlerine doğru kırıyorum ve önce karlı araziden, ardından dolambaçlı köy yollardan ilerliyorum. Birkaç dakika sonra tekrar otoyola çıkıyoruz. Tekrar hızlanmaya başladığım zaman, 190'a kadar çıkıyorum.
O kadar uzun süre sürüyorum ki sanki dünyanın sonuna gidiyormuşuz gibi geliyor. En az bir 100 kilometre daha gittikten sonra, bu otoyolun daha ne kadar devam edebileceğini merak etmeye başlıyorum. Karlı gökyüzü kararmaya başlıyor, biraz sonra ise etraf alaca karanlığa bürünecek. Hızlanmam gerektiğini hissedip, 200'e çıkıyorum. Riskli olduğunun farkındayım, ama onlara yetişmemim tek yolu bu.
Yolda ilerlerken, ana yollara çıkışları gösteren paslanmış
ama halen yerinde duran eski tabelaların yanından geçiyoruz: Sawmill Bulvarı, Major Deegan Otobanı; 287 numaralı eyaletler arası otobanı; Sprain Bulvarı.... Taconic Bulvarındaki yol ayrımına vardığımızda, oradan Sprain Bulvarı'na, daha sonra da Bronx Nehri Bulvarı'na saparak, köle avcılarının izlerini takip ediyorum. Şehre yaklaşmak üzereyiz, uzun ve harap haldeki bina yığınları, gökyüzünü örtmeye başlıyor. Bronx'a vardık.
Onları bir an önce yakalamam gerektiğini hissettiğim için, hızımızı 210 kilometreye kadar çıkarıyorum. Motorun sesi o kadar gürültülü bir hal alıyor ki, neredeyse bir şey duymanın imkanı yok.
Başka bir virajı döndüğümüzde, kalbim heyecanla atmaya başlıyor: bir buçuk kilometre ötemizde, onları görebiliyorum.
"Bunlar onlar!" diye haykırıyor Ben.
Aramızdaki mesafe kapanırken, nereye gittiklerini görüyorum. Eğri büğrü bir tabelada şu yazıyor, "Willis Bulvarı Köprüsü." Demir kirişlerle destekli, iki şeridin bile anca sığdığı küçük bir köprü. Köprünün girişinde, kaportalarında köle avcılarının oturduğu, üzerlerindeki makinalı tüfeklerin yola çevrildiği birkaç tane Humvee var. Köprünün diğer ucunda ise gene bu şekilde bekleyen daha fazla Humvee bulunuyor.
Gazı köklüyorum, pedalı adeta ayağımın altında eziyorum ve ibre, 210 kilometreyi bile aşıyor. Ön camdan görünen manzara, artık tamamen bir bulanıklıktan ibaret. Fakat onlara yetişemiyoruz, çünkü köle avcılarında son hızda gidiyor.
"Onlar içeriye kadar izleyemeyiz!" diye bağırıyor Ben. "Bunu asla başaramayız!"
Ancak başka şansım yok. Bizden aşağı yukarı yüz metre ilerdeler ve köprüye ulaşmalarına da en az bir o kadar daha var. Onların hakkından köprüde gelemeyeceğimiz çok açık. Elimden gelenin en iyisi yapıyorum, arabamız hız yüzünden sarsılıyor. Bu işin başka bir yolu yok: şehrin içine girmek zorundayız.
Köprüye yaklaşırken, acaba nöbetçilerden biri onlardan olmadığımızı anlar mı diye merak ediyorum. Tek umudum, onlar henüz durumu fark edip, üzerimize ateş açmadan, hızla köprüyü geçebilmek.
Köle avcılarına ait araba, nöbetçilerin yanından son hızda geçerek, köprüde ilerliyor. Biz de peşlerinde, hemen elli metre gerideyiz ve nöbetçiler halen bir şeyden şüphelenmiş değiller. Otuz…yirmi…ve şimdi ise, sadece on metre…
Köprüye son hızla girmek üzereyken, girişte bekleyen nöbetçilerin suratındaki dehşet ifadesini açıkça seçebiliyorum. Artık her şeyin farkındalar.
