Kitabı oku: «Bir Şeref Haykırışı », sayfa 4
Kaslarla kaplı iki adam öne çıktı ve Erec’i şaşırtan bir hızla ikisi birden üstüne atlayıp göğsünden tutmaya çalıştı.
Ama kimse saldırdıklarının farkında değillerdi. Erec ikisinden de hızlıydı; derhâl yana kaydı, adamlardan birinin bileğini kavradı ve adam sırt üstü düşene dek burktu; aynı anda, diğer adamın da boğazını kavradı. Erec öne çıktı ve yerdeki adamın gırtlağını ezerek onu bayılttı; Bunun ardından, öne eğildi ve nefes alamadan boğazını tutmakta olan diğer adama bir kafa atıp onu da bayılttı.
İki adam baygın bir halde yerde yatarken, Erec üstlerinden geçti ve gözleri korkuyla irileşmiş bir halde sandalyesinde titreyen hancıya Doğru gitti.
Erec uzanıp adamı saçlarından yakaladı, başını geriye attı adamın boğazına bir hançer dayadı.
“Bana onun nerede olduğunu söylersen, belki yaşamana izin veririm,” diye kükredi.
Adam kekeledi.
“Söylerim, ama boşa vakit harcıyorsun,” dedi. “Onu bir lorda sattım. Adamın kendi şövalyelerinden oluşan bir birliği ve kalesi var. Çok güçlü bir adam. Oldukça da varlıklı. Her emrini yerine getirecek paralı askerlerden oluşan bir ordusu var. Sarın aldığı her kızı tutar. Onu kurtarman mümkün değil. Geldiğin yere geri dön. O, artık gitti”.
Erec hançeri adamın boğazına biraz daha sıkı dayadı; kan çıkmaya başlayınca, adam cıyakladı.
“Nerede bu lord?” dedi Erec kükrer gibi, sabrını yitirmiş bir halde.
“Kalesi kasabanın batısında. Şehrin Batı kapısından geç ve yol bitene dek kadar ilerle. Orada kaleyi göreceksin. Ama boşa vakit harcıyorsun. Lord onun için çok iyi para ödedi. Değerinden de fazla”.
Erec’in sabrı artık taşmıştı. Hiç duraksamadan, seks tüccarının boğazını kesip öldürdü. Adam cansız bir halde sandalyesine aşağı kayarken, her yere kanlar saçıldı.
Erec cesede ve baygın muhafızlara baktı ve bulunduğu yerden tiksinti. Bu tür bir yer olduğuna inanamadı.
Odada yürümeye ve kadınları birbirine bağlayan ipiler, o kalın sicimleri kesip onları teker teker serbest bırakmaya koyuldu. Birkaçı ayağa fırladığı gibi kapıya yöneldi. Çok geçmeden, odadaki kadınların hepsi serbest kalmıştı ve hep birlikte kapıya koşuyorlardı. Hareket edemeyecek kadar uyuşmuş olanlara diğerleri yardım ediyordu.
“her kimsen, Tanrı seni kutsasın,” dedi kadınlardan biri Erec’e kapıda durarak. “Her nereye gidiyorsan, Tanrı yardımcın olsun”.
Erec minnetle söylenen bu sözleri ve iyi dilekleri takdirle karşıladı, ama gideceği yerde bunlara ihtiyacı olacağını sıkıntıyla düşünmeden edemedi.
ONUNCU BÖLÜM
Şafak söktü ve Illepra’nın kulübesinin ufak pencerelerinden içeri sızarak, Gwendolyn’in kapalı gözlerine vurup onu yavaş yavaş uyandırdı. Mat turuncu renkli olan ilk güneşin şıkları onu okşayarak, neredeyse tamamıyla sessiz şafakta uyandırdı. Gözlerini birkaç ker kırpıştırdı, ilk önce nerede olduğunu anlayamayıp şaşırdı. Sonra, hatırladı:
Godfrey.
