Kitabı oku: «Ejderhaların Yükselişi », sayfa 3

Yazı tipi:

Fakat aynı zamanda Kyra Anvinle gurur duyuyordu. Bugüne kadar kimse onlara karşı çıkmamıştı; nihayet biri çıkıyordu.

Asker ters bir şekilde Anvin’e bakmaya başladı.

“Lord Valinize meydan okumaya cüret mi ediyorsun?” diye sordu.

Anvin yerini korudu.

“Bu yabandomuzu bize ait, kimse onu size vermiyor,” dedi Anvin.

“O sizindi,” diye düzeltti asker, “fakat artık bize ait.” Adamlarına döndü ve “Şu hayvanı alın,” diye emir verdi.

Lordun Adamları yaklaştığı sırada Kyra’nın babasının adamları da ileri çıkıp Anvin ve Vidar’a destek oldu. Elleri silahlarında Lordun Adamlarının yolunu kapatıyorlardı.

Tansiyon çok artmıştı. Kyra, parmak eklemleri beyazlaşana kadar yayını sıktı. Orada dururken korkunç hisseti; bütün bunların sorumlusu kendisiydi, yabandomuzunu öldürmüştü. Çok kötü bir şeyin olacağını hissetti ve bu kötüye işareti köye getirdikleri için ağabeylerine lanet etti, özellikle de Kış Ayında. Tuhaf şeyler hep tatil zamanları, ölülerin bir dünyadan diğerine geçebildiği söylenen mistik zamanlarda gerçekleşirdi. Ağabeyleri neden ruhları bu şekilde kışkırtmışlardı ki?

Adamlar çarpışmaya hazırlandığı sırada, babasının adamları kılıçlarını çekmek üzereyken ve hepsi de kan dökülmesine bu kadar yakınken, otoritenin sesi havayı deldi ve sessizlikte gürledi.

“Av kızındır!” dedi ses.

Ses çok yüksekti, özgüvenle doluydu, dikkatleri yönetiyordu ve ses Kyra’nın dünyadaki her şeyden çok hayran olduğu ve saygı duyduğu bir sesti; babasının sesi. Komutan Duncan.

Babası yaklaşırken tüm gözler ona çevrildi. Kalabalık ona yol açıyor ve saygı gösterisinde bulunuyordu. Orada duruyordu. Diğerlerinin iki katı kadar uzun, diğerlerinin iki katı genişlikte omuzlara sahip, aklar düşmüş dağınık kahverengi sakal ve uzunca kahverengi saçlı, omuzlarında bir kürk taşıyan, belinde iki uzun kılıç ve sırtında da bir mızrak asılı, dağ gibi bir adamdı. Göğüslüğünde hanedanın simgesi olan bir ejderha oyması olan Volis siyahı olan bir zırhı vardı. Silahları birçok savaştan deneyimini yansıtan çentikler ve çiziklerle doluydu. Korkulması gereken bir adamdı. Hayran olunması gereken bir adamdı. Ve herkesin adil ve dürüst olduğunu bildiği bir adamdı. Sevilen ve hepsinden ötesi, saygı duyulan bir adam…

“Bu Kyra’nın avı,” diye tekrarladı. Ağabeylerine hoşnutsuz şekilde bir baktıktan sonra Lordun Adamlarını görmezden gelerek Kyra’ya döndü. “Bu avın kaderine karar verecek olan odur.”

Kyra babasının sözleri karşısında şoke olmuştu. Bunu hiç beklemiyordu. Böylesine bir sorumluluğu ona yüklemesini ve böylesine ağır bir karar verme işini ona bırakmasını hiç beklemiyordu. Bu kararın sadece bir yabandomuzuyla ilgili olmadığını; aynı zamanda halkının da kaderiyle ilgili olduğunu her ikisi de çok iyi biliyordu.

Her iki tarafta da gergin askerler, elleri kılıçlarında bekliyordu. Ve onun vereceği tepkiyi bekleyen, ona dönük yüzlere baktığında, az sonra yapacağı seçimin, az sonra söyleyeceği sözlerin hayatında yaptığı en önemli seçim ve en söylediği önemli sözler olacağının farkındaydı.