Makinalı tüfeklerin bize çevrildiğini görüyorum. Üzerinden bir saniye bile geçmeden, silahlar patlıyor.
Kaporta ve ön camdan seken kurşunlar, arabanın her yerine isabet etmeye başladığında, kafamı eğiyorum.
Daha da kötüsü ise yukardan hızla inen bir şey yolumuzu kapatmak üzere. Etrafı sivri uçlarla kaplanmış, demirden bir
kapı. Manhattan'ı olan geçişi engellemek için köprünün üzerine doğru indiriliyor.
O kadar hızlı gidiyorum ki, çarpmadan önce durabilmem imkansız gibi. Hızla inen kapıya birkaç saniye içinde çarparak, parçalara ayrılacağımızı, geç de olsa fark ediyorum.
Kendimi çarpışmaya hazırlıyorum.
O N B İ R
Alçalan kapıya yaklaşırken, iyice koltuğa gömülüyorum. Artık ne geri dönecek, ne de frene asılacak zaman var. Uçlarında keskin çivilerin bulunduğu, ağır ve güçlendirilmiş demir çubuklara sahip bu kapıdan geçebilmenin hiçbir yolu yok. Tek şansımızın, kapı aşağı inmeden önce son hızla altından geçmek olabileceğini düşünüyorum. Gazı dibine kadar köklüyorum, araba sallanmaya, motoru kükremeye başlıyor. Kapıya ulaşmamıza ramak kala, nöbetçiler yolun kenara doğru sıçrıyor, ben de başımıza gelecekler için hazırlanıyorum.
Metalin metali çarparken çıkardığı kulak tırmalayıcı sese, kırılan camların gürültüsü eşlik ediyor. Çıkan sesler, en az kulağımın dibinde patlayan bir bomba kadar sağır edici. Sanki şu arabaları dümdüz olana kadar ezen dev makinalardan biri yanı başımdaymış gibi.
Çarpışmanın etkisiyle delice sarsılan arabanın içinde bir an öleceğimi düşünüyorum. Her tarafta uçuşan camlardan korunmak için elimden geleni yaparken, diğer elimle de direksiyonu düz tutmaya çalışıyorum. Birkaç saniye içinde etraf tekrar sessizleşiyor. Arabanın sağlam bir şekilde ve hiç hız kaybetmeden halen Manhattan'a doğru ilerlediğine inanamıyorum.
Az önce neler yaşandığını anlamaya çalışıyorum. Önce tavana, daha sonra omuzumdan geriye baktığım zaman, demir kapıdan daha hızlı davrandığımızı anlıyorum. Gerçi kapının demir parmaklıkları arabanın tavanına az da olsa ulaşarak, parçalamayı başarmış. Sanki birisi onu ekmeği dilimler gibi dilimlemiş. Ön camın üst kısmını da görüşümü bozacak kadar çatlatmış. Halen sürebilirim, ama bu kolay olmayacak.
Parçalanmış metal ve cam parçaları arabanın her yerindeler. Dondurucu hava hızla içe girerken, kar taneleri de suratıma çarpıyor.
Ben'in halen olayın şokunda ama yara almamış olduğunu görüyorum. Onun da benim gibi son anda eğildiğini görmüştüm, hayatını kurtaran da büyük ihtimalle bu oldu. Geriye baktığımda, nöbetçilerin peşimize takılmak için toplandıklarını görüyorum; fakat demir kapı sonuna kadar kapanmış bir halde ve tekrar yükseltmek için zorlanıyorlarmış gibi bir halleri var. Hem o kadar hızlıyız gidiyoruz ki, aramızdaki mesafeyi çoktan açıldı bile. Umuyorum ki onlar kendilerini toparlayana dek, biz çok uzaklarda olacağız.