Gwen kulübenin zemininde, kardeşinin yatağının yanındaki bir saman öbeğinin üstünde uyuya kalmıştı. Illepra onun yanında uyumuştu ve üçü için de uzun bir gece olmuştu. Godfrey gece boyunca inlemiş, dönüp durmuştu ve Illepra sürekli olarak onunla ilgilenmişti. Gwen elinden geldiğince yardım etmiş, ıslak bezler getirmiş, bunları sıkmış, Godfrey’in alnına yerleştirmiş ve Illepra’ya sürekli olarak istediği şifalı otları ve merhemleri getirmişti. O gece hiç bitmeyecek gibi gelmişti; Godfrey sık sık çığlıklar atmıştı ve Gwen onun öleceğinden emin olmuştu. Godfrey birkaç kere babalarına seslenmişti ve Gwen bunu duyunca ürpermişti. Babasının varlığını, güçlü bir biçimde yanlarında olduğunu hissetmişti. Babasının oğlunun yaşamasını mı, ölmesini mi isteyeceğini bilmiyordu. İlişkileri hep gergin olmuştu.
Gwen de kulübede uyumuştu, çünkü başka nereye gidebileceğini bilemiyordu. Kaleye dönmenin, ağabeyiyle aynı çatı altında olmanın güvenli olmayacağını hissetmişti; orada, Illepra’nın bakımı altında, Akorth’la Fulton’ın dışarıda nöbet tuttuğu yerde güvende hissetmişti. Kimse nerede olduğunu bilmiyordu ve Gwen bunun böyle kalmasını istiyordu. Hem son birkaç gündür Godfrey’i sevmiş, asla tanımadığı kardeşini keşfetmişti; ölüyor olması Gwen’e acı veriyordu.
Gwen apar topar ayağa fırlayıp, kalbi gümbür gümbür atar halde kardeşinin hala hayatta olup olmadığını düşünerek yanına gitti. Bir yanı onun sabah uyandığı takdirde, yaşayacağını söylüyordu; kalmazsa da her şey sona erecekti. Illepra da uyanıp yanına geldi. O da gece bir ara uyuya kalmış olmalıydı; Gwen ona hak vermeden edemedi.
Ufak kulübe ışıkla dolarken, ikisi birlikte Godfrey’in yanına çömeldiler. Gwen elini kardeşinin bileğine koyup onu sarsarken, Illepra uzanıp alnını yokladı. Gözlerini yumup içine bir nefes çekti ve birden Godfrey’in gözleri açılıverdi. Illepra şaşkınlıkla elini geri çekti.
Gwen de şaşırmıştı. Godfrey’in gözlerini açmasını beklemiyordu. Godfrey başını çevirip doğrudan ona baktı.
“Godfrey?” dedi Gwen.
Kardeşi gözlerini kıstı, sonra yumdu ve tekrar açtı; sonra Gwen’i şaşırtarak tek dirseğinin üstüne doğrulup onlara baktı.
“Vakit ne?” diye sordu. “Neredeyim?”
Sesi canlı ve sağlıklı çıkıyordu. Gwen hayatında hiç o kadar rahatlamamıştı. Illepra’yla birlikte suratında kocaman bir gülümseme belirdi.
Gwen öne atılıp kollarını boynuna doladı ve sıkı sıkı sarıldı. Sonra, geri çekildi.
“Hayattasın!” diye bağırdı.
“Tabii ki hayattayım,” dedi Godfrey. “Neden olmayacaktım ki? Bu da kim?” dedi Illepra’ya dönerek.
“Hayatını kurtaran kadın,” dedi Gwen.
“hayatımı kurtaran mı?”
Illepra bakışlarını yere çevirdi.
“Sadece ufak bir yardımım dokundu,” dedi alçak gönüllülükle.
“Bana neler oldu?” diye sordu Godfrey Gwen’e şaşkınlıkla. “Hatırladığım son şey, meyhanede içki içtiğim. Sonra…”
“Zehirlendin,” dedi Illepra. “Çok nadir bulunan, çok güçlü bir zehirle. Buna senelerdir rastlamamıştım. Hayatta olduğun için şanslısın. Hatta bu zehirden kurtulan ilk seni gördüm. Birisi senden gerçekten de korkmuş olmalı”.
Illepra’nın son sözlerini duyan Gwen haklı olduğunu anladı ve hemen babasını düşündü. Güneş pencerelere daha güçlü bir biçimde vururken, babasının onlarla birlikte orada olduğunu hissetti. Babası Godfrey’in yaşamasını istemişti.
“Hak ettin,” dedi Gwen gülümseyerek. “Bana içkiden uzak duracağına söz vermiştin. Bak neler geldi başına”.