BÖLÜM DÖRT

Merk yönünü Beyaz Orman’a çevirip, orman yoluna doğru indi ve hayatını gözden geçirdi. Kırk yılı oldukça zor geçmişti. Daha önce hiç etrafındaki güzelliğe hayran olmak için orman yoluna girmemişti. Ayaklarının altında çıtırdayan ve asasıyla yumuşak orman zeminine vurdukça sesleri belirginleşen beyaz yapraklara baktı. Yürümeye devam ettiği sırada yukarıya baktı ve parlayan beyaz yaprakları, parlak kırmızı dalları ile sabah güneşi altında pırıl pırıl görünen Aesop ağaçlarının güzelliğine daldı. Yapraklar dökülüyor ve kar yağıyormuş gibi bir görüntü oluşturuyordu. Hayatında ilk defa gerçekten bir huzur hissetti.

Ortalama boyu ve yapısı, koyu siyah saçları, hiçbir zaman tıraş görmemiş yüzü, geniş çenesi, uzun ve çıkık elmacık kemikleri ve altlarında halkalar olan büyük siyah gözleriyle Merk her zaman sanki günlerdir uyumamış gibi görünür ve her zaman da öyle hissederdi. Fakat şimdi, nihayet artık dinlenmiş hissediyordu. Burada, Escalon’un kuzeybatı köşesindeki Ur’da kar yoktu. Isı okyanus üzerinden geliyordu ama oradan bir günlük mesafede, batıda, daha ılıman bir havayı garanti ediyor ve yaprakları rengârenk tonlara boyuyordu. Ayrıca Merk’in de geçici de olsa sadece bir pelerinden başka bir şey giymemesini sağlıyor ve Escalon’da sıkça yaptıkları gibi dondurucu rüzgârlardan korunmaya çalışmasına gerek bırakmıyordu. O hala bir zırh giyiyor olmak yerine pelerin giyiyor, bir kılıç yerine bir asa taşıyor ve düşmanlarını hançerlemek yerine yapraklara vuruyor olmanın üzüntüsünü yaşıyordu. Bunlar kendisine tamamen yeniydi. Hep olmak için can attığı bu yeni kişi olmanın nasıl bir his olduğunu anlamaya çalışıyordu. Huzurluydu fakat çok da garipti. Sanki olmadığı biri gibi davranıyor gibi hissediyordu.

Merk bir gezgin, bir keşiş değildi; huzur dolu bir adam ise hiç değildi. Kanında hala savaşçılık vardı ve sıradan bir savaşçı değil; kendi kuralları olan ve hiç savaş kaybetmemiş bir savaşçıydı. Savaşını atlı mızrak dövüş alanlarından, sık gitmeyi sevdiği tavernaların arka sokaklarına taşımaktan korkmamış bir adamdı. Bazılarının paralı asker dediği tipte biriydi. Bir suikastçı. Kiralık katil. Bazısı çok da onur verici olmayan birçok adı vardı fakat Merk etiketlere veya başkalarının düşüncelerine önem veren biri değildi. Önem verdiği tek şey en iyilerden biri olduğu konuydu.

Merk, rolüne uygun şekilde, birçok kez, kendi isteğiyle isim değiştirmişti. Babasının ona verdiği ismi sevmiyordu. Aslında babasını da sevmiyordu ve başkasının ona yapıştırdığı bir isimle hayatını geçirecek biri değildi. Merk kendine verdiği son isimdi ve bunu seviyordu. Şimdilik! İnsanların ona nasıl seslendiğini hiç umursamazdı. Hayatta önem verdiği iki şey vardı: hançerinin ucu için mükemmel noktayı bulmak ve ona yeni çıkmış altınla ve bundan çok miktarlarda, ödeme yapan iş verenleri.