Kafamı tekrar yola döndürünce, aşağı yukarı beş yüz metre ilerimizde, hızla Manhattan'a doğru ilerleyen diğer köle avcılarını görüyorum. Artık geri dönülmesi imkansız noktayı aştık. Şu an Manhattan adasında olduğumuza, gerçekten de köprüyü geçtiğimize (büyük ihtimalle bu civardaki kullanılabilir halde olan tek köprü) inanmakta zorlanıyorum. Artık geri dönmemiz imkansız.
Şu ana kadar hep, Bree'yi kurtardığımı ve beraber eve döndüğümüzü kafamda canlandırmıştım. Fakat artık bundan o kadar da emin değilim. Gerçi halen Bree'yi kurtarmaya niyetindeyim, fakat buradan nasıl çıkaracağımdan emin değilim. İçimi yiyen pişmanlık, iyice derinleşiyor. İçimde, bunun geri dönüşü olmayan bir yolculuk olduğuna dair bir his, giderek güçleniyor. Bir intihar görevi. Ancak Bree hayatımdaki en değerli varlık. Eğer onun için ölmem gerekiyorsa, ölürüm.
Ayağımı gene gaza yapıştırıyorum ve 200'ü geçiyoruz. Hız konusunda bizden aşağı kalmayan köle avcılarının niyeti bizden kurtulabilmek. Bizden daha avantajlı oldukları kesin, eğer ters giden bir şeyler olmazsa, onları yakalamamız epey zor olacak. İstikametlerinin neresi olduğunu merak ediyorum. Manhattan epey büyük bir yer, herhangi bir yere gidiyor olabilirler. Ben'i ve kendimi, ormanın derinliklerine doğru ilerleyen Hansel ve Gretel'mişiz gibi hissediyorum.
Köle avcıları, sağa doğru sert bir dönüş yaparak, geniş bir bulvara yöneliyorlar. Yukarı doğru baktığım zaman, "125. Cadde" yazan, paslanmış bir tabela görüyorum. Onları takip
ederken, şehrin diğer tarafına, batıya gittiklerini anlıyorum. Etrafıma şöyle bir bakınca, 125. Cadde'nin kıyamet günü için hazırlanan bir kartpostala epey yakışabileceğini görüyorum: terk edilmiş binalar ve sokağın ortasında rastgele duran hurdaya dönmüş arabalar. Her şey en ufak parçasına kadar yağmalanmış. Talana uğramış bina ve dükkanların artlarında bıraktıkları tek şey, kaldırımların üzerine saçılmış olan cam parçaları. Bombardımanların yanıp kül ettiği binalardan geriye sadece temelleri kalmış. Bazıları ise tamamen yıkılmışlar. Yolda ilerlerken, aniden karşıma çıkan enkazlar yüzünden direksiyonu hızla kırmak zorunda kalıyorum. Etrafta hayat namına bir şey olmadığını söylememe gerek bile yok.
Köle avcıları, üzerinde "Malcolm X Bulvarı" yazan, tepetaklak bir tabelanın olduğu yöne doğru sert bir dönüş yapıyorlar. Tekrar geniş bir sokaktayız ve güneye, Harlem'in tam kalbine doğru ilerliyoruz. Şehrin merkezine. Gittiklerin yerin tam olarak neresi olduğunu merak ediyorum. O kadar hızlı dönüyoruz ki tekerleklerden çıkan acı sesle, yanan plastiğin kokusu parçalanmış tavandan içeri doluyor. Halen karla kaplı sokaklarda kayan arabamızı en az beş metre ilerledikten sonra düzeltmeyi başarıyorum. Virajı köle avcılarından daha hızlı almam, bana birkaç saniye kazandırıyor.
