Kitabı oku: «Bulunmuş », sayfa 2
Eğildi ve Ruth’u uzaklaştırmaya çalıştı.
“Hadi gidelim Ruth,” dedi, döndü ve yürümeye başladı.
Oğlan “Hey, kız, seninle konuşuyorum!” diye bağırdı.
Scarlet uzaklaşırken omzunun üzerinden kafasını çevirdi ve beşinin de taşın üzerinden yere atlayarak arkasından gelmeye başladıklarını gördü.
Scarlet yeniden dar sokaklara doğru aceleyle koşturdu, bu oğlanlarla kendi arasını olabildiğince açmaya çalıştı. Romalı askerle karşılaşması aklına geldi ve bir an, durup kendini savunup savunamayacağını düşündü.
Fakat kavga etmek istemiyordu. Ne kimseye zarar vermek ne de risk almak istiyordu. Tek istediği anneciğini ve babacığını bulmaktı.
Scarlet kimsenin olmadığı bir dar sokağa döndü. Geriye baktı ve saniyeler içinde o oğlan grubunun hala arkasında olduklarını gördü. Çok uzakta değillerdi ve giderek hızlanıyorlardı. Çok hızlılardı. Köpekleri de onlarla birlikte koşuyordu ve Scarlet kısa bir süre içinde ona yetişebileceklerini anladı. İzini kaybettirmek için iyi bir hamle yapmalıydı.
Scarlet bir çıkış yolu bulmayı umarak başka bir köşeyi döndü. Ama döndüğü gibi kalbi duracak gibi oldu.
Bu bir çıkmaz sokaktı.
Scarlet yavaşça döndü, Ruth’la birlikte oğlanlarla yüz yüze geldi. Şimdi aralarında en fazla üç metre vardı. Scarlet’e doğru yaklaşırlarken yavaşladılar, o anın tadını çıkarırcasına acele etmeden yürüdüler. Yüzlerindeki acımasız gülümsemelerle kahkahalar atıp ona bakıyorlardı.
Oğlan “Şansın tükenmiş gibi görünüyor, küçük kız,” dedi.
Scarlet de aynı şeyi düşünüyordu.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Sam çok şiddetli bir baş ağrısıyla uyandı. İki elini başına götürdü ve başını tutarak acının dinmesi için uğraştı. Ama dineceği yoktu. Sanki bütün dünya kafatasına saldırıyordu.
Sam nerede olduğunu anlamak için gözlerini açmaya çalıştı ama bunu yapınca acı katlanılmaz hale geldi. Çöldeki kayalardan yansıyan kör edici güneş onu gözlerini kaçırmaya ve başını önüne eğmeye zorluyordu. Sam cenin pozisyonunda kıvrıldı ve acının dinmesine uğraşarak kafasını elleriyle daha da sıkı tuttu.
Şimdi de zihnine anılar üşüşmeye başlamıştı.
Önce Polly’i anımsadı.
Caitlin’in düğün gecesini hatırladı. O gece Polly’e evlenme teklifi etmişti. Polly’nin evet demesini düşündü. Polly’nin yüzündeki sevinci.
Ardından ertesi günü hatırladı. Ava çıkmasını. Birlikte geçirecekleri gecenin beklentisi içinde ormanda yol almasını.
Polly’i bulmasını hatırladı. Kumsalda. Ölürken. Ona bebekleri olacağını söylerken.
Bir keder dalgası hızla geri gelip tüm bedenini sardı. Bu dayanabileceğinden fazlaydı. Kafasında durduramadığı korkunç bir kâbusun tekrar tekrar görünmesi gibiydi. Uğrunda yaşamak istediği her şeyin kendinden bir anda kopartılıp alındığını hissetti. Polly. Bebek. Bildiği, alıştığı hayat.
O anda ölmüş olmayı istedi.
Ardından intikamını hatırladı. Öfkesini. Kyle’ı öldürmesini.
Ve her şeyin değiştiği o anı hatırladı. Kyle’ın ruhunun içine girmesini anımsadı. O tarif edilemez öfke hissini, başka birinin ruhunun, canının ve enerjisinin kendini istila etmesini ve bütün benliğini ele geçirmesini hatırladı. O anda Sam kendi öz benliğini yitirmişti. İşte o anda başka biri oluvermişti.
Sam gözlerini tamamen açtı ve gözlerinin açık kırmızı renkte parladığını sezdi. Artık o gözlerin kendi gözleri olmadığını anlamıştı. Şimdi bunların Kyle’ın gözleri olduğunu biliyordu.
Sam, Kyle’ın kinini hissetti, onun gücünün içinde akmakta olduğunu, bedeninin her bir köşesine, ayak parmaklarından bacaklarına ve oradan da kollarına ve başına doğru yayıldığını duyumsadı. Kyle’ın her şeyi yok etmeye karşı duyduğu ihtiyacın yaşayan bir şeymiş gibi, vücuduna yapışmış ve asla çıkaramayacağı bir şeymiş gibi her bir hücresinde attığını hissetti. Artık kendini kontrol edemediğini hissediyordu. Bir yanı eski Sam’i, kim olduğunu özlüyordu. Ama diğer yanı bir daha asla eski Sam olamayacağını biliyordu.