Merk daha genç yaşında bir yeteneği olduğunu fark etmişti. Yaptığı şeyde başkalarından çok üstteydi. Ağabeyleri, babaları ve tüm ünlü ataları gibi, en iyi zırhları kuşanan, en iyi çeliği kullanan, atlarını şaha kaldıran, tumturaklı saçlarıyla bayraklarını dalgalandıran ve hanımlar ayaklarına çiçekler fırlatırken turnuvaları kazanan, gururlu ve soylu şövalyelerdi. Kendileriyle daha fazla gurur duyamazlardı.

Merk ise şatafattan ve ilgi odağı olmaktan nefret ederdi. Bu şövalyeler öldürmek konusunda çok yeteneksiz ve oldukça etkisiz görünüyorlardı. Merk’in hiçbirine saygısı yoktu. Şövalyelerin çok istediği itibar, nişanlar, bayraklar veya armalara da ihtiyacı yoktu. Bunlar, gerçekten önemli şeyleri eksik olan insanlara göreydi: bir insanın canını, hızla, sessizce ve etkili bir şekilde alma becerisi. Aklında, konuşulacak başka hiçbir şey yoktu.

Gençliğinde, kendileriyle uğraşılan ve kendini savunamayacak kadar küçük olan arkadaşları, onun kılıç konusunda sıra dışı biri olduğunu bildiklerinden ona gelirlerdi ve o da arkadaşlarını korumak için ücret alırdı. Merk olaya karıştığında arkadaşlarını rahatsız eden kabadayılar bir daha asla onlarla uğraşamazdı. Maharetleri hakkındaki konuşmalar hızla yayıldı ve Merk daha fazla ödeme aldıkça öldürme yetenekleri de daha fazla gelişti.

Merk bir şövalye, ağabeyleri gibi ünlü bir savaşçı olabilirdi. Fakat o karanlıklarda çalışmayı tercih etmişti. Onu ilgilendiren tek şey kazanmak ve öldürme yetkinliğiydi. O harika silahlar ve ağır zırhlar kuşanmış şövalyelerin hiçbirinin, kendisi, sadece deri bir bluz giyen ve keskin bir hançeri olan, bir adam, kadar hızlı veya etkili şekilde öldüremeyeceklerini fark etmişti.

Yaprakları dürterek yürümeye devam ettiği sırada ağabeyleriyle tavernada olduğu sırada rakip şövalyelerle kılıçların çekildiği bir geceyi hatırladı. Ağabeylerinin etrafı sarılmıştı ve sayıca azlardı. Tüm o süslü şövalyeler seremoniyle uğraşırken Merk bir an bile tereddüt etmemiş, Hançerini çekip meydana fırlamış ve daha adamlar kılıçlarını bile çekemeden boğazlarını kesivermişti.

Ağabeyleri, hayatlarını kurtardığı için ona teşekkür edecekleri yerde aksine ondan uzaklaşmışlardı. Ondan korkmuşlar ve onu hor görmüşlerdi. Yaptıkları karşında gördüğü minnettarlık buydu ve ihanet Merk’i her şeyden çok yaralamıştı. Onlarla arasındaki uçurum genişlemişti; tüm o soyluluk ve şövalyelikle arasındaki uçurum genişlemişti. Bütün bunlar ona göre bir riyakârlık, bir bencillikti. Onlar o parlak zırhları ile yürüyüp gidebilir ve kendisini hor görebilirlerdi; ama orada olmasa ve hançeri olmasa o gün arka sokakta ölü yatıyor olurlardı.

Merk yürüdü, yürüdü. İç çekiyor ve geçmişi unutmaya çalışıyordu. Düşündükçe yeteneğin kaynağını hiçbir zaman gerçekten anlamadığını fark etti. Belki hızlı ve çevik oluşundan, belki elleri ve bileklerini çok hızlı kullanabiliyor olmasından, belki insanların ölümcül noktalarını bulmakta özel bir yeteneği olduğundan, belki ileri gitmekten ve başkalarının korktuğu son darbeyi vurmaktan hiçbir zaman tereddüt etmemiş oluşundan, belki hiçbir zaman iki kez saldırmak zorunda kalmamış oluşundan veya belki de doğaçlama yapabiliyor oluşundandı. O an elinde ne varsa öldürme aracı olarak kullanabilirdi, bir telek, bir çekiç veya yaşlı bir köpek. Başkalarından daha kurnazdı, şartlara daha kolay uyum sağlıyordu ve hızlı koşuyordu; ölümcül kombinasyon.