Malcolm X Bulvarı, en az 125. Cadde kadar kötü bir halde: yıkım, her yerde. Fakat burada daha farklı bir şey var: kendi hallerine bırakılmış orduya ait araçlar ve tanklar. Gözüme yan yatmış, hurda halde bir Humvee çarpıyor. Kim bilir burada ne tür bir çarpışma gerçekleşti. Yolunda ortasında ise yıkılmış büyük ve bronz bir heykel var. Önce onun, ardından bir tankın yanından geçerken bir posta kutusuna hızla çarpıyorum. Kutu üstümüzden uçarken, Ben kafasını eğiyor.
Tekrar yola dönüp, gazlıyorum. İyice yaklaştık. Aramızda sadece yüz metre gibi bir mesafe kaldı. Onlar da çukurlardan, yanıp kül olmuş arabalardan ve yolun ortasındaki molozlardan kaçınıyorlar. Bunu her yapışlarında biraz yavaşlamak zorunda kalıyorlar ama onların yaptıklarını birebir takip eden ben, bu sayede hızımı koruyabiliyorum. Mesafe azaldıkça, onları yakalayabileceğime dair inancım artıyor.
Motorun gürültüsünden sesimi zor da olsa Ben'e ulaştırmak için bağırıyorum, "Tekerleklerine ateş et!". Belimden çıkardığımı fazla tabancayı gözlerimi yoldan ayırmadan, Ben'e doğru uzatıp, onu dürtüklüyorum.
Ben'in eline aldığı tabancayı nasıl incelediğine gören biri, onun daha önce hiç silah kullanmamış olduğu hemen anlar. Nasıl paniğe kapıldığını görebiliyorum.
"Aşağı doğru nişan al!" diyorum. "Benzin deposunu vurmamaya çalış!"
"Nişan alma konusunda pek başarılı sayılmam! Kardeşimi vurabilirim. Ya da senin kız kardeşini!" diye bağırarak yanıtlıyor.
"Sadece aşağı doğru nişan al işte!" diye bağırıyorum. "Denememiz lazım. Onları durdurmalıyız!"
Camını açan Ben, yutkunuyor. Ben, camdan dışarı tabancayı doğrulturken arabanın içine muazzam bir gürültü ve soğuk hava doluyor.
Onlara iyice yaklaştığımız zaman, tam da Ben nişan almaya başladığında birden kocaman bir çukura dalıyoruz. Koltuklarımızdan fırlıyoruz ve ben kafamı tavana geçiriyorum. Tabancanın Ben'in elinden kayarak, ardımızda kalan kaldırıma düştüğünü görüyorum. Kalbim sıkışıyor. Tabancayı düşürdüğüne inanamıyorum. İçimi bir öfke kaplıyor.
"Silahımızı kaybettin." diye haykırıyorum.
"Üzgünüm!"diye cevap veriyor. "Sende o çukura girdin!
Neden yola dikkat etmiyorsun?"
"Neden onu iki elinle tutmadın ki? Senin yüzünden tek şansımızı kaybettik!" diye bağırıyorum."
"Durup, almak için dönebiliriz." diyor. "Bunun için zaman yok!" diye kesip atıyorum.
Öfkeden suratım kıpkırmızı oluyor. Artık, Ben'in tamamen işe yaramaz biri olduğunu düşünüp, onu yanıma aldığım için pişmanlık duymaya başlıyorum. Arabayı tamir edişini ve vücut ağırlığının beni köprüde nasıl kurtardığını düşünmeye zorluyorum kendimi. Fakat artık bunları hatırlayabilmek zor geliyor. Şu an ona karşı sadece öfke hissediyorum. Ona herhangi bir konuda güvenebilir miyim, merak ediyorum.
Kılıfından çıkardığım diğer tabancayı da Ben'e uzatıyorum. "Bu benimki." diyorum. "Eğer bunu da düşürürsen, seni arabadan atarım."
Ben tabancayı iki eliyle sıkıca kavrayarak, camdan dışarı uzanıyor ve nişan alıyor.
Fakat köle avcıları, tam da Ben ateş etmek üzereyken birden beliren bir parkın içine doğru dönüp, kayboluyorlar.
Buna inanamıyorum. Tam karşımızda duran Central Park'ın girişinde devrilmiş, dev gibi bir ağaç yatıyor. Köle avcıları bu koca ağacından etrafından hızla dönerek, parka dalıyorlar ve tam ağaca çarpmak üzereyken son anda ben de aynısını yapıyorum. Ben, tekrar arabanın içine giriyor. Şansını kaybetmiş olabilir, ama en azından bu sefer silahı düşürmedi.
Central Park'ın onu hatırladığım haliyle hiçbir alakası yok. Son birkaç yıldır hiç kesilmedikleri için bel hizasına kadar varan otlar, karın içinden yükselerek, etrafa adeta bir orman görüntüsü veriyor. Ağaçlar ise gelişigüzel şekilde etrafa devrilmişler. Banklarda oturan kimse yok. Yana yatmış haldeki heykeller ise ya parçalanmış ya da tamamen devrilmek üzereler. Ayrıca savaşa ait izler de görülebiliyor; yanmış veya devrilmiş haldeki Humvee ve tanklar, parkın her yanına dağılmışlar. Tüm bunların üzerini kaplayan kar ise insana, sanki kış mevsiminin yaşandığı gerçek üstü bir harikalar diyarındaymış gibi hissettiriyor.
Bunların dikkatimi dağıtmasına izin vermeyerek, önümdeki köle avcılarına odaklanmaya çalışıyorum. Parkı baştan aşağı kat eden dolambaçlı ve virajlı servis yolundan ayrılmadıklarına göre, gittikleri yeri çok iyi biliyorlar. Yolda çizdikleri zikzakları, dikkatlice takip ediyorum. Sağımızda, 110. Cadde'nin yakınlarında bir yerlerde, geniş ve boş bir havuzun yanından geçiyoruz. Bundan sonra ise artık üzerinde kayan kimsenin olmadığı bir buz pateni pisti ve onun yağmalanmış ek binasının etrafından dolaşıyoruz.
Bir patikadan farkı olmayan dar bir yola keskin bir dönüş yapıyorlar. Ağaçlarla kaplı bir ormanın içine dalıyoruz. Ağaçlar o kadar sık ki çarpmaktan kıl payı kurtuluyor ve buradaki tepeciklerin üzerinden inip, çıkıyoruz.
Central Park'ın bu kadar ilkel bir hale dönüşebileceğini hayal dahi etmemiştim. Burası pekala herhangi bir yerdeki bir orman olabilir, çünkü ufukta tek bir bina bile gözükmüyor.
Çamura dönmüş karın kapladığı patikada, arabamız yalpalasa dahi onların peşinden ayrılmıyorum. En sonunda bir tepebaşına vardığımız zaman tüm park, olduğu gibi önümüze seriliyor. Tekerlerimiz birkaç saniye yerden kesildikten sonra, büyük bir gürültüyle tekrar yere iniyoruz. Tepeden aşağı inen köle avcılarının tam arkasındayım ve mesafeyi kapatmak üzereyim.
Bir zamanlar beyzbol oynanan devasa sahalardan hızla geçiyoruz. Bunları teker teker geçerek sahanın ortasına varıyoruz. Saha kenarları artık gözükmüyor ya da kar altında kalmış oldukları için bana öyle geliyor. Fakat yedek kulübelerinin yerini gösteren paslanmış zincirleri halen seçebiliyorum. Beyaza bürünmüş bu arazide aracımız devam kayıyor ama peşlerinden ayrılmıyorum. Kesinlikle onlara yaklaştık sayılır, aramızda en fazla 30 metre var. Motorlarının başına bir şey mi geldi,
yoksa özellikle mi yavaşlıyorlar, bilemiyorum. Ne olursa olsun, sonunda elimize bir fırsat geçti.