Godfrey ona bakıp gülümsedi; Gwen kardeşinin yanaklarına renk geldiğini görünce, derin bir oh çekti. Godfrey geri dönmüştü.
“Hayatımı kurtardın,” dedi Godfrey içtenlikle.
Sonra, Illepra’ya baktı.
“Her ikiniz de kurtardınız,” dedi. “Size bunun karşılığını nasıl öderim bilmiyorum”.
Godfrey Illepra’ya bakarken, Gwen bir şey fark etti. Bakışlarında, minnetten fazla bir şey vardı. Dönüp Illepra’ya bakınca, yanaklarının kızardığını ve yere baktığını gördü. O anda, birbirlerinden hoşlandıklarını anladı.
Illepra hızla arkasını dönüp odanın karşı tarafına gitti; sırtını onlara döndü ve bir iksirle uğraşmaya koyuldu.
Godfrey tekrar Gwen’e döndü.
“Gareth?” dedi birden ciddileşerek.
Gwen başını salladı; neyi sormak istediğini anlamıştı.
“Ölmediğin için şanslısın,” dedi. “Firth öldü”.
“Firth mü?” dedi Godfrey sesini şaşkınlıkla yükselterek. “Ödü mü? Nasıl?”
“Onu darağacına astılar,” dedi Gwen. “Senin de asılacak bir sonraki kişi olman gerekiyordu”.
“Ya sen?” dedi Godfrey.
Gwen omuzlarını silkti.
“Beni evlendirmek üzere planları var. Beni Nevarunlara sattı. Buraya beni almak üzere yolda oldukları açık”.
Godfrey birden öfkeyle doğruldu.
“Buna asla izin vermem!” diye bağırdı.
“Ben de öyle,” dedi Gwen. “Bir yolunu bulacağım”.
“Ama Firth olmadan, elimizde hiç kanıt yok,” dedi Godfrey. “Onu alt edemeyiz. Gareth özgür kalacak”.
“Bir yolunu bulacağız,” dedi Gwen. “Bir yolunu…”
Aniden, kapı açılınca kulübe ışığa boğuldu ve Akorth’la Fulton içeri girdi.
“Leydim…” diyecek oldu Akorth, sonra Godfrey’i görünce ona baktı.
“Seni hergele!” diye bağırdı Akorth neşeyle Godfrey’e. “Biliyordum! Hayatta her şeyden sıyrıldın… Ölümden de sıyrılacağını biliyordum!”
“Hiçbir içkinin seni mezara götürmeyeceğini biliyordum!” dedi Fulton.
Akorth ve Fulton yanına koştular; Godfrey yataktan fırladı ve üç arkadaş birbirlerine sarıldılar.
Sonra, Akorth ciddi bir ifadeyle Gwen’e döndü.
“Leydim, Sizi rahatsız ettiğim için özrü dilerim, ama ufukta bir birlik gördük. Şu anda buraya doğru geliyorlar”.
Gwen telaşla ona baktı, sonra diğerleri peşinde dışarı koştu ve başını eğip gözlerini kısarak güçlü günışığına baktı.
Grup dışarı durdu ve Gwen ufka bakıp ufak bir Gümüş birliğinin kulübeye Doğru gelişini izledi. Yarım düzine kadar adam son sürat atlarıyla ilerliyordu ve onlara varabilmek için hızla geldikleri belliydi.
Godfrey kılıcını çekmek için elini aşağı götürdü, ama Gwen ona sakinleştirmek istermiş gibi bileğini tutu.
“Bunlar Gareth’ın adamları değil, Kendrick’in adamları. Barış içinde geldiklerine eminim”.
Askerler onlara bardılar ve hiç beklemeden atlarından inip Gwendolyn’in önünde diz çöktüler.
“Leydim,” dedi birliğe öncülük eden asker. “Size harika haberler getirdik. McCloudları püskürttük! Kardeşiniz Kendrick güvende ve size bir mesaj iletmemiz istedi. Thor gayet iyi”.
Gwen bu haberi duyunca, büyük bir minnetle ve rahatlama hissiyle gözyaşlarına boğulup öne çıktı; Godfrey’e sarıldı, o da ona aynı şekilde karşılık verdi. Hayatı içine geri dönmüş gibi hissetti.
“Hepsi bugün dönecekler,” dedi haberci. “Kraliyet Sarayı’nda büyük bir kutlama düzenlenecek!”