Büyüdükçe, tüm o gururlu şövalyeler kendisinden iyice uzaklaştılar, kendi aralarında onunla dalga geçtiler (hiç kimse yüzüne karşı onunla dalga geçemezdi). Fakat şimdi, hepsi yaşlanıp güçleri tükendiğinde ve onun ünü yayıldığında, kralların listesinde artık onun adı vardı ve diğerleri tamamen unutulmuştu. Ağabeylerinin hiçbir zaman anlamadığı kralları kral yapanın şövalyelik olmadığıydı. Korkunç, acımasız şiddet, korku, düşmanları birer birer yok etmek, kimsenin yapmak istemeyeceği dehşet verici öldürme, işte bunlar kral yapardı. Ve bir kralın yapılmasını istediği gerçek bir iş olduğunda o aranan isimdi.

Asasının her darbesiyle Merk her bir kurbanını hatırlıyordu. Kralın, en büyük düşmanlarını öldürmüştü; daha önce basit suikastçılar, eczacılar ve kışkırtıcı kadınlar göndermişlerdi fakat o zehir kullanmamıştı. En kötüsü, sadece bir şey söylemek için öldürmek istediklerinde de ona ihtiyaçları vardı. Dehşet verici bir şey, herkesin görebileceği bir şey; herkesin bir sonraki gün doğumunda göreceği şekilde ve herkesin krala karşı çıkanın başına ne geleceğini anlayabileceği şekilde, göze saplanmış bir hançer, bir meydana bırakılmış darmadağın bir ceset, pencereden asma…

Eski kral Tarnis krallığını teslim edip kapıları Pandesia’ya açtığında Merk çok kötü hissetmişti. Hayatında ilk defa amaçsız kalmıştı. Hizmet edecek bir kral olmayınca akıntıya kapılmış gibi hissetmişti. İçinde uzun zamandır gelişmekte olan bir şey su yüzüne çıkmış ve anlamadığı bir sebepten hayatı sorgulamaya başlamıştı. Tüm hayatı boyunca ölüme takıntılıydı; öldürmek, can almak… Kendisi için bu kolay hale gelmişti; çok kolay… Fakat şimdi içinde bir şeyler değişmişti; sanki ayağının altındaki zemini zor hissediyor gibiydi. Hayatın ne kadar kırılgan olduğunu, birinin elinden ne kadar kolay alınabildiğini ilk elden biliyordu fakat şimdi onu korumayı merak etmeye başlamıştı. Hayat çok kırılgandı; o halde onu korumaya çalışmak can almaktan daha büyük bir meydan okuma olmaz mıydı?

Ve kendisine rağmen merak etmeye başladı: Başkalarından çekip aldığı bu şey neydi?

Merk kendisiyle yaptığı bu akıl yürütmeyle neyin başladığını bilmiyordu ama bu kendisini çok rahatsız hissetmesine sebep olmuştu. İçinde bir şey su yüzüne çıkmıştı, büyük bir mide bulantısıyla birlikte öldürmekten iğrenmeye başladı; bir zamanlar zevk aldığı öldürme işine karşı şimdi büyük bir tiksinme geliştirmişti. Bütün bunları tetikleyen tek bir şey olmasını diledi, belki de öldürdüğü belirli biri; ama yoktu. Bir anda belirivermişti, hiçbir sebep olmadan ve bugüne kadarki en rahatsız edici olan şeydi.