Sam bir tıslama, bir tıkırtı sesi duydu ve gözlerini açtı. Yüzükoyun, çölde taşların üzerinde dümdüz bir şekilde uzanıyordu ve kafasını biraz çevirip baktığında sadece birkaç santim ötede bir çıngıraklı yılanın kendisine tısladığını gördü. Çıngıraklı yılanın gözleri doğruca Sam’inkilerin içine bakıyordu, Sam’de kendinde olan benzer bir enerjiyi sezmiş, sanki bir arkadaşla konuşuyor gibiydi. Sam, yılanın öfkesinin kendisininkiyle uyumlu olduğunu ve yılanın saldırıya geçmek üzere olduğunu sezebiliyordu.
Ama Sam korkmuyordu. Aksine— kendini, yalnızca yılanınkiyle eş değer değil aksine onunkinden daha da büyük bir öfkeyle dolu halde buldu. Ve refleksleri de öfkesiyle aynı şekilde hareket ediyordu.
Yılanın saldırıya geçmek için hızlandığı yarım saniye içinde Sam ondan önce davrandı: kendi çıplak eliyle uzandı, yılanı tam havada boğazından yakaladı ve kendi yüzünü ısırmasına çok az kala onu durdurdu. Sam yılanın gözlerini kendisininkine doğru tuttu, ona o kadar yakından baktı ki neredeyse nefesini koklayabiliyordu, yılanın o uzun dişleri sadece birkaç santim ötedeydi ve Sam’in boğazını delip geçmek için can atıyordu.
Ama Sam onu alt etti. Yılanın avucunun içindeki boğazını gittikçe daha da sert sıktı ve yavaşça içinde akmakta olan hayatı soğurdu. Yılan ellerinin arasında gevşedi ve boynu ezilerek öldü.
Daha sonra arkaya yaslandı ve yılanı kumların üzerine fırlattı.
Sam ayağa fırladı ve çevresine göz gezdirdi. Her yanı çamur ve taşlarla kaplıydı— önünde ise uçsuz bucaksız bir çöl yer alıyordu. Döndü ve gözüne iki şey çarptı: birincisi, bir grup küçük çocuktu, hepsi paçavralar içindeydi ve meraklı gözlerle ona bakıyorlardı. Sam onlara doğru hızla döndüğünde, vahşi bir hayvanın mezarından kalktığını görmüş gibi dağıldılar ve aceleyle geriye doğru kaçıştılar. Sam, Kyle’ın öfkesinin bir kez daha içini sardığını ve bu çocukların hepsini öldürmek istediğini hissetti.
Fakat gözüne çarpan ikinci şey dikkatini oraya vermesine neden oldu. Bu bir şehir duvarıydı. Devasa taş bir duvardı, yukarıya doğru yüzlerce metre uzuyor ve sanki sonsuza doğru gidiyordu. İşte tam o an Sam antik bir şehrin dışında bir yerde uyanmış olduğunun farkına vardı. Önünde kocaman, kemerli bir kapı vardı, ilkel giysiler içinde düzinelerce insan o kapıdan girip çıkıyorlardı. Roma zamanında gibi görünüyorlardı, basit kaftanlar ya da tunikler giymişlerdi. Kapıdan girip çıkan bir sürü de çiftlik hayvanı vardı ve Sam çoktan şehrin duvarlarının arkasındaki kalabalığın yaydığı sıcaklığı ve sesi hissedebiliyordu.
Sam kapıya doğru birkaç adım attı ve bunu yaptığı gibi çocuklar bir canavardan kaçıyorlarmış gibi dört bir yana dağıldılar. Sam ne kadar korkunç göründüğünü merak etti. Ama bu çok da umurunda değildi. Neden buraya inmiş olduğunu anlamak için şehre girme ihtiyacı duydu. Ama eski Sam’in aksine şehri keşfetme ihtiyacı hissetmedi: bunun aksine onu yok etme, en ufak parçalarına ayırma ihtiyacı duydu.
Bir yanı bu hisleri üzerinden atmak, eski Sam’i geri getirmek istedi. Kendini onu geri getirebilecek bir şeyler düşünmeye zorladı. Kız kardeşi Caitlin’i düşünmek için çabaladı. Ama her şey çok belirsizdi; ne kadar uğraşırsa uğraşsın artık onun yüzünü gerçekten gözlerinin önüne getiremiyordu. Caitlin için duyduğu hisleri, ortak görevlerini, babasını zihnine çağırmaya çalıştı. Derinlerde bir yerde hala ona önem verdiğini, hala ona yardım etmek istediğini biliyordu.
Fakat içindeki bu küçük iyi kısma yeni, kötü tarafı kısa sürede baskın geldi. Sam artık kendini pek tanıyamıyordu. Ve yeni Sam, onu bu düşündüklerine bir son vermeye ve doğruca şehrin içine doğru devam etmeye zorluyordu.