“Gerçekten de harika bir haber!” diye bağırdı Gwen.
“Leydim,” dedi kalın sesli bir başkası. Gwen kimin konuştuğuna bakınca, aslıdan bir lord olan, batıya özgü parlak kırmızı giysili, genliğinden beri tanıdığı tanınmış savaşçılardan Sorg’u gördü. Bu savaşçı babasına yakın birisiydi. Sorg onun önünde diz çökünce, Gwen utandı.
“Lütfen, efendim,” dedi. “Önümde diz çökmeyin”.
Sorg tanımmış bir adamdı, emir altında binlerce askeri olan güçlü bir lorddu ve Silesia isimli, Batı’nın muhafazalı, sıra dışı, Kanyon’un kenarındaki bir yamaca inşa edilmiş olan kendi şehrini yönetiyordu. Şehir neredeyse aşılması mümkün olmayan bir yerdi. Babasının güvendiği birkaç kişiden biriydi.
“Buraya bu adamlarla birlikte geldim, çünkü Kraliyet Sarayı’nda büyük değişimlerin meydana geldiğini duydum,” dedi imalı bir ifadeyle. “Taht güvende değil. Yeni, ama kararlı, gerçek bir hükümdarın tahta çıkması gerek. Babanızın sizin tahta geçmenizi istediğini düoydum. O, benim için bir kardeş gibiydi ve sözü benim için bir görev demektir. İsteği buysa, benim isteğimdir. Size şunu söylemek için geldim: Tahta geçerseniz, adamlarım size bağlılık yemini edecek. Size derhal harekete geçmenizi öneririm. Bugünü olaylar Kraliyet Sarayı’nın yeni bir hükümdara ihtiyacı olduğunu gösterdi”.
Gwen şaşkınlıkla kalakalmış, ne diyeceğini bile bilemiyordu. Çok büyük bir şeref ve gurur duymuştu, ama bir yandan da ne diyeceğini bilemeyeceği kadar şaşırmıştı.
“Teşekkür ederim, efendim,” dedi. “Sözlerinize ve teklifinize minnettarım. Bunu dikkatle düşüneceğim. Şimdilik, sadece ağabeyimi… ve Thor’u karşılamak istiyorum”.
Sorg başını salladı ve ufukta bir borazan öttü. Gwen başını kaldırdı ve bir toz bulutunu oluştuğunu gördü: Büyük bir ordu geliyordu. Güneşten korumak için elini gözlerine siper etti ve yüreği kabardı. Oradan bile kimin geldiğini hissedebiliyordu. Kralın adamları, yani Gümüş askerleri geliyordu.
En başta da atının üstünde ilerleyen Thor vardı.
ON BİRİNCİ BÖLÜM
Thor orduyla, tek bir beden gibi Kraliyet Sarayı’na geri dönen binlerce askerle birlikte ilerliyordu ve büyük bir zafer kazandığını hissediyordu. Yine de, neler olup bittiğini hala idrak edememişti. Yaptığı şeylerden, savaşta her şey çok kötü giderken korkuya teslim olmayışından, orada kalıp o savaşçılarla yüzleşmesinden gurur duyuyordu. Hayatta kaldığı içinse çok şaşkındı.
Savaşın tamamı bir rüya gibiydi ve güçlerini kullanabildiği için büyük bir minnet hissediyordu; ama bir yandan da şaşkındı, çünkü güçleri her zaman işe yaramıyordu. Bunların ne olduğunu, daha da kötüsü nereden geldiğini, ya da nasıl kullanacağını bilemiyordu. Artık insanı becerilerine güvenmeyi öğrenmesi gerektiğini de daha iyi anlıyordu… Ya da olabileceği en iyi dövüşçü ve en iyi savaşçı olması gerektiğini. En iyi savaşçı olabilmek için de her iki yanına da ihtiyaç duyduğunu anlamaya başlamıştı: Hem savaşçı, hem de büyücü olmalıydı. Olduğu şeye büyücü denebilirse tabii.