Diğer paralı askerlerin aksine Merk sadece inandığı sebepler varsa işi alırdı. Hayatının daha sonraki dönemlerinde, yaptığı işte çok iyi olmaya başladığı, ödemeler çok büyük meblağlara ulaştığı, ondan istekte bulunan insanlar aşırı önemli kişiler olmaya başladığı zaman çizgileri bulanıklaşmış ve öldüreceği kişinin bir hatasının olup olmaması çok da önemli gelmemeye başlamıştı, hatta hiç önemli değildi. Onu rahatsız eden şey de buydu.

Merk’in içinde yaptığı her şeyi geri alabilmek ve diğerlerine değişebileceğini gösterebilmek için çok güçlü bir de istek gelişmişti. Geçmişini silip atmak, yaptığı her şeyi geri almak ve tövbekâr olmak istiyordu. Bir daha öldürmeyeceğine dair kendi kendine yemin etti. Bir daha kimseye bir fiske bile vurmamak, günlerinin geri kalanını Tanrıdan bağışlanma dileyerek geçirmek ve daha iyi bir insan olmak için… Ve onu asasının her bir tıklamasıyla birlikte yürüdüğü bu orman yoluna getiren şeyde buydu.

Merk beyaz yapraklarla parlayan orman yolunun ilerde yükselip sonra tekrar alçaldığını gördü ve ufukta tekrar Ur Kulesini aradı. Hala bir işaret yoktu. Bu yolu onu eninde sonunda oraya götürecekti; bu kutsal yolculuk aylardır onu çağırıyordu. Çocukluğundan beri Gözcüler hikâyesi onu büyülemişti. Yarı insan yarı başka bir şey olan, iki ayrı kule, kuzeybatıda Ur Kulesi ve güneydoğuda Kos Kulesinde yerleşmiş olan, gizli bir keşiş/şövalye tarikatının hikâyesi… Bu tarikatın görevi Krallığın en değerli kutsal emanetini korumaktı: Ateş Kılıcı. Ateş Duvarını hala ayakta tutan da bu Ateş Kılıcı efsanesiydi. Elbette hiç kimse kılıcın hangi kulede tutulduğunu bilmiyordu. Bu yalnızca kadim Gözcüler tarafından bilinen, çok sıkı saklanan bir sırdı. Herhangi bir şekilde alınır veya çalınırsa Ateş Duvarı sonsuzluğa gömülebilir ve Escalon tehlikelere açık hale gelebilirdi.

Kulelerde gözcülük yapmanın, eğer Gözcüler size Kabul ederse, yüce bir iş, kutsal ve onurlu bir görev olduğu söylenirdi. Merk çocukluğundan beri Gözcülerin hayalini kurardı. Gece yatağına yattığında, onların arasına katılmanın nasıl bir şey olacağını merak ederdi. Kendini soyutlanmışlık, hizmet ve tefekkür içinde kaybetmek istiyordu ve bunun için bir Gözcü olmaktan daha iyi bir yol düşünülemezdi. Merk hazır olduğunu hissetti. Deriyi zincir zırha tercih etmişti. Asayı da kılıca ve hayatı boyunca ilk defa tam bir ay boyunca hiç kimseyi öldürmemiş veya bir ruha zarar vermemişti. İyi hissetmeye başlıyordu.

Merk küçük bir tepeye ulaştığında, günlerdir olduğu gibi umutla etrafına bakındı; bu tepe belki de Ur Kulesini görmesini sağlayacaktı. Fakat hala hiçbir şey yoktu, sadece göz alabildiğine uzanan bir orman vardı. Yine de artık yaklaşmış olduğunu biliyordu; günlerce yürüyüşünün ardından kule o kadar da uzakta olamazdı.

Merk yolun aşağısına doğru devam etti, dibe doğru inerken orman sıklaştı ve yolun sonunda yolu kapatan, devrilmiş devasa bir ağaçla karşılaştı. Durup ağacı incelemeye başladı. Büyüklüğüne hayran olmuştu. Etrafından nasıl dolanacağını düşünüyordu.

“Yeteri kadar uzak dedim,” dedi kötücül bir ses.