Sam yolundaki insanları dirsekleriyle iki yana iterek şehrin kapılarına doğru büyük adımlarla yürümeye başladı. Kafasının üzerinde bir sepeti dengede tutmaya çalışan yaşlı bir kadın ona çok yakınlaştı ve Sam onun omzuna ağır bir şekilde çarparak kadını havaya uçurdu ve sepetini düşürerek meyvelerinin dört bir yana saçılmasına neden oldu.
Bir adam “Hey!” diye bağırdı. “Ne yaptığına bir bak! Ondan özür dile hemen!”
Adam hızla Sam’e doğru yürüdü ve aptalca uzanıp Sam’in kabanını tuttu. Adam, bunun tanımadığı, siyah, deri ve vücuda yapışan bir kaban olduğunun farkına varmalıydı. Sam’in giysisinin başka bir yüzyıldan olduğunu ve Sam’in bulaşmak isteyeceği son kişi olduğunu anlamalıydı.
Sam, adamın eline bir böcekmiş gibi tiksinerek baktı, sonra ileri atılıp adamın bileğini kavradı ve yüz adam gücüyle onu ters çevirdi. Sam, bileğini çevirmeye devam ederken adamın gözleri korku ve acı içinde sonuna kadar açıldı. Sonunda adam yan tarafa döndü ve dizlerinin üzerine yıkıldı. Sam ise korkunç bir çatırdama sesi duyana kadar adamın bileğini çevirmeye devam etti ve kolu kırılan adam çığlıklar içinde kaldı.
Sam geri çekildi ve adamın yüzüne sert bir tekme savurarak onu bilinçsiz bir şekilde yere serip işini bitirdi.
Oradan geçen küçük bir grup olanları izledi ve Sam yürümeye devam ederken bütün yolu ona verdiler. Hiç kimse yanına yaklaşmaya istekli görünmüyordu.
Sam ilerde insanların yarattığı izdihama doğru yürümeye devam etti ve kısa süre sonra etrafını yeni bir kalabalık sardı. Şehri dolduran ve sonu gelmek bilmeyen insan seline karıştı. Hangi yöne gideceği konusunda emin değildi ama yeni arzuların kendine baskın çıkmaya çalıştığını hissediyordu. Beslenme arzusunun içini kemirdiğini hissetti. Canı kan istiyordu. Yeni bir kurban.
Sam bu hislerin kendini ele geçirmesine izin verdi ve hislerinin kendisini daha önceden bir şekilde belirlenmiş dar bir sokağa doğru götürdüğünü hissetti. Sam o yola doğru döndüğünde yol daha da daraldı, karardı ve yukarıya doğru yükseldi; şehrin geri kalanından tecrit edilmiş gibiydi. Buranın şehrin köhne bir yeri olduğu belliydi ve Sam ilerledikçe burada kalabalık daha da kaba bir hal aldı.
Sokakları dilenciler, sarhoşlar ve fahişeler doldurmuştu. Sam sendeleyen birçok işe yaramaz, şişman, tıraşsız ve dişsiz adamla dirsek dirseğe geldi. Sam özellikle ileriye doğru uzanıyor onlara sert bir şekilde omuz atıyor ve her birini dört bir yana fırlatıyordu. Akıllı bir şekilde hiçbiri durup Sam’e meydan okumuyordu, sadece öfkeli bir şekilde “Hey!” diye bağırıyorlardı.
Sam yürümeye devam etti ve sonunda kendini küçük bir meydanda buldu. Orada, ortada arkaları Sam’e dönük bağrışan bir düzine adamdan oluşan bir halka vardı. Sam neye bağrıştıklarını görmek için kendine yol açarak oraya doğru yürüdü.
Halkanın ortasında, birbirlerini paramparça etmekte olan, her yanları kana bulanmış iki horoz vardı. Sam etrafa göz gezdirdi ve adamların elden ele geçirdikleri paralarla birbirleriyle bahse tutuşmakta olduklarını gördü. Horoz dövüşü. Dünyadaki en eski spor. Yüzyıllar geçmiş, ama aslında hiçbir şey değişmemişti.
Sam artık canına yettiğini hissetti. Gittikçe huzursuzlanmaya başlıyor ve bir kargaşa çıkarma ihtiyacı hissediyordu. Horoz dövüşü yapılan ringin ortasına, doğrudan o iki horoza doğru yürüdü. Oraya doğru yaklaştıkça kalabalık öfkeli bir bağırtı kopardı.
Sam onlara aldırmadı. Aksine uzandı, horozlardan birini boynundan yakalayıp yukarı kaldırdı ve başının üzerinde döndürdü. Bir çatırdama sesi geldi ve Sam elindeki horozun kendini bıraktığını hissetti, boynu kırılmıştı.
Sam uzadıklarını hissettiği dişlerini horozun karnına geçirdi ve açlıktan çıkmış gibi horozun kanını içine çekti. Kan dışarı taştı, Sam’in yüzüne bulandı ve yanaklarından aşağıya aktı. Sonunda, Sam tatmin olmamış bir halde horozu yere fırlattı. Diğer horoz olabildiğince hızlı kaçıyordu.