Bütün gece Kraliyet Sarayı'na varabilmek için yol almışlardı ve Thor yorgunluktan bitkin haldeydi, ama bir yandan da coşkuluydu. İlk güneş ufukta yükseliyordu ve karşısında engin gökyüzünün her yeri sarılı pembeli tonlara bürünmüştü. Thor dünyayı ilk kez görüyormuş gibi hissetti. Hayatında hiç o kadar canlı hissetmemişti. Etrafı arkadaşlarıyla, Reece, O’Connor, Elden ve ikizlerle, Kendrick, Kolk ve Brom’la ve Lejyon’un, Gümüş’ün ve kralın ordusunun üyeleriyle sarılıydı. Ama bu adamların kenarından ilerlemek yerine, artık ortalarındaydı ve onlar etrafını sarmışlardı. Gerçekten de, herkes savaştan beri ona farklı bir gözle bakıyordu. Artık sadece arkadaşları olan Lejyon üyelerinin değil, gerçek, yetişkin savaşçılarından bakışlarında da hayranlık ifadesi görüyordu. McCloud ordusunun tamamıyla karşı tek başına direnmişti ve savaşın gidişatını değiştirmişti.
Thor Lejyon’daki kardeşlerinin hiçbirini yüz üstü bırakmadığı için son derece mutluydu. Arkadaşlarının birçoğunun yaralanmadan kurtulduğuna seviniyor, savaşta ölenler içinse vicdan azabı hissediyordu. Onları tanımıyordu, ama keşke onları da kurtarabilmiş olsaydı diye düşünüyordu. Kanlı, vahşi bir savaş olmuştu ve Thor atıyla ilerlerken bile ne zaman gözlerini kırpsa zihninde savaş anları, çeşitli silahlar ve ona saldıran savaşçılar canlanıyordu. McCloudlar vahşi insanlardı ve şansı yaver gitmişti. Tekrar karşılaşacak olurlarsa, öyle olup olmayacağını kimse bilemezdi. O güçleri yeniden kullanıp kullanamayacağını da öyle. Bu güçlerin geri gelip gelmeyeceğini bilmiyordu. Yanıtlara ihtiyacı vardı. Annesini bulmalıydı. Gerçekten kim olduğunu öğrenmeliydi. Argon’u bulmalıydı.
Krohn ardında kişnedi ve Thor geriye uzanıp saçlarını okşayınca Krohn avucunu yaladı. Thor ona bir şey olmadığı için rahatlamıştı. Onu savaş alanına götürmüş, atının arkasına asmıştı. Krohn yürüyebiliyor gibiydi, ama Thor onu o uzun yolculuktan sonra dinlenmesini ve iyileşmesini istiyordu. Krohn’un aldığı darbeler kötüydü ve Thor onun bir kaburgasını kırmış olabileceğini düşünüyordu. Thor defalarca hayatını kurtarmış, ona bir hayvandan ziyade bir kardeş gibi gelen Krohn’a ne kadar minnettar olduğunu gösteremediğini düşünüyordu.
Bir tepeye çıkıp da uçsuz bucaksız krallığı gördüklerinde, düzinelerce kulesi ve çan kulesi, eski taş duvarları ve devasa açılır kapanır köprüsü, kemerli kapıları olan muhteşem Kraliyet Sarayı şehrini de gördüler. Şehrin yüzlerce askeri korkuluk duvarlarında ve sokaklarda nöbet tutarken, şehrin tepelikli kırlık alanı etrafını çevreliyordu. Kraliyet Kalesi tabii ki şehrin t am ortasındaydı. Thor’un aklına hemen Gwen geldi. Ona savaşta cesaret vermiş, hayatta kalmak için bir neden ve amaç bahşetmişti. Orada tuzağa düştüğünü, kapana kısıldığını anlayan Thor Gwen’in kaderi için de korkmuştu. Onun geride iyi olduğunu, onu hangi hain güçler o duruma düşürdüyse Gwen’in bunlardan etkilenmediğini ummuştu.
Thor uzaktan tezahürat sesleri duydu, ışıkta bir şeyin parladığını fark etti ve tepeye gözlerini kısarak baktığında, ufukta Kraliyet Sarayı’nın önünde, yolların kenarında ellerinde bayraklar sallayan büyük bir kalabalığın oluşmaya başladığını gördü. İnsanlar akın akın onları karşılamak için geliyorlardı. Hayatında ilk kez kendisini bir yabancı gibi hissetmedi.
“O borazanlar senin için çalıyor,” dedi yanında atıyla ilerleyen Reece; sırtına vurdu ve ona yeni bir saygıyla baktı. “Bu savaşın şampiyonu sensin. Artık halkın kahramanı oldun”.