Merk sesteki karanlık amacı hemen sezdi. Üzerinde uzman olduğu bir konuydu ve bundan sonra ne olacağını anlaması için arkasına dönüp bakmasına bile gerek yoktu. Etrafındaki yaprakların hışırdadığını duydu. Ormanın dışından, sesle uyumlu yüzler belirmeye başladı; hepsi de birbirinden umutsuz görünümlü haydutların yüzleri. Hiçbir sebep yokken insan öldürebilecek adamların yüzler. Her hafta rastgele ve amaçsız şiddet uygulayan, sıradan hırsızlar ve katiller. Merk’in gözünde bunlar aşağılığın da aşağılığıydı.

Merk etrafının sarılmış olduğunu gördü ve tuzağa düşmüş olduğunu anladı. Çaktırmadan etrafına bir göz attı. Eski içgüdüleri uyanıyordu. Adamların sekiz kişi olduklarını saydı. Hepsinin eline hançerler vardı. Paçavralar giyen bu kirli yüzlü, kirli elli, pis parmaklı, tıraşsız yüzlü adamların hepsinde de günlerdir hiçbir şey yemediklerini belli eden umutsuz bir bakış vardı. Ayrıca sıkılmışlardı.

Haydutların lideri yaklaştığında Merk gerildi; fakat ondan korktuğu için değil, istese onu öldürebilirdi, hatta hepsini birden gözünü kırpmadan öldürebilirdi. Onu geren şey şiddet uygulamak zorunda kalma olasılığıydı. Her ne pahasına olursa olsun yeminine sadık kalmaya kararlıydı.

“Ne yakaladık?” diye sordu biri, Merk’e yaklaşmış, etrafında dolanıyordu.

“Rahibe benziyor,” dedi bir diğeri, sesi alaycıydı. “Fakat o çizmeler uymuyor.”

“Belki de kendini asker zanneden bir keşiştir,” deyip güldü biri.

Hepsi kahkaha atmaya başladı. Aralarından, kırklarında, ön dişlerinden biri eksik olan, hödük tipli biri berbat kokan nefesiyle Merk’e yaklaştı ve omzunu dürttü. Eski Merk olsa bunun yarısı kadar bile yaklaşan birini anında öldürmüş olurdu.

Fakat yeni Merk daha iyi bir adam olmaya kararlıydı, şiddetten uzaklaşmaya kararlıydı, her ne kadar şiddet onu terk etmek istemiyor görünse bile. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Kendini sakin olmaya zorluyordu.

Şiddete asla başvurma, diye kendi kendine tekrarladı.

“Ne yapıyor o keşiş öyle?” diye sordu biri. “Dua mı ediyor?”

Hepsi yeniden kahkahaya boğuldu.

“Tanrın sana yardım etmeyecek adamım!” dedi biri.

Merk gözlerini açtı ve salakça konuşana gözlerini dikti.

“Size zarar vermek niyetinde değilim,” dedi sakince.

Kahkahalar arttı. Öncekinden daha da yüksek sesle gülüyorlardı. Merk, sakin kalmanın ve şiddete başvurmamanın hayatında yaptığı en zor iş olduğunu fark etti.

“Ne kadar da şanslıyız!” diye yanıtladı biri.

Tekrar güldükleri sırada liderleri Merk’in yüzünün dibine kadar yaklaşınca hepsi birden sustular.

“Fakat kim bilir,” dedi, sesi ciddiydi. O kadar yakındı ki Merk nefesinin iğrenç kokusunu alabiliyordu, “bizim sana zarar verme niyetimiz vardır.”

Merk’in arkasından gelen bir adam kalın kolunu onun boğazına doladı ve sıkmaya başladı. Boğulur gibi olduğunu hisseden Merk zorlukla nefes aldı. Adamın kolu ona acı verecek kadar sıkıyordu ama nefesini kesmeye yeterli değildi. Anlık refleksi arkasına uzanıp adamı öldürmek olurdu. Bu çok kolay olurdu; adamın kolunu gevşetmesi için ön kolda mükemmel bir basınç noktası biliyordu. Fakat kendini hiçbir şey yapmamak için zorladı.