Şaşkınlık içindeki kalabalık Sam’e bakakalmıştı. Ama bunlar zalim, kaba tiplerdendi, kolayca uzaklaşabileceği insanlardan değildi. Kalabalıktakiler kaşlarını çatarak kavgaya hazırlandılar.
İçlerinden biri “Bütün eğlencemizi mahvettin,” diye atıldı.
Bir diğeri “Bedelini ödeyeceksin!” diye bağırdı.
Birçok iri yarı adam küçük hançerlerini çekip Sam’e doğrultarak üzerine saldırdılar.
Sam hiç yerinden kıpırdamadı. Bütün bunları ağır çekimde gerçekleşiyormuş gibi gördü. Sam’in refleksleri bunlardan bir milyon kez daha hızlıydı, tek yaptığı uzanmak, adamlardan birinin bileğini havada yakalayarak aynı hızla geriye doğru bükmek ve kolunu kırmak oldu. Ardından geriye çekildi ve adamın göğsüne bir tekme savurarak adamı geri, geldiği halkanın içine yolladı.
Adamlardan bir başkası yaklaşınca Sam öne atıldı ve adama doğru hücum etti. Adam yaklaşıp daha harekete geçemeden Sam dişlerini adamın boğazına sapladı. Derin derin adamın kanını içti, adam acı içinde çığlık atarken kanı her yere fışkırdı. Saniyeler içinde Sam adamın tüm kanını çekti ve adam bilinçsiz bir şekilde yere yığıldı.
Diğerleri dehşete kapılmış bir şekilde bakakaldılar. Sonunda bir canavarla karşı karşıya olduklarını fark etmiş olmalıydılar.
Sam onlara doğru bir adım attı ve hepsi dönüp son hızla kaçmaya başladı. Sinekler gibi gözden kayboldular ve birkaç saniye içinde Sam o meydanda kalan tek kişi oldu.
Sam hepsini alt etmişti ama bu onun için yeterli değildi. Kan hiçbir zaman yeterli gelmiyordu ve Sam öldürmek ve yok etmek için kıvranıp duruyordu. Bu şehirdeki herkesi öldürmek istiyordu. O zaman bile yeterli olmayacaktı. Doyumsuzluğu onu hiç durmamacasına devam etmeye itiyordu.
Sam kendini geriye verdi, yüzünü gökyüzüne çevirdi ve kükredi. Bu, sonunda bağını koparmış bir hayvanın çığlığıydı. Çektiği ıstırap havaya yükseldi ve Kudüs’ün taş duvarlarında yankılandı. Çığlığı çan seslerini bastırdı, dua edenlerin yakarışlarından, ağlamalarından daha da yüksekti. Kısa bir an çığlığı bütün şehre egemen olan duvarları sarstı— ve bir uçtan bir uca tüm şehir sakinleri durdu, dinledi ve korkmayı öğrendi.
İşte tam o anda aralarında bir canavarın bulunduğunu anlamışlardı.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Caitlin and Caleb, Nasıra’ya doğru dik dağ yamacından aşağıya doğru yürümeye başladılar. Yamaç kayalıktı ve her yanları toza bulanarak yürümekten çok kayarak aşağıya doğru gidiyorlardı. Onlar yürümeye devam ettikçe arazi değişmeye başladı, kayalıklar yerini küme küme yabani otlara, ara sıra görünen palmiye ağaçlarına ve ardından gerçek yemyeşil çimlere bıraktı. Sonunda kendilerini bir zeytinlikte buldular ve şehre doğru yürümeye devam ederken dizi dizi zeytin ağaçlarının arasından geçtiler.
Caitlin ağaçların dallarına yakından baktı ve güneşte binlerce küçük zeytinin parıldadığını görünce bunların güzellikleri karşısında büyülendi. Şehre yaklaştıkça ağaçlar daha verimli hale geliyordu. Caitlin aşağıya doğru göz gezdirdi ve geniş görüş açısı sağlayan bu noktadan vadiye ve şehre kuşbakışı baktı.
Kocaman vadilerin ortasında küçük bir köy yer alıyordu; Nasıra’ya şehir demek pek mümkün değildi. Yalnızca birkaç yüz sakini ve taştan yapılmış tek katlı birkaç dizi küçük yapısı bulunuyordu. Bu evlerden çoğu beyaz kireç taşından yapılmışa benziyordu ve Caitlin uzaklarda, köylülerin şehri çevreleyen devasa kireçtaşı ocaklarında durmadan çalıştıklarını görebiliyordu. Buradan bile çekiçlerin yumuşak vuruşlarını duyabiliyor ve kireçtaşı tozlarının havaya kalktığını görebiliyordu.
Nasıra şimdi bile eski görünen yaklaşık üç metre yüksekliğindeki basık ama yanlara doğru genişleyen taş duvarla örülüydü. Ortasında geniş, açık kemerli bir giriş vardı. Kapıda kimse nöbet tutmuyordu ve Caitlin de bunu yapmaları için bir neden göremiyordu; çünkü her şeye rağmen burası ıssızlığın ortasında küçük bir köydü.