“Düşünsene, aramızdan biri, sıradan bir Lejyon askeri tüm McCloud Ordusu’nu püskürtü,” dedi O’Connor gururla”.
“Tüm Lejyon’u onurlandırdın,” dedi Elden. “Artık hepimizi daha ciddiye almak zorunda kalacaklar”.
“Hepimizin hayatını kurtardığını da unutmamak gerek,” dedi Conval.
Thor gururla omuzlarını silkti, ama tüm bu sözlerin onu şımartmasına da izin vermedi. İnsan olduğunu, tıpkı onlar gibi narin ve savunmasız olduğunu biliyordu. Savaş rüzgârı her iki yöne de gitmiş olabilirdi.
“Sadece bana öğretilenleri yaptım,” dedi Thor. “Hepimize öğretilen şeyleri yaptım. Kimseden daha iyi değilim. Bugün şanslıydım, o kadar”.
“Bana kalırsa, bu şanstan daha fazlası,” dedi Reece.
Hepsi atlarını yavaşlatarak Kraliyet Sarayı’na giden ana yolda ilerlemeye devam etti; onlar yaklaşırken, yol kırlık alandan akın akın gelen, tezahürat eden, MacGillerin koyu mavi ve sarı bayraklarını sallayan insanlarla dolmaya başladı. Thor bunun gerçek bir geçit törenine döndüğünü fark etti. Tüm halk zaferi kutlamak için gelmişti ve Thor suratlarındaki rahatlama ve neşe ifadesini görebiliyordu. Nedenini de anlayabiliyordu: McCloud ordusu biraz daha yaklaşmış olsaydı, tüm bunları yok edebilirdi.
Thor kalabalığın arasından diğerleriyle birlikte aylarının toynakları yere çarpa çarpa ahşap açılır kapanır köprüden geçti. Hava kararırken, kemerli taş kapının oradaki altgeçitten geçtiler; sonra onları sevinçle karşılayan kalabalığın bulunduğu diğer tarafa, yani Kraliyet Sarayı’na çıktılar. İnsanlar bayraklar sallıyor ve mumlar fırlatıyordu; bir grup müzisyen zillerle davullarla müzik çalmaya başlayınca, insanlar sokaklarda dans etmeye koyuldular.
Artık kalabalığın arasından atla geçmek zorlaşınca, Thor da diğerleri gibi atından indi ve uzanıp Krohn’u attan indirdi. Krohn’un önce topallayışını, sonra düzgünce yürüyüşünü dikkatle izledi; o an için yürüyebiliyor gibiydi ve Thor buna rahatlamıştı. Krohn dönüp birkaç kere avcunu yaladı.
Hep birlikte Kraliyet Meydanı’ndan geçerlerken, Thor’a dört bir yandan tanımadığı insanlar sarıldı.
“Bizi kurtardın!” diye bağırdı yaşlıca bir adam. “Krallığımızı özgür kıldın!”
Thor yanıt vermek istedi, ama bunu yapamadı; sesi etraflarındaki tezahürat yapan ve bağıran insanlar ve yükselen müzik yüzünden duyulmadı. Çok geçmeden, alana yuvarlanarak bira varilleri getirildi ve insanlar içmeye, şarkılar söylemeye ve gülmeye başladılar.
Ama Thor’un aklında tek bir şey vardı: Gwendolyn. Onu görmesi gerekiyordu. Etrafındaki suratlara baktı, orada olacağından emin olduğu Gwendolyn’i bulmaya çalıştı, ama onu bulamayınca hayal kırıklığına uğradı.
Derken, birisinin omzuna vurduğunu hissetti.
“Aradığın kadın şu yönde sanırım,” dedi Reece onu döndürüp aksi yönü işaret ederek.
Thor o yöne bakınca, gözleri parıldadı. Suratında kocaman, rahatladığını belli eden bir gülümsemeyle ve adeta bütün gece uyumamış gibi gözüken Gwendolyn hızla yürüyor, yanına gelmeye çalışıyordu.
Hatırladığında da güzel gözüküyordu; Gwendolyn hızla ilerledi ve doğrudan Thor’un kollarına atıldı. Zıplayıp ona sarılınca, Thor da ona sıkı sıkı sarıldı ve kalabalığın arasında döndürdü. Gwendolyn ona sıkı sıkı tutunmuş bırakmıyordu ve Thor onun gözyaşlarının ensesinden aktığını hissedebiliyordu. Sevgisini hissediyor, o da ona aynı sevgiyi yolladığını biliyordu.