Bırak gitsinler, dedi kendi kendine. Aşağılanmaya giden yol bir yerden başlamak zorunda.

Merk haydutların liderine döndü.

“İstediğiniz neyim varsa alın,” dedi Merk zorlukla nefes alarak. “Alın ve yolunuza gidin.”

“Peki ya alır ve burada durmaya devam edersek?” diye yanıtladı liderleri.

“Sana kimse neyi alıp neyi alamayacağımız sormuyor adamım,” dedi bir diğeri.

İçlerinden biri öne çıktı ve açgözlü ellerini, dünyada kalan birkaç kişisel eşyasında gezdirerek Merk’in belini yokladı. Eller sahip olduğu her şeyi ararken Merk kendini sakin kalmaya zorladı. Sonunda iyi kalite gümüş hançeri, en sevdiği silahına ulaştılar. Merk hala acı içindeydi ve hiçbir tepki vermedi.

Bırak gitsin, dedi kendi kendine.

“Bu nedir?” diye sordu biri. “Bir hançer mi?”

Merk’e ters ters baktı.

“Ne tarz bir keşiş böyle bir hançer taşır?” diye sordu biri.

“Ne yapıyorsun adamım, ağaçları mı oyuyorsun?” diye sordu diğeri.

Hepsi güldüler ve Merk, daha ne kadarına katlanabileceğini merak ederek dişlerini sıktı.

Hançeri alan adam durdu, Merk’in bileğine baktı ve kolunu sıyırdı. Merk bulacakları şeye karşı kendini hazırladı.

“Bu nedir?” diye sordu haydut, bileğini tutmuş, havaya kaldırmış inceliyordu.

“Bir tilkiye benziyor,” dedi biri.

“Bir rahibin tilki dövmesiyle ne işi olur?” diye sordu diğeri.

İnce uzun, kızıl saçlı bir diğeri öne çıkıp bileğini yakaladı ve daha yakından incelemeye başladı. Bileğini bıraktıktan sonra Merk’e şüpheci gözlerle bakmaya başladı.

“Bu bir tilki değil size aptallar,” dedi adamlarına. “Bu bir kurt. Kralın adamının simgesi, bir paralı asker.”

Merk adamın suratının dövmesine baktığında kızardığını hissetti. Kim olduğunun ortaya çıkmasını istemiyordu.

Haydutların hepsi sessizce ona bakıyorlardı ve Merk ilk defa yüzlerinde bir tereddüt hissetti.

“Bu katillerin tarikatı,” dedi biri, sonra ona döndü. “Bu işareti nasıl aldın adamım?”

“Büyük ihtimalle kendi kendine yapmıştır,” diye yanıtladı biri. “Yolları daha güvenli hale getiriyordur.”

Lider Merk’in boğazını tutan adamına başıyla işaret etti ve adam Merk’in boğazını bıraktı. Merk rahatlamıştı, derin nefes aldı. Fakat liderleri uzanıp Merk’in boğazına bir bıçak dayadı. Merk o gün orada ölüp ölmeyeceğini merak etti. Bütün yaptıklarının kefaretini bu şekilde mi ödeyecekti? Ölmeye hazır olup olmadığını merak etti.

“Cevap ver,” diye kükredi liderleri. “Onu kendine sen mi yaptın adamım? Bu işareti almak için en az yüz adam öldürmen gerektiğini söylerler.”

Merk nefes aldı ve takip eden uzun sessizlik içinde ne demesi gerektiğini düşündü. Sonunda içini çekti.

Bin,” dedi.

Lider afallamış, kafası karışmış durumdaydı.

“Ne dedi?” diye sordu.

“Bin adam,” diye açıkladı Merk. “Dövmeyi ancak bu şekilde alabilirsin ve bu dövme Kral Tarnis’in bizzat kendisi tarafından verildi.”