Caitlin kendini neden bu yerde ve zamanda uyanmış olduklarını merak ederken buldu. Neden Nasıra? Geçmişi anımsadı ve Nasıra hakkında bildiklerini hatırlamaya çalıştı. Burası hakkında bir zamanlar bir şeyler öğrendiğini hayal meyal hatırladı ama ne olduğunu bir türlü anımsayamadı. Ve neden özellikle birinci yüzyıla gelmişti? Bu Ortaçağ İskoçya’sından sonra inanılmaz büyük bir sıçrayıştı ve Caitlin Avrupa’yı özlediğini hissetti. Palmiye ağaçları ve çöl sıcağıyla bu yeni tabiat ona oldukça yabancıydı. Ve her şey bir yana, Caitlin’in en çok merak ettiği şey Scarlet’in o görünen duvarların arkasında olup olmadığıydı. Scarlet’in orada olmasını umut etti ve bunun için dua etti. Scarlet’i bulması gerekiyordu. Onu bulana kadar rahat edemezdi.
Caitlin, Caleb’le birlikte şehrin girişine doğru yürüdü ve büyük bir beklentiyle içeriye girdi. Scarlet’i bulma ve araştırmalarına başlamak için neden bu yere gönderildikleri düşüncesiyle kalbinin hızla çarptığını hissedebiliyordu. Babası içerde onu bekliyor olabilir miydi?
Şehre girdiklerinde, Caitlin şehrin yaydığı canlılık karşısında vurulmuşa döndü. Sokaklar koşan, bağıran ve oyun oynayan çocuklarla doluydu. Köpekler, tavuklar, hepsi başıboş dolaşıyordu. Koyunlar ve öküzler sokakları paylaşıyor ve ağır ağır yürüyorlardı. Her evin önünde bir kazığa bağlı ya bir eşek ya da bir deve vardı. Köylülerin üzerinde ilkel tunikler ve kaftanlar vardı ve omuzlarında içi dolu sepetler taşıyarak bir yerlere gidip geliyorlardı. Caitlin bir zaman makinesine girmiş gibi hissetti.
Dar sokaklardan aşağılara doğru yürüyüp küçük evlerin, elleriyle çamaşır yıkayan yaşlı kadınların yanından geçtikçe insanlar durup onlara bakıyordu. Caitlin böyle sokaklarda yürürken buralara bir hayli yabancı göründüklerinin farkına vardı. Üzerine baktı ve dar, deri savaş giysisinden oluşan modern giyimini gördü ve bu insanların hakkında ne düşünmüş olduklarını merak etti. Onun gökyüzünden düşmüş bir uzaylı olduğunu düşünmüş olmalıydılar. Caitlin bunun için onları suçlayamazdı.
Her evin önünde yemek hazırlayan, bir şeyler satan ya da işi üzerinde çalışan birileri vardı. Birçok marangoz ailesinin önünden geçtiler; evin erkekleri dışarda oturuyor, testere ile bir şeyler kesiyor, çekiçliyor, yatak başlarından konsollara, sabanla tarlayı sürmek için kullanılan ahşap akslara kadar bir sürü şey yapıyorlardı. Bir evin önünde bir adam neredeyse bir metre kalınlığında ve yaklaşık üç metre uzunluğunda devasa bir haç yapıyordu. Caitlin bunun çarmıha gerilecek biri için hazırlanan bir haç olduğunu fark etti. Ürperdi ve başka tarafa baktı.
Başka bir sokağa döndüklerinde, buranın demircilerle dolu olduğunu gördüler. Her yer örs ve çekiçlerle doluydu ve metal sesi bütün sokağı kaplıyordu; her bir demirci bir diğerinin yankısı gibiydi. Ayrıca kızgın ham demirlerin fırınlandığı büyük alevlerin yandığı kil ocakları vardı. Buralarda demirciler at nallarını, kılıçları ve başka her tür demiri dövüyorlardı. Caitlin, babalarının yanlarında oturarak onları çalışırken izleyen, yüzleri is lekesi olmuş çocukları fark etti. Çocukların böyle küçük yaşta çalışmalarından dolayı kendini kötü hissetti.
Caitlin her yerde Scarlet’ten, babasından bir işaret aradı; neden burada olduklarını gösterecek bir ipucu yakalamaya çalıştı ama hiçbir şey bulamadı.
Ardından başka bir sokağa döndüler ve bu sokağın taş ustalarıyla dolu olduğunu gördüler. Burada erkekler kocaman kireçtaşı bloklarına şekil veriyorlar, bunlardan heykeller, çanak çömlek ve devasa, düz kalıplar yapıyorlardı. Önce Caitlin bunların ne işe yaradıklarını anlamadı.
Caleb uzandı ve eliyle işaret etti.
Her zamanki gibi Caitlin’in zihnini okuyarak “Bunlar şarap ve zeytin sıkacakları,” dedi. “Bunları üzümleri ve zeytinleri sıkmak ve onlardan şarap ve yağ elde etmek için kullanıyorlar. Şu kolları görüyor musun ?”
Caitlin daha yakından inceledi ve yapılan ince işe, uzun kireçtaşı parçalarına ve karmaşık demirden yapılan dişlilere hayran hayran baktı. Bu yer ve zamanda bile ne kadar gelişmiş makine düzeneklerinin olduğunu görünce şaşırıp kaldı. Aynı zamanda şarap yapımının ne kadar eski bir zanaat olduğunu anlayınca da hayret etti. Burada, binlerce yıl geçmişteydi ve insanlar hala aynı yirmi birinci yüzyıldaki gibi şişe şişe şaraplar ve zeytinyağları yapıyorlardı. Yavaşça şarap ve yağla dolmaya başlayan cam şişelere bakınca bunların aynı alışık olduğu şarap ve yağ şişelerine benzediklerini fark etti.
Bir grup çocuk birbirlerini kovalayarak ve gülerek Caitlin’in yanından koşarak geçtiler. Geçtikleri gibi bir toz bulutu kalktı ve Caitlin’in ayaklarını kapladı. Caitlin yere baktı ve burada yolların taşla döşenmemiş olduğunu fark etti— bunun, buranın muhtemelen taş döşemeli yolların maliyetini karşılayamayacak kadar küçük bir yer olmasından kaynaklandığını düşündü. Ama yine de Nasıra’nın bir şeylerden ötürü ünlü olduğunu biliyordu ve ne olduğunu hatırlayamaması canını sıkıp duruyordu. Bir kez daha tarih dersini daha dikkatli dinlemediği için kendine kızdı.
Caleb onun zihnini okuyarak “Burası İsa’nın yaşadığı şehir,” dedi.
Caitlin, Caleb düşünceleri böyle kolayca kafasından çektiği için bir kez daha yüzünün kızardığını hissetti. Caleb’den hiçbir şey saklamıyordu ama yine de sıra onu ne kadar çok sevdiğine gelince Caleb’in düşüncelerini okumasını istemiyordu. Utanabilirdi.
Caitlin “Burada mı yaşıyor?” diye sordu.
Caleb evet anlamında başını salladı.
Caleb “Onun zamanına geldiysek, o zaman birinci yüzyılda olduğumuz aşikâr,” dedi. “Bunu insanların giyimlerinden ve mimariden anlayabiliyorum. Buraya daha önce bir defa gelmiştim. Burası unutulması zor bir yer ve zaman.”
Caitlin’in duydukları karşısında gözleri ardına kadar açıldı.
“Onun şimdi gerçekten burada olabileceğini düşünüyor musun? İsa’nın? Etrafta dolaşıyor olabilir mi? Bu zamanda ve yerde? Bu şehirde?”
Caitlin bunu kavramakta zorluk çekiyordu. Kendini köşeyi dönerken ve sokakta tesadüfen İsa ile karşılaşırken hayal etmeye çalıştı. Bu düşünce akıl almazdı.
Caleb kaşlarını çattı.
“Bilmiyorum. Onun şimdi burada olduğunu sezmiyorum. Belki de onu kaçırdık.”
Caitlin bu düşünce karşısında şaşkına döndü. Korkuyla karışık bir saygıyla etrafına bakındı.
Burada olabilir miydi? diye düşündü.
Ne diyeceğini bilemiyordu ve görevlerinin daha da büyük bir önem taşıdığı hissini duyumsadı.
Caleb “Burada, bu zaman diliminde olabilir,” dedi. “Ama kesin Nasıra’da olup olmadığını bilmiyorum. Hayatı boyunca çok seyahat etti. Beytüllahim. Nasıra. Capernaum— ve tabi ki Kudüs. Zaten tam olarak onun yaşadığı zamanda olup olmadığımızdan bile kesin emin değilim. Ama eğer onun yaşadığı zamandaysak her yerde olabilir. İsrail büyük bir yerdir. Burada, bu şehirde olsa, bunu hissederiz.”
Caitlin meraklı bir şekilde “Ne demek istiyorsun?” diye sordu. “Burada olması nasıl hissedilebilir ki?”
“Bunu açıklayamam. Ama burada olsa anlarsın. Bu onun enerjisinden ileri geliyor. Daha önce yaşadığın hiçbir şeye benzemez.”
Birden Caitlin’in aklına bir şey geldi.
“Sen sahiden onunla tanıştın mı?” diye sordu.
Caleb yavaşça başını iki yana salladı.
“Hayır, çok yakınında bulunamadım. Bir defasında, aynı şehirde, aynı zamandaydım. Ve o yaydığı enerji o kadar baskındı ki. Daha önce hissettiğim hiçbir şeye benzemiyordu.”
Caleb “Bunu öğrenmenin tek bir yolu var,” dedi. “Hangi yılda olduğumuzu bilmemiz gerekiyor. Ama sorun şu ki, elbette şimdi kimse bizim gibi yılları saymaya başlamamıştır ve bu İsa öldükten sonra uzun zaman da böyle devam etmiştir. Sonuçta bizim takvimimiz onun doğum yılına dayanıyor. Ve o yaşadığı zaman kimse yılları İsa’nın doğumuna göre saymamıştır – birçok insan onun kim olduğunu bile bilmiyordu! Bu yüzden insanlara hangi yılda olduklarını sorsak bizim deli olduğumuzu düşünürler.”
Caleb ipucu arıyormuş gibi dikkatli bir şekilde etrafa baktı ve Caitlin de onun gibi yaptı.
Caleb yavaşça “Onun bu zamanda olduğunu seziyorum,” dedi. “Sadece burada değil.”
Caitlin önündeki köy benzeri şehri farklı bir gözle inceledi.
“Ama burası çok küçük ve sıradan bir köy gibi görünüyor,” dedi. “Benim hayal ettiğim gibi muhteşem, İncil’de geçtiğini düşündüğüm şehir değil. Diğer çöl şehirlerinden hiçbir farkı yok.”
Caleb “Haklısın,” dedi. “Ama burası onun yaşadığı yer. Öyle büyük bir yer değil. Ama o burada, bu insanların arasında yaşadı.”
Yürümeye devam ettiler ve sonunda bir köşeyi dönüp şehrin ortasındaki küçük bir meydana geldiler. Burası basit küçük bir meydandı, etrafında küçük yapılar yer alıyordu ve ortasında da bir kuyu vardı. Caitlin etrafına bakındı ve ellerinde değneklerle gölgede oturan ve boş, tozlu meydana bakan birkaç yaşlı adam fark etti.
Caitlin ve Caleb kuyuya doğru yürüdüler. Caleb uzandı, kuyunun üzerindeki paslı kolu çevirdi ve kola bağlı olan yıpranmış halatın ucundaki su dolu kova yavaşça yukarıya doğru çıkmaya başladı.
Caitlin uzandı, soğuk suya ellerini daldırarak suyu yüzüne çarptı. Su o sıcakta inanılmaz bir serinlik verdi. Yüzüne yeniden su çarptı, ardından uzun saçlarını ıslattı ve ferahlamak için ellerini saçlarının arasında gezdirdi. Hava tozlu ve yapış yapıştı ve bu soğuk su ona kendini cennete gibi hissettirmişti. Bir duş almak için her şeyini verirdi. Ardından Caitlin eğildi, eliyle biraz daha su aldı ve içti. Boğazı inanılmaz kurumuştu ve bu su ilaç gibi geldi. Caleb de aynısını yaptı.
Sonunda ikisi de kuyudan uzaklaşıp meydanı incelediler. Ne herhangi bir özel bina, ne de nereye gitmeleri gerektiğini gösteren özel bir işaret ya da bir ipucu vardı.
Caitlin sonunda “Peki şimdi nereye gideceğiz?” diye sordu.
Caleb ellerini gözlerine siper edip güneşten dolayı gözlerini kısarak etrafa baktı. O da Caitlin gibi ne yapacağını bilmez bir haldeydi.
Basit bir şekilde “Bilmiyorum,” dedi. “Beynim durdu sanki.”
Caleb “Başka yerlerde ve zamanlarda,” diye devam etti, “sanki kiliseler ve manastırlar daima ipuçlarımızı içinde barındırıyor gibiydiler. Ama bu zaman diliminde hiç kilise yok. Hıristiyanlık diye bir şey yok. Etrafta Hristiyan diye adlandırılan birileri yok. Ancak İsa öldükten sonra insanlar onun adına bir din yaratmaya başladılar. Bu zaman diliminde yalnızca bir din var. İsa’nın dini: Musevilik. Sonuçta İsa da Yahudiydi.”
Caitlin bütün bunları kavramaya çalıştı. Bütün bunlar çok karmaşıktı. İsa Yahudiyse o zaman bir sinagogda dua etmiş olması gerektiğini düşündü. Birden Caitlin’in aklına bir şey geldi.
“O zaman belki de ipucunu aramamız gereken en iyi yer İsa’nın dua ettiği yerdir. Bu durumda belki de bir sinagog bulmaya çalışmalıyız.”
Caleb “Sanırım haklısın,” dedi. “Nede olsa bunun dışında zamanın diğer tek dini, tabi eğer buna din denebilirse, paganizmdi— yani putlara tapmaydı. Ve ben İsa’nın bir pagan tapınağında ibadet etmeyeceğine eminim.”
Caitlin gözlerini kısarak yeniden çevreye bakındı, sinagoga benzeyen herhangi bir yapının bulunup bulunmadığını kontrol etti. Ama hiçbir şey bulamadı. Etraftaki her şey basit evlerden ibaretti.
“Hiçbir şey göremiyorum,” dedi. “Ve bana bütün yapılar aynıymış gibi geliyor. Hepsi sadece küçük evlerden ibaret.”
Caleb “Ben de hiçbir şey göremiyorum,” dedi.
Caitlin bütün bunları kavramaya çalışırken uzun bir sessizlik oldu. Caitlin’in zihnine bir sürü olasılık üşüşmüştü.
Caitlin “Babamın ve kalkanın bir şekilde bütün bunlarla bağlantılı olduğunu düşünüyor musun?” diye sordu. “Sence İsa’nın olduğu yerlere gitmemiz bizi babama götürecek mi?”
Caleb uzun bir süredir düşünüyormuş gibi gözlerini kıstı.
Sonunda “Bilemiyorum,” dedi. “Ama babanın çok büyük bir sırrı koruduğu belli. Bu yalnızca vampir ırkı için değil, bütün insanlık için korunan bir sır. Bu bir kalkan ya da bir silah olabilir, ama her neyse sonsuza kadar tüm insan ırkının doğasını değiştirecek. Bu kesinlikle çok güçlü bir sır olmalı. Ve bana öyle geliyor ki bize babanı bulmak için yardımcı olacak biri varsa, bu çok güçlü biri olmalı. İsa gibi. Bu bana mantıklı geliyor. Belki de aradığımız bir şeyi bulmak için önce bizi ona götürecek başka bir şeyi bulmak zorundayız. Ne de olsa pek çok kilidi açarak bizi buraya getiren senin haçın oldu ve neredeyse ipuçlarımızın hepsini kiliselerde ve manastırlarda bulduk.”
Caitlin bütün bunları idrak etmeye çalıştı. Babasının İsa’yı tanıması mümkün müydü? Babası İsa’nın havarilerinden biri miydi? Bu düşünce çok şaşırtıcıydı ve Caitlin’in gözünde babası daha da gizemli hale geldi.
Caitlin öylece kuyunun dibinde oturdu ve şaşkına dönmüş bir şekilde etrafındaki hareketsiz şehre baktı. Daha aramaya nereden başlayacağı konusunda bile bir fikri yoktu. Neredeyse hiçbir şey gözüne çarpmıyordu. Ve bundan da öte, bir an önce Scarlet’i bulmak için her şeyi gözden çıkarabileceğini hissediyordu. Evet, hiç olmadığı kadar babasını bulmak istiyordu; cebindeki dört anahtarın neredeyse yandığını hissediyordu, ama ortada onları kullanabileceği herhangi bir durum yoktu ve kafası Scarlet’le meşgulken, onun dışarda bir yerlerde yapayalnız olduğu düşüncesi içini parçalarken, babasını düşünmek bile zor geliyordu. Scarlet’in güvende olup olmadığını bile kim bilebilirdi ki?
Ama Scarlet’i bile nerede arayacağını bilmiyordu. Kendini inanılmaz bir şekilde umutsuz hissetti.
Ansızın, şehrin girişinde bir çoban belirdi, arkasında onu izleyen koyun sürüsüyle yavaşça şehir meydanına doğru yürüyordu. Üzerinde uzun beyaz bir elbise ve başında da onu güneşten koruyan bir başlık vardı; elindeki asayla Caitlin ve Caleb’e doğru yürüdü. Caitlin, önce doğruca kendilerine doğru yürüdüğünü düşündü. Ama sonra aslında kuyuya doğru yürüdüğünü anladı. Yalnızca su içmeye geliyordu ve Caitlin ve Caleb suyun önünü kesmişlerdi.
O yürüdükçe, koyunlar dört bir yanını sararak meydanı doldurdular, hepsi kuyuya doğru geliyordu. Su içme zamanının geldiğini anlamış olmalıydılar. Saniyeler içinde Caitlin ve Caleb kendilerini sürünün ortasında buldular, o narin hayvanlar suya ulaşabilmek için onları hafifçe itiyorlardı. Çobanlarının kendileriyle ilgilenmesini bekleyen koyunların sabırsız melemeleri havayı sardı.
Çoban kuyuya yaklaşınca Caitlin ve Caleb yana çekildi. Çoban kuyunun üzerindeki paslı kolu çevirdi ve kovayı yavaşça yukarıya çekti. Kovayı yukarı kaldırırken başlığını geriye itti.
Caitlin çobanın genç olduğunu görünce şaşırdı. Upuzun karışık sarı saçları, sarı bir sakalı ve parlak mavi gözleri vardı. Gülümsedi; Caitlin yüzündeki güneş lekelerini, gözlerinin etrafındaki kırışıklıkları görebiliyor ve ondan yayılan sıcaklığı ve iyiliği hissedebiliyordu.
Taşan su dolu kovayı aldı ve bütün alnını kaplayan tere, çok susamış görünmesine rağmen döndü ve ilk kovayı kuyunun dibindeki yalağa boşalttı. Koyunlar meleyerek toplandılar ve birbirlerini iterek suyu içmeye koyuldular.
Caitlin içinde bu adamın bir şeyler biliyor olacağına dair inanılmaz garip bir his duydu, belki de bu adamın yollarına çıkmasının bir nedeni vardı. Caitlin, eğer İsa bu zamanda yaşamışsa, belki de bu adam onu duymuştur diye düşündü.
Caitlin konuşmaya hazırlanırken ani bir gerginlik hissetti.
“Af edersiniz?” dedi.
Adam döndü ve Caitlin’e baktı. Caitlin adamın gözlerindeki enerjiyi hissetti.
“Biz birini arıyoruz. Ben acaba burada yaşayıp yaşamadığını biliyor olabilir misiniz diye merak ettim.”
Adam gözlerini kıstı ve bunu yaptığı gibi Caitlin adamın içini okuyabildiğini hissetti. Bu olağanüstüydü.