“Tanrı’ya şükürler olsun ki hayattasın,” dedi Gwendolyn büyük bir mutlulukla.
“Senden başka hiçbir şey düşünmedim,” dedi Thor onu sıkı sıkı tutarken. Gwendolyn kollarındayken, dünyadaki her şey ona bir kez daha Doğru geldi.
Onu ağır ağır bıraktı, Gwendolyn ona bakınca da öpüştüler. İnsanlar etraflarında dönüp dururken, uzunca bir sure öpüşmeye devam ettiler.
“Gwendolyn!” diye bağırdı Reece neşeyle.
Gwendolyn dönüp ona da sarıldı; derken, Godfrey öne çıkıp Thor’a, sonra da kardeşi Reece’e sarıldı. Büyük bir aile kavuşması yaşanıyordu ve Thor bir şekilde tüm bu insanlar çoktan ailesi olmuş gibi bunun bir parçası olduğunu hissediyordu. Onları birleştiren şey MacGil’e duydukları sevgi ve Gareth’a karşı hissettikleri nefretti.
Krohn aralarına gelip Gwendolyn’in üstüne atladı. Suratını yalamaya başlayınca, Gwendolyn kahkahalarla başını geriye attı.
“Her gün daha da irileşiyorsun!” dedi Gwendolyn. “Thor’u koruduğun için sana nasıl teşekkür edebilirim?”
Krohn tekrar tekrar üstüne atladı; ta ki Gwendolyn gülerek, başını okşayarak onu sakinleştirene dek.
“Haydi, gidelim buradan,” dedi Gwen Thor’a; dört bir yandan etraflarını saran insanların arasında kalmışlardı. Uzanıp elini tuttu.
Thor da onun elini tutu ve tam gideceklerdi ki, birkaç Gümüş savaşçısı arkadan gelip Thor’u kaptıkları gibi havaya kaldırdılar ve omuzlarına aldılar. Thor havaya yükselirken, kalabalık bir ağızdan haykırdı:
“THORGRIN!” diye bağırdılar.
Thor’u döndürürlerken, eline bir içki bardağı tutuşturuldu. Başını geriye atıp bunu içtiğinde, kalabalık çılgına döndü.
Thor’u apar topar yere koydular ve kalabalık onu kucaklamak için üstüne atılınca, Thor sendeleyip güldü.
“Şimdi zafer ziyafetine gidiyoruz,” dedi Thor’un tanımadığı, sırtına iri eliyle vuran bir Gümüş savaşçısı. “Bu, sadece savaşçılara verilen bir ziyafettir. Erkekler için. Sen de bize katılacaksın. Masada senin için bir yer ayrılacak. Sizler ve diğerleri için de,” dedi savaşçı Reece’e, O’Connor’a ve Thor’un arkadaşlarına. “Artık erkeksiniz. Bize katılacaksınız”.
Hepsi Gümüş askerleri tarafından tutulup götürülürken, kalabalıktan büyük bir tezahürat yükseldi; Thor son anda kurtulup Gwen’e döndü. Onu orada bırakacağı için suçluluk hissetmişti ve onu hayal kırıklığına uğratmak istemiyordu.
“Onlarla git,” dedi Gwen samimiyetle. “Gitmen önemli. Kardeşlerinle ziyafete katıl. Onlarla kutlama yap. Gümüş askerleri arasında bu bir gelenektir. Bunu kaçıramazsın. Gecenin ilerleyen vakitlerinde, benimle Silahlar Salonu'nun arka kapısında buluş. O zaman birlikte olabiliriz”.
Thor eğilip onu son bir kez daha öptü ve asker dostları tarafından çekiştirilene dek de öpmeye devam etti.
“Seni seviyorum,” dedi Gwen.
“Ben de seni seviyorum,” dedi Thor bunu Gwen’in bilemeyeceği kadar yürekten söyleyerek.
Dostları onu çekiştirirken, büyük bir sevgiyle dolu o güzel gözlere bakarken, düşünebildiği tek şey Gwen’i sonsuza dek kendisinin yapmaktı. O an bunun için doğru zaman değildi, ama yakında, dedi içinden.
Hatta belki bu gece.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.