Hepsi gözlerini dikmiş ona bakıyordu. Şoke olmuşlardı. Ormana uzun bir sessizlik çöktü. O kadar sessizdi ki, Merk böceklerin kanat seslerini duyabiliyordu. Şimdi ne olacağını merak etti.

Biri histerik bir şekilde gülmeye başladı ve diğerleri de ona katıldı. Merk orada dururken, güldüler ve kahkahalara boğuldular; hayatlarında duydukları en komik şey olduğunu düşünüyorlardı.

“Bu iyiydi, adamım,” dedi biri. “Bir keşiş olduğun kadar iyi bir yalancısın.”

Liderleri bıçağını boğazına doğru bastırdı; kanatmaya başlayacak kadar sert bastırıyordu.

“Bana cevap ver, dedim sana,” diye tekrarladı liderleri. “Gerçek bir cevap. Ölmek mi istiyorsun adamım?”

Merk durdu; acıyı hissediyor ve soru üzerine düşünüyordu. Sorunun cevabını gerçekten düşünüyordu. Ölmek mi istemişti? Bu güzel bir soruydu ve haydudun düşündüğünden çok daha derin bir soruydu. Cevabı düşündükçe, ciddi şekilde kafa yordukça, bir parçasının ölmek istediğini fark etti. Hayattan yorulmuştu, ölümüne yorulmuştu.

Merk beklediği sürede ölmeye henüz hazır olmadığını fark etti. Şimdi değil. Bugün değil. Yeniden başlamaya hazır olduğu zaman değil. Hayattan zevk almaya başlamışken olmazdı. Değişmek için bir şans istemişti. Kulede hizmet etmek için bir şans; bir Gözcü olmak için.

“Hayır, aslında istemiyorum,” diye yanıtladı Merk.

En sonunda kendisini esir alan adamın gözlerinin içine baktı. İçinde bir çözülme oluşmaya başlamıştı.

“Ve bu yüzden,” diye devam etti, “Size tek bir şans veriyorum, hepinizi öldürmeden önce tek bir şans.”

Lider kaşlarını çatıp saldırıya geçmeden önce herkes şok içinde sessizce ona baktı.

Merk bıçağın boğazını kesmeye başladığını hissetti ve içinden bir şey denetimi ele aldı. Bu onun profesyonel tarafıydı. Tüm hayatı boyunca eğitti ve daha fazlasına katlanamayacak olan tarafı. Bu yeminini bozmak anlamına geliyordu ama artık umurunda değildi.

Eski Merk hızla geri döndü; sanki hiç gitmemiş gibi ve göz açıp kapayana kadar kendini katil halinde buldu.

Merk odaklandı ve rakiplerinin tüm hareketlerini, tüm seğirmelerini, tüm basınç noktalarını ve tüm kırılganlıklarını gördü. Onları öldürme arzusu her yanını eski bir dost gibi sardı ve Merk onun kontrolü ele almasına izin verdi.

Şimşek kadar hızlı bir şekilde Merk liderin bileğini yakaladı, parmağını basınç noktasına koydu ve kırana kadar bastırdı. Hançerin yere düşüşüyle birlikte atılarak hançeri yerden aldı ve adamın boğazını boydan boya kesti.

Liderleri yüzüstü yere devrilmeden önce son bir kez afallamış bir şekilde ona baktı.

Merk yüzünü diğerlerine döndüğünde, hepsi ağızları bir karış açık, donakalmış, ona bakıyordu.

Şimdi gülme sırası Merk’teydi. Karşısındakilere bakarken az sonra olacakların tadını çıkartıyordu.

“Bazen, çocuklar,” dedi, “sataşmak için çok yanlış bir adamı seçersiniz.”

Yaş sınırı:
16+
Litres'teki yayın tarihi:
10 eylül 2019
Hacim:
272 s. 4 illüstrasyon
ISBN:
9781632912398
İndirme biçimi:
epub, fb2, fb3, ios.epub, mobi, pdf, txt, zip

